@yazarcerenoktay
|
06.11.2024, 14:28 Kurtarıcı Serisi'nin devam kitabı olan Desdanje'nin üçüncü bölümüne hoşgeldiniz. Keyifli okumalar dilerim. Okumaya başladığınız tarihi ve saati buraya yazın lütfen. Yorumlarınızı satır aralarına yazmayı ihmal etmeyin. Instagram hesabım : yazarcerenoktay Hepinizin takiplerini, videolarıma beğeni, kaydet, yorum ve anket desteklerini bekliyorum. :)
BİRKAÇ GÜN ÖNCESİ (KISIM 3)
Gün ışığının odaya vurmasıyla gözlerini yavaşça açtı. Kollarını kaldırıp gerindi. Kendisini fazlasıyla dinç hissediyordu.
Yatakta oturup boynunu esnettikten sonra ‘Acaba Jenny nasıl oldu? Kendine geldi mi?’ diye düşündü. Ayaklarını yataktan sarkıtıp terlikleri tekrardan giydi. Banyo olduğunu düşündüğü kapıya doğru yürümeye başladı.
Kapı koluna bastırıp kapıyı geriye doğru ittikten sonra tahmininde yanılmadığını görmek rahatlamasına sebep oldu. Üzerindeki kıyafetleri çıkarıp ihtiyacını giderdikten sonra hızla duş aldı. İhtiyacı olan her şeye sahip olduğundan dolayı hem vücudunu temizleyebilmiş hem de saçlarını şampuanlayıp mis gibi kokmasına sebep olmuştu.
Duştan çıktıktan sonra vücudunu güzelce kurulayıp havluyu beline sardı. İçeride birisi olması ihtimaline karşı böyle hareket etmek mantıklıydı. Kimseyi rahatsız etmek istemezdi.
Banyodan dışarı çıktıktan sonra odada kimse olmadığını gördü. Üzerini yeniden giyinmek için beline sardığı havluyu sıyırıp çıkardı. Yatağın üzerine bıraktıktan sonra yeniden kıyafetlerini giydi.
Üzerindeki kıyafetinin büyük çoğunluğu beyaz renkteydi. Kol kısımları ve etek kısmının uç tarafı dalga dalgaydı. Pek çok yerinde değerli taşlar bulunuyordu. Altın işlemeleri göz kamaştırıcı bir şekilde görünüyordu.
Beline taktığı kemerde bulunan değerli taşlar, gücü simgeliyordu. Kıyafetin omuzlarından göğüs kısmına kadar inen desenli kumaş parçası, boynunun yaka kısmının altında da bulunuyordu. Bu iki parçanın arasında kalan bölümde iki yana açılmış beyaz kanatlar vardı. Kanatların arasında bulunan çembere işlenmiş bir sembol bulunuyordu. Bu sembol Lee’nin ailesini temsil etmekteydi. Çocukluğunda taktığı kolyedeki sembolün aynısıydı. Ayağındaki ayakkabıda da altın işlemeler ve değerli taşlar vardı. Ayakkabının parmak ucu kısmında açıklık olduğundan parmakları görünüyordu.
Hazır olduğunu anlayınca tekrardan yatağa döndü. Yatağın üzerine bıraktığı havluyu aldı, banyoya astı. Banyodan çıktıktan sonra odadan çıkmak üzere yürümeye başladı. O sırada kapının tıklatıldığını duydu. “Girebilirsiniz.” dedi.
Kapı yavaşça açıldığında karşısına çıkan adam “Kahvaltı hazır efendim. Sizi bekliyorlar.” dedi.
Lee, kahvaltıya davet edilmesinin çok ince olduğunu düşündü. “Teşekkür ederim. Geliyorum” dedi ve adamı takip etmeye başladı.
Kahvaltı yapacakları odaya vardıklarında odanın tasarımı gözlerini kamaştırdı. Yemekler iştah açıcı görünüyordu. Karnının guruldama sesini duyduğunda yanaklarının kızardığını hissetti. Rezil olduğuna dair olan düşünce kendisini kötü hissetmesini sağladı.
“Yüce Mearli, tekrardan hoş geldiniz.”
Lee, kendisini karşılayan kadının böyle demesi karşısında tekrardan şaşırdı. Daha önce de kendisine böyle denmişti. Neden böyle dendiğini anlamıyordu.
“Bana neden Yüce Mearli diyorsunuz?” diye sordu. “Benim adım Lee. Bana böyle dediğiniz zaman kendimi bir garip hissediyorum.” Cümlesini bitirmesinin ardından huzursuzca kıpırdandı.
“Gerçekten hatırlamıyor musunuz?” diye sordu kadın. Şaşırmıştı. “Siz Yüce Mearli’siniz. Bay ve Bayan İthaki’nin oğlusunuz. Size bu yüzden Yüce Mearli diyoruz. Sizin adınız Mearli. Yüceliğiniz anne ve babanızdan geliyor.”
Lee, gece gördüğü görüntüleri hatırladı anne ve babasından söz edilince. Demek ki değerliydiler. Peki, bu kadar değerlilerse neden başlarına bu olay gelmişti? Zehirlenmiş gibi bir halleri vardı.
“Bir şey sormak istiyorum size.” dediğinde kendisini odasına kadar götüren kadın karşısına çıktı. Kadının peşinde onun gibi giyinen iki kadın daha vardı. Birkaç saniye sonra peşlerinden gelen birkaç kişi daha göründü.
“Davetimi kırmayıp bize eşlik etmek istediğiniz için teşekkür ederim. Sizinle kahvaltı edebilecek olmak bizim için onurdur.”
Başını öne eğip ellerini karnının üstünde birleştiren, birkaç saniye önce Lee ile konuşan kadın kendisini geri çekti. Geçebilmeleri için yol açtı.
Hepsi sandalyelerden birine oturduğunda Lee ile konuşan kadın, sol tarafında bulunan boştaki sandalyeyi işaret etti. “Lütfen oturun Bay Lee.”
Lee, üzerindeki şaşkınlığı yok ettikten sonra ağır adımlarla yürüdü ve saygılı bir şekilde kendisi için ayrılan sandalyeye oturdu. Bakışları kadınla yeniden buluştuğunda gülümsediğini gördü.
Bulundukları odada diğer odalardaki gibi pek çok sütun vardı. Pencerelerin taban kısmı, sağ ve sol tarafı düz bir şekilde uzanırken üst kısmı oval şeklindeydi. Odada aydınlık olmasını sağlamak adına birkaç tane pencere bulunuyordu. Zemin siyah damarlı mermerle döşenmişti. Masanın uzun ayakları altın varaklıydı. Masanın üzerindeki kırmızı örtünün dört bir yanında altın renginde püsküller vardı. Püsküllerin üst tarafında örtünün hemen bitimindeki kısımda altın güpürler göze çarpıyordu.
On bir kişinin oturduğu masanın üstünde servis tabakları, çatallar, bıçaklar ve kadehler vardı. Herkesin oturmasıyla masada yemeleri için hazırlanan kahvaltılıklar belirdi. Kadehlerin içi, hepsinin damak zevkine göre hazırlanan içeceklerle doldu.
Lee, çekingen bir tavırla masaya bakmaya devam ederken sandalyesinde belli belirsiz kıpırdadı. Sırtını yasladığı kırmızı renkteki yaslanma minderinin fazlasıyla rahat olduğunu düşündü. Kendisinden önce kahvaltıya başlandığını gördüğünde eline çatalı aldı. Yine çekingen bir tavırla tabağına yiyecekleri doldururken üzerindeki gerginliği yok edebilmek için “Jenny nasıl?” diye sordu. “Durumunda bir değişiklik oldu mu?”
Kadın tabağındaki ezine peynirden bir parça alırken “Maalesef herhangi bir değişiklik yok.” dedi. “Buna rağmen umutluyum. Bilincinin kısa sürede açılacağını düşünüyorum. Buraya gelip bilinci yerine gelmeyen hiç kimse olmadı.” dedi.
Lee, Jenny’nin bilincinin açılmadığını öğrenince iştahının kapandığını hissetti. “İzninizle.” dedikten sonra masadan kalktı. Arkasına bakmadan yürüdü, dışarı çıktı. Binanın içinde bir süre yürüdüğünde kahkaha seslerinin yükseldiğini duydu. Kadınlar ve erkekler belli ki bir aradaydı. Bazıları çalan müziğe eşlik ediyordu. Hepsi oldukça çok neşeliydi.
Belki kafam dağılır diye düşünüp adımlarını seslerin yükseldiği salona çevirdi. Varması uzun sürmedi. Bahçeyi andıran bir alandı burası. Çevrede çeşit çeşit çiçek ve ağaçlar vardı. Kadınlar ve erkekler oval masaların çevresinde oturmuş hem içkilerini yudumluyor hem de yemek yiyorlardı.
Birkaçının kadeh tokuşturduğunu duydu. İçlerinden bir tanesi coşkuyla “Şerefe!” dedi.
İçeri girdikten sonra bar olduğunu düşündüğü alana doğru yürüdü. Karşısına çıkan barmene “En kuvvetli içkinizden istiyorum lütfen.” dedi.
Barmenin her parmağında yüzük takılıydı. Sivri kulakları ve sarı saçlarıyla elf olduğu belliydi. “Hay hay.” dedi. Masanın üstüne çıkardığı bardağa hazırladığı fondipi döktü. Bardağı Lee’nin önüne uzattıktan sonra “Afiyet olsun.” dedi.
Lee’nin yakışıklığı birkaç kadının dikkatini çekmişti. İçerinden siyah saçları beline kadar uzanan, oldukça zayıf görüneni ayağa kalktı. Lee’nin yanına oturmak ve onunla konuşmak hatta mümkünse onunla yatmak istiyordu.
Sendeleye sendeleye yürüdü. Lee’nin yanındaki boş taburelerden birine oturduktan sonra “Hey yakışıklı!” dedi. “Seni buraya hangi rüzgâr attı?”
Lee, kadının sözleri üzerine yüzünü buruşturdu. “Bu seni hiç ilgilendirmez.” dedi tersleyici bir tavırla.
Kadın, zor erkekleri severdi. Bu yüzden pes etmedi. “Seninle konuşmak isteyen herkesi böyle tersler misin?” diye sordu. Parmaklarını yavaşça hareket ettirdi ve Lee’nin parmaklarına dokunmak için çabaladı. Bunu fark eden Lee, hemen ellerini çekti. Bardağı hala sıkıca tutuyordu.
Elindeki bardakta bulunan içkiyi bir dikişte içtikten sonra bardağı masaya koydu. “Daha sert bir içkiniz var mı?” diye sordu.
“İçkiyi ne yapacaksın hayatım, ben varım.” dedi kadın. Sağ eli ile Lee’nin okşarcasına yanağına dokundu.
Lee bunun üzerine kadının elini sertçe itti. “Sakın bana dokunma!” derken kızgın bir boğa gibi görünüyordu. Gözlerinden ateş fışkırmasına ramak kalmıştı.
Kadın arlanmaz bir halde Lee’nin üstüne gitmeye devam etti. “Sen istersen dokunmam hayatım ama sen bana dokunmak istersin belki?”
Bu kadının derdinin ne olduğunu şimdi anlamıştı Lee. Alaycı bir kahkaha atmadan yapamadı. “Âşık olan bir adamın sevdiğine ihanet edeceğini düşünüyorsan tam bir zavallısın.”
Lee’nin bu sözü üzerine kadın suratını buruşturmadan yapamadı. “Siktir git!” dedikten sonra “Tam bir zavallısın.” demeyi ihmal etmedi.
Oturduğu tabureden kalktıktan sonra daha önce oturduğu yere doğru ilerledi. Arkadaşlarına bir şeyler anlatmaya başladı. Arkadaşları kadının sözleri üzerine Lee’ye bakarken onu parçalamamak için kendilerini zor tutuyor gibilerdi.
Bu kadınlar içtikleri içkinin etkisiyle kendilerinden beklenmeyen davranışlar sergilemeye başlamışlardı. Bu durumsa hiç hoş karşılanmayacaktı. İçinde bulundukları yapıdaki herkesten içkiyi abartmaması ve kendisine hakim olması beklenirdi. Kadınlarsa bunun tam tersini yapmıştı.
“Onların kusuruna bakma,” dedi barmen. “Normalde bu kadar içmezlerdi ama ne olduysa bugün içtikleri içkiyi abarttılar.”
Lee, barmenin sözleri üzerine kadınlara gözlerini kısarak baktı. “Onlar gibi içmeyi abartan başkaları var mı yoksa bu bir ilk mi?” diye sordu.
Barmen dudaklarını büzüp daha önce böyle bir şey olup olmadığını düşündü. Bir yandan da sipariş verilen içkileri hazırlıyordu. “Olduğunu sanmıyorum.” dedi. “O kadar uzun süredir buradayım ki olsaydı hatırlardım.”
Lee, burnundan derin bir nefes aldıktan sonra aldığı nefesi geri saldı. Elleriyle önündeki boşalan bardağı tutmaya devam ederken “Sence iyileşir mi?” diye sormadan yapamadı. Aslında kendi kendine konuşur gibi bir hali vardı. Bakışlarının bardakta olması kendi kendine konuştuğunu düşündürüyordu dışarıdan bakan kişilere.
Barmen “Kimi getirdiğinizi, kimden bahsettiğinizi bilmiyorum ama buraya gelen hiç kimsenin öldüğü bu zamana kadar görülmemiştir.” dedi. “Sana daha önce de dediğim gibi o kadar uzun zamandır buradayım ki ölen biri olsa bunu bilirdim.”
“Anladım. Umarım dediğin gibi olur. Onu kaybetmeyi hiç ama hiç istemiyorum.”
Lee, konuşmasını sürdürürken siyah saçlı kadın yeniden göründü. “Yüce Mearli, nihayet sizi bulabildim. Ben de sizi arıyordum.” diyerek bir açıklama yaptı.
Lee’nin Yüce Mearli olduğunu öğrenen barmenin gözleri fal taşı gibi açıldı. Elinde tuttuğu ve bardağa boşaltmaya devam ettiği içki, donup kalmasından dolayı bardağı doldurmuş, taşmaya başlamıştı. Buna inanamıyordu. O gerçekten burada mıydı?
“Siz… Buna inanamıyorum,” dedi şaşkınlık içinde. Ardından saygıyla eğildi. “Yüce Mearli’yle tanışmak benim için bir onurdur.”
Barmenin sözleri müzik bitimine denk gelmişti. Söylediği sözcükler tüm mekanda yankılanmıştı. Lee’nin Yüce Mearli olduğunu öğrenen herkeste büyük bir şaşkınlık ve heyecan hakimdi.
Adamlardan bir tanesi hemen ayağa fırladı. Lee’ye doğru saygıyla eğilerek yürüdü. “İzniniz olursa hizmetinizde olmak istiyorum. Size hizmet etmek benim için bir onurdur.”
“Bunu ben de isterim.” diyen başka bir adam az önceki adamın ardından ilerledi. “Size ben de hizmet etmek istiyorum.”
Lee, ne onların bu davranışına ne de mekândaki konuşmalara anlam veremedi. Neden böyle diyorlardı? Neden onu böylesine önemli ve yüce olarak görmüşlerdi?
Birkaç dakika öncesinde kendisine asılan kadın “Lütfen beni affedin Lordum.” diyerek yere diz çöktü. Tapınırcasına ellerini yere uzatıp kafasını göğsüne doğru eğdi. “Sizin Yüce Mearli olduğunuzu bilseydim bu kadar ileri gitmezdim. Çok ama çok özür dilerim.”
Yerde neredeyse sürünürcesine ilerledi ve Lee’nin tam önünde diz çökmeyi sürdürdü. Ellerini kaldırıp Lee’nin eteğini öptükten sonra “Bana ceza verirseniz kabulümdür ama yüce affınıza sığınmak ve beni affettiğinizi görmek benim için çok değerli olacaktır. Yaptıklarımın affı yok, özellikle de küfür edişimin. Bunun bilincindeyim. Yine de sizden af istemeden yapamıyorum.” dedi. Utancından ve korkusundan dolayı Lee’nin gözlerine bakmaya cesaret edemiyordu.
Kadının konuştuğu arkadaşlarından birisi kadının elini çekti ve arkadaşına tiksinircesine baktı. “Ona nasıl dokunmaya cüret edersin? Hiçbirimizin ona dokunmaması gerekiyor.”
Kadının gözleri, arkadaşının sözleri üzerine kocaman açıldı. Dehşet bürüdü. O kadar çok korkuyordu ki ne yapacağını bilemez bir hali vardı.
“Yeter!” derken sesini yükseltmişti Lee. O anda mekanda anında sessizlik oldu. Çıt dahi çıkmıyordu. “Neden bahsettiğinizi, neler olduğunu bilmiyorum. Beni neden bu kadar değerli gördüğünüzü anlamıyorum. Ben buraya sadece Jenny tedavi olsun diye geldim. Onun iyileşmesini bekliyorum. İyileşmesini beklerken kafamı bu saçmalıklarla doldurmak istemiyorum. Benim adım Yüce Mearli değil. Ben Lee’yim. Sadece Lee.”
“Tatiana Hanım, ne diyor Yüce Mearli? Bize şaka yapıyor değil mi?” diye sordu küçük bir çocuk. Hayal kırıklığı, sesinde vuku ediyordu. “Adının Lee olduğunu söylüyor. Oysa onun Yüce Mearli olduğunu söylemiştiniz. Yüce Mearli değilim ben diyor.”
Lee, adının Tatiana olduğunu öğrendiği kadına döndü. “Hepimize bir açıklama borçlusunuz.” dedi. Göz ucuyla kalabalığı süzdükten sonra yeniden kadına döndü. “Aslında o kadar çok bunaldım ki, siz bu konuda bir açıklama yaparken burada vakit kaybetmek istemiyorum. Jenny’nin yanında olmam ve ona varlığımı hissettirmem gerekiyor.”
Kadının yanıt vermesini dahi beklemeden oturduğu tabureden indi. Jenny’yi söylediği gibi görmek adına koşarcasına yürümeye başladı.
Tatiana, Lee’nin uzaklaşması üzerine gözlerini kapadı, derin bir nefes alıp aldığı nefesi bıraktı. Kafası karışan ve ne olduğunu bilmeyen bu kişilere bir açıklama borçlu olduğunu hissetti. Olan bitenin hepsi onun suçuydu. Eğer ki Yüce Mearli demeseydi ortalık bu denli karışmayacak, kimsenin aklında soru işareti belirmeyecekti.
Tatiana, burnunun altını sağ elinin işaret parmağıyla kaşıdıktan sonra “Pekâlâ.” dedi. “Sizlere bir açıklama borçlu olduğumun farkındayım.”
Ellerini önünde birleştirdikten sonra sessizlikte yankılanacak şekilde parmaklarını kütletti. Bu hareketi ne zaman yapsa gerginliği azalıyordu.
“Kendisi gerçekten de Yüce Mearli. Lakin geçmişini hatırlamıyor. Bu yüzden böyle davranması normal. Anladığım kadarıyla galaksisi yok olup Dünya gezegenine getirildiğinde hafızası tamamen silinmiş, geçmişte olan her şeyi unutmuş. Buraya Desdanje Nemkı’yı getirdi. Geldiğinde durumu çok ağırdı. Kendisine iyileşmesi için gereken tüm tedavileri uyguladık. Bilincinin açılmasını bekliyoruz.” Sessizlik, bu defa daha uzun sürdü. Desdanje Nemkı demek Fenta Nemkı demekti. Onun kızının burada olması ve bilincinin kapalı olması hepsini telaşlandırmıştı.
***
“Saçmalığın daniskası,” diyerek homurdandı Lee. Suratı sinirden kıpkırmızı olmuştu. “Neymiş efendim ben Yüce Mearli’ymişim. Lee değilmişim. Bu kadar büyük bir saçmalık duymadım.” Ellerini yumruk yaptı. Kaşlarını daha da çatarak yürümeye devam etti. Onu gören, karşısına çıkan herkes önünde saygıyla eğiliyordu. Bu durum rahatsızlık vermeye başlamıştı. “Ya sabır!” “Alışmak oldukça zor olmalı.” diyen birisinin sesini duyduğunda sesin yükseldiği yöne döndü. Konuşan kişiyi buradaki diğer kişiler gibi tanımıyordu. “Bana mı dedin?” diye sorduğunda sinirini bu adamdan çıkarmamak için sabırlı olmaya gayret etti. Üzerinde beyaz renkte bir ceket, altında da yine beyaz renkte bir kumaş pantolon vardı. Siyahiydi. Sol elindeki her parmağına dikkat çekici tasarımlara sahip yüzükler takmıştı. Aynı elinin bileğinde bir dövme vardı. Ne yazdığını okuyamadığı için anlayamamıştı. Çevresini devasa boyuta sahip bir yılan sarmıştı. Adamın üzerindeki kıyafetlerle uyumlu olacak şekilde beyaz renkteydi. Derisinin bazı kısımları hareket ettikçe sanki üzerine altından parıltılar saçılmış gibi parlıyordu. Buradaki kimseye zararının dokunması istenmediğinden ağzını gümüşi bir tasma ile kapatmışlardı. Yılanın gözleri adam ile aynı renkti. İkisinin de koyu sarı gözleri ışıltı saçıyordu. “Evet.” dedi adam Lee’ye, ona kim olduğunun önemi yokmuş gibi bakarken. Kollarını göğsünde kavuşturup sağ ayağını sol ayağının üstüne atmıştı. Bedenini çevresinde dolanan yılana yaslamıştı. “Sana Yüce Mearli dediklerinde rahatsız oluyorsun. Herkes sana kendini bildin bileli Lee dediği için Lee olarak hitap edilmesini istiyorsun. Sana birkaç saniye öncesinde dediğim gibi bu hitaba, sana böyle davranılmasına alışmak zor olmalı.” Lee, dişlerini birbirine sıkıca bastırdıktan sonra sert ve kızgın bir sesle “Sen ne anlarsın ki? Benim hakkımda bir halt bildiğin yok.” dedi. Yumruklarını hala sıkıyordu ve adama onu her an pataklayacakmış gibi bakmaya devam etti. Adam gözlerini kapadıktan sonra “Barclay’ı tanıyorsun değil mi? Kendisi benim kuzenim olur. Ben tıpkı onun gibi çevremde olanlardan, geçmişte olanlardan ve gelecekte olacaklardan haberdarım. Hafızanı kaybettiğini, Lee olarak kalmak istediğini, Yüce Mearli olmak istemediğini, Desdanje’nin iyi olmasını istediğini -Ah pardon kendisinin eski adı Jenny’di- biliyorum. Bildiklerim o kadar fazla ki hepsini anlatsam emin ol dilin tutulur.” diyerek bir açıklama yaptı. Lee, Barclay’ın adını duymasıyla tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Acaba ne yapıyordu? Kasabada sağ kalan doğaüstü yaratıklar ve insanlar ne yapmaktaydı? Buraya geldiği andan beri olan her şeyi unutmuş gibi hareket ediyor, sadece Jenny’nin iyi olmasını istiyordu. Adamın yüzünü incelemeye devam ederken “O halde biz buraya gelince kasabada olanları anlat.” dedi. “Neler oldu? Herkes iyi mi?” “Lee?” Genç adam, tanıdık sesi duyunca irkildi. Bu ses Barclay’a aitti. Onun sesini duymak beklemediği bir şeydi. Hızla sesin yükseldiği tarafa döndü. Onu gördü. Barclay, canlı kanlı bir şekilde karşısında duruyordu. Hızla koştu ve ona sarıldı. Şu anda kendisini çaresiz, küçük bir çocuk gibi hissediyordu. “Sen gelmişsin” dedi. “Tanrım! Herkes iyi mi? Neler oldu? Sen iyi misin?” Barclay, gerçek formuna büründükten sonra “İyiyim,” dedi. “Seninle uzun uzun konuşacağız. Merak etme.” Lee, geri çekilip Barclay’a yeniden baktığında anlayışla başını salladı. Az önce aralarında konuşma geçen adamı görmezden gelmeye gayret ederek “Bana kuzenin olduğunu söyledi.” dedi. “Bu doğru mu bilmiyorum.” Barclay, bakışlarını Lee’nin bahsettiği adama yöneltti. “Evet.” dedi. “Kendisi benim kuzenim olur. Onu görmeyeli uzun zaman oldu.” Lee’nin adama dönmesiyle yürümeye başladı. Adımlarını yere sağlam basıyordu. Kuzeninin önünde yer aldığında dudaklarında bir gülümseme belirdi. “Ne zaman geldin?” diye sordu. Kollarını kaldırdıktan sonra kuzenine sarıldı. Kuzeni sarılışına karşılık verip omzuna hafifçe vurduktan sonra “Geleli çok olmadı.” dedi. “Biliyorsun ki arada buraya geliyor, şifa bulmak isteyenlere ve durumu ağır olanlara yardımcı oluyorum.” Barclay, kuzenine sarılmayı bırakıp geriye çekildikten sonra başını salladı. “Bilmez olur muyum?” dedi. Lee, sessiz bir şekilde ikisini izliyordu. Barclay konuşmasını bitirip yeniden ona döndüğünde “Ben Jenny’yi görmeye gidiyorum. Gelmek ister misin?” diye sordu. “Elbette.” dedikten sonra Barclay kuzenine döndü. “Görüşürüz Shennong.” deyip Lee’yi takip etmeye başladı. Shennong, ani bir fikir değişikliği ile dikilmeyi bırakarak “Bekleyin.” dedi. “Ben de geliyorum.” Lee, donup kaldı. Sonra Shennong’a dönerek “Seni davet ettiğimi hatırlamıyorum.” dedi donuk bir sesle. Barclay, Lee’nin kolunu tuttuktan sonra “Ses etme.” dedi. “Jenny henüz kendisine gelmedi. Shennong, durumu bir kontrol etsin. Neden kendisine gelmediğini anlayabilir.” Lee, Barclay’ın sözü üzerine bir şeyler söylemek için ağzını açtı ama sonra geri kapattı. Hışımla dönerek yürümeye devam etti. Jenny’nin olduğu odanın önüne geldiklerinde kapıyı açtı. Genç kız hala yatağında yatıyordu. Tavanda asılı olan kristal, yaymış olduğu ışıkla onun beslenme ihtiyacını karşılıyordu. Lee, Jenny’nin yanına bir sandalye çektikten sonra oturdu. Elini uzatıp genç kızın elini tutuktan sonra “Umarım kendini iyi hissediyorsundur. Senin için endişeleniyorum. Bu yüzden uyanmıyor oluşun beni kahrediyor. Zaman kavramını bilirsin. Bir gün yirmi dört saatten oluşur, bana şu anki durumdan dolayı yirmi dört saat yıllar geçmiş gibi hissettiriyor. Oysa geleli daha bir günü yeni geçtik. Keşke iyi olduğuna dair bana bir işaret gönderebilsen, yüreğim ferahlasa, bekleyiş sancılı bir sürece dönüşmese o kadar mutlu olurum ki…” dedi. Gözleri dolmaya başladı. Shennong, Lee’nin ağlamak üzere olduğunu görünce “Onu muayene etmek istiyorum.” dedi. Ağır birkaç adım attıktan sonra Jenny’nin yatağının yanı başında durdu. Lee, dolan gözlerini Shennong’un sözleri üzerine ona çevirdi. “Şifacı olduğunu söylüyorsun ama sana inanmıyorum.” dedi. “Buradaki şifacılar ve şifa kaynakları onu iyi edemiyorken sen ne yapabilirsin ki?” Barclay, Lee’nin arkasına geçtikten sonra omuzlarını tuttu. “Müsaade et.” dedi. “O çoğu şifacının fark etmediklerini görebiliyor ve hissediyor.” Lee’yi şu anda buna ikna edebilecek tek kişi Barclay’dı. Barclay’ın konuşması işe yaramıştı. Lee “Pekâlâ” diyerek ayağa kalktıktan sonra muayene etmesi için müsaade etti. Shennong, ellerini uzatıp Jenny’nin ellerini tuttu. Buraya geldiği andan beri vücut sıcaklığında gerçekleşen değişimi kontrol etti. Arada olan düşüş ve yükselişler dışında hiçbir değişiklik olmamıştı. Ellerini tutmayı bıraktıktan sonra sol elinin bileğini tutup nabzını kontrol etti. Nabzı ilk geldiği zamana göre daha iyiydi. Kalp atışı son iki saatte biraz olsun düzene girmiş görünüyordu. Üzerindeki örtüyü açtıktan sonra elini genç kızın omzuna koydu. Bedeninde herhangi bir yara olup olmadığını kontrol etmek için kıyafetinin şeffaflaşmasını sağladı. Bedeninde herhangi bir yara yok diye düşünürken karnının tam üstünde bir belirip bir kaybolan şekli gördü. Bu şekil karagüldü. Belli ki kendisine gelmesine engel oluyordu. “Olamaz.” dediğinde korktuğu belliydi. “Bu hiç iyi değil.” Lee, endişeyle “Ne oldu?” diye sordu. “Ne hiç iyi değil?” “Karagül… Karnının üstünde zehirlenmesine sebep olan karagül var. Jenny’ye büyü yapılmış. Yapılan büyü onu zehirleyen karagülün ortaya çıkmasını sağlıyor. Bu da kendisine gelmesini engelliyor. Zaman geçtikçe karagülün zehri kanına karışıyor, solup gitmesine sebep oluyor. Bu büyü fazla hızlı etki etmediğinden onu kurtarmak ve zehrin etkisini ortadan kaldırmamız için hala zamanımız var. Lakin bunu yapmak kolay olmayacak.” Lee, kontrol edemediği bir ses tonuyla konuşmaya başladığında “Ne yapmamız gerekiyor?” diye sormadan yapamadı. “Ne gerekiyorsa yapmaya hazırım. Onun için ölümü bile göze alırım.” “Pekâlâ.” dedi Shennong. Anlatmaya başladı. |
0% |