Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8. Bölüm- İhtilal'in Miladı

@yasminiesa

Gecikme için çok çok özür dilerim. Yazmak istediğim bir sahne vardı ve orayı yazmadan bölümü sizinle paylaşmak istemedim. Kusura bakmayın 🌼


-Multimedyadaki şiir 'acryesim'e aittir 😍.


Şarkı ise dinlediğim anda sözlerine aşık olduğum bir şarkı. Bence tam Burak-Hilal'lik 😉


Sonunda bölümü yazabildim 🤲🏻 .


📣 İTİRAF EDİYORUM;


-Bu bölümü/geçmişi Burak'ın anlatmaktan kaçması gibi ben de yazmaktan kaçınıyordum.


Sahnenin ağırlığı/acısı ayrı, 'Nereden başlayacağım anlatmaya?' sorusu ayrı kaçınma sebebimdi. Çıkış yine Alfa'nın kendisinde oldu. O yolu buldu, bana fısıldadı, ben de yazdım.


O güne girişi, geçmişten değil de gelecekten başlattı Burak. Olayın sonrasındaki korkularından, Kelebeğini bulduğundaki değişiminden. Sonunda Küçük Alfa, kulağına fısıldayan kötü sesten daha güçlü olduğunu fark etti. Artık ailesini o günle değil, mutlu günlerle hatırlayacağına dair söz verdi.


Kendine, çocukluğuna, Kelebeğine,


Annesine-Babasına ve Güneş'ine...


Burak'ı kaleme aldığım o ilk bölümlere şöyle bir bakıyorum da...


'Bir gün yaşadığı eve gelecek, olay mahalline bakarken sansürsüz tüm içtenliği ile korkularından bahsedecek' dense pek de ihtimal vermezdim sanırım. Yani bir değişim yaşayacağını elbette biliyordum ama böylesine bir İHTİLAL'i ben bile beklemiyordum.


Elimde büyüdün be Burak Kılıç.


Pardon elimde ÇOCUK oldun, elimde çocukluğuna kavuştun 💙


Yazarken birçok yerde hüzne boğuldum. Geçmişi sil baştan bir kez daha yazmadığını ara ara bahsettiğimi göreceksiniz. Şahsen benim bu tarz anlatımlarda en büyük kaçışım/çıkışım o sahneye gidip anlatmak olurdu. Hem bana hem size duygu geçer, o ânı yaşardık. Fakat biz buradaki geçmişi zaten yaşadık. Burak'tan bile daha çok şey bilerek hem de...


Bu yüzden de bölümü yazarken oldukça zorlandım. Burak kendi ağzıyla böyle oldu şöyle oldu diye anlatsa, diyalogları söylese bir okuyucumun da dediği gibi iş 'Tiyatro'ya dönerdi. Eh Burak diyalog olmadan sadece hislerini anlatsa o zaman da sanki o diyaloğu, sahneyi Hilal'e anlatmamış gibi bir algı oluşacaktı. Bu yüzden de belli bir yerde üç nokta koyarak anlatmaya başladığını ifade ettim ve 'İsteyen Cevapsız Sorular'dan o sahneyi okuyabilir.' diye not koydum.


Beklentileriniz neydi, ne olmasını istiyordunuz hiç bilmiyorum. Ben de bölüme ne olacağını bilmeyerek başlamıştım ve Alfa direksiyonu devralarak beni yönlendirdi.


Umarım beğenirsiniz 🌼


Beklentinin büyük olduğu sahneleri yazmak gerçekten de sıkıntı 😅🙈.


Bölümü yazarken kullandığım bir fon var. Ona taktım ve bütün bölümü onunla yazdım resmen. Buraya bırakıyorum belki onu dinleyerek okumak istersiniz 💙



🌙


Olay Mahalli


-Sakarya-


Açılan kapıdan Kelebeğinin peşinden giren Burak ayağındaki ayakkabıları çıkartırken bir an 'Ben geldim!' diye seslenmek istedi. Sesinin boş evde yankılandıktan sonra tüm gerçekliğiyle kendi yüzüne geri çarpmayacağını bilse yapardı da.


Genç adam arkasından kapanan kapıyla birlikte bulanık bakan gözleriyle salonu inceledi.


Yıllara rağmen her şeyin aynı kalmış olması kalbine bir ok misali saplanmıştı.


Eli boynundaki muskasında olan Alfa, o muskayı ölü babasının bedeninden aldığı noktaya doğru baktı.


O günü, objektiften bakan üçüncü bir kişi misali kameraya çekmişti o küçük çocuk.


Ölen babasının yanında korkuyla tir tir titreyen o küçüğün muskaya bir can simidiymişçesine sarıldığı an, tam karşısında yaşanıyordu şu an.


Dudaklarını birbirine bastıran Burak inlemesini sakladı.


"Artık susmak zorunda değilsin Küçük Alfa'm. Bırak dökülsün tüm hıçkırıkların, isyanın... Bırak içindeki zehir havaya karışsın. İçindeki o yaralı küçüğü artık özgür bırakabilirsin Sevdiğim."


Eli elindeki kızın sesi çok uzaklardan geliyordu. Sanki Burak bir suyun altındaydı ve Hilal de ona karadan sesleniyormuş gibi...


Yine de Kelebeğinin sesi ona ulaşmıştı.


"Bırakırsam... Yıkılırım." dedi Burak duyulamayacak kadar kısık bir sesle.


"Bırakırsan... Yıkılırım." diye fısıldadı Hilal de dürüst bir şekilde.


Boğazındaki düğüm yumağı büyüyen genç kız, kızarmış elalarından akan yaşlarla sevdiğine bakarken titrek bir nefes aldı.


"Yıkılalım. Yıkılmamamız için bir engel mi var? Avazımız çıktığı kadar susmak yerine, avazımız çıktığı kadar ağlayalım bugün. Niye korkuyorsun? Ben yanındayım. Elinden tutarak seni kaldıracak bir Kelebeğin var Alfa'm. Hem... Benim kendime sözüm var. Hıçkırıklarla ağlayan Küçük Alfa'ya sımsıkı sarılacağıma dair verdiğim söz."


İşte adamın dudaklarından ilk hıçkırık tam o an döküldü.


Alfa 'Bırakırsam... Yıkılırım.' sözünü tutmuş ve daha salona adam akıllı girmeden, kapının yanında yere düşmüştü.


Nerede olduğu ve yıllar önce yaşanan vahşet olanca gerçekliğiyle yüzüne çarparken, Burak Kılıç haykıra haykıra tüm acısıyla ağlamaya başladı.


Ağlayan adamı kollarının arasına çeken Hilal de sevdiğinin acı dolu hıçkırlarına aynı acı dolu tınıyla eşlik etmeye başlamıştı.


🐺


"O günlerde annemdeki farklılığı fark etmiştim. Mutluydu. Çok mutlu, çok heyecanlı. Babam yokken genelde bu şekilde mutlu olmazdı annem. Hep o mutluluğun yanında buruk bir hüzün olurdu. Hissederdim! Ama bu sefer farklıydı. Vardır bir şeyler, anlam veremesem de vardı. Sorsam kendini söylemeye mecbur hissedecekti, ben de bu yüzden sormadım. Bilmem gerekiyorsa bana mutlaka söylerdi zaten. Ama ona sormamam öğrenmeye çalışmayacağım anlamına gelmiyordu tabii ki. Her çalan telefonla bir bahane ile yanından uzaklaşıp kapının arkasından konuşmasını dinliyordum." dedi Burak dudaklarında beliren hüzün dolu özlemle.


"İlk birkaç konuşmada olayı anlamadım. Şüphelendim galiba ama emin olamadım. Sonra işte... Beni parka götürdü. O günden bir gün önce. Beni sallarken bir kadından rica etti, fotoğrafımızı çektirdi. O zamana kadar kaç kez parka gitmiştik fakat hiç böyle bir şey yapmamıştı. Garipsedim biraz... Bazen diyorum ki hissetti mi? Beni son gökyüzüne uçuruşu olduğunu hissetti de bu yüzden mi çektirdi o fotoğrafı?"


Boğazı düğümlenen Burak birkaç saniye duraksadı. İkili, dış kapıya yaslanmış bir şekilde oturuyorlardı. Gözlerini olay mahallinden çekemeyen adam çatlayan sesiyle anlatmaya devam etti.


"Yıllarca sakladım o fotoğrafı. Anı olarak değil ama gerçek bir saklama. Dolabın en dibinde sakladım. Kardeşimin bu hayattaki tek fotoğrafı oydu... O! Hamile annemin, gülen gözleri ve dudaklarıyla bana sevgi dolu bakışlar attığı o fotoğrafta sol eli karnının üzerindeydi. Bir çocuğunu bakışlarıyla, bir çocuğunu ise eliyle seviyormuş o anda. Ertesi gün Sevda annemle konuşurken 'Ben dayanamayacağım Sevda. Bugün Yiğit'in beni arama günü. Ona söyleyeceğim hamile olduğumu. Bu mutluluğu onunla paylaşmaya ihtiyacım var. Küçüğümüzün varlığını aynı anda öğrenelim istiyorum. Hem... Onun da ağacını dikmemiz gerekiyor. Ne zaman geleceğini öğrenmem lazım.' dediğinde... Mutluluğumu anlatamam. Abi oluyordum ben. Abi! Gidip gelip kameradaki o resme ve annemin resimdeki eline bakarak sırıtıyordum. Kardeşimle ilk fotoğrafımdı o benim. Son olduğunu bilmeden 'Anne bu fotoğrafı çok sevdim. Çıkartabilir miyiz?' diye sordum. Anında kabul etti ve o gün o isteğimi yerine getirdi. Görevdeyken babamla ankesörlüden konuşuyorlardı. Onun için çıkmıştı ve geldiğinde de elinde çerçeveli o fotoğraf duruyordu. Gülen bal gözleriyle 'Al bakalım Küçük Alfa'm.' dediğinde o kadar mutlu gözüküyordu ki... Aşık olduğu adama tekrardan baba olacağının haberini vermişti. Nasıl mutlu olmasındı?"


Burak, gözlerinde akan yaşlarla birlikte başı arkasındaki kapıya dayadı ve kısık bir sesle sordu.


"Neden her şey bu kadar normal görünüyor? Burada bir vahşet yaşandı. Nasıl bu kadar tasasız, hiçbir şey olmamış gibi gözükebilir şu salon? Keşke böyle gözükmeseydi... Keşke! Şu an annem ve babam birbirlerine takılarak merdivenden inecekmiş gibi hissediyorum. Ve bu çok... Ben sanırım nefes alamıyorum Kelebeğim."


Hilal, kıpkırmızı olan elalarıyla adama döndü ve onun gözlerinden akan yaşları usulca sildi. Sevgilisinin teması, adamın gözlerinden akan yaşları hızlandırmıştı.


"Nefesin ben iken, nefes alamaman mümkün değil Sevdiğim." diye fısıldayan genç kız, adamın gözyaşları kor olup ruhunu yakarken devam etti.


"Şu an buradaki her şey normal çünkü burası senin doğduğun ev. Sabırsız senin gelmek için erken davrandığı hani... En mutlu olduğun yer burası Alfa'm. Şu an buraya baktığında sadece o günü görüyorsun biliyorum ama o günün arkasında ne anılar vardır,ne anılar. Kendin de dedin. Kaç kez şu halıda baban ile oyun oynamışsındır, kaç kez şu sehpada annenle ders çalışmışsındır, şu koltukta annenle babana sokulmuşsundur..."


"Milyonlarca kez olsa bile ne fark edecek? Az önce de söylediğin gibi, gördüğüm tek şey kan benim."


"Çünkü içine hapsettin o günü. Kendinle birlikte o âna kilitledin içindeki çocuğu. Sürekli sil baştan o günü yaşıyorsun. Bunun başlıca sebebi de kimseye tek kelime etmemiş olman. Dilinden dökülseydi, o karanlığı biraz da olsa durdurabilirdin ama kimseye hiçbir şey de söyleyememişsin. Ve böyle olunca, kendin de tam anlamıyla ne hissettiğini duyamamışsın. Güzellemenin âlemi yok. 'Anlat, anlatınca unutacaksın.' demeyeceğim. Unutmayacaksın, o içindeki acı geçmeyecek, kabusların tam anlamıyla bitmeyecek. Yine de... Bileceksin. Sen o çocuğun neler hissettiğini bileceksin ve ona göre o çocuğun elinden tutup teselli edebileceksin. Ben, aşık olduğum zümrütlerinin neden hüzünle dolduğunu bileceğim ve ona göre elalarımla teselli edeceğim."


"Ağır geliyor ama. Çok ağır..." diye fısıldadı Burak aciz bir sesle.


"Biliyorum. Bildiğim için diyorum ya zaten. Benimle de paylaş o ağırlığı Alfa'm. Tek başına taşıma. Çok uzun zamandır bu yükü tek sırtlanıyorsun. İzin ver acını paylaşayım. Bugünden sonra, beraber taşıyalım o günün ağırlığını."


Hilal'in şefkatle kurduğu cümleler adamın çaresiz yeşillerle elalara bakmasına neden olmuştu.


"Nereden başlayacağım ki?"


"Baştan. Güzel yerlerden..."


"Sonradan kana bulanan güzel yerlerden mi?" diye mırıldanmıştı Burak istemsizce.


Hilal, bu işi pek de nazik çözemeyeceğini anlayarak konuştu.


"Bu mantık 'Neden uyanıyoruz ki sonunda uyuyacağız, neden yaşıyoruz ki sonunda öleceğiz?' mantığı değil mi?"


"Ahh yıllardır kendime sorduğum sorular bunlar." diyen Burak'ın sesindeki alaycı Alfa seçiliyordu.


"Hâlâ soruyor musun peki? En son ne zaman sordun mesela?"


Cevap vermek için ağzını açan Burak, bir tarih veremeyeceğini fark ederek ağzını geri kapattı.


Sahi en son ne zaman böyle düşünmüştü?


"Yardımcı olayım mı? Mesela böyle mart başlarında. 9-10 Mart'tan sonra... Sordun mu bu soruyu kendine? Neden uyanıyoruz diye sordun mu mesela?"


Kütüphane günlerinden bahseden Hilal elalarını yeşillerde gezdirirken, yumuşakça gülen Burak başını iki yana salladı.


"Cık! Sormadım. Neden uyanıyoruz yerine neden uyuyoruz dedim hatta. Seninle buluşacağım, elâlarını görüp sesini duyacağım, şanslıysam da papatya kokunu alacağım için heyecanla saatleri saydım, sabahı bekledim."


"O zaman senin mantık çöp oldu. Ne yapacağız şimdi?" diye mırıldandı Hilal.


Bir süre sessizce duran Burak ne demesi, nereden başlaması gerektiğini bilemeyerek öylece durdu. Sonunda direksiyonu ruhuna bırakmaya karar vererek konuşmaya başladı.


"O zamanlar sıklıkla yaptığım gibi gecenin bir yarısı reçel yemek için uyandım. Söylemiştim bunu. Fabrikada o reçel kavanozunun kırıldığı gün. Geceleri sıklaşan o gece reçelleri var ya... Büyüdükçe kendi kendime bu konuda düşünmeye başladım biliyor musun? Diyorum ki babama olan delice hasretimi yediğim, sevdiğim o reçelle mi bastırmaya çalışıyordum acaba? Zor be Hilal'im. Asker çocuğu olmak... O kadar zor ki. Hani baban iş gezisinde değil. Kötülerin yanında. Saf kötülerin! Sen kahkaha atarken o herhangi bir çatışmada canıyla savaşıyor belki de. Bilemiyorsun. Birçoğumuzun babasını/annesini ziyaret edebileceği bir mezar bile olmuyor hatta. Eğer bu olaylar olmasaydı ve babama o zararı görevdeyken verseydiler, bugün konuştuğum gibi konuşamazdım onunla. Yaşayıp yaşamadığından bihaber, gömülüp gömülmediğinden bihaber günlerim geçerdi."


Duraksayan Burak yanındaki kıza doğru baktı.


"Sen bana ne yapıyorsun bilmiyorum ama şu an ailemin katledildiği evde olumlu düşünme yapıyorum ben. Hayatımın en berbat gününün diğer ihtimallerini düşünüyorum. Küçükken, gençken hep isyan ederdim 'O gün neden her şey o şekilde yaşandı?' diye. Çok büyük bir bencillikle bari annem yaşasaydı derdim. Ne olursa olsun yaşasaydı. Ama şimdi... Yaşayamayacağını biliyorum. Yağmur Adam'sız, Çilek Kız olamazdı. Babam, dedemi lise zamanlarımdayken kaybetmiş. Bazen annemle konuşurlarken duyardım onları. 'Babamdan sonra annem sadece katlandı. Benim için hayata katlandı ama yaşayamadı. Sonunda da kalbi bu hasrete dayanamadı ve hasretliğine kavuştu.' derdi babam."


Başını iki yana sallayan Burak sessizce devam etti.


"Babamla annemin aşklarını büyüklüğüne bakıyorum da şöyle bir... Kocası göreve gittiğinde bakışlarına yerleşen o sonsuz hüznün kat be katı, kaybettiği kocasıyla bal gözlerde daimi yer edinilmiş. Ben bununla, böyle bir şeyle nasıl yaşanır bilemezdim sanırım. Şimdi annemi her daim gülen gözleriyle hatırlıyorum ama o zaman hatırladığım tek şey hüzünlü bal gözleri olurdu. Ve ne fark ettim biliyor musun? Belki kardeşim doğsaydı bu durum biraz daha uzun olurdu ama... Ben annemin babamdan sonra çok yaşayabileceğini düşünmüyorum. Yani şartlar başka olsaydı, böyle bir vahşet yaşanmasaydı, bu mahalle hayatına devam etseydi ve ifşa olan babamın ölüm haberi gelseydi bize... Annem maksimum 5 sene hayatına devam edebilirdi bence. Bana rağmen, kardeşime rağmen ruhu dayanamaz ve Cennet'ine koşardı."


Gözlerinden usul usul yaşlar süzülen Burak, dudaklarından çıkan bu cümleleri duydukça söylediklerinin doğruluğundan emin olmuştu.


Bu düşüncelerle bir kez daha salona baktı genç adam. Ve hayatında ilk defa bu vahşette olumlu bir şey gördü.


Sevdiğine sadece dakikalar sonra Cennet'te kavuşan aşık bir kadın...


"Küçükken çocuk aklı dua ederim hep. Öleceksem bir gün, ya hep beraber bir trafik kazasında olsun ya da kıyamet kopsun da öyle öleyim.. Yani... Ailemle olsun. Benden önce ölmesinler isterdim. Hep birlikte olsun. Oldu! Hep birlikte oldu. Annem, babam, kardeşim... Hepsi birlikte öldüler ama beni almadılar. Bu yüzden kızdım ya babama yıllarca. Beni geride bıraktığı için kızdım, beni koruduğu/korudukları için kızdım. Onlar yokken yaşayabileceğimi düşündükleri için kızdım. Tüm bunların üstüne 'Mutlu ol!' dedikleri için kızdım. Bu dileklerinin bir safsatadan ibaret olduğunu düşündüm ve kendime söz verdim. Kesinlikle mutlu olmayacaktım ben. Onların son isteğinin, her daim tek istediklerinin bu olduğunu bile bile hem de. Onları cezalandırıyordum. 'Bakın mutlu olayım, yaşayayım diye beni kurtardınız ama ben ne mutlu olabiliyorum ne de yaşayabiliyorum. Siz bana ödül değil ceza verdiniz gördünüz mü?' diyerek onları suçluyordum. Kaçtım bu yüzden. Herkesten! Tabiri caizse yanıma dişi sinek bile yaklaştırmadım. Ödüm kopuyordu. Bir gün biri kalbime girer de mutlu olurum diye ödüm kopuyordu. Annemin son duası kabul olur da, onlara gitmekten vazgeçip yaşamak isterim diye ödüm kopuyordu."


Burak, kendisini izleyen elalara baktı. Belki daha önce defalarca bu cümleleri ya da benzerlerini kurmuştu fakat bugün farklıydı.


Bugün, olay yerinde tüm ruhu kaçtıklarıyla doluyken dökülüyordu bu cümleler dudaklarından.


"Sana yaşattığım onca acının nedeni de buydu. Ölüme aşık biriydim ben. Hiç kimsenin kalbimdeki ölümü almasını istemiyordum. Onlar beni bekliyorlardı ve ben de yanlarına gidecektim. Birçok kez intihara teşebbüs ettim. Bazen ciddi bir şey yapmadım sadece bakıştım, bazen de o delilik anıyla gerçekten de kendime ağır zarar verdim. Onlar gittikten kısa bir süre sonra kendimi bir şelaleden nehire attım mesela. Başka bir sefer bir kutu dolusu ilaç içtim. Daha 13 yaşında bile değildim. Babamın, Salih babamın, durumu fark edip müdahale etmesiyle kurtuldum. Dayım bilmiyor bunları. Kimse bilmiyor. Uzun bir süre, o gün o adamın ela gözlerinde gördüğüm korku sakin bir şekilde durmamı sağladı. 14 yaşındayken okulca gittiğimiz kampta yanlışlıkla(!) derin bir çukura düştüm. Sadece ayağımı burkmakla yetindim. Kurtarmaya gelen AFAD gönüllüsü çok şanslı olduğumu, toprağın çok yumuşamış olduğu bir zamanda düştüğümü söyledi. Hatta şey demişti her şeyden bihaber bir şekilde. 'Melekler seni korumuş evlat. Bu çukura, hatta daha az derinlerine düşüp de ölen kişilere rastladım ben. Başını vurmuş olsaydın çok kötü şeyler olmuştu. Allah'tan kontrollü düşmüşsün.'. Nereye kontrollü düşmüştüm? Ben ölmek için atlamıştım o sonu görünmeyen çukura. Beni ararlarken buradayım diye bile seslenmemiştim hatta. Ama gel gör ki beni hızlı bulmuşlardı. O görevlinin söylediklerine sevinmek yerine kızmıştım. 'Ben ölmek istiyorum ama onlar yine izin vermiyor ölmeme.' diye düşünmüştüm."


O günleri hatırlayan Burak hüzün dolu acı bir nefes aldı.


"Ergenlik döneminin başlarındayken gerçek anlamda kendime zarar vermeye başlamıştım. Sıradaki intihar yöntemim ip olacaktı. Çaktırmadan çevremde gördüğüm iplerin sağlamlığına bakıyordum, gelip geçtiğim yerlerde güzel bir ağaç ya da uygun bir yer falan aranıyordum ki tüm ömrünü ölüm isteğiyle geçiren adam benim bu halimi fark etti. Artık bıçağın kemiğe dayandığını, hayata karşı tahammülümün kalmadığını anlayan Salih babam beni İstanbul'a gönderdi. Sonrasındaki hikayeyi biliyorsun." dedi Burak.


Başka bir insan olsa 'O günü anlat demiştim ne saçmalıyorsun, ne anlatıyorsun?' diyebilirdi ama adamın o ağır günü anlatmak için kendini hazırladığını bilen Psikolog Hilal sessizce dinlemeye devam etti.


'Nereden başlayayım?' sorusuna Burak kendi kendine cevap vermişti ve normal insanların aksine sonrasından başlamıştı. Hayatını mahveden o olayın önce enkazını gösteriyordu kendine. Bu enkazın sonu da onu kurtaran Ay Işığına çıkacaktı. Artık o çocuk olmadığını hatırlayan/bilen Burak da o günü anlatabileceğinin bilinciyle Ay Kızına olay gününü anlatacaktı.


Bunun bilincindeki genç kız, hafif bir tebessümle sevdiğine baktı.


Burak, o günü anlatmak için kullanacağı kelimelerinde bile Hilal'inin varlığından güç alıyordu.


"Lise zamanlarımda gerçekten uslu bir çocuktum. Hayatıma dostluk girmişti ve ben aşkın getireceği mutluluk ve iyileşmeden kaçtığım gibi kaçmamıştım o dostluktan. 'Bir dost her zaman senin yanında olur ama seni iyileştirecek kadar güçlü değildir. Bir yere kadar onun için hayata devam edersin ama bir gün yine biterdi bu durum.' düşüncelerine sahiptim. Yani günün birinde her türlü aileme gidebilirdim. Emre için hayatıma devam ederken, Doğu benim yaşadığım gibi büyük bir felaket yaşadı. Sonrasında da onun için yaşadım çok uzun bir süre. Bir süre sonra Deniz Kızım da gelmişti hayatıma ve ben tüm bunların beni yaşamaya ittiğini fark ederek korktum. Hepsine karşı 'Ben yaşamak istemiyorum girmeyin hayatıma.' diye haykırmak istiyordum."


Boğazında bir yumru beliren adam kısık sesiyle devam etti.


"Ve sonunda Eftalya'nın geçirdiği kazadan sonra yaşananlar, mağarada gerçeği öğrenen Emre ile hayatım ciddi anlamda alabora oldu. Emre hiçbir şekilde ölmeme izin vermeyecekti. O güne kadar durumun ciddiliğinden bihaber olan kardeşim, gözüm silaha değse yanımda bitiyordu artık. Ben tüm bu duruma isyan ederken... Cesur bir Stajyer girdi hayatıma."


Burak, aşk dolu yeşil gözlerini Kelebeğinin elalarında gezdirdi.


"Hayat yaşamam için tüm kozlarını kullanıyordu. Bu seferki son ve en büyük kozdu. Farkındaydım! Sana 'Bul beni kaybolmuşum.' demek istedim ama kahkaha atmama sebep olman beni öylesine korkutmuştu ki telefonu bile apar topar kapattım. Sonrasında birçok kez bilgisayarın başında buldum kendimi. Sadece iki tuşla operasyon raporuna ulaşıp kim olduğunu bulabilirdim. Kendi operasyon kayıtlarımda ismin geçiyordu. İsmimin yanında, ismin vardı. Ama ben o isme bakmaya asla cesaret edemedim. Biliyordum çünkü. Bakarsam... Bu dünyadan gitmek istemeyeceğimi biliyordum. Seninle seni yaşamak isteyeceğimi biliyordum ama benim yaşamaya hakkım yoktu. 32 (Güneş'imle birlikte 33) kişinin vahşice öldürüldüğü bir mahalleden burnu bile kanamadan sağ çıkan o çocuktum ben. Herkes ölmüşken mutlu kahkahalar atmaya hakkım yoktu benim. Bu mahallede oyun oynadığım arkadaşlarım, abi/abla diyerek yanlarına koştuğum kişiler toprak altındayken ben nasıl yaşayabilirdim ki? Benim onlardan ne farkım vardı da onlar ölürken ben yaşıyordum? O gün o reçeli yemek için aşağı inmeseydim, babam İlknur teyzenin ışığının açık olduğunu fark etmezdi ve beni dolaba saklayamazdı. Ben de herkes gibi ölmüş olurdum. Böylelikle; herkesin ölü olduğunu bildiğim bir mahallede, ölü anne ve babamın bedenleri arasında çocukluğumu, ruhumu, mutluluğumu kaybederek sabahlamamış olurdum."


Derin bir nefes alan Burak başını iki yana salladı.


"Tüm bu düşünceler içinde bir ömür geçirmişken sana gelemedim. Olumsuz düşüncelerimle seni zehirlemekten korktum. Travmalarımla seni yıpratmaktan... Böyle biten çok evliliğe/ilişkiye şahit oldum biliyor musun? Benim gibi insanlarla, vahşeti her detayıyla bilen askerlerle hayat sürdürmek zordur. Bunun bilincinde olan meslektaşlarım ya en başında tek tabanca takılırlar, ya daha hafif görevlere gitmek için izin isterler ya da travmalarında kaybolup ailelerini geride bırakırlar. Nadir bir kesim vardır, travmalarında boğulan sevdiğinin elini bırakmayan. Ama onların gözlerine yer edinen yorgunluğu da görürsün. Ve ben geçmişimin yanında tüm bunları da düşünüyordum. Ne kadar çok şey düşündüğümü bilsen, hangi ihtimalleri ince eleyip sık dokunduğumu öğrensen aklın hayalin durur."


Birkaç saniye duraksayan Burak sevgilisine bir bakış attı.


"Önümde, bana örnek olan asker aşklarının hepsi de olumsuz sonlanmıştı. Salih babamın neler yaşamak zorunda olduğunu biliyorsun. Dayım var. Anneannemin arkadaşlarından birinin sürekli olan 'Sinan artık sen de ev bark sahibi ol. Eve geldiğinde karanlık karşılamadın, boğazından iki lokma sıcak yemek geçsin.' ısrarına sonunda dayanamayıp 'Tamam görüşeceğim.' diyen... Dayım, İclal yengemi sevmedi diyemem ama bu sevgi İclal yengeme yetmedi. Kendisi de aşık değildi ama aşk gibi bir sevgi istiyordu dayımdan. Sanırım annem ve babamın, dedem ve ninemin ilişkisi de bunda etkiliydi. Onlarınki aşk evliliği değildi, olmadı hiç. İclal yengem de sadece babasının baskısından kurtulmak için dayımla görüşmeyi kabul etmiş zaten. İkisi de sessiz sakin bulunca birbirlerini, yaşayıp gideriz işte güzelce diye düşünerek evlenmişler. Ben 7-8 yaşlarındayken boşandılar. Sonradan anladım boşanmalarının başlıca sebebi aslında dayımın gittiği uzun görevler, dayımın askerlik hayatıymış. İclal yengem kaldıramamış bir askerle yaşamayı. Sonra Emre'nin Buse olayı oldu. Bulduğu halde gidemedi ona. O da biliyordu bir askerle ömrün ne denli zor olduğunu... Babamla annemin hikayesine ise hiç girmiyorum bile. Başını, ortasını ve sonunu biliyorsun."


Ay Kız'ının elini sıkıca tutan adam omuzlarını silkti.


"Bilmiyordum ben. Aşkın, tüm planlarına rağmen çat kapı geldiğini bilmiyordum. Aklına bir kez düştüğünde kalbinde kozasını örmeye başladığını bilmiyordum. Bu kadar güzel bir duygu olduğunu, seni dünyanın en güçlü insanı haline getireceğini bilmiyordum. Bana bunu öğrettiğin gün, annem ve babamın son duası anlam kazandı. 'Sizsiz yaşayacağımı nasıl düşünebilirsiniz?' diyerek kızdığım ailemin, yaşayabileceğim tek yolu bana gösterdiklerini anladım. Yarama merhem olacak tek gerçek, aşk. Sensin! Beni buraya getirmeye ikna eden sen..."


Sevdiğine hafifçe tebessüm eden Burak, bir süre elalarda kaybolduktan sonra bakışlarını usulca salondaki konsola çevirdi.


"Fabrikadaki o gün, babamın beni bayıltarak koyduğunu söylediğim konsol o. Şu an bakıyorum da küçücük gözüküyor. O gün... O gün sonsuz karanlığa hapsolduğum o konsol kocaman gelmişti gözüme. Gerçi sorun konsolun büyüklüğü küçüklüğü değildi. Olağanüstü yükseklikteki sesti."


Son cümlesini fısıldayarak söyleyen Burak yeni bir gerçeği itiraf etti.


"Hani ilk randevuya çıktığımız akşam sana 'Benim için eğlence boştu. Sinema, pastane, lokanta... Hep gereksiz şeylerdi. Vakit alıyordu.' demiştim ya. Sinema olayı gereksizliğin de üstündeydi. Ben sinema salonuna adımımı bile atamıyorum Hilal. O günden sonra normal olanı klostrofobi (dar alan korkusu) ya da niktofobi (karanlık korkusu) oluşmasıydı ama ikisi de olmadı. Bu yüzden de o günün üzerimde berbat kabuslar haricinde herhangi bir korkuya neden olmadığımı düşünüyordum. Ta ki... Okulca sinemaya gittiğimiz güne kadar."


O gün aklına gelirken boştaki sol elini boynundaki muskasına doğru götüren Burak, bir konsola bir de olay mahalline bakarken kesik bir nefes aldı.


"Olaydan 8 ay sonraydı. Yeni okulumda, yeni sınıfımla sinemaya gitmiştik. Herkes heyecanlıyken ben takmıyordum bile. Umrumda değildi ki. Rehber hocası düzenlemişti etkinliği. 'Ben gelmesem olur mu?' diye sorduğumda kabul etmemişti. Çok içime kapanıkmışım, kendimi böyle soyutlamam doğru değilmiş. İçimden 'Sen ne biliyorsun ki?' diye söylenerek kabul etmiştim gitmeyi. Olacakları bilseydim, asla gitmezdim."


Gözlerini kapatan Burak o güne giderken anlatmaya devam etti.


"İlk başlarda sorun yoktu. En son sinemama babamla gittiğim için içimde kocaman bir öküz vardı ama yine de sorun yoktu. Baktığım her yerde zaten onları görüyordum ve bu duruma alışabildiğim kadar alışmıştım. Salona oturduk. Şanslı olduğum tek nokta benim ortada değil de kenarda oturmamdı sanırım. Şansız olduğum noktalar ise çok. En başını da filmin hır gürle dolu bir macera filmi olmasıydı. '7 yaş ve üzeri, şiddet ve olumsuz öğeler içermektedir' işaretlerini gördüğüm anda salondan çıkmalıydım ama... Kendi kendimi öylesine güzel kandırmıştım ki ben bile o gün orada değil de üst kattaki dolabın içinde olduğuma inanmıştım neredeyse. Kabuslarım haricinde o günü hatırlamıyordum. İncir reçelini tek tetikleyici zannetmiş ve hayatımdan sadece onu çıkartmıştım."


Gözünden bir damla yaş süzülen Burak içi titreyerek devam etti.


"O gün tüm çocuklar heyecanla ekrana bakarken salon karanlığa büründü. Birkaç kişi eğlencesine çığlık atarken birisi oradan 'Sessiz olun.' dedi. Ben ışıklar kapanınca... Tüm tüylerim diken diken olmuş bir şekilde öylece donakaldım. Nefes alamıyordum. Sanki yine dolabın içinde teröristler beni bulmasın diye elimle ağzımı kapatmış, öylece duruyordum. Tam o an sinemanın ses sistemi devreye girdi ve yüksek sesle film başladı. O ses efektleri..." diye fısıldayan Burak kıpkırmızı gözleriyle yanındaki kıza baktı.


"O kadar berbattı ki Hilal'im. O küçücük dolabın içinde yankılanan seslerden hiçbir farkı yoktu. Film bir koşuşturmaca ve çığlıklarla başladı. Eğlenceli bir sahneydi sanırım çünkü yanımdaki, arkamdaki çocukların güldüğünü hayal meyal hatırlıyorum. Fakat ben kesinlikle eğlenmiyordum. Kocaman bir ekran, son ses konuşmalar ve kapkaranlık bir ortam. Arada da 'Şşşt sessiz ol.' mırıldanları. Ölüyorum zannettim. Tüm bedenim tir tir titriyordu, gözlerimden kontrolüm dışında yaşlar düşüyordu ve benim o ekranda gördüğüm tek şey kanlar içindeki anne-babamdı. Duyduğum tek şey babamın bağırışı, annemin haykırışıydı. Nefes alamıyordum... Nefes alamıyordum." diyen adam berbat bir sesle devam etti.


"Yardım için ağzımı açtım ama sesim çıkmıyordu. Hızla çarpan kalp atışlarım kulaklarımda yankılanırken tek istediğim aklımdaki görüntüleri silmekti. Belki bağırabilseydim, sesim çıksaydı o kadar kötü olmazdım ama tek bir çıt dahi çıkartamamam o güne döndürmüştü beni. Yakalanmaktan ödü koptuğu için hıçkırığını ve çığlıklarını içine atan o küçük çocuk olmuştum yine. Ayağa kalktım ama bedenimi kontrol eden ben değildim sanki. Titreyen bacaklarımla salonun çıkışına giden merdivenleri çıkarken bir uyurgezerden farksızdım. Başım çatlayacak kadar ağırken, algılarım yalnızca o gündeydi. Sanki dolaptan çıkma çabamdı o merdivenler. Merdivenlerin sonundaki kapıyı ittiğimde, kendimi evimin kanlı salonunda bulacaktım."


Bakışlarını salonda gezdiren Burak gözlerinden akan yaşlarla devam etti.


"Kanlar içinde gözleri açık bir şekilde ölmüş babamı, kalbinde kendi bedenine sapladığı bıçakla yerde yatan annem... O kapı beni onlara çıkartacaktı sanki. Kulaklarım çınlamaya başladı o arada. Elimi inleyerek kulağıma doğru götürdüğümü hatırlıyorum. 4-5 merdiven çıkmışım böyle. Başım öylesine dönüyordu ki ölüyorum zannettim. Burnumdan akan bir sıvı, elimi burnuma götürdüğümde elime bulaşan kıpkırmızı kan. Dedim 'Sonunda. Sonunda onlara kavuşacağım.' 12 yaşındaki bir çocuk bu durumda deli gibi korku hissederdi ama ben gülümsüyordum. O merdivenleri çıkacak ve annemle babama kavuşacaktım. Fakat çıkamadım. Önce bakışlarım bulanıklaştı sonra da her yer zifiri karanlığa boğuldu. Geriye doğru boşluğa düştüğümü hatırlıyorum. Bayılmışım. O gün sinemada çocuk çığlıkları varmış. Merdivenlerden gürültüyle yuvarlanan, burnundan oluk oluk kan aktığı için yüzü kızıla boyanan sınıf arkadaşlarını gören çocukların çığlığı... Uyandığımda hastanedeydim. Başımda bizimkiler, hepsinin gözlerinde salt endişe. Doktor soru dolu gözlerle bana bakıyordu. 'Tansiyonun yükselmiş. Bir çocuk için bu normal değil. Bir şey mi oldu? Hatırlıyor musun?' diye sorduğunda gözlerim hemen Salih babamı buldu. Yardım et diye bakıyordum ona. 'Anlamasınlar yardım et. Öğrenirlerse asla bana eskisi gibi davranmazlar yardım et. Ben sadece o günü unutmak istiyorum. BANA YARDIM ET.' Duydu yardım çığlıklarımı. 'Salon çok mu basıktı acaba?' falan diyerek başladı doktorla konuşmaya, odağı benden çekti. O beni kurtarırken, ben sadece uyumak istiyordum. Ama kabus görmeden."


Başını arkasındaki duvara yaslayan Burak derin bir nefes aldı.


"O günden sonra bende sinema fobisi oluştu. Herkese 'Küçükken fenalaşıp bayıldığım için, gitmek istemiyorum.' dedim. Ama yalandı. Kocaman bir yalan! Nedeni; karanlık, ses ve büyük ekran üçlüsünün beni o güne götüren bir tetikleyici olmasıydı. Şu güne kadar pek fırsatımız olmadı ama bir gün bana 'Sinemaya gidelim mi Alfa'm?' diye sormandan çok korktum mesela. Bu hikayeyi anlatmaktan. Çünkü o günün sonu, o merdivenlerin sonu en büyük cehennemime çıkıyordu. Şimdi ben sana burada o günü anlatırsam..." diyerek duraksayan adam, kızın yaşlar düşen ela gözlerine baktı ve usulca sordu.


"Seninle birlikte bir gün sinemaya gidebilir miyim Kelebeğim?"


Adamın oldukça çocukçu bir sesle sorduğu masum soru karşısında dudaklarından bir hıçkırık kaçan Hilal başını aşağı yukarı salladı.


"Gidebilirsin Alfa'm. Gidebiliriz."


"O zaman... Güzel yarınlar için." diye fısıldadı Burak sevdiği kıza bakarak.


"Güzel yarınlar için." diyerek aynı fısıltıyla karşılık verdi Hilal de.


Ve böylelikle Burak en başından tekrardan başladı.


"O zamanlar sıklıkla yaptığım gibi o gece de reçel yemek için uykumdan uyandım..."


Hiçbir diyaloğu atlamadan, hiçbir sahneyi es geçmeden hem de...


En büyük tesellisi olan Kelebeğine sığınarak, onun elini tutup onunla güçlenerek, her cümlesinde eli ile olayın yaşandığı yeri gösterip sanki olayı karşısında yaşanıyormuş gibi hissederek, gözyaşları içerisinde anlattı.


Olayın öncesinde yaşanan mutlu diyaloglarda özlemin gözyaşları, olay anında ise acının gözyaşları düştü zümrüt yeşillerden.


Elalar hiçbir gözyaşını geri çevirmedi ve sevdiğinin dudaklarından çıkan her kelime ruhunu yakarken sessiz hıçkırıklarla dinledi onu.


O gün, o anda yaşananlar ikili arasında geri dönüşü olunamaz bir bağ oluşturdu.


O günden sonra Alfa ve Kelebeği, birbirinden ayrılamaz bir bütün haline gelmişti.


[Yazar Notu; Bu anı hepinizin bildiği üzere Cevapsız Sorular'da yazdım. İlerleyen sahnelerde Burak'ın ağzından yine o anla alakalı hislerini okuyacağız ama burada tekrardan bildiğimizi şeyleri detaylıca yazmak istemedim. Okumak isteyen olursa adresi biliyorsunuz.


K.İ.T. (Cevapsız Sorular) -> 19. Bölüm- Son Reçel Kavanozu


Nam-ı Diğer; Tabu Bölüm]


🐺


"... Sonra kendimi dışarıda buldum. Hava çok soğuktu. Fakat yıllar sonra o günkü hava durumuna baktığımda aslında o gece havanın oldukça sıcak olduğunu gördüm. Meğer üşüyen ruhummuş. Kabul edemiyordum. Oktay abimin yanına gideceğim, yardım gelecek hem annem hem babam kurtulacak. Her şey eskisi gibi olacak. Ben babama muskasını geri vereceğim, miniğim güzelce doğacak ve o gün hiç yaşanmamış gibi mutlu bir şekilde yaşamaya devam edeceğiz. Gördüğüm kabuslardan annemin 'Geçti.' tesellisi ile uyanacağım ve bir gün o kötü günü unutacağım."


Başını iki yana sallayan Burak acıyla güldü.


"Yan eve gidene kadar binlerce bu tarz cümle kurdum. Ama sonra... Başından vurulmuş açık gözleriyle yüzünü kan bürümüş Oktay abimle göz göze geldim. Tek ümidim de bitmişti. Abi diye sarıldığım, ders çalıştığım, futbol oynadığım o adam da gitmişti. Onu o halde görünce korktum. Gözleri açıktı ya... O halde ayağa kalkıp üzerime üzerime gelirse diye korktum. Annem ve babam olunca korkmamıştım ama o zaman korktum. Dışarıya çıktığımda, etrafıma baktığımda; camlardaki kan lekelerini, açık kapıları ve ışıkları gördüğümde... Öyle büyük canhıraş bir çığlık attım ki 'Nasıl oluyor da o gün Tüm Türkiye yataklarından sıçrayarak ayağa kalkmadı.' diye düşünüyorum. Sonrasında koşarak buraya geldim. Annem ve babam beni korurdu. Konuşmasa da korurdu, yaşamasa da korurdu. Ölü olsalar bile korurdu onlar beni. Nefes almasalar dahi benim annem ve babamdı onlar. Tüm mahalleden, benden adımlarca uzak olan o ölü bedenlerden, korktum ama yanımdaki o iki bedenden bir salise bile korkmadım. Onlar benim annem ve babamdı!"


Burak'ın isyan dolu cümlesi karşısında hıçkırıklara boğulan Hilal, adamın alnını alnına yaslamasıyla acıyla inledi.


"Şşşt. Ağlama lütfen. İyiyim ben bak. Karşındayım, iyiyim."


"Sen yıllarca böyle nasıl yaşayabildin Alfa'm?"


"Kaderimde sen varmışsın, seni yaşamak varmış. Senin için yaşadım Kelebeğim." diyen adam, kızın saçlarını okşayarak onu sakinleştirmeye çalıştı.


Bir süre sonra başını sallayan Hilal "Devam edebilirsin." diyerek fısıldamıştı.


"Annemle babamın gözlerini kapattım aralarına yattığımda. Bir filmde görmüştüm onu kopyaladım. Zaten... Canımı yakıyordu o hissiz bakışlar. Sonrasında gözlerimi kapattım, her şeyin koca bir kabus olmasını dileyerek. Gerisi pek yok aslında. Zaman kavramı... Cık! Yok! Bildiğim tek şey ağladığım. Durdurulamaz bir şekilde ağladığım. Bana 'Geçti.' diyecek kimse yoktu, bana sarılacak kimse yoktu bu yüzden durmadı yaşlarım. Uyudum galiba biraz. Sonra kabus gördüm, uyandım ama gözlerimi açmadım. Ellerimin altındaki eller buz gibi olsa da, salonda yerde yatıyor olsam da sanki annem ve babamın yatağında, aralarında yatıyormuş gibi hayaller kurdum. Saatler sonra mahalleye giren bir araba sesi duydum. O araba kiminse gelmesin istedim. Biliyordum çünkü beni ailemden ayıracaklarını. Herkesi beklerdim ama kardeşimin çıkıp gelmesini beklemezdim. Senin ateşlere boğulman gibi o da kabuslarda boğulmuş. Hissetmiş benim bittiğimi, anne-babasının gittiğini... Onun mavi gözlerini gördüğümde sımsıkı sarılıp hıçkırıklarla ağlamak istedim ama bomboştum. Annem ve babamın kuruyan kanları gibi benim de gözyaşlarım kurumuştu. O gece ne kadar ağladım hiç bilmiyorum. O gün dökülen gözyaşı rezervlerimin tekrardan dolması yıllar almış olacak ki, birkaç damla haricinde doyasıya ağladığım an yok denecek kadar az. İşte Emre beni o halde gördüğünde... " diye mırıldanan adam aralıklarla gözlerinden yaşlar düşerken anlatmaya devam etti.


🐺


"Nasıl hissediyorsun?" diye fısıldadı sevgilisine sımsıkı sarılmış olan Hilal.


"Üzgün ve pişman." diye mırıldandı Burak kısık bir sesle.


Aradan dakikalar, saatler geçmiş ve adamın söylediği her kelimeyle birlikte ikilinin gözlerinden biraz daha fazla yaş düşmüştü. Birçok yerde Burak ağlayan sevdiğinin gözünden akan yaşları silmek için duraksasa da anlatmayı asla bırakmamıştı. Yeri gelmiş Hilal soru sormuş Burak cevaplandırarak anlatmaya devam etmişti, yeri gelmiş Hilal tek bir kelime bile söylememiş Burak kendi kendini iyileştirerek anlatmıştı.


Bu esnada akşam ezanı okunmuş ve hava kararmıştı fakat ikisi de ışığı açmak için herhangi bir hamlede bulunmamıştı.


Camdan içeriye giren loş ışık eşliğinde sevgilisinin papatya kokusunu içine çeken adam çatlayan sesiyle devam etti.


"O küçük çocuğun yaşamak zorunda kaldıklarından dolayı çok üzgünüm. Yıllarca onu o dolapta, o kötü sesle kilitli bıraktığım için pişman. Ondan ve kendimden mutlu kahkahaları çaldığım için üzgünüm. En mutlu anda bile, o mutluluğu iliklerime kadar yaşamadığım için pişman. Buraya bu ve bunun gibi bir sürü dize ekleyebilirim. Yine de her şeye rağmen..." duraksayarak geriye çekilen Burak loş ışıkta elalara baktı.


Kızın sağ elini alıp hızla atan kalbinin üzerine götürdükten sonra hafifçe tebessüm etti.


"17 yıl sonra ilk defa şuramda kanayıp duran yaranın sızısı hafifledi gibi hissediyorum. Ciğerlerime yıllar sonra ilk defa kan kokusu değil de hava çekebiliyorum. Eskiden sadece senin papatya kokun girebiliyordu ama şimdi tüm havayı çekebiliyormuş gibi hissediyorum. Hani Salih babam hastaneye kaldırıldığı zaman sana 'Üşütürsün de nefes alıp verirken bir acı hissedersin gibi.' demiştim ya... Şu an o acıyı hissetmiyorum. Hep biliyordum zaten ama anlatırken daha da emin oldum. Tamam gerçekten çok çok kötüydü ama kabuslarım o günü öylesine devleştirmiş ve öyle berbat eklemeler yapmış ki şu an anlattığımda 'Bak sen bunun kabusunu da görmüştün ama aslında öyle bir şey olmamış.' diye düşündüm istemsizce. Bilmiyorum gerçi. Şu an pek de düşünemiyorum. Hâlâ gerçek dışı geliyor. Evimin salonunda oturup sana o günü anlattığıma inanamıyorum." diye mırıldanan adam sevgilisinin elini tutarak indirdikten sonra bakışlarını salona çevirdi.


"O korku hâlâ içimde. O dolaptan çıktığımdaki çaresizliği, babamın açık kalan gözleriyle hissettiğim inkarı, annemin sesini duyduğumdaki mutluluğu tam şu anda yaşamışım gibi hatırlıyorum. O mutluluğun çok uzun sürmeyeceğini bile bile o bıçağı oyuncak sayarak kendimi kandırdığım an, kan kokusunu genzimde hissettiğim halde o kırmızı boya diye kendimi yırttığım an, tüm mahallede sağ kalan tek kişi olduğumu anladığım an, annemle babamın açık kalan gözlerini kapatıp ,sanki ortalarında yatmak için ısrar ettiğim o günlerden birindeymişim gibi, soğuyan bedenleri arasında uyuduğum an..."


Düşüncelerini susturmak için başını iki yana sallayan Burak, boştaki elini boynundaki muskaya götürerek sıkıca tuttu.


"Tüm bunları sesli söylemek o kadar garip geliyor ki. Yıllarca düşüncelerimdeyken bile susturduğum bu kötü hatıralar dudaklarımdan kendi isteğim ile dökülüyor. Ve ben hayatımda ilk defa 'Bu korkuları asla unutmayacaksın. Ne yaparsan yap o gün geçmeyecek, boşuna çabalıyorsun.' diye düşünmüyorum. Tamam yaşananlar değişmeyecek ama ben ayaklarımın üzerinde yalpalamadan durabileceğim. Buna gücüm var. İçimdeki bu gücü hissedebiliyorum artık."


"Var Alfa'm var. Sen bu dünyada tanıdığım en güçlü kişisin." diye fısıldadı Hilal sevgiyle.


Ela gözlere kilitlenen adam, sevgilisinin yüzünden akan yaşları sevgiyle sildikten sonra kızı kendine doğru çekerek başına bir öpücük kondurdu.


"Bana bir söz vermeni istiyorum."


Burak'ın ciddi gözlerini gören Hilal "Ne sözü?" diye sordu.


"Bir daha asla bu kadar çok ağlamayacaksın. Ağlamayı sevdiğini ve duygularını bu şekilde ifade ettiğini biliyorum ama bir daha asla bu kadar çok ağlama lütfen. Çünkü kalbimin bir kez daha elalarından bu denli fazla dökülen tuzlu suları kaldırabileceğini zannetmiyorum."


"Söz veriyorum Alfa'm." diye fısıldayan kız aynı sözü adamdan alma ihtiyacı ile devam etti.


"Sen de bir daha zümrüt yeşillerinin bu kadar çok kızarmasına izin vermeyeceksin. Belki benim yarım hatta çeyreğim kadar gözyaşı dökmüşsündür ama ben alışkın değilim seni bu halde görmeye. Bugün, hayatın boyunca deliler gibi ağladığını gördüğüm son gün olacak. Söz mü?"


"Söz Kelebeğim söz." diye fısıldayan Alfa sadece 3 hafta sonra bu sözü bozacağından bihaberdi.


Sevdiği kız gözlerinin önünde bıçaklandığında, onu kurtarmak için kollarını kestiğinde, elleriyle ona kalp masajı yaptığında bu söz aklına dahi gelmemişti.


Hele de ameliyattan günler sonra gözlerini açtığı yoğun bakımda, sevdiğinin kalp atışlarını duyduğu o andan sonra... Hiç gelmemişti.


🦋


Çekmeceyi açan Burak'ın dudakları hafifçe iki yana kıvrılmıştı.


"Buldum." diye mırıldandırken aradan 17 yıl geçmesine rağmen bu evi avucunun içi gibi hatırladığını fark etmesi, garip bir mutluluk hissetmesine neden olmuştu.


Annesinin misafirler için her daim çekmecede tuttuğu etek ve tülbenti sevgilisine uzatırken, Hilal elalarındaki şaşkınlıkla adama bakıyordu.


"Ne oldu? Tanıştırayım etek-tülbent, Hilal; Hilal, etek-tülbent."


Alfa'sının cümlesi üzerine Kelebeği istemsizce gülmüştü.


"Yani benim varlığımın değil de bu etek-tülbentin seni güldürmesi... Vah ben nerelere gidem?"


Burak'ın ukala ses tonu karşısında sahte bir şekilde anlık gözlerini deviren genç kız, elalarını aşık olduğu zümrütlere dikti.


"Bakma bana öyle bakma


Bir bakışta tanıyamazsın beni


Göremezsin ruhumun gizli


Derin derin köşelerini..." diye mırıldandı Burak şarkıdan alıntı yaparak.


"Gerçekten de öyle. Her seferinde beni kendine hayran bırakmayı başarıyorsun Alfa'm." dedi genç kız, adamın gözlerindeki duygu karmaşasına bakarak.


Hilal'in bu hayran bakışlarının nedeni biraz önce yaşanan diyalogtu.


'Alfa'm yavaştan kalkalım mı? Akşam namazı geçmesin.'


'Neden?' diye soran Burak'ın gözleri hâlâ olay mahallindeydi.


'Ne neden?' diyerek tepki veren Hilal'in gözlerinde şaşkınlık belirmişti.


'Benim gitmeye niyetim yok. Bir kez daha kaçmayacağım. Madem amacımız bu evde geçen mutlu anıları hatırlamak, o zaman hakkıyla yapalım. İlk olarak da... Bu evde geçirdiğim o son gecenin anı güncellemesini yapalım. Kelebeğimle birlikte.'


"Öyle bakmaya devam mı edeceksin Hilal'im?"


"Ben böyle bakmayayım da kim baksın Alfa'm? Daha bu sabah seni bu eve getirmek için, seni kendimle tehdit etmek zorunda kaldım ben. Şimdi ise... Geceyi bu evde, bu mahallede geçirmeyi teklif ediyorsun."


"Hepsi seninle uyuyabilmek için. Çaktırma." diyen Burak kıza göz kırpmıştı. Bu neşeli/alaycı haline rağmen adamın gözleri oldukça yorgun bakıyordu.


Hilal'in hüzne voyanan gözlerini gören adam hızla konuştu.


"Hadi hadi vakit çıkacak oyalanmayalım. Yarım saat kalmış neredeyse."


Burak, seccadeyi serip tesbihi yanına bıraktıktan sonra mırıldandı.


"Abdest alacağın yeri göstereyim."


Düşünceli gözüken adam, tam misafir odasından çıkmak üzereyken duraksayarak sevgilisine doğru döndü.


"Az kalmış ya hani... Yatsı'yı da kılalım mı sonrasında?"


Hilal, Burak'ın özür dolu gözlerine bakarken tebessüm etti.


'Benim biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var ama yanlış anlayıp kırılmanı istemiyorum.' diyordu aslında adam. Namazları farklı odada kılacak olmalarını fırsat bilerek, ihtiyacı olan o yalnızlığı almak istiyordu.


"Olur tabii öyle yapalım." dedi Hilal yumuşak bir sesle.


Onun ela gözlerine bakan adam geri dönerek kızın ellerini tuttu.


"Az önceki alıntımı güncelliyorum...


Çok şey vardı anlatılacak o yüzden sustum.


Birini söylesem diğeri yarım kalacaktı.


Sen duydun mu sustuklarımı? [-Oğuz Atay]"


{Yazar Notu; Alıntı konusunda bana yardımcı olan KİT ekibine/grubuna ve bu alıntıyı öneren sema24nur'a sevgilerimle 😍💙}


"Bak bu kesinlikle daha biz oldu Kurt Bey." dedi Hilal gülerek.


"Bence de Kelebek Hanım." diyen Burak kızın yanağına yumuşak bir öpücük kondurduktan sonra elini sıkarak geri çekildi.


"İyiyim ben. Sadece... Biraz olayların gerçekliğini sindirmem gerekiyor."


"Benim için sorun değil. İstersen yatsı namazından sonra biraz bu odayı karıştırabilirim." dedi Hilal şakacı bir sesle. Niyeti, adama ihtiyacı olan zamanı tam anlamıyla sağlamaktı. Bu cümle Burak'ın hafifçe gülmesine neden olmuştu.


"Tek başına yaramazlık yapmana kesinlikle izin veremem Ay Kız. Namazlarımızı kılalım yeter." diyen Burak kıza güvence vermek istercesine gözlerini açıp kapattı.


"Tamam o zaman." diyerek gülümseyen Hilal, Burak'ın gösterdiği lavaboda abdestini aldıktan sonra namazını kılmış, duasını yapmıştı. Saate baktığında yatsı ezanına daha 15 dakika kaldığını gören genç kız seccadesinden kalktı ve vitrindeki fotoğraf çerçevelerinin yanına doğru gitti.


Burak odaya girdiğinde, itina ile resimlere bakmaktan kaçınmıştı. Adam bugün öylesine büyük gelişmelere imza atmıştı ki Hilal bu duruma öyle çok üzülmemişti bile. Bu eve geldiyse, o günü anlattıysa elbet bir gün o albümün kapağını da açardı.


Hele de Kelebeğine her kadrajın arka planını anlatacağını söylemişken...


İlk fotoğraf çerçevesini eline alan Hilal kesik bir nefes aldı. Piknik yapan mutlu aile tablosuna bakarken düşündüğü ilk şey 'Ne kadar da mutlular.' olmamıştı.


'Burak Kılıç gerçekten de babasının kopyasıydı.'


Oğluna gülerek bakan Yiğit Kılıç, Burak'ın 10 yıl sonraki haliydi.


Ne eksik ne fazla...


Gözleri dolarken ela gözlerini kahkaha attığı belli olan kadına çevirdi Hilal. Burak'ın sürekli 'Güzel Annem.' diye bahsettiği Dilek, Kılıç olumlu enerjisi resmin dışına taşarken kocasına ve oğluna bakıyordu.


Çiftin ortasındaki 4-5 yaşlarındaki yeşil gözlü çocuğa bakan Hilal sol gözünden bir damla yaşın düştüğünü hissetti. Önündeki kocaman incir reçeli kavanozuna sırıtarak bakan çocuğun bakışları, kendisini izleyen anne babasında değil de reçel kavanozundaydı. Hilal, Küçük Burak'ın o an 'Hadi şu resmi çekin de ben de incir reçelimi yiyeyim.' dediğine yemin edebilirdi. Onu duyan ebeveynleri bu cümle üzerine gülmüş, resmi çeken kişi de tam o an deklanşöre basmıştı.


An, tam anlamıyla böyle bir âna benziyordu.


*Ve evet! Olay aynen Ay Kız'ın dediği gibi olmuştu.


İkinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci... Tek tek tüm çerçeveleri eline alan Hilal, hüzün dolu bakışlarla ve buruk bir tebessümle hepsini teker teker inceledi.


Her resimde genç kızın elaları biraz daha kızarmıştı.


Burak'ın kadraja bakarken gülmediği tek bir resim bile yoktu.


Her resimde ayrı bir şebeklik yapmış olan Küçük Alfa'nın gözlerinden okunan tek şey mutluluktu.


Saf mutluluk!


Hıçkırmamak için dudaklarını ısıran Hilal, elinde tuttuğu çerçevede kahkaha atan küçüğün gülüşünü sevgiyle okşadı. Son günlerde kesinlikle daha sık gördüğü bu mutlu kahkahaları, tekrardan adamın hayatının bir parçası haline getirmeye bir kez daha söz verdi Kelebek.


Kahkahalarının gözyaşlarından daha fazla olmasını sağlayacağım Alfa'm.


Söz veriyorum.


Kelebek Sözü!


🐺


Ebeveynlerine ait olan kitap odasında akşam namazını kılan adam, kitap aşkını kazandıran bu odaya kızarmış yeşilleriyle bakarken başını arkasındaki duvara yasladı. Her köşesinde farklı bir anı, başka bir kahkaha vardı. Ruhu titrerken yavaş hareketlerle yerde kalkan Alfa, parmaklarını usul usul kitapların üzerinde gezdirerek yürümeye başladı.


Dedesi ve anneannesi, çocuklarının emanetleri olan bu kütüphaneye ve bu eve en güzel şekliyle bakmışlardı.


Özlemin ağırlığı genç adamın her yanını sararken, zümrüt yeşillerden sessiz gözyaşları düşmeye başlamıştı.


Küçükken sürekli 'Ben bu kitapların hepsini okuyacağım.' diyen o çocuk her seferinde aynı cevabı alırdı.


'Elbette ama büyüdüğünde oğlum. Zaten bu oda sana ait Küçük Alfa'm. Büyüdüğünde tüm kitaplar senin olacak, sana kalacak.'


Bu cümleyi söyleyen anne/babası bilir miydi bu mecazın salt gerçeğe dönüşeceğini? Kendilerinin çok erkenden gideceğini ve geriye ruhunu yakan mutlu anılarla yaralı oğullarının kalacağını...


"Sizsiz olacağını bilseydim hiç istemezdim. Önemli olan bu odadaki yüzlerce kitabı okumak değil, sizinle birlikte okumakmış. Şu an bu oda gözüme sadece bir kütüphane olarak gözüküyorlar. Ama o zamanlar sizin gülen gözleriniz, neşeli kahkahalarınızla hiç çıkmak istemediğim sıcacık bir kitap odasıydı. Şimdi ise üşüyorum."


Genç adamın ayakları, kütüphanedeki en çok okunan iki kitabın yanına götürdü onu.


Oğuz Atay; Tutunamayanlar


Edip Cansever; Sonrası Kalır


Eli, istemsizce anne ve babasının kitabına gitmişti. Annesinin gençliğinde not alarak okuduğu Tutunamayanlar kitabı zaten İstanbul'daki odasındaydı. Bu yüzden değer olarak üstünü elbette Sonrası Kalır'dı.


Kitabı kütüphaneden çektiğinde, küçükken eline her aldığında hissettiği gibi kalbine bir sıcaklık yayılmıştı. Parmakları anında kitabın sonunu açtı.


Gözyaşı izleriyle dolu olan son sayfa...


"Nem néztünk vissza, s már külön utakon jártunk


csend lett, s újra elbújt a hold


s ami maradt: ezernyi, megválaszolatlan kérdés


vajon ki fogja eloször meglátni a holdat?


ki fogja megvalósítani félbehagyott álmomat?"


Babasının yazısına bakarak ilk ezberlediği şiiri okuyan Burak, dudaklarında beliren tebessümle şiirin türkçesini mırıldandı.


"Geriye bakmadık, ve zaten farklı yollarda yürüyorduk


bir sessizlik oldu, ve ay saklandı yine


ve geriye tek bişey kaldı.


binlerce cevapsız soru


ayı ilk kim görecek?


kırık düşlerimi kim farkedecek."


Gözünden düşen bir damla yaş, kitabın üzerindeki diğer gözyaşı izlerine karışırken Burak fısıldadı.


"Sizin aşkınıza ne kadar gıpta ettiysem... Kendimi de böyle büyük bir aşkın içinde buldum. Siz oralardan beni/bizi görüyorsunuzdur zaten. Senin gibi kaçtığımı gördüğünde bir yandan kızıp bir yandan da 'Babasının oğlu ne olacak?' dediğinden eminim baba. Asena'mın savaşını gördüğünde 'İşte benim Gelinim.' dediğini bildiğim gibi anne. Kelebeğim beni buraya getirdi. Mezarlıktan sonra daha fazlası olamaz diyordum ama o yine beni şaşırttı. Bu evde, bu odada bu havayı soluduğuma inanamasam da gerçekten de buradayım. İşin garip tarafı... Mutlu hissediyorum. Sizin yokluğunuzla dolu bu ev canımı yaksa da, her köşedeki anılar burukluğa sebep olsa da gerçekten mutlu hissediyorum. İçimde bir yerde kahkahaları gözyaşlarına karışan bir çocuk var sanki. Acısından gözlerinden dökülen yaşlara inat, sonunda diye çığlık çığlığa mutluluk kahkahaları atıyor. Kelebeğim 'Hadi gidelim.' dediğinde gitmek istemediğimi, evimden ayrılmak istemediğimi fark ettim. O kadar- o kadar çok özlemişim ki... Bu özlem nefesimi kesiyor, yeşillerimi sonsuz kırmızılığa boyuyor, ruhuma sancı veriyor ama yine de gidemiyorum buradan. Her an kapıdan içeri gireceksiniz gibi hissetsem de, asla giremeyeceğinizi bilsem de sanki buradaymışsınız gibi geliyor. Gözlerimi kapattığımda beni izleyişinizi, başımı okşayışınızı hissediyorum. Delice ama gerçekten de hissediyorum. Sizinle dolu bu ev. Sizin eviniz, bizim evimiz. Doğduğum ev. Duvarlar dile gelse ilk olarak 'Neredeydin oğlum sen yıllardır?" diyerek sitem edip sonrasında da "Hoş geldin, hep gel olur mu?' der sanırım. Beni ben yapan, beni sizden ibaret kılan, tüm ilklerimi yaşadığım hayatımın en değerli mekanındayım şu an. Ve size gönül rahatlığıyla diyorum ki 'Ben iyiyim.'. Bakmayın şu an gözlerimden dökülen yaşlara. Bunlar yılların acısının, pişmanlığının, hüznünün artçıları. Sonunda gökkuşağı açtıracak, yağmur damlaları... Siz de silin artık gözyaşlarınızı. Oğlunuz o gün yalnızdı belki ama bugün, sığındığı Kelebeği ile birlikte. Bugünden sonra tüm tabularımı yıkacağım. Nasıl ve ne zaman olur bilmiyorum ama günün birinde hazır hissettiğimde, iyi olduğumda, orada olduğumu da söyleyeceğim. Ama iyi olduğumda. İyileştiğimden emin olmadıkları bir anda bu gerçeği öğrenirlerse gerçekten yıkılırlar ve ben bunu istemiyorum. Ama söz veriyorum bunu da öğrenecekler. Hayatımda karanlık hiçbir nokta kalmamasını garantileyeceğim. Söz veriyorum." diyen Burak Kılıç kitabı rafa geri koyarak odaya bir bakış attı.


Bu esnada yatsı ezanı, olanca haşmetiyle okunmaya başlamıştı.


Gözlerindeki sessiz gözyaşlarıyla bütünleşen Alfa, yavaş adımlarla cama doğru giderek önce perdeyi sonra da camı açtı. Gözleri gökyüzünde olan genç adam ezanı dinlerken usulca mırıldanmıştı.


"Rahat uyuyun Yiğit Kılıç ve Dilek Kılıç. Artık gözünüz arkada kalmasın annem, babam. Ben duamla/duanızla mutluyum. Bugünden sonra huzurla kalabilirsiniz."


Aynı esnada; misafir odasındaki genç kız da Ezan-ı Muhammediyi duyarak camı açmış ve gözlerinden akan yaşlarla gökyüzüne doğru fısıldamıştı.


"Gökyüzü Sohbetleri'nin elçisi olan yıldızlar, haber salın Yağmur Adam ve Çilek Kız'a. Küçük Alfa'ları bugün hayata gözlerini açtığı, tüm mutlu anılarının olduğu evine geldi. Artık aşktan da, mutluluktan da, gelecekten de korkmuyor. Söyleyin onlara 'Duaları, oğullarının elini sımsıkı tuttu ve asla bırakmayacak.' Alfa'mızı ömrünün sonuna kadar sonsuz kahkahalara boğacağıma söz veriyorum anne ve baba. Söz veriyorum."


🐺


Yatsı namazını kılıp duasını ettikten sonra Kelebeğini özlediğini hisseden Burak, kitap odasından çıkıp misafir odasına gitmek için sağa döndü. Odanın ışığının kapalı olduğunu gördüğünde oraya yönelmek yerine holü geçen Burak, loş ışıkla aydınlanan salonun girişinde sessiz bir şekilde duran genç kızla birlikte adımlarını yavaşlattı.


Bakışlarını sevgilisinin baktığı noktaya çeviren adamın boğazında koca bir yumru belirmişti.


Kızın, hayalinde olay canlandırması yaptığını biliyordu.


Birkaç saniye öylece durduktan sonra sevgilisinin yanına giden Alfa kollarını Kelebeğinin bedenine sararak sessizce fısıldadı.


"Ben iyiyim!"


Bedenini kendisine arkadan sarılan adama yaslayan Hilal, ellerini karnındaki ellerin üzerine koyarak fısıldadı.


"Dedi zümrütlerinden hüzün akan Alfa."


"Senin elaların benim yeşillerimden daha hüzünlü bakıyor ya.' diye mırıldandı adam." diyerek karşılık verdi Burak.


Dudaklarında bir tebessüm beliren genç kız, bu oyunu devam ettirerek konuştu.


"Çünkü senin üzülmen, benim üzülmem anlamına geliyor. Bunu hala öğrenemedin mi Alfa'm?' diye sordu genç kız, gayet de olağan bir şeyden bahsedercesine."


"Öğrendim öğrenmesine ama bu hayatta en çok nefret ettiğim şey, güzel gözlerinin kızarması. Ve maalesef sen bunu sürekli unutup duruyorsun Papatyam.' diye fısıldayan adam, gözlerini kapatarak kızın aşık olduğu kokusunu içine çekti." diye mırıldanan Burak gözlerini kapatarak derin bir nefes almıştı.


Bunun üzerine dudaklarındaki tebessüm kocaman bir gülümsemeye evrilen Hilal, adamın ellerini sıkarak gözlerini kapattı. İkili bir süre birbirlerinin nefes alış-verişlerini dinleyerek bu şekilde durdular.


"Adam bu ânı bozma düşüncesinden nefret etse de oldukça merak ediyordu." diyen Burak gözlerini açmadan sevgilisinden gelecek cümleyi bekledi.


Hilal, durgunluğunu fark eden adamın soracağı soruyu tahmin ederek mırıldandı.


"Neyi?' diye sormayan genç kız, sessizce adamın devam etmesini bekledi."


"Sorun şuydu ki adam ne kadar merak ederse etsin soracağı 'Az önce ne düşünüyordun?' sorusunun cevabını kaldırıp kaldıramayacağından emin değildi. Bu yüzden de cümlesinin devamını getirmedi."


Burak'ın cümlesi üzerine gözlerini açan Hilal, karşısındaki salona (olay mahalline) baktı. Burak da onunla eşdeğer bir şekilde gözlerini açmış aynı yere bakmıştı.


"Adam sussa bile, kız ilk tanıştıkları andan beri yaptığını yaptı ve aklındaki iki sorudan birini sordu. Çünkü adamın ne kadar güçlü olduğunu, adamın kendisinden bile daha iyi biliyordu." diye fısıldayan Hilal arkasını dönerek kollarında durduğu adamla yüz yüze geldi.


Hilal'in kızarmış gözlerini gören Burak konuştukları konuyu esgeçerek anında kaşlarını çatmıştı.


"Yine mi ağladın sen?"


"Ben de aynı soruyu sana sorarım, bence sorma." dedi Hilal sevgiyle adamın gözlerinin kenarını okşayarak. Bu temas karşısında usulca yutkunan Burak endişeyle bakan elalara gülümsemeye çalıştı.


"Bence hiç boşuna gülümsemeye çalışma. Zaten seni birazdan yine ağlatacağım." dedi Hilal dudaklarını ısırarak.


Onun bu haline bakan Burak teslimiyet dolu bir nefes aldıktan sonra hafifçe gülümsedi.


"Ve adam bir kez daha Ela Gözlü Kelebeğine yenilerek 'Ne söyleyecektin? Aklındaki ne Kelebeğim?' diye sordu."


'Kız; sorudan da, cevabından da, sonrasında yaşanacaklardan da en az adam korksa da korkusuna yenilmeyerek sorusunu sordu." diye mırıldanan Hilal elalarını yeşil gözlerde gezdirirken fısıldadı.


"Sence babanın saati hâlâ o dolapta mıdır Alfa'm?"


Soruyu duyan Burak'ın gözleri büyürken kalp atışları hızlanmıştı. Birkaç kez ağzını açıp kapattıktan sonra usulca yutkunan adam sevgilisine baktı ve çıkmayan sesiyle konuştu.


"Bakabilirdin."


Dudaklarında hüzünlü bir gülümseme beliren Hilal ona bir bakış attı.


"Bakması gereken kişi ben değilim ki."


Dudaklarını birbirine bastıran Burak çaresiz gözlerini küçük konsola doğru çevirdi.


[Şimdi... Seninle bir oyun oynayacağız oğlum! Anlaştık mı?"


Oyun, sözünü duyan çocuğun dudaklarında kocaman bir gülümseme belirdi.


"Ne oynayacağız?"


Oğlunun elini tutan adam, onu konsolun önüne getirdi.


"Saklambaç mı? Ama baba... Saklambaç böyle oynanmaz ki? Sen yumacaksın ben gizlice saklanacağım. Bilmiyor musun? Hahahah...]


Yeşillerinden yaşlar dökülmeye başlarken titrek bir nefes alan Burak, bakışlarını konsoldan kaçırdı.


Onun bu berbat hali karşısında ela gözleri dolan Hilal hızla adamın boynuna sarıldı.


"Şşşt. Tamam. Şimdi olmak zorunda değil Alfa'm. Yarın! Yarın olur. Bugün çok şey yaşadın. Yarın gündüz gö..."


"Hayır. Şimdi! Hava aydınlık değildi o gece. Dışarısı zifiri karanlıktı. Şimdikine benzer bir karanlık. Hem, sorunun cevabını almadan gözüme uyku falan girmez. Orada mı değil mi öğrenmeliyim. Babamın bana... Son hediyesi o. Son olduğunu biliyordu." diye fısıldadı Burak sevdiğinin papatya kokusu sayesinde nefes alış-verişini düzene sokarken.


[Bu oyun... Saklambaca birazcık benziyor. Sen şimdi bu dolaba gireceksin ve... Bir süre çıkmayacaksın!"


"Sabır testi gibi mi? Öğretmenimiz demişti. Böyle testler oluyormuş. Ben çok sabırlıyım. Kesin kazanacağım. Sen 'Çık' diyene kadar çıkmam!


"Ben sana... 'Çık!' demeyeceğim oğlum" Diyemeyeceğim!]


Derin bir nefes alan Burak, kararlı bir şekilde geriye çekildi ve kızın ellerini tuttu.


"Bu aptal gözyaşlarından iyice irreti olmaya başlasam da, şu an! O dolabın içinin, gözümde büyüttüğüm kadar büyük olmadığını görmem lazım Kelebeğim. Biliyorum zaten ama görmeliyim. Yüzleşeceğiz dedik... Yüzleşeceğiz!"


Adamın kesin cümleleri karşısında gülümseyen Hilal başını aşağı yukarı salladı.


"Tekrar söylüyorum Yüzbaşım. Ben bu hayatta senin kadar güçlü birisiyle tanışmadım, tanışacağımı da hiç zannetmiyorum. O zaman... Sahne senin Alfa'm."


Sevdiği kızın elini güç almak için sıktıktan sonra bırakan Burak, titreyen bedeniyle birlikte dolaba doğru yürümeye başladı.


["Eee? Ben nasıl anlayacağım ne zaman çıkmam gerektiğini?"


İçinde fırtınalar kopan adam, titreyen eliyle kolundaki saatini çıkardı.


"Al bunu!.. Şu an saat kaç biliyor musun?"


"Baba ben saatleri öğreneli çoook oldu. Şu anda... Saat 3'ü 27 geçiyor."


"Aferin benim paşama. Şimdi sen... Tam yarım saat sonra dolaptan çıkacaksın. Çıktığında da... İlk işin... Yukarı annenin yanına çıkmak olacak. Anlaşıldı mı?"


Başını sallayan Burak "Ama ben bu oyunu pek sevmedim. Sıkıcı gibi. Başka bir şey oynasak?" dedi.]


"Ben gerçekten o oyundan hiç hoşlanmadım babam." diye mırıldanan Burak hıçkırmamak için dudaklarını birbirine bastırmıştı.


["Söz ver! Dediklerimi yapacaksın. Eğer dediklerimi yapıp... Bu oyunu kazanırsan... Bundan sonra sadece Alfa olursun!"


"Gerçekten mi? Tek Alfa ben mi olacağım?" diyen çocuk sevinçle ellerini birbirine çarptı.


Oğlunun gülen gözlerine bakan Yiğit, onu kendine çekti ve sımsıkı sarıldı.


"Oğlum benim!"]


"Babam benim! Özür dilerim. Anlamadığım için, buna sevindiğim için." diye fısıldayan Burak adımlarını durdurarak tam karşısında yaşanan olayı gözyaşları içerisinde izledi.


[Geri çekilen çocuk kaşlarını çatarak babasına baktı. Adamın yanağından süzülen yaşı eliyle aldı.


"Sen... Ağlıyor musun? Ama... Babalar ağlamaz ki!"


Yiğit, titrek bir nefes aldı.


"Söz ver bana! Çıkmayacaksın!.. Hadi Alfa'm!.. Söz ver!"


"Söz..." diye fısıldayan çocuk babasına baktı ve ağlamaya başladı.


"Hey hey hey! Neden ağlıyorsun?" diyen adam çocuğun gözlerinden düşen yaşları silmeye başladı.


"Kötü şeyler oluyor değil mi?.. Yine mi gitceksin? Gitmesen olmaz mı? Ben seni çok özlüyorum. Hem... Kardeşim de seni özler! Gitme babacığım! Lütfen?" dedi küçük çocuk, hıçkırıklarının arasında.


Oğluna bir kez daha sarılan adam, onun yaşlarını sildi.


"Ağlama oğlum! Seni... Çok seviyorum biliyorsun değil mi?"


"Biliyorum. Ben de seni çok seviyorum. O yüzden... Yalvarıyorum gitme!"


Yanağından yaşlar akmaya başlayan adam, oğlunun yanağına bir öpücük kondurdu.


"Özür dilerim! Çok çok çok özür dilerim Alfa'm!"}


Bu ânı hatırlayan Burak düşüncelerinde babasıyla konuşmaya başlamıştı.


'O gün yaptığın için seni ne zaman anladığımı bilmiyorum. Kabuslarımdaki çırpınışlarımda mı, Eftalya doğduğunda mı, asker olduğumda mı yoksa Caner abiyi kurtarmak için bayılttığım o günde mi anladım o anda hissettiğin koruma içgüdünü? Belki de daha öncesinde. O gece her şeyi izlerken korumak isteyip de koruyamadığımda anlamışımdır neler hissettiğini... Mutluydun di'mi baba? Oğlunu koruyabildiğin için mutluydun. 'Yaşasın da nasıl olursa olsun.' diye düşündün değil mi? 'O toprağın altına girmesin, o itlerin bakışları bile değmesin, yaşasın, büyüsün de ne olursa olsun.' dedin. Bu küçük deliği bilseydin bile beni buraya koyardın o gün. Aslında düşünüyorum da... Senin bilmediğin bir şey yoktu ki. Belki de o günkü özürlerin bunları yaşayacağımı bildiğin içindi. 'Bencilliğin en büyüğünü yapıyorum ama yaşaman için her şeyi yaparım oğlum. Çok özür dilerim ama... Yaparım.' demek istemiştin o gün aslında değil mi? Aslında biliyordun orada bir delik olduğunu ve benim de her şeye şahit olacağımı. Yine de yaptın!.. O Bukalemun itiyle sorguya girdiğim gün, bana yapmak istediklerinden bahsetti. Sen o itlerin nasıl şerefsiz olduklarını çok iyi biliyordun ve iki kötüden iyi olanı seçtin. 'O itlerle yüz yüze gelmektense, benim öldürülmemi izlesin.' diye düşünecek kadar çaresiz kaldın ha Babacığım?'


Konsolun yanına gelen Burak, hızlı hızlı nefesler alırken dolabın önünde dizlerinin üzerine çöktü.


[Konsolun kapağını açan adam başıyla işaret etti.


"İstemiyorum!"


"Söz verdin paşam! Hadi!"


"Ama..."


Oğlunu kolundan tutan adam, onu dolabın içine soktu.


"Ne olursa olsun... Ne duyarsan duy... Asla buradan çıkmayacaksın! Ve hiçbir şekilde sesini çıkartmayacaksın! Anlaşıldı mı?"]


"Sesimi çıkarmadım. Sana verdiğim sözden mi yoksa korkudan mı hiçbir zaman bilemeyeceğim ama... O gün istediğini yaptım ve sesimi çıkartmadım babam." diye fısıldayan adam titreyen elini konsolu kulbuna götürerek dolabı açmadan öylece durdu.


[Çocuk, iki elini de babasının yüzüne koydu. Ağlayarak konuşmaya başladı.


"Artık Alfa falan olmak istemiyorum. Tek Alfa sen olabilirsin! O yüzden... Gitme babacığım. Lütfen lütfen lütfen gitme!"


Oğlunun ellerini tutan adam, onun küçük ellerine birer öpücük kondurdu.]


Ve sonunda gözlerindeki yaşlardan dolayı önünü göremeyen Küçük Alfa, yıllar önce bu konsolun kapağını açan Kendisine Benzediği gibi tek hamlede dolabı açtı.


Konsol öylesine küçüktü ki Burak'ın bedeni salonun loş ışığını engellemiş ve dolabın karanlıkta kalmasını sağlamıştı. Karanlık dolabın içinde saate bakınırken aklından geçen tek düşünce 'Gerçekten de bu dolaba sığacak kadar küçük müymüşüm?' olmuştu.


Burak, anıların etkisiyle zifiri karanlığa bakarak öylece kalakalırken dolabın içini bir ışık huzmesi kapladı. Işık, dolabın en dibindeki saati açığa çıkartırken Burak kesik bir nefes almıştı.


Saat oradaydı.


["Büyü ve hep istediğin gibi...Tüm kötüleri yakalayan bir... Alfa ol! Ve... Ve Aşık ol! Annene... Annene benzeyen birine aşık ol oğlum. Ben... Her zaman seni, sizi izliyor olacağım! Ve... Bana çok kızmamaya çalış olur mu Alfa'm? Bir gün baba olduğunda... Bunu neden yaptığımı anlayacaksın! Bir babanın çocuğu için yapamayacağı hiçbir şey yoktur... Özür dilerim! İnan bana... Yanında olmayı her şeyden çok isterdim. İlk sakal tıraşını yapan ben olmak isterdim. Bir kızı sevdiğinde... İlk ben öğrenmek isterdim. Aşk acısı çektiğinde... Seni teselli eden ben olmak isterdim. Canın yandığında 'Geçecek oğlum! Bunlar da geçecek' diyen kişi olmak isterdim. Ağladığında... 'Erkek adam ağlarım mı?' demek yerine... 'Al omzum senindir' demek isterdim. Bütün bunları yapamayacağım için çok özür dilerim. Seni asla unutamayacağın bir kabusa sürüklediğim için çok özür dilerim... Sakın unutma olur mu? Baban seni çok seviyor oğlum! Her şeyden çok... " diyen adam hıçkırıklar eşliğinde, oğlunun köprücük kemiğine paralel uzanan kasa ani bir baskı yaptı.


Hissettiği acıyla gözleri kararan çocuğun son kelimesi "Ama... Neden?" olmuştu.]


Aklında babasının son sözleri yankılanan adam yeşillerinden akan yaşların hızını kontrol edemezken, ağzından kaçan hıçkırıkla birlikte alnının konsolun başına yasladı. Ağlamaktan harap olmuş gözlerini kapattıktan sonra çatlak bir sesle mırıldandı.


"Seni affediyorum babacığım. Yıllarca kabuslarda yansam dahi o gün beni bu dolaba koyduğun için, bayılttığın için seni affediyorum. Beni ne kadar çok sevdiğini unutmadım, asla da unutmayacağım. Endişelenme bu yüzden. Ve... Ve teşekkür ederim babam. O gün beni kurtardığın için, son nefesinde bile geleceğimi inşaa ettiğin için teşekkür ederim... Oldum! Hep istediğim gibi/istediğin gibi sana benzeyen, seni aratmayan ve senin gibi komutanlarını delirten bir Alfa oldum. Tüm teşkilat benden bıkmış durumda. Bu Alfa'ların hepsi aynı diyorlar. Bilmiyorlar ki ben zaten senin oğlunum. Ama bak bu sözüm olsun. Geri döndüğümde her yerde gururla 'Ben Burak Kılıç!' diyerek kendimi tanıttığım gibi, MİT'tekilerin de oğlun olduğumu öğrenmelerini sağlayacağım. Nasıl olacak bilmiyorum ama onları delirten şu anki Alfa'nın, MİT'in efsanesi olan Alfa'nın oğlu olduğunu bilsinler istiyorum. Zaten senin gerçek kimliğini bilenler bir elin parmağını geçmiyor, pek de sorun olacağını zannetmiyorum. KİT'in Alfa'sının, MİT'in Alfa'sının oğlu olduğunu öğrendiklerinde yüzlerinde beliren ifadeyi görmek isterdim. Bak... Sanırım MİT'tekileri de affettim. İşin içine girince, teşkilatın ne denli gizli olduğunu ve yeri geldiğinde sağ elin bile sol elden haberi olmadığını anladım. Yani... Arkadaşlarınla buluşup onlardan seni dinlemeyi dört gözle bekliyorum."


Huzur dolu derin bir nefes alan Burak, gözlerini açarak telefonunun ışığını tutmaya devam eden kıza doğru döndü ve tam elaların içine baktı.


"Mezarlığa geldiğimde de söylediğim gibi, anneme benzeyen birine aşık oldum. Ama itiraf etmem gerekiyor ki o annemden daha deli. Çok fena var ya. Gerçi onun acımadan pençelerini çıkaran bir Asena olmasına da biraz(!) ben neden oldum. Gördüğün üzere az önce karanlık dolabı aydınlatan Ay Kızım; o küçük çocuğun da ruhunu aydınlattı, renklerine kavuşturdu. Artık kaybolmaktan korkmuyorum çünkü onun ışığı her yerden görülecek kadar parlak. Endişelenmeyin yani. Emanetinize, o güzel gözleri gibi bakacak bir Kelebek var artık hayatımda."


Gözlerindeki gözyaşı izleriyle birlikte tebessüm eden Hilal "Öyle." diye fısıldadı.


"Şu gözyaşları konusunda bir anlaşmaya varırsak her şey çok daha güzel olacak tabii." diye devam etti Burak, kızın şişen kızarık gözlerine hüzünle bakarken.


"Senin gözündeki yaşların mı? Bence de kesinlikle katılıyorum." diyen Hilal adamı yine, yeni, yeniden boş çevirmemişti.


Yumuşak bir şekilde gülen Burak gözlerindeki sevgiyle kıza baktı.


"Asena Asena Asena... Her daim ortaya çıkmak gibi bir huyun var. Senin yüzünden sevgilimle iki çift kelam konuşamıyorum Kurt Hanım."


"Kendi yerden bitmelerinize sayın Kurt Bey." dedi Hilal gülerek.


Dudaklarında bir gülümseme beliren Burak, elini ışığına doğru uzattı.


"Gelsene Ay Işığım."


Genç kız, anında adamın isteğini yerine getirmiş ve yanına giderek sevgilisinin elini tutmuştu.


Dolabın içine doğru bakan Burak saatle bakışırken kısık bir sesle konuşmuştu.


"Çok küçük değil mi bu dolap? Yıllar içinde iyi beslemişler beni sanırım."


"Yavru Kurt büyüyüp gerçek bir Kurt oldu." diye fısıldadı Hilal çatlayan sesiyle. O küçüğün bu dolabın içinde tek başına ne denli korkmuş olduğu aklına geldikçe hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu.


"Ağlamaya başlarsan bu sefer gerçekten kızarım." diye mırıldanan Burak, Hilal'ini kendisine doğru çekerek sol kolunun altına aldıktan sonra sağ eliyle köşedeki saate uzandı.


Parmakları saate değdiğinde aklından geçen ilk düşünce 'Bu saate en son babam dokunmuştu.' olmuştu.


Saati avucunda tutarken korkuyordu adam.


Saatin 3-4 sularında durmuş olmasından korkuyordu.


Saniyeler sonra 'Korkunun ecele faydası yok' diye düşünerek saati görecekleri şekilde avucunu açtı.


"Saat 10'u gösteriyor." diyen Hilal tam devam edecekti ki, Burak onu şaşırtarak konuştu.


"Bu da demek oluyor ki o anda durmadı saat. Pili bitene kadar çalıştı. Babamın saatinin o günde takılı kalmamasını, babamdan bir işaret farz edersek eğer... Bu dolaptan çıkma zamanım geldi de geçiyor."


"Sen gerçekten de bana benzemeye başladın Burak Kılıç." diyen Hilal'in gözlerinde takdir dolu bir mutluluk vardı.


"Sen de bana benzemeye başladın Hilal Gökmen. Orta yolda buluşalım tamam mı? Önce gelen beklesin." dedi Burak muzip bir sesle.


Onun ses tonunu duyan Hilal istemsizce sırıtmıştı.


"Sen benim bu muzip haylazlığımı özledin, ben de senin parlayan gözlerinle sırıtmanı. Yeter bu kadar drama çektiğimiz. Sitcom'a geçelim artık." diyen Burak derin bir nefes alarak yerden kalktı ve elinden tuttuğu kızı da kaldırdı.


"Ama önce... Bakalım saatimiz çalışacak mı? Yıllardır hareketsiz duran zamanımın bir an önce işlemeye başlamasını istiyorum. Gerçi sen geldin, zamanı falan yıktın geçtin ama oraları hiç karıştırmayalım."


Adamın göz kırpması karşısında gülen Hilal başını iki yana salladı.


"Duygu değişimlerinizin hastasıyım Bay Olric."


"Konudan konuya atlamalarınıza olduğum kadar olamazsınız Bayan Kelebek." diyen Burak kızın parmaklarına yumuşak bir öpücük kondurduktan sonra kitap odasına doğru yürümeye başladı.


"Şu an çalışır mı bilemeyeceğim ama babamda yedek pil olması lazım. Bu saati kolundan hiç çıkarmazdı."


"Biliyorum." diye mırıldandı Hilal. Cümle üzerine Burak soru dolu gözlerle ona baktı.


"Resimlerin hepsinde kolunda bu saat vardı."


Genç kızın cümlesi karşısında Burak farkındalıkla başını salladı.


"Odadaki resimlere bakarken aklına geldi saat. O an yaşananlardan sonra düşündüğüm son şey bile değildi bu saat, anlatırken de pek dikkat etmemişim o yüzden." diye mırıldanan adam elinde tuttuğu saati sıktı.


Bugünden sonra vazgeçilmezleri arasına bir nesne daha eklenmişti.


Kitap odasına girdiklerinde Hilal hayran bakışlarla etrafına bakmaya başladı.


"Bir Edebiyatçı'nın ve Kitap Sevdalısı'nın odası olduğu her halinden belli oluyor değil mi?" dedi Burak sevgi dolu bir sesle.


"Öyle. Ben de istiyorum böyle bir oda." dedi kitaplara aşkla bakan genç kız.


"Yaparız."


Cümle karşısında kalp atışları hızlanan genç kız şaşkın elalarıyla adama baktı.


"Niye şaşırıyorsunuz Papatya Hanım? Gelecek planlarımın arasındaki varlığınızı bilmiyor musunuz?"


"Senin ağzından 'Gelecek Planları' cümlesini duymak garip hissettiriyor."


"Ehh yavaştan alışmaya başlayın Hanımefendi. Bundan sonra oldukça fazla kullanacağım. 'Geleceğim ve Kelebeğim' kelimelerini."


Kocaman gülümseyen Hilal, adamın yanağına bir öpücük kondurduktan sonra mırıldandı.


"Bizim kitap birikimi oldukça fazla. Daha büyük bir oda lazım bize."


"Ehh hallederiz. En büyük sıkıntımız bu olsun." diyerek gülen adam, babasının masasındaki çekmecenin en alt gözünü açtı.


Kısa süre sonra "Bingo! Buldum." demiş ve ikili dikkatli bir şekilde saati açarak pilleri içine yerleştirmişlerdi.


Saatin arkasını taktıktan sonra önünü döndürmeyen sevgilisine bakan Hilal merakla sordu.


"Eee çalışıyor mu?"


Elinin altında hissettiği tik-tak'lar ruhunu sızlatırken Burak sessizce fısıldadı.


"Evet."


Büyük bir duygu seli, adamın tüm ruhunu ele geçirmişti. Onun bu haline dayanamayan Hilal saati adamın elinden aldı. Bu durum üzerine yeşiller anında elaları bulmuştu.


"O zamaaaan..." diyerek cümleye başlayan genç kız sırıtarak devam etti.


"Kolunuzdaki saati çıkartın lütfen Beyefendi. Babanızın hediyesini takmakla görevlendirilen Elçi Kelebek olarak, işimi acilen yapmalıyım."


Hilal'in tatlı sesi karşısında sevgiyle gülümseyen Burak saatini çıkarttı. Bu sırada kolundaki saate bakan Hilal elindeki saatin zaman ayarını yapıyordu.


"Kolunuz Efendim." diyen genç kızın tek istediği adamın bu ruh halinden çıkmasıydı. Fakat bu istek bugünlük imkansız gibiydi.


"Kalbimi versem? Ah pardon o zaten sendeydi." diyen Burak'ın da isteğinin bu olduğu anlaşılıyordu.


"Bu kadar klasikleşmiş bir espri yaptığına göre senin de ayarlarına bir el atmam gerek." diye söylenen Hilal başını iki yana sallayarak gülmüştü.


"Hmmm. Nasıl yapacağına göre olur ya da olmaz diyeceğim. Aklındaki ne Sevgilim?"


"Önce kolun." diyen Hilal elalarını kısarak adama baktı.


Onun bu hareketi karşısında içten bir şekilde gülen Burak kolunu sevgilisine doğru uzattı.


"Bir gün böyle bir sahne yaşayacağımızı tahmin edemezdim valla. Tak bakayım Ay Kız. Koluna taktığım yıldız misali..."


Onlarca duygu barındıran yeşillere bakan Hilal, nazik hareketlerle saati adamın koluna taktıktan sonra tuttuğu eli dudaklarına götürerek yumuşakça öptü.


"Sonunda emanet sahibine döndü." diye fısıldarken sevgilisinin yanağını sevgiyle okşamıştı.


"Sayende." diye fısıldayarak karşılık verdi Burak hissettiği sevginin yoğunluğundan ruhu titrerken.


İkili, bir süre birbirlerinin gözlerinde kaybolduktan sonra Hilal bakışlarını adamın boynundaki muskaya çevirdi.


"Artık değerlilerin ikiye çıktı." diyen genç kızın bunu söylemesinin nedeni bir sonraki cümlesinde açığa çıkmıştı.


"Peki o çerçeveyi dolabın en dibine sakladığın gibi, yıllarca o küçük dolapta saklandığın gibi annenle babanın yüzüklerini de görmekten korkarak o muskanın içine mi sakladın Alfa'm?"


Elini boynundaki muskaya götüren Burak, kalbine keskin bir acının saplandığını hissetti.


Öyle yapmıştı...


Yeşillerine yeni bir gözyaşı dalgasının istila edeceğini hisseden adam çatallı bir sesle mırıldandı.


"Çok yoruldum. Bu konuyu başka bir zamana ertelesek Kelebeğim? Şu an muskayı açıp onların yüzükleriyle yüzleşmeyi kaldıramayacağım sanırım."


Anlayışla başını sallayan genç kız elindeki eli 'Ben yanındayım.' dercesine sıktıktan sonra adamı çekiştirerek kütüphaneye yöneldi.


"Hadi gel. Fabrika ayarlarının ilk roundu kitaplar."


"Resmen! Kitapları incelemek için beni kullanıyorsun. Yalnız bir şey söyleyeceğim Hilal'im. Çok tepki verme olur m..."


"OHA! İNANAMIYORUM. Bu-bu-bu Burak bu klasikler ilk baskı mı?" diyen genç kız sevgilisinin elini bırakmış iki eliyle ağzını kapatarak önündeki kitaplara bakıyordu.


"Bugün de ilk basım klasikler yüzünden terk edildik iyi mi?"


"İlk basım klasik! Kendi ağzınla diyorsun. Bunlar ne kadar değerliler. İnanamıyorum elim ayağım titriyor şu an."


"Az kaldı çıkaracağım seni odadan. Sen şimdi imzalı olan kitapları duyunca beni odadan kovup aylarca burada kalırsın."


"İmzalı Kitap mı? Hangileri?" diye soran Hilal'in gözünde gerçek bir merak vardı. Onun bu hali ruhuna çok çok iyi gelirken Burak sırıttı.


"Bence sorma. Duyarsan bayılabilirsin."


Hilal kütüphaneye dönerek kitapları incelerken deliler gibi heyecanlıydı.


"O kadar mı yaaa?"


'O kadar ya! Babam tam bir İlk Baskı Klasik Koleksiyoncu'su, annem de tam bir İmzalı Kitap Aşığı. Bu iki kombin birleşince bayâ bir pahalıya patlamış onlara. Babam arada gülerek'Zamanında ilk basım aşkımdan az peynir ekmekle beslenmedim.' derdi. Öyle ki o iki deli düğün davetiyelerine not düşmüşler. 'Altın yerine İlk Baskı Klasik ya da İmzalı Kitap takarsanız daha makbule geçer valla.' diye. Arkaya da kendilerinde olan klasik ve imzalı kitapların ismini yazmışlar aynı kitap gelmesin diye."


"Yok artık! Dalga geçiyorsun değil mi?"


"Hahahahahaha. Gerçek! O düğün davetiyesini hâlâ saklarlar..."


Aniden duraksayan Burak usulca ekleme yaptı.


"-Dı."


Sevgilisinin parlayan elalarının sönmeye başlamasıyla birlikte hızla devam etmişti.


"Dur bak bulabilecek miyim davetiyeyi bir bakayım." diyen adam kütüphanenin üst sıralarındaki kitapların arasına bakmaya başladı. Kısa sürede davetiyeyi bulmuştu.


"Gerçekmiş! İnanamıyorum. Ne yaptı millet?" dedi Hilal şok içinde davetiyeye bakarken.


"Tepki bakımından diyorsan, ikisinin de kitap aşkını biliyorlar garipsememişler. Normal karşılamakla da kalmamışlar, çoğu gerçekten de kitap almış getirmiş. Gerçi bazıları, bir kitaba danaya girer gibi 3-4 kişi girmiş. Malum bazı ilk baskı klasik eserler, altından çok çok daha pahalı."


Ağzı açık bir şekilde sevgilisine bakakalan Hilal başını iki yana salladı.


"İnanmıyorum. Kafaya alıyorsun beni şu an."


"Sana söylememiştim değil mi? Arkandaki Tutunamayanlar, Oğuz Atay'ın ilk baskılı imzalı eserlerinden. Nimet Teyzem'den düğün hediyesi olur kendileri. Nimet Teyzem annemin akıl danıştığı öğretmen arkadaşı ve benim varlığımı ilk fark eden kişi. Annem hamile olduğunu onun sayesinde anlamış."


Duydukları karşısında gözlerini kocaman açan Hilal, hızla arkasını dönerek kitabı eline aldı ve kapağını açtı.


"Burak? Ben sanırım bayılacağım. Tut beni olur mu?"


"Aaa ama daha dur Kelebeğim. Diğer imzalı kitapların hangileri olduğunu öğrenmedin. Bazılarında ismen şahsi not bile var."


Kocaman açılmış elalarıyla sevgilisine dönen Hilal usulca yutkundu.


"Alıştıra alıştıra söyle ama olur mu?"


Kızın şok dolu bakışlarıyla kurduğu cümleyi duyan Burak gür bir kahkaha atmıştı.


Onun kahkahasını duyan Hilal de mutlulukla ona eşlik etti.


Round 1 başarı ile tamamlanmıştı.


Nakavt olan kimdi orası tartışılır.


[Yazar Notu; Üzgünüm ama buraya random atasım geldi 🤣. Again Please.


Round 1 başarı ile tamamlanmıştı. Nakavt olan kimdi orası tartışılır asdsdsdsdsddd]


🐺


"İlk Round fabrika ayarlarım için yetti ama İkinci Round planını merak ediyorum." dedi sevgilisiyle el ele kitap odasından çıkan Burak.


Burak'ın kurduğu cümle karşısında adımları yavaşlayan Hilal, bilinçsiz bir şekilde saatler önce durduğu noktada durdu.


"Kelebeğim?" diyerek ona dönen Burak hafifçe kaşlarını çatmıştı.


Bakışlarını salona çeviren Hilal, elinden tuttuğu adamın bakışlarına karşılık vermeyeceğini hissederek mırıldandı.


"Hani burada bir konuşma yaşadık ya... Bana ne düşündüğümü sormaya korktun. Ben de beni düşüncelere boğan iki sorudan ilkini sordum."


"İkincisini sormadın. Ne olabilir ki? Bu kadar çekineceğin, gözlerime bile bakamayacağın... O dolabı açmaktan daha fazlası ne olabilir?"


Soruyu cevapsız bırakan Hilal aynı noktaya bakmaya devam ediyordu. Onun bakışlarını takip eden Burak yüzünün beyazladığını hissetti.


Adamın aldığı kesik nefes, ne olabileceğini anladığını gösteriyordu.


"Ben sadece... Bilmiyorum. Soru değil aslında bu. İstek. Ama ben bu isteği isteyip istememem gerektiğini bilmiyorum." diye mırıldandı Hilal ne yapacağından emin olamazken.


Burak bir süre sessiz kalarak anne ve babasının bedenlerinin yattığı yere baktı. Hilal eğer düşündüğü şeyi kastediyorsa bu çok... Çok büyük bir adımdı.


Kendisine göre, en az buraya kadar gelmek kadar büyük bir adım.


Burak bir süre sustu, Hilal bir süre durdu. İkisi de el ele kendi savaşlarını veriyorlardı. Sonunda Burak neredeyse duyulamayacak bir sesle saatler önce sorduğu soruyu sordu.


"Ne söyleyecektin? Aklındaki ne Kelebeğim?"


Soruyu duyan Hilal titrek bir nefes aldıktan sonra dolan elalarıyla, sevgilisinin kızarmış zümrütlerine döndü ve kısık bir sesle sordu.


"Yeni bir Anı Güncellemesi yapalım mı Alfa'm? 17 yıl bu salonda deliler gibi korkarak uyumaya çalışan o küçüğün yaşayamadığı uykunun güncellemesini... Senin burada en ufak bir ses için yalvararak o şekilde yattığın gerçeğini kaldıramıyorum ben. Ama... Bir yandan da böyle bir şeyi isteyerek annen ve babana saygısızlık mı yapmış olurum diye düşünüyorum. Bu yüzden eğer istemezsen..."


"Hangi anne ve baba, canlarından çok sevdikleri oğullarının soğuyan ölü bedenleri arasında uyumasını ister? Bu salona baktığımda dizlerinde uyuduğum bir ânı hatırlamak... O günden çok daha iyi bir seçenek. Ben annemle babamı soğuyan cansız bedenleriyle, donuk bakışlarıyla değil; sıcacık sımsıkı sarılışlarıyla ve kahkahalar atan gözleriyle hatırlamak istiyorum. Bu yüzden... Yapalım Kelebeğim. Yeni bir Anı Güncellemesi yapalım."


Burak'ın sol gözünden bir damla yaş düşerken sevgilisine sımsıkı sarılan Hilal titrek bir nefes aldı.


"Seni çok çok çok seviyorum Alfa'm. Çok seviyorum."


Kızın sarılışına karşılık vererek sevgilisini kendine çeken adam, ikinci ve üçüncü damla da yanağından aşağı süzülürken papatya kokusunu içine çekti ve aynı karşılığı verdi.


"Seni çok çok çok seviyorum Kelebeğim. Çok seviyorum."


Bir süre sonra geriye çekilen Hilal bakışlarını ışığa çevirdi.


"Kapatalım. Işıkla uyuyamam sanırım. Mahalleden iyi ışık geliyor zaten." diyen adam ışığın yanına giderek düğmeye bastı ve etraf anlık bir karanlığa büründü. Gözleri Hilal’den daha hızlı karanlığa alışan Burak sevgilisinin yanına gelerek onu elinden tuttu ve yıllar önce uyuduğu yere götürdü.


"Şahsen... Dizlerine yatmayı tercih ederim. Diğer türlüsünün pek de iyi geleceğini zannetmiyorum. Ayrıca... Herhangi bir po-polar ya da örtü de olmasın. Bir de birkaç saat sonra üst kattaki odama çıkalım. Senin bu halde sabaha kadar iki büklüm kalmanı istemiyorum." diye mırıldanmıştı adam.


"Nasıl istersen." diyen genç kız koltuktaki büyük minderi yere koyduktan sonra üstüne oturdu ve sırtını koltuğa dayayarak eliyle dizlerine vurdu.


"Öyle rahat edecek misi..."


"Burak Kılıç! Asena olmadan mı gelirsin yoksa çağırayım mı Asena'yı?"


Kızın bu cümlesi üzerine hafifçe tebessüm eden adam yere halının üzerine uzanarak başını kızın dizlerinin üzerine koydu.


"Ev çok sıcak ve temiz. Buraya geleceğimizi anneanneme mi söyledin?"


"Söyledim. Konuşuruz bunları sonra. Hadi kapat gözlerini. Ben de doyasıya sevgilimi izleyeyim." dedi Hilal sevgiyle adamın saçlarını okşarken.


Kızın ela gözlerine bakan Burak minnetle gülümsedi.


"İyi ki hayatımdasın Mîladım."


"Mîladım." diye tekrarlayan Hilal hitabı çok severken gülümsemişti.


"Yine, yeni bir hitap mı bulduk?


"Ömrümün sonuna kadar her an sana yeni bir hitap bulacağım ve onca hitap bile seni anlatmaya yetmeyecek. Çünkü sen kelimelerle anlatılamayacak kadar özelsin Güzelim."


Alfa'sının sevginin en yoğun tonuyla bakan yeşil gözleri karşısında mutlulukla kanat çırpan Kelebek cevabını Burak'ın yeşil gözlerine kondurduğu birer öpücükle vermişti.


"Bir insanın diğer bir insanı gözlerinden öperek iyileştirebilmesi ne kadar da mucizevi değil mi?" diye fısıldayan Burak kızın saçlarının üzerindeki ellerinden birisini tutarak cenin pozisyonuna geçti.


"İyi geceler ve huzurlu uykular Alfa'm." diyen Hilal sessiz gözyaşları içinde dizlerinde yatan sevgilisinin uyumasını izlemeye başladı.


Şimdiki Zaman


"Konuşalım mı biraz?" diye sordu Sinan endişeli gözlerle arkadaşına bakarken.


Az önce kahvaltılık birkaç şey atıştıran ikili, çaylarını içiyorlardı.


Salih Ege, arkadaşına cevabını yalnızca başını iki yana sallayarak vermişti.


"Kardeşim aklındakileri paylaşsan da, yemesen kendini."


"N'olcak? Aklımdakileri söylesem ne olacak ki? Hiçbir şey değişmeyecek."


"Salih..."


"Lütfen! Abi lütfen. Aklımda onlarca şey var. Ne yapacağımı bilmiyorum. Lütfen. Yapma bana bunu..." diye mırıldanan adam çayını bırakarak ayağa kalktı.


"Ben çocuklarımın yanına gidiyorum. En azından camın arkasından da olsa görürüm onları."


"Çayını al bari. Bir şey de yemedin doğru dürüst... Hiç açma ağzını Salih! Seher teyzeye söylerim seni bak."


Salih, Sinan'ın şikayetçi bir çocuk gibi söylediği cümleye hiçbir tepki vermezken acı dolu elalarıyla masadaki çaya baktı.


"Çay içmek az da olsa kafanı topluyor biliyorum. Niye almamak için bu kadar ısrar ediyorsun?"


"Hilal, annesinin çaydan nefret ettiğini söylemişti biliyor musun? Çay sevgisinin babasından geldiğini. Aslında tam tersi. Çaya aşık o, çayı sevmeyen ben... -dim. Söylesene abi. Her şey nasıl böyle tepetaklak oldu? Nasıl? Ömrüm boyunca ben ona koşarken o benden kaçmış. Ve ben, haksız diyemiyorum bile."


Kafeteryaya bakınan Salih, sandalyesine geri oturdu ve berbat bir sesle devam etti.


"Yine de... Benim canım çok yanıyor. Canımı çok yakıyor. Söylediği şeyler de yakıyor ama en çok kahveleri. Ben o gözlerde nefreti görüyorum. Canımı yakan gördüğüm nefret değil. Sev-sevgi! Ne fark ettim biliyor musun? Ben yıllardır 'O mutlu!' diyerek huzur buluyormuşum. 'Başkasıyla da olsa mutlu, acı çekmiyor benim gibi.' Çekiyormuş! Ve şu an bu beni öldürüyor. Şu an keşke Kadir'e gerçekten de aşık olsaydı diyorum biliyor musun? Her şeyim olan o kadının başkasına aşık olmasını diliyorum. Çünkü... Çok yanmıştır canı, çok üzülmüştür, çok ağlamıştır, çok özlemiştir. Benim kadar çok. Bu beni kahrediyor. Dedi ya 'Beni öldürdün.' diye... Haklı! Öldürdüm onu."


Sinan konuşmak için ağzını açtı ama Salih'in gözünden düşen bir damla yaş ağzını kapatarak susmasına neden olmuştu.


Ne denirdi ki?


"Bu bir yönüm. Bir de diğer tarafım var. Kızgın, öfkeli, çok çok öfkeli hem de. Onun beni suçlamasını kaldıramayan taraf... O taraftan çok korkuyorum. Her şeyi bülbül gibi şakıyacak diye çok korkuyorum. Ağzımı bile açamıyorum o yüzden yoğun bakımın önünde. Melek beni her suçladığında, o tarafım öldürücü bakışlarıyla ortaya çıkıyor. Fırtına! Kıyamayan taraf ise Hâlim. Unuttuğum o masum, o naif taraf. Eğer yıllardır olan şey yaşanır ve Fırtına baskın çıkarsa... Daha kızımı görmeden kaybedebilirim ben Sinan. Olanları öğrendiğinde ne Melek, ne de annem beni kabul etmez çünkü. Bu yüz..."


"Yeter! Neyi neden yaptığını, neden mecbur kaldığını unutma!" diyen Sinan fısıldayarak devam etti.


"Hilal hayattaysa senin sayende. Kızını sen kurtardın Salih."


"Onu tehlikeye atan da zaten bendim ki Sinan. Benim yüzümden oldu. Benim yüzümden olacaktı. Ayrıca hiçbir gerçek ellerimdeki kanı değiştirmiyor. 'Ellerindeki kanla dokunma bana.' dedi. Bilmeden dedi bunu. Bilseydi ne yapardı sence?" diyen Ege bu konuşmaya daha fazla devam etmemek için ayağa kalktı.


Masanın üzerindeki çayı birkaç saniye duraksadıktan sonra alan adam, hızlı adımlarla yoğun bakıma doğru yürümeye başlamıştı.


Suçluluk duygusu yine her hücresini kaplamıştı. Bir an önce Berceste'sini görmezse delirecekti.


Bu düşünceler içindeki adam, adımlarını biraz daha hızlandırarak köşeyi döndü. Dönmesiyle bir bedene çarpması aynı anda olmuştu. Refleksle çay dolu elini kendine çekerek bir adım geriye giden asker, çayın karşısındakine değil de kendine dökülmesini sağlamıştı.


"Hiiiih. İyi misiniz? Be-ben çok özür dilerim." diyen Melek çarpıştığı kişiye bakmak için başını kaldırdı.


Gördüğü elalar, kahvelerindeki endişeyi arttırmıştı. Bakışlarını adamın göğsüne çeviren kadın korku dolu bir nefes aldı.


Beyaz gömlekteki leke tüm çayın, adamın üstüne bocalandığının göstergesiydi.


"Yandın! Ege çabuk çıkar şu gömleği. Su tutalım, hemşireye de söyleyelim ilaç falan versin."


Salih Ege, duyduğu isim yüzünden hareket dahi edemedi. Kadının hitabı ayrı, endişesi ayrı kalp ritmini hızlandırmıştı.


"Ne duruyorsun?" diye çıkışan Melek ne yaptığının bilincinde olmadan Salih'in gömleğinin düğmelerine yöneldi. Düğmeleri açarken bir yandan da öfkeyle söyleniyordu.


"Hayır anlamıyorum ne diye koşuyorsun? Madem koşuyorsun ve birine çarptın, sonrasında niye bardağı kendine çekiyorsun? Sen eskiden de böyleydin. Köyden birine bir şey olmasın diye kendini hep öne atardın sonra olan sana olurdu."


Ege, herhangi bir tepki veremeyecek kadar şok olmuş durumdaydı. Elindeki plastik bardak parmaklarının arasından kayıp yere düşerken sadece karşısındaki eski karısına baktı.


Allah aşkına Melek şu an ne yaptığının farkında mısın acaba?


Kadının parmaklarının dördüncü düğmeyi açarken durmasıyla birlikte Ege derin bir nefes aldı.


'Çok şükür kendine geldin.' diye düşünen adam, başını kaldıran kadının kocaman açılmış kahverengi gözleriyle kaşlarını çattı.


"B-bu-bu ne?"


Salih, kadının kızarmaya başlayan şok dolu kahvelerini gördüğünde korkuyla gömleğine baktı.


Boynundan sarkan zincirli yıldız, olanca parlaklığı ile gözler önündeydi.


Adam hüsranla gözlerini kapatıp açarken, Melek titreyen ellerini eski kocasının gömleğinin üzerinden çekmek şöyle dursun sıkıca kavramıştı. Tutmayan bacaklarının kendine ihanet edeceğini hisseden genç kadın, gözlerine yaşlar dolarken bedenini kontrol altına almaya çalıştı.


Bu nasıl hâlâ adamın boynunda olabilirdi? Nasıl?


"Se-sen attın bunu. Gözlerimin önünde bir hışımla koparıp attın. Bana onca acımasız sözü söyledikten hemen sonra fırlattın attın bu kolyeyi. Nasıl şu an burada olabilir?"


Ege, ne yapacağını bilemeyerek öylece susarken Melek yeni bir soru sordu.


"Neden hâlâ boynunda?"


Genç kadın karşılaştıkları andan beri ilk kez 'Neden?' diye sormuştu. Belki 'Neden gittin?' değildi bu soru ama yine de bir 'Neden?'di işte.


Salih Ege, iliklerine kadar korktuğunu hissetti. Tüm hücreleri korkunun esiri olurken yakalanmanın en ağırını yaşıyordu. Bu soruyu sormaya cesaret eden Melek 'Neden gittin? Neden bitirdin bizi?' diye de sorardı.


Ve adam o soruya asla cevap veremezdi.


Salih Ege sırf bu yüzden içindeki kötü Fırtına'yı ortaya çıkartarak gevşekçe güldü.


"İyi para vermiştim o yüzd..."


Adamın sözünü yarıda kesen şey, yanağına yediği tokat olmuştu. Beklediği bu tokat yüzünün sarılmasına neden olurken Ege ifadesiz gözlerle kadına baktı.


"Çıkart! Çıkartacaksın onu!" diye çıkıştı Melek, Ege'nin yakalarına yapışırken. Öfke tüm bedeninde yankılanırken alev alev yanan gözlerini karşısındaki adama dikmişti.


Salih Ege, elalarına yerleşen 'Asla'ya engel olamamıştı. Alfa'nın hiçbir operasyonda çıkarmadığı muskası misali, Fırtına da boynundaki Yıldız'ı asla çıkartmazdı. Yıldızını yalnızca cansız cesedinden alırlardı.


Sözü vardı çünkü.


Meleğine sözü vardı.


'Son nefesime kadar takacağım bunu Gül Kokulum.' diyerek söz vermişti evlendikleri gün.


Adamın inatçı bakışlarını gören Melek çıldırdığını hissetti. Kabullenemiyordu. KABULLENEMİYORDU!


'Madem gittin be adam, o zaman bunu neden takmaya devam ediyorsun?


Madem takmaya devam ediyorsun, neden geldiğinden beri susuyorsun?


Varsa bir açıklaman... Yapsana!


Sana sayarım söverim ama, ama bilirim. Neden yıllarımı sensiz geçirdiğimi bilirim. Ve belki bir gün... Affederim seni. Çok çok zor olur ama, affederim. O boynundakinin hatırına, elalarındaki bakışların hatırına, şu an elimin altında hissettiğim hızlı kalp atışlarının hatırına affederim.'


Düşünceleri ayrı çıldırtırken dişlerini sıkan Melek resmen tısladı.


"Çıkartacaksın! Şimdi!"


Dudaklarında istemsiz bir alaylı gülümseme beliren Ege, kadının gömleğinin üzerinde duran ellerine baktı.


"Ellerinizi üzerimden çeker misiniz Melek Hanım?"


Gördüğü alaylı gülümseme ve alaycı ses sinirlerini oynatırken Melek sinirle güldü.


"Çıkartmıyor musun? İyi o zaman ben..." diyerek adamın kolyesini koparmak için atılan kadın, Salih Ege Aslan engeli ile karşılaşmıştı.


Eski karısının boynuna yönelen sağ eli bileğinden tutarak durduran adam, alev alev yanan kahvelerle göz göze geldiğinde nefesinin kesildiğini hissetti.


Aynı etkileşimi hisseden Melek, bundan kaçınmak için sol elini de öfkeyle adamın boynuna yönelttiğinde "Sakın!" diye tısladı Salih Ege.


Kendisine, kendisinden geriye kalan tek şey bu yıldızken kimsenin onu koparmasına izin vermeyecekti. Bu kişi, kolyenin sahibi olan kadın bile olsa.


Melek'in sol bileğini tutarak yanlarındaki duvara doğru çeviren adam bir hamle daha yapamasın diye kadını duvar ve bedeni arasına hapsetmişti, 


Ellerini adamın göğsünün üzerinde bulan Melek bedenini kendine yaslayan adamla afallarken, dibindeki elalar öfkeli bir şekilde konuştu.


"Haddin olmayan şeylere karışmaya kalkma!"


"Benim mi haddim yok?" diye sordu Melek inanamaz bir sesle. Sonrasında kahve gözlerine yerleşen inatla devam etti.


"O kolye üzerinde benden daha fazla hakkı olan kimse yok. Çıkartacaksın diyorsam çıkartacaksın!"


"Yanlış Melek Gökmen. Bu kolye üzerinde benden daha fazla hakkı olan kimse yok. En başında ben almıştım zaten. Susuyorum diye başıma çıkmaya kalkıyorsun. Yapma!"


Salih Ege'nin cümlesini duyan Melek, içindeki öfkenin yerle yeksan olup yerini acının aldığını hissederken istemsizce fısıldadı.


"Neden susuyorsun? Ben sana ne zaman sus dedim?"


Soruyu duyan Ege usulca yutkundu. Kadının fazla dibinde durduğunu ancak idrak edebilmişti.


"Benim senin komutlarına göre hareket etme zorunluluğum mu var Melek? İstediğimi yapamaz mıyım?" diye soran adamın elaları bambaşka şeyler söylüyordu. Çekemiyordu gözlerini o dipsiz kahvelerden. Kadını ne bırakabiliyordu, ne de gözlerini ondan alabiliyordu. Kalmıştı öylece sevdiğine bakakalarak.


Adamın gözlerinde gördüğü delicesine özlem ve yoğun sevgi karşısında Melek titrek bir nefes aldı.


"Bak bunları duyuyorum işte." diye fısıldarken aklında geçen gün 'Yaşadıklarını bilmediğin birinin gözleriyle konuştuklarını duyamazsın.' diye düşündüğü an vardı. Bu sefer o elalar çalıştığı yerden gelmişti.


Bildiği, çok iyi bildiği yerden...


Salih Ege 'Neleri?' diye sormak yerine bakışlarını kaçırdı. Cevabını bildiği soruyu sormayı gereksiz bulmuştu adam.


"Bana neden asker olduğunu söylemedin?"


Soruyu duyan Ege, büyük bir yenilgiyle gözlerini kapattı. Bu soruyu bir gün bekliyordu ama karşılaşalı yalnızca 3 gün olmuşken değil. Başı hâlâ önünde olan adam, yeni bir suskunlukla soruyu cevaplamayı reddetmişti.


"Bana bir açıklamayı bile çok gördüğünü düşünüyorum 3 gündür. Yaşadıklarımıza rağmen bir açıklamayı gereksiz gören, pisliğin teki olduğunu söyleyerek kandırıyorum kendimi. Şimdi ne düşünmem gerekiyor peki? O boynundakini gördükten sonra ne düşünmem gerekiyor?"


"Hiçbir şey..." diye mırıldandı Ege.


Bunun üzerine acıyla gülen Melek, gözünden düşen yaşı hissettiğinde buna sebep olduğu için adama öfkelenemedi bile.


"Ben sana ne yaptım? Ben sana ne yaptım da bana bunları yaşattın? Yıllar sonra hortlayıp geldin şimdi de karşıma geçmiş alayla konuşuyorsun. Sıfır açıklama yapıyorsun ve ben bundan gerçekten çok yoruldum."


Bir anda duraksayan kadın, gözlerini kendisine bakmayan adama dikti.


"Bana bak!"


Salih Ege, bu isteğe/emre uymadı. Kadının burnunun dibindeki gözlerine bakması sözsüz methiyeler düzmesine neden oluyordu. Ve bu kesinlikle olmaması gereken bir şeydi.


"Bana bak Ege!"


Melek'in hitabını duyan Ege, isyan dolu inlemesini zorlukla bastırarak elalarını kadının kahveleriyle birleştirdi. Elalar ayan beyan sevgisini, özlemini, acısını haykırıyordu. Hasretiyle yandığı kadın bu denli yakınındayken, hissettiklerini saklayamamıştı adam.


"Bana böyle bakma." diye fısıldadı Melek acıyla.


Adamın geçmişe nazaran büyümüş elalarında, geçmiştekinden de büyük bir sevda duruyordu. Gözlerine yaşlar dolarken kısık bir sesle devam etti kadın.


"Susuyorsun madem... Bana böyle bakma. Bana bakamazsın, dokunamazsın, yapmıyorsun zaten ama konuşamazsın da. Ben o iki günde tavladığın, canın yandığında canı yanan, ne yaparsan yap sineye çeken o küçük kız değilim artık. İstediğin zaman beni izleyemezsin. Bana tek bir kelime bile açıklamazken gözlerini dikerek öylece bakamazsın. Bana bunu yapmaya hakkın yok. Kızımın canının derdine düştüğümden dolayı acizleşen bu halimi kullanma. Yeter! Başka şartlar altında karşılaşsaydık anandan emdiğin sütü burnundan getirirdim senin. Bu durumdaki şu halimden faydalanıp, kızımı bahane ederek kendinde herhangi bir şeyin hakkını bulamazsın. Bana böyle bakamazsın!"


Gözlerini adamın elalarında gezdiren Melek, yere düşen ikinci damlayı hissetti. Salih Ege'nin elaları o bir damla yaşla birlikte acıya bürünmüştü.


Kadın 'Gözyaşların canımı yakıyor.' diyen o genç adamı hatırladı. Aynı bu şekilde kendisine bakıyordu o adam da.


Melek, karşısındaki adamın mükemmel bir oyuncu olup rol yapıyor olmasını diledi ama bazı şeylerin rol olamayacağının farkındaydı.


Hissettiği hızlı kalp atışları gibi şeylerin mesela...


Bakışlarını adamın boynunda duran yıldıza çeviren kadın, titrek bir nefes alarak fısıldadı.


"Bırak beni."


Kadının herhangi bir atakta bulunmayacağından emin olan Salih Ege, tututuğu bilekleri bıraktı ama Meleğinden uzaklaşmak için herhangi bir hamlede bulunmadı.


Melek acıya ve hüzne boğulmuş gözlerini, kendisinden uzaklaşmayan adamın ela gözlerine çevirdi ve keskin bir şekilde konuştu.


"Bırak beni dedim."


Ege, bir adım geriye gitti. Ama yalnızca bir adım. Fazlasını yapamadı.


Bu yakınlık, ikiliyi birbirlerinin şahsi sınırları içerisinden çıkartmamıştı.


"Anlamıyorum... Nerede bana onca hakareti sayan, beni kadınlığımdan vuracak kadar p*çleşen o adam? Senin şu an o boynundakini de çıkartıp 'Al bıraktım.' demen gerekmiyor muydu? Neden yalnızca bir adım geriye gitmekle yetiniyorsun?"


Salih Ege'nin yine, yeni ve yeniden sessiz kalması üzerine yumruklarını sıkan Melek öfkeli bir nefes aldı.


"Kızım uyandığında bana senin için 'Anne ben onu seviyorum, o iyi biri. Bir uzlaşmaya çalışsan.' diyecek. Bak ben insan gibi sordum. İlk ve sondu! Ve sen sessiz kalmayı seçtin. Bundan sonra benim ağzımdan bir daha 'Neden?' sorusunu duyamayacaksın Salih Aslan. Hilal hariç hiçbir konuda sana doğru bir bakış bile atmayacağım. Bu hastaneden çıktıktan sonra da yine Hilal hariç hiçbir şekilde aramızda bir iletişim olmayacak. Ben; bana saydığın onca iğrençliği, bana yaptıklarını yok saydım ve sana sordum... Ama sen cevaplamadın. Benim bu yaştan sonra böyle bir muameleyi kaldıracak mecalim yok. Sana karşı hissettiğim delicesine öfkeyi kızım için bir süre dizginlemeye çalışacağım. Bu süreçte sakın ola sırf gözlerimle karşılaşmak için beni kışkırtmaya kalkma. Yemin olsun seni yakarım! Elimde, canını çok güzel acıtacak mükemmel malzemeler var. Kızının 24 yılından tut, o boynundakinin sahibinin başka bir adamla yaşadığı ilişkiye kadar..."


Son söylenenle birlikte Salih Ege istemsizce dişlerini sıkarak kadına bir bakış attı. Onun bakışlarını gören Melek hüzünle güldü.


"Dedim sana seni yakarım diye... Çek artık gözlerini üstümden. Yıllarımı; yokluğunda bilinmezlik içinde geçirdim, geldin yine aynı bilinmezlik içindeyim. Bana 3 günde çok büyük bir şey öğrettin. Varlığın ve yokluğun arasında pek de bir fark yokmuş. Bu yüzden... Az beni bir sal daa!"


Kadının kızarmış gözlerine bakan Ege, başını hafifçe aşağı yukarı salladı. Melek'in sonuna kadar haklı olduğunun farkındaydı. Dili susacaksa, gözleri de susmalıydı. Artık ona bakmayı bırakması gerekiyordu.


Nasıl olacaksa artık?


Salih Ege bir adım daha geri giderken onun kıskacından kurtulan Melek, başka bir şey söylemeden yürümeye başladı. Genç kadın birkaç adım atmıştı ki aklındaki şeyle istemsizce duraksadı ve arkasını dönmeden şu cümleleri kurdu.


"Çay dökülen yer için bir krem al. İz kalmasın."


Cümleyi duyan Ege'nin dudaklarında acı dolu bir alay belirdi. Sevdiği kadının arkasından bakarken sol gözünden bir damla yaş usul usul süzülmüştü.


İçi cayır cayır yanarken gözden kaybolan kadınla birlikte boş koridorda tek kalan adam zorlukla duvara yaslandı ve kendi kendine fısıldadı.


"Kaynarlığını kaybetmiş bir çay için ortalığı birbirine katan sen, yıllarca kendime neler yaptığımı bilsen ne yapardın acaba? İz kalmasın mı? Bedenimdeki izlerin yanında bunun izi ne ki? Gördüğün şeyin bir an bedenimdeki herhangi bir iz olduğunu zannettim biliyor musun? Aklım çıktı. 'Bu yıldızı görmen bile o izlerin herhangi birini görmenden daha iyi.' desem durumun ciddiyetini anlatabilir miyim Gül Kokulum? Susuyorum diye kızıyorsun/kırılıyorsın ama asıl konuşursam biteriz biz. Elimdeki kanları, yaşananları öğrenmemen için her şeyi yaparım. Her şeyi... Bu da sana Salih Ege Aslan sözü olsun."


🌙


Evveeet. Bölüm nasıldı?


Beklentilerinizi karşıladı mı? 🙈


Ağladınız mı? 😅


Ağladınız mı diye soran nadir yazarlardanım sanırım asdadadss


Hilal-Burak sahnelerinde ne denli hüzünlü ve tatlı bir mutluluk hissettiysem Ege-Melek sahnesinde de bir o kadar acı ve yakıcı bir ateş hissettim.


Bir dahaki bölüm yine Ege-Melek var.


Hadi bir de spoi vereyim. Burak uyanıyor 😍😁


Yüzleşmekten kaçacak elbette ama Emre bırakır mı yüzleşmeden?


Nasıl bir yüzleşme olur sizce?


Aklımda bir sahne var yazarken ne olur göreceğiz ama Emre bu. Biliyorsunuz karakterini. Öyle hır gür bağırış çağırış beklemeyin 😉


Hadi ben kaçar.


Allah'a emanet olun 🌼💙


Sizi sevdiğimi söylememe gerek yok zaten (Bunu yazmayınca eksik hissediyorum artık asdadadss)


B.K.S.


13.500


Loading...
0%