@yazar_papatya
|
Dicle olmadan geçirdiğim her an bana bir ölüm gibiydi. Onu uzaktan izlemek. Ona görünmemek. Onun o dalgın bakışlarını görmek çok can yakıyordu. Gözlerinden akan her bir damla yaşta bende düşüyordum sanki. Uzaktan uzağa; Civanla gecenin kör saatinde masaya tüm dertlerimizi yatırmış gibi içtik o gece ben Dicleye, Civan ise Diclenin kuzeni İlkay'a içtik. İlk görüşte aşık olmuştu fakat konuşma şansları hiç olmamıştı o hengamenin içinde. Civan utangaç ve çekingendi, hisleri açıklayacak kadar cesarete sahip değildi. Bardağımdan bir yudum beyaz rakı alarak gitarı elime alıp parmaklarımı tellerine dokundurmaya başladım. Parmaklarım tellerde gezerken, Diclenin telefonumda duran fotoğraflarını açıp sanki o an karşımdaymış gibi başladım söylemeye; "Uçurum uçurum gözlerine baktığım sensin. Prangalarca boynuma taktığım sensin. Dağ gölleri gibi gibi hasret çektiğim, her gece uyku diye yattığım sensin." Bu şarkı benle Dicleyi anlatır gibiydi. Bu şarkı dilimden değil, yüreğimden dökülüyordu. "Yanarım, yanarım. Tutuşur yanarım. Kavurur ateşim, seni de, beni de, belalım. " Yeşil rengi çok severdi Dicle. Bir keresinde bana; "Üniformanı bilmem ama gözlerinin rengi diye saklıyorum bana aldığın o çantayı. Yeşili bu yüzden seviyorum belki de. Senin gözlerini göremedikçe baktigim her yerde seni görebilmek için..." Demişti. O seviyor diye bende sevmeye başlamıştım hem yeşili hem de mavi olan herşeyi. Karanlığımdan çekip çıkarandı beni Dicle. "Yanarım, yanarım. Tutuşur yanarım. Kavurur ateşim, seni de, beni de, belalım. Ah belalım!" Gitarın tellerine dokundukça şarkı Dicle olup akıyordu yüreğimden. Ne güzel, ne masumdu öyle. Ona öfkeli olmama rağmen onu sevmekten alıkoyamıyordum kendimi. Dicleden; Eymir Gölü’ndeki olayların ardından yaşadığım karmaşadan kurtulmaya çalışırken, içinmdeki korku ve özlem duyguları giderek derinleşiyordu. Fırat’ın gözlerimin önünde belirmesi, bana hem umut hem de acı vermişti. Onunla geçirdiğim anılar, kalbimde yaralar açmıştı. Günlüğüme sadece Fırat'ı anlatmakla, yazmakla yetiniyordum. Diclenin saklı sayfaları "Dakikalar, saatler, günler haftalar ve aylar geçti. Ama zaman benim için çoktan durmuş gibi sensiz... Senden gelen her mesajı okudum defalarca olmadı, olduramadım. "Gel" yazmak istedim, "Gel çok özledim. Olmuyor, sensiz yapamıyorum ben, gel." yazamadım. Yine ağlaya ağlaya ıslattım yastığımı, uyuyamadım olduğu gibi, dönüp durdum yatağımda... Çocukluğumun, gençliğimin gençtiği o ev ve şehir yabancılaştı bana. Orayı terk edersem seni de orada bırakırım sandım ben Fırat. Seni kendimle birlikte buraya kadar getireceğimi akıl dahi edemedim. Senin olmadığın her yer yabancı geliyor şimdi bana. Koklamalara doyamadığım o kokunu vanilya, karanfil, lavanta ve kahvede arıyorum şimdi. Bunların kokusunu aldığımda seni düşündüm beraberinde. Kokunun nasıl olduğunu unuttuğumdan mı bilmiyorum ama unuttuğum, bilemediğim için, ağladım, ağladım her defasında... Bilemedikçe ağlıyorum ben işte. Hani Gülşen diyor ya; ' Bir anlık bir telaşa, hakkım da değilsin üstelik. Kalbinde kanıyor aykırı bir aşk. Bir taraf seç o ben olayım.Tenimi kokuna, dokuna, günahına bulayıp yarım bıraktın. Ya kuşan zırhını ya soyun gel. İnadına yenilip, kalmasın aklım." Seni ben yarım bıraktım evet. Ama mecburdum, mecburluğumun yanında çaresiz kalmıştım. Fırat, ben kendi kendime; "Böyle mi olacak her zaman Dicle? Onun kokusunu aramaya çalışcaksın ve bulduğunda da unutacak mısın tekrar ama onu anımsamadığın herşey için deli de olacaksın." Derken kaç defa öldüm saymadım. Seni böylesine severken ve böylesine düşünürken ben duramıyorum, içerde duramıyorum nefes almaya ihtiyacım var sanki. Ama ben sensiz nasıl nefes alınır bilmiyorum bile... Karanlık evde ezbere bildiğim adımlarla yürüdüm, kapının yönünü bulmaya çalışıyor ama bulmakta zorlanıyorum.. Çünkü aklımı seni düşünmekten ve yüreğimi seni sevmekten alı koyamıyorum. Kalbinin güvercini senden ibaret ve sen bunu görmüyor, duymuyor, bilmiyorsun ve sanıyorum ki artık hiç bilmeyeceksin de... Ben yazmaya dalmışken telefomun titreşim sesiyle telefona yöneldim. Telefonu elime aldığımda mesaj gelmişti. Bu mesaj Fırat’tandı. Fırat; "Özledim." Bu tek kelime, içimdeki duyguları kabartmıştı. Fırat’ın beni düşündüğünü bilmek, bana güç vermişti. Ama aynı zamanda içimde ki korkuyla da yüzleşiyordum. Hemen cevap yazmak istedim ama parmaklarım klavyeye basadı. Ne yazacağımı bilemiyordum. Bir süre düşündükten sonra, parmaklarım ekrana dokundu: "Ben de özledim... Ama o mesajı gönderemedim. Parmaklarım gönder kelimesine gitmedi, gidemedi. Sonra bir tane daha mesaj geldi. Mesajı açmaya korkmuştum, korkuyordum. Ne yazmış olabilirdi ki cevap vermediğim için mesaj attığını sandım ama değildi. Fırat: "Yarın sizin sokağın aşağısında ki kafede saat 2 de seni hekliyor olacağım konuşmamız gereken konular var." Cevap vermedim. Ama gitmek istiyordum. Ona gitmek istiyordum. Mert'in anlattıklarına inanmıyordum. Kalbim inanmama müsade etmiyordu. Fırat Figeni yüzüstü bırakmazdı onu tanıyordum fakat aklım benimle oyunlar oynuyordu. Demiştim ya akıl tereddütte bırakırdı, haindi... Öyleydi gerçekten. "Nasıl bir acıydı ki kalbimin üzerine, tamda şuan da uğrayan." Onu özlemekten geberirken ona gidemiyordum. İnsan kavuşamadığı birini de özlerdi, özlenirdi.. Acım o'ydu, sevdam o, umudum o Umutsuzluğum dahi yine o'ydu... Aklına hiç geliyor muydum , bilmeden ama ben tüm benliğimle onu tutuyordum. Hem aklımda ve söz geçmeyen kalbimde. Lavantalar ekmiştim saksılara onlara Fırat' ı, bir Fırat' ı anlatıyordum. Ben kimselere anlatamıyordum ya onu ama lavantalar dinliyordu beni, biliyorlardı onu ne çok sevdiğimi... O bilmese de kuşlar biliyordu, gökyüzü biliyor, ağaçlar bile biliyordu. Ben gördüğüm her dilsize Fırat' ı anlatıyordum. Biliyor musunuz? Başkasını severse diye ödüm kopuyordu benim? Böylesine güzel seven bir adam benden başkasını severse diye olmayan o kadını bile kıskanıyordum. Bana sarıldığı gibi sarıldığını, saçlarını kokladığını, öptüğünü.... Sonra hiçbir suçu yokken lavantalar da küsüyordum, kendime de... Gözlerimin önüne gelip duran ona engel olamıyordum ama bir ona kızamıyordum. "Birgün yine sever misin beni Fırat? Diye fotoğraflarına sorarken. 'Ne olur sevsin. Bir Fırat sevsin beni.' diye dua ediyordum her gece. Yüreğimde ki bütün kuşları susturmuştum onlarda anlamıştı onun benden gittiğini. Benim ise çaresizce uzaktan, içimden onu seveceğimi. Hep onu, bir onu... O gece içimde biriken duygularla baş etmeye çalışarak yatağımda dönüp durmuştum. Fırat’ın mesajı, kalbmin derinliklerinde bir umut ışığı yakarken aynı zamanda içimdeki korkuyu da kabartmıştı. "Yarın saat 2'de seni kafede bekliyor olacağım," demişti Fırat. Bu buluşmanın ne anlama geleceğini düşünmekten kendini alamıyordum. Sabaha kadar uyuyamamıştım. Zihnimde Fırat’ın yüzü, gülüşü ve kokusu dönüp duruyordu. Kendi kendime; "Gidecek misin? Onunla yüzleşebilecek misin?" diye sorduruyordu... Kalbim, gitmek için çarpıyordu ama aklım bana engel olmaya çalışıyordu. "Ya hayal kırıklığına uğrarsan Dicle ? Ya onunla karşılaşmak seni daha da kötü hissettirirse?" düşüncelerim içimde feryat figan yankılanıyordu.Gün doğarken, içimdeki karmaşa daha da derinleşmişti Gözlerim yorgun ama kararlıydı. Nihayetinde, kendime söz vermiştim. "Gitmelisin. Kendini onunla yüzleştirmeden bu duygularla baş edemezsin." Diye ikna etmiştim. Saat sekize gelirken odamdan çıkmıştım halam kahvaltıyı hazırlıyordu o sırada. Mutfakta ki hafif takırtı sesleri çok azdı ama biliyordum ben. Halamın yanına mutfağa geçtigimde halam geldiğimi fark etmişti. -"Uyandırdım mi seni kızım?" Diye sorup devam etti konuşmasına; " Sessiz olmaya çalışmıştım sizi uyandırmamak için ama ses gelmiş demek ki." Dedi yüzünü özür diler gibi buluşturarak. -"Hayır, hayır hala ben erken uyandım. Dışarıda işlerim var. Üniversiteye gitmem gerek, bazı notları almam gerek arkadaşımdan. Dedim yüzünde ki özür dileme ifadesini silmek için sarılarak. -"Ee bari kahvaltını yap öyle çık kızım." Dedi sarılmama karşılık sarılarak bana. -"Olur halacım." Dedim. Fakat iştahım hiç yoktu. Uykusuz gözlerim, bedenimi yorgun düşürmüştü. Masaya ben ve halamdan başka oturan olmadı. Kızlar kahvaltı yapmadan çıkmışlardı yine hergün olduğu gibi. Halam çayını yudumlarken, ben önümde ki tabakta çatalla peyniri didikliyordum. Yiyemiyordum, içemiyordum. Aklım ve ruhum Fırattan ibaretti sadece. Halam bu durumu fark etmiş olmalıydı ki hafif öksürerek; -"Yesene kızım. Tabağın olduğu gibi duruyor." Dedi. -"Hala aç degilim açıkçası, canım istemiyor." Dediğimde anlamış gibi bana; -"Birşey mi var Dicle? Bir sorun mu var?" Diye sordu hemen. -"Hayır, birşey yok merak etme hala." Diyerek ondan müsade istedim ve çıktım evden. Hiç bir yere uğramadan üniversitesiteye gittim. Arkadaşlardan notları alıp fotokopiden geçirip eve dönmüştüm. Eve döndüğümde halam yoktu evde. Saat onikiyi geçiyordu. Saat 1:30 olduğunda, aynanın karşısına geçtim. Açtığım saçlarımı toplayıp hafif bir makyaj yapmıştım ve en sevdiğim yeşil renk elbiseyi giymiştim. O elbisem Fırat’ın üzerimde ilk kez gördüğü o anı hatırlatıyordu bana. Kalbimde bir heyecan varken bu heyecan aynı zamanda korkuylada karışmıştı. Kapıdan çıkmadan önce derin bir nefes almış. "Bunu yapabilirsin," diye fısıldamıştım kendime. Kafeye doğru yürürken her adımım bana Fırat’ı haykırıyordu. İçimdeki özlem ve korku birbiriyle derin bir dansa kalkmıştı. Kafeye vardığımda,hızlı hızlı atan kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. İçeri girdiğimde Fırat’ı hemen görmüştüm. Arkası dönük olmasına rağmen orada oturan adamın Fırat olduğunu bilmiştim. Nasıl bilmezdim ki onu. Her bir adımımda içimde ki yangınlar harlaşıyordu... Hiç durmadan, duraksamadan dinmek nedir bilmeden kor olup ciğerlerimi parçalıyordu.Bir an duraksamış olduğum yerde beklemiştim. Oturduğu yerden bana yüzünü döndüğünde soğuk ve hüzün dolu bakışlarının altında derin bir acıyla bakıyordu bana."Tüm olanlara rağmen senin için direniyor oluşum, tüm bunlar olurken benim hâlâ seni bekliyor oluşum sana olan sevgimden." Der gibiydi. O bakışları için rahat bırakmıyordu kalbim beni. Adımlarım ona yönelecek gibi olurken hangi hisle, buna ne sebep oluyordu bilmeden ona koşup sarılasım gelmişti. Hiç konuşmadan, sadece gözlerine bakarak anlasın istiyordum beni, sadece anlasaydı... Ne söze gerek kalsaydı ne de başka birşeye. Bir o olsun istiyordum yanımda. Baktığım o olsun, dokunduğum o. Biliyor musunuz hep unutmaktan korktuğum o kokusu karışıyordu havaya. İçime çektiğim her nefeste doluyordu ciğerlerime. Ben unutmaktan korktuğum kokusunu soluyor, içime onu çekiyordum sanki. Dayanamıyordum, kokusu burnuma geldikçe yığılıp kalacakmış gibi hissetmiştim. "Dayanamamak" sadece bir sözcüktü. Ne başka bir şeyle ifade edilebilirdi ne de hissettiklerim bu basit sözcüğe sığdırılabilirdi aslında. Çok daha kötü, çok daha beterdi... İçimde ki o şey ne bacaklarımda bedenimi taşıyabilecek güç bırakıyordu. Ne de kollarımda onu sarıp sarmalayacak derman. Tüm olmazlara inat, ona gitmek isterken. Yine o olmaz yolumu kesiyordu durduruyordu beni. "Dur" diyordu kalbim. "Bu dünyada sevdiğin o ama kavuşacağın o değil. Onun gözleri başkasını görecek, kalbi başkasını duyacak." " Bakma, bakama... Sevme, seveme." Diyordu. " Onun canı için sevdanı kurban et, sevgini feda et..." İşte tüm bunlar ciğerlerimi parçalarcasına yakıp kavuruyordu ve o bunların hepsinden habersizken oluyordu. Masada oturmuş hiç kalkmamıştı yerinden, beni bekliyordu.Cesaretimi toplayıp yanına doğru yürümüştüm. Sandalyeyi kendim çekip oturdum karşısında. Etrafımızda ki diğer masalar hemen hemen boştu. Fırat bana ne söyleyecekti merak ediyordum. Oturduğumda ikimizde de bir süre sessiz kalmıştık. Fırat’ın gözleri gözlerime kilitlenirken, ben gözlerimi onun gözlerinden kaçırmak için çabalıyordum. Her şey sanki durmuş gibiydi, mesajda yazdığı kelimeyi tekrar etmişti; -"Özledim," dedi Fırat yine. |
0% |