Yeni Üyelik
15.
Bölüm

5. Bölüm

@yazarcerenoktay

03.10.2024, 04:00🐺
Doğaüstü Yakışıklılar Akademisi 1 - Yaşama Çabası'nın beşinci bölümüne hepiniz hoş geldiniz,
ve keyifli okumalar!

Okumaya başladığınız tarihi ve saati buraya yazın lütfen.

Not : Bu kitap bolca fantastik öğe, daha önce görülmemiş doğaüstü - fantastik yaratıkları, insan görünüşlü olan varlıkları ve daha fazlasını içermektedir. Bu tarzda bir kitap arayan herkes için uygundur.

 

İdek topluluğu en sonunda görünmeye başlamıştı. Onları gören doğaüstü yaratıklar Emir gibi daha önce bu kadar büyük topluluk görmemiş oldukları için şaşkınlık yaşadılar.

Aras’ın yanında dikilmeye başlayan Marcus Manelqua, sesini duyurabilmek için bağırarak "Oha!” dedi. Gördüklerinin şoku sesine yansımıştı. “Bu vampir türü gerçekten varmış. Emir, şaka yapmamış. Gözlerine bakar mısınız? Sanki kedilerin gözleri birebir aktarılmış gibi ve çok ürkütücü görünüyor. Üstelik en büyük düşmanları yaptığım araştırmaya göre Şeyyanlar. Buna şaşmamalı. Ne de olsa onları biz de dâhil kimse sevmiyor."

Marcus’un söyledikleri harfi harfine doğruydu. Şeyyanlardan tüm doğaüstü yaratıklar nefret ederdi. Kimse onlarla anlaşma dahi yapmazdı.

Şeytana ruhlarını satmış ve onun için çalışan bu yaratıklara acımaktan başka bir şey yapamadı Aras. Gözlerinin bir yarısı kırmızı, diğer yarısıysa altın sarısı olan bu tür, onu çok ürkütüyordu.

Akademinin kapısına varmalarına çok az bir zaman kalmıştı İdeklerin. Akademideki tüm doğaüstü yaratıklar saldırı pozisyonu alıp hem diğer yaratıkları hem akademiyi hem de kendilerini korumaya hazırlandılar.

Aras, göz ucuyla Mert’e baktığında titrediğini gördü. Yaptığı ruh durumunu değiştirme büyüsü işe yaramamıştı belli ki. Şaşırdı. Yanına gidip güçlü görünmeye çalışarak “Korkmuyorsundur umarım,” dedi. “Bunda korkulacak bir şey yok çünkü.”

Mert, derin bir nefes aldı ve tereddütlü gözlerle Aras’a baktı. “Emin misin?” diye sordu. “Ben bunda tam olarak korkulacak bir şey görüyorum. Bir sürü yaratık geliyor. Saldırı yapacaklar. Kendimi onlardan nasıl koruyacağımı bilmiyorken neden korkmayayım?”

Aras, Mert’in sırtına elini koyduktan sonra. “Tabii ki eminim,” dedi. Ses tonunu güçlü tutmaya çalışıyordu. “Bu akademi neler atlattı bir bilsen. O kadar çok saldırıya uğradı ki. Hepsinden sağ çıktı. Sen de sağ çıkacaksın. Sana bir şey olmasına hiçbirimiz izin vermeyiz. Her ne kadar birbirimize yardımcı olmasak da savaş zamanlarında birbirimize kol kanat gereriz.”

Saniyeler sonra İdekler, akademinin önünde belirdi. Çok hızlılardı.

İlk olarak ön safta yer alan taş adamlar İdekler’e karşı saldırışa geçti. Taş Adamlar bedenleri parçalara ayrılmadıkça ölmeyen, oldukça güçlü yaratıklardı. Akademi içerisinde onlardan sadece dört tane bulunuyordu. O kadar iriydiler ki, akademinin girişini kaplamışlardı.

Aras, Taş Adamlar İdekler’e saldırmaya devam ederken kendisine doğru gelen Monnequalijas’lardan birini gördü. Hemen sıçradı ve yaratığın üstünde yerini aldı.

Monnequelijas’ın ayakları oldukça büyüktü ve dünyadaki uçan yırtıcı kuşlardan kartalın ayaklarını andırıyordu. Kanatları çok renkliydi. Cıvıl cıvıl görünüyordu. Yüzünün sağ kısmı metalden meydana gelmiş gibiydi. Kimsenin yüzüne dokunmasına asla izin vermezdi. Dokunulmasından nefret ediyordu.

Monnequelijas’ın yüzünün büyük kısmı, insanın yüz hatlarını andırsa da bir burnu yoktu. Yarısı metal yarısı da elmas gibi oldukça sert görünen bir gagaya sahipti. Metal kısımda olan gözünün rengi pembeydi. Etten oluşan kısımdaki gözünün rengi sürekli değiştiğinden Aras bir türlü ne renk olduğunu çözememişti.

İdeklerden birkaçı kendilerine saldıran Taş Adam’ın saldırısından kolayca sıyrıldı. Hiç zorlanmadan tepesinde yer aldılar. Boğazını sıkıca sarmalayıp durmadan ellerinde bulunan sivri ve kırılmayan tırnakları ile saldırışa geçtiler.

“Uçmaya başla,” dedi Aras Monnequelijas’a. Monnequelijas, Aras’ın sözü üzerine kanatlarını hareketlendirdi. Üzerinde İdekler’in olduğu taş adama doğru uçmaya başladı.

Monnequelijas, ilerlemeye devam ederken Aras ayağa kalktı. Ellerini öne doğru uzattı. Onların saldırı dürtüsünü ortadan kaldırabilmek adına ruh durumlarını değiştirmeye çalıştı. Başarılı olmuştu.

Aras, bunu yapmaya çalışırken başka bir doğaüstü yaratık ellerinden çıkardığı bıçaklarla İdekler’e saldırmaya devam etti. Bıçaklar, hızla İdekler’e karşı atıldı ve onların ölmesine sebep oldu. Ortaya çıkan sivri bıçakların sayısı epey fazla olsa da, yeterli değildi. Tüm İdekler’in ölmesini sağlayamamıştı.

Taş Adam’ın boynundaki İdeklerden birkaçı kafa karışıklığı ile birbirlerine saldırıp yaralamaya başladılar. Aldıkları yaralar çok güçlüydü ve zaman geçtikçe ölümcül hale gelmişti. Bir süre sonra bu İdekler’in cansız bedenleri yere yığıldı.

Sıra hayatta kalan ve saldırmaya devam eden İdekler’i öldürmeye gelmişti. Ne kadar çok İdek öldürürse o kadar başarılı hissedecekti kendisini.

Göz ucuyla çevresine baktığında, Sinan’ın arkadaşı Ateş Adam’ın da İdekler’e saldırdığını gördü. İdekler, alev almalarına rağmen bir süre sonra sönen alevler, onları yaralayamıyor, kısacası hiçbir işe yaramıyordu.

***

İdeklerden bir tanesi önüne çıkan bütün yaratıkları sıyırıp Mert’e doğru koşmaya başladı. Mert, eliyle bir yandan köpek kovuyormuş gibi yapmaya çalışıyor bir yandan da “Gelmesene,” diyordu. “Gelme. Git.”

Yaratık söylediklerine aldırmadı. Koşmayı sürdürdü.

Gelme diyorum geliyorsun. Git diyorum gitmiyorsun. Bu ne ya? Ne laftan anlamaz bir şeysin sen. diye düşündü Mert. Hala dehşet içindeydi.

Geriye doğru girmeye devam etti. Ayağı kayıp en sonunda kendisini yerde buldu. İdek’in çok yaklaştığını ve saldırıp kendisini öldüreceğini düşündüğü anda, korkuyla ellerini kaldırıp öne doğru uzattı. Gözleri dehşet içinde açılmış bir şekilde yaratığa bakarken patladığını gördü. Tıpkı bir balon gibi. Üstü başı kan içinde kalırken bunu nasıl yapabildiğini anlamaya çalıştı.

“Aramızda bir Parçalayıcı varmış,” diyen bir yaratığın sesini duyduğunda, ağzı bir karış açık kaldı. Zar zor ayağa kalktığında, üzerine bulaşan kanları yok etmeye çabaladı. Bu bir işe yaramadı tabii.

Patlayıcı ne demek? Bana neden böyle diyor?

Mert, üzerine birden fazla İdek çullandığında az önce olanları düşündü. İdek elleri ile temas edince patlamıştı. Kendi kendine “Demek ki ellerimi kullanarak onları öldürebiliyorum,” dedi. Ellerini korkusunu yok etmeye çalışarak saldırışa geçen İdekler’den birisine uzattı. Bu defaki eli ile temas etmeden patlamış, Mert’i daha da dehşete düşürmüştü.

Mert, İdek’in patlamasıyla korku içinde ellerine baktı. Bunu nasıl yapabildiğine anlam vermeye çalıştı. Diğer İdekler’i de yok ettikten sonra çevresine baktı.

Akademideki yaratıkların hepsi İdekler’e saldırmaya devam ediyordu. İçlerinden bir tanesi Kurt Adam’a dönüşmüştü. Upuzun pençeleri, tamamen kıllarla kaplanmış bir vücudu vardı. Köpek dişleri Vampirlerde olduğu gibi uzamış ve gözlerinin rengi kül kırmızısına dönmüştü. Böylesine güzel bir rengi ilk defa gördüğünü düşündü. Hayran hayran bakmadan yapamadı.

Aklına buraya gelmesine sebep olan olay gelince suratı anında ekşidi. O günkü olanları düşünmeye devam ederken suratına patlayan bir yumruk düşüncelerinden arınmasını sağladı.

İdeklerden birisi ellerini yumruk yapmış, bir o yana bir bu yana boksör gibi kayıyordu. “Gelsene hadi. Saldırsana bana,” dedi. Salak şey, ne kadar komik ve aptal göründüğünün farkında değildi.

Mert, kahkaha atmadan yapamadı.

İdek, bunda komik olan ne var? dercesine Mert’in suratına baktığında, Mert gözlerini kıstı. Tam yaratığın üzerine atılacağı sırada ayaklarının dibine yuvarlanan kafasını gördü.

Yaratıklardan bir tanesi, kılıca dönüşen elini kullanarak İdek’in kellesini almıştı. Bunun üzerine yere düşen ve yuvarlanan kafa Mert’in ayaklarının dibinde almıştı soluğu.

Mert, bakışları kendisine Alfa denilen kurt adama döndüğünde hiç zorlanmadan İdekleri yere serdiğini gördü. O kadar güçlüydü ki, büyük çoğunluğu ölüyor. Çok azı hayatta kalıyordu.

Mert, ona yardımcı olabilmek için koştu. Yanına vardığı sırada ömrü boyunca görebileceği en öfkeli gözlerle karşılaştı. İçinden Siktir, dedi endişe içinde. Şimdi beni öldürecek. Topukla hemen. Hızla topukla Mert. Yoksa bu seni çiy çiy yer.

İçinden konuşmasının ardından Alfa’nın yanından ayrılışı o kadar hızlı oldu ki buna kendisi bile şaşırdı.

Yahu, ben ne zaman bu kadar hızlandım? Bari Akademi içinde koşma moşma etkinlikleri yapılsa da onlara katılsam. Yani benden iyi bir koşucu olurmuş da bu zamana kadar farkında bile olmamışım. Neymişim ben ya. Ah ben ah. diye düşünmeden yapamadı.

Yer birdenbire titremeye başladığında, deprem oluyor korkusuyla Mert’in kalbi küt küt atmaya başladı. Mert, kendini bildi bileli depremlerden çok ama çok korkardı.

Ne olur deprem oluyor olmasın. Valla deprem oluyor olursa ben tahtalı köye boylarım, kimse de beni oradan kurtaramaz. diyerek sesli bir şekilde konuştu. Ses tonu korktuğunu fazlasıyla belli etmekteydi.

Yine kendi kendine konuşmaya devam ediyordu. Korkusu dilinin açılmasına sebep olmuştu, susmak bilmiyordu.

“Ay, tamam. Biraz abartmış olabilirim. Tamam, tamam. Baya abarttım ama ne yapayım? Korktuğum zamanlarda bazen böyle saçmalayabiliyorum. Ben kim, ölmek kim? Yahu ben 500 yılı geçkin süredir dünyada yaşamış bir varlığım, çıkıp da bu depremler ve İdekler mi beni öldürecek? Bunun hayalini çok kurarlar da henüz icraata geçiremezler.” Elini göğsüne koydu ve kalp atışını kontrol etti. “Buna asla izin vermem.”

Sarsıntı hala geçmek bilmiyordu. Zaman geçtikçe şiddetini arttırmaya devam etmişti.

Çevresine bakındığında, kendisinden epey uzaktaki birisini gördü. Elleri yer ile temas etmekteydi. Ne olduğunu o zaman anladı. Elleri yere temas eden bu yaratık deprem oluyormuş gibi hissedilmesine sebep oluyor ve yaratıkları açtığı yarıklara hapsediyordu.

Mert, burada gördüğü her yaratığın harika olduğunu düşündü. Adeta etkileyici bir büyüyle karşılaşmış gibi hissediyordu kendisini.

Birisinin “Dikkat et,” demesi üzerine arkasına döndü ve elini uzattı. Bu defa önündeki İdek tuzla buz oldu. Ondan geriye kalanlar havaya karışarak yok oldu. Mert, bu İdek’in neden böyle yok olduğuna anlam vermek istese de sonrasında vazgeçti. Önemli olan onların ölmesiydi. Nasıl öldüklerinin bir önemi yoktu.

***

Ellerini öne doğru uzattığında mavinin tonlarından meydana gelen ışık, çevresini saran İdeklerin önüne geçti. Her hareket edişlerinde peşlerinden gidiyor ve onları öldürene dek durmuyordu.

Marcus, bu akademinin en güçlülerinden birisiydi ve kimse onu karşısına almak istemezdi. Genelde onu gördüklerinde yollarını değiştirirlerdi. Bu durum Marcus’un hoşuna gidiyordu. Çünkü kimse ile içli dışlı olmak istemiyordu.

O kadar kayıp vermelerine rağmen İdekler’in sayısı hala azalmamaktaydı. Akademide yer alan doğaüstü varlıkların sayısı ise zaman geçtikçe azalmaya başlamıştı.

Akademideki bütün yaratıkların gelmesini heyecanla beklediği kişi nihayet görünmüştü. Uykulu gözlerle ve pijamalarıyla dışarı çıktığında, Marcus gözlerini devirmeden yapamadı. Resmen kıyamet kopuyordu ama o uyuduğu için hiçbir şeyi duymamıştı.

***

“Bu nedir ya? Kalkmamak için saatlerdir debeleniyorum ama bunların kavgası bir bitmedi. En sonunda kalkmak zorunda kaldım. Uykuda da bir rahat yok!”

Akademinin içini hoşuna gitmeyen ve en nefret ettiği kokulardan biri, kan kokusu sarınca Egehan burnunu kırıştırmadan yapamadı. Kusuyormuş gibi öğürdükten sonra “Xosasrq,” dedi ve ellerini birbirine vurdu.

Akademi içerisini bir anda sessizlik sardı. Tüm doğaüstü yaratıklar donup kalmıştı. Bu donukluğun ardından İdekler, açılan geçitten başka bir boyuta doğru sürüklenmeye başladı. İdekler’in hepsi yok olunca açılan geçit geri kapandı. Donup kalan doğaüstü yaratıklar hareket edebilir hale geldi.

“Bir durmadınız lan! Uykuda da rahat yok! Şimdi sessiz olun. Ben uyumaya devam ediyorum,” diyerek tekrar bağırdı Egehan. Akademinin içine girdi, odasına gitmek üzere merdivenleri tırmanmaya başladı.

Mert, Egehan’ın yaptığı karşısında oldukça şaşırmıştı. Saatlerdir bu yaratıkları öldürmeye çalışırlarken başarılı olamamışlar dı ama bu genç adam her kimse söylemiş olduğu tek bir sözcükle onları etkisiz hale getirmişti. Belli ki çok güçlüydü.

Egehan’ın akademiye gelmesinin tek sebebi hayvan gibi uyumasıydı. Büyücüler Konseyi toplanıp kendilerine hiçbir faydası olmadığını düşündüklerinde onu akademiye göndermişlerdi.

Akademiye gelmiş olması, hiçbir şeyi değiştirmemişti. Hala hayvan gibi uyumaya devam ediyordu. Bir kış uykusuna yatması eksikti. O da olsa dünyalar onun olacaktı ama olmuyordu işte.

Birkaç dakika önce uyanmasına sebep olan piç kurularını, öğrendiği bir büyülü sözcük ve ona bağlı olan el vurma hareketiyle, başka bir boyuta göndermişti. Onu rahatsız eden yaratıkların çoğunlukla karşılaştığı ceza bu oluyordu. Bunu yapmak Egehan için çok eğlenceliydi.

Odasına girip yeniden kafasını yastığına koyduğunda, aklına anıların üşüşmesine engel olamadı. Ondan nasıl nefret ettikleri, onu nasıl aşağıladıkları, yaptıkları eşek şakaları…

Yaptıkları tüm kötülüklerin intikamını alacaktı Egehan onlardan. İntikam alamıyor olmanın kendisini rahatsız edeceğini bildiği için bunu kesinlikle yapacaktı.

Akademideki yaratıların çoğu Egehan’a yaklaşmaya cesaret edemezdi. Eğer ki ona yaklaşan olursa ve damarına basarlarsa zarar vermekten asla geri durmaz, kuralları hiçe sayardı.

Çoğu zaman akademi içerisinde kadınların olmaması Egehan’ın canını sıkıyordu. Kendi kendine üç boyutlu kadınların görüntüsünü oluşturuyor ve odasında varlarmış gibi hissediyordu. Bu yeterli gelmemekteydi. Ona gerçek kadın lazımdı. Elle tutabileceği ve dokunabileceği.

Odasının kapısı açıldığında, içeri girenin kim olduğuna bakmak için başını yastıktan kaldırdı. Kapıya baktığında önünde duran kişiyi, Mert’i gördü.

“Ben buranın kurallarını nasıl öğrenebilirim? Seni sevdim. Buraya alışmamda bana çok yardımcı olacağını düşünüyorum.”

Egehan, öfkeli bir nefes aldıktan sonra küfrede küfrede doğruldu. Yatağının üzerine vurduktan sonra “Gel. Otur,” dedi. “Normalde kimseye yardımcı olmaz, hatta uykuma engel olanların başına bela olurum. Lakin sen belli ki yeni gelmişsin ve son derece savunmasız görünüyorsun. Tam bir baş belasısın. Benden başka sana yardım edecek kimse olmadığı için, ayrıca seni neden olduğunu bilmediğim bir şekilde kendime yakın hissettiğim için yardım edeceğim. Seni bilgilendireceğim.”

Mert, Egehan’ın yanına oturduktan sonra, bedenini yavaşça ona döndürdü. “Neler serbest burada?” diye sordu. “Akademi içerisinde neyi yapmama izin var? Neyi yapmama izin vermiyorlar?”

Egehan, avucunu açtığında elinde katlı bir kâğıt belirdi. Kağıdı açtı, üzerinde yazanları okumaya başladı.

“DYA, sadece erkeklerin yer aldığı bir akademidir. Bu akademiye girildiği andan itibaren, derslere girmek zorunludur. Tek bir dersi bile kaçırmanız, ileride ortaya çıkabilecek savaş ve tehlikelerde sizi savunmasız bir hale sokar. Hocalara ismi ile hitap edilemez. Hiçbiri ismini söylemeyeceği için onlara zaten ismi ile hitap edemeyeceksiniz.”

Egehan, okumaya ara verdi ve Mert’e baktı. Mert, pür dikkat onu dinliyordu.

“Doğaüstü yaratıklarla ilgili ne kadar çok şey bilirseniz, bu sizler için o kadar iyi olacaktır. Bilmediğiniz o kadar çok doğaüstü yaratık var ki akademi içinde ve dışında, onlarla baş edebilmeniz için bu şart. Akademi içinde kavga etmek serbesttir. Akademinin bahçesindeyse kavga etmek yasaktır. Bunu yapanlar, zindana kapatılır. Emin olun ki, oraya hiç girmek istemeyeceksiniz.”

Mert “Bir dakika,” diyerek Egehan’ın sözünü kesti. “Zindan da nereden çıktı?” diye sordu sesinin titremesine engel olamayarak. “Benim bildiğim zindanlar, hiç iyi değildir. En azından bizim içine atıldığımız iyi değildi. Buradaki zindanları düşünemiyorum bile.”

Egehan, sırf keyfi yerine gelmesi için Mert’i korkutabilmek umuduyla “Sizin oradaki zindanlar buradaki zindanların yanında hiç kalır,” dedi. Ses tonuna korkutucu bir masal anlatıyormuş gibi bir ifade yükledi. “Buradaki zindana bir kez girdiğinde tekrardan girmek istemezsin. Orası çok karanlıktır. Hiç ışık yoktur. Bütün güçler etkisiz hale gelir ve içinde seni delirtecek kadar korkutucu yaratıklar vardır. En azından benim duyduğum kadarıyla öyleymiş. Ben şükürler olsun ki mahzene hiç girmedim. Gitmek de istemem.”

Egehan’ın anlattıklarıyla Mert’in beti benzi atmaya başladı. Alnında ufak ufak ter damlaları belirdi. “Benim karanlık fobim var,” dedi korkusunu belli eden bir ses tonuyla. “Oraya girmeyi asla göze alamam.”

Konuşmasının ardından çok zaman geçmemişti. Mert’in bedeni birden Egehan’ın yatağının üstüne devrildi.

“Bir bu eksikti,” diyerek söylendi Egehan. Mert’i sarsarak uyandırmaya çalıştı. Buna rağmen genç adam uyanmadı. Bunun üzerine Egehan, onun çok yorgun olduğuna kanaat getirip onu kendi haline bıraktı. Ayağa kalkıp banyoya doğru ilerledi.

***

Mert, gözlerini açtığında kafasının kazan gibi olduğunu hissediyordu. Üstelik kendi odasında da değil. Burası kimin odasıydı? Elini alnına götürüp doğruldu.

Odadan çıkmak üzere ayağa kalktığında, karşısına çıkan Egehan’ı gördü. Kafasını ders kitaplarından birisine gömmüştü.

Doğru ya. Dün savaştan sonra onun odasına gelmiştim. O mahzenle ilgili bir şeyler söylediğinde bayılmış olmalıydım. dedi kendi kendine.

“Kendine gelmişsin,” diyen Egehan, başını kitaplardan çekip Mert’ten yana döndü. Mert, hemen “Evet,” dedi. “Ne kadar süredir baygın haldeyim?” diye sordu.

Egehan, elindeki su dolu bardağı ona uzattığında “Dört saattir,” diyerek yanıt verdi. Mert, bardağı eline aldıktan sonra suyu hızlıca içti. Suyun serinliği çok iyi gelmişti. Sanki yıllardır su içmiyormuş gibi hissetmesine sebep olmuştu.

“Tuvaleti kullanabilir miyim?” diye sorduğunda Egehan’dan gelecek yanıtı bekledi. Egehan, gözlerini kıstı sonrasında başını salladı.

Mert, ihtiyacını gidermek için tuvalete girdi. İhtiyacını giderdikten sonra ellerini bol sabunla sabunlayıp yıkadı. Tekrardan Egehan’ın odasına girdiğinde Egehan’ın uyuduğunu gördü. Aklına onu ilk gördüğündeki söyledikleri geldiğinde buna hiç şaşırmadı.

Burada en çok uyuyan o olmalı, diye düşündü.

Odadan dışarı çıktıktan sonra, kendi odasına gitmek üzere yürüdü. Odasına girdikten sonra ders programına baktı. Bugünlük derslerin bittiğini görmek rahatlamasına sebep oldu.

Akademinin kütüphanesine gitme isteği baskın gelince kütüphaneyi bulmak için yürüyüşü sürdürdü. Nihayet kütüphaneyi bulunca kitapların çokluğu karşısında şaşırmadan yapamadı. Biraz bilgi edinmenin ve okumanın iyi geleceğini düşünüyordu.

***

Burnuna gelen kokuyla, girmiş olduğu topraktan dışarı çıktı. Elinde yakın zamanda ölen bir insanın beyni bulunuyordu. Bir Ölüm Kokulu olarak, insanların en çok beynini yemeyi sevdiğini düşündü.

Ağır adımlarla, neredeyse sallana sallana yürüyerek akademinin içine doğru ilerlemeye başladı.

Tahminince beş dakikada dev dediği kapının önüne varabildi. Aldığı kokuyu içine çekmeye devam etti. Elinde tuttuğu beyinden bir ısırık daha aldıktan sonra, kapalı olan kapıyı itip içeri girdi. Kokunun sahibi kimse onu bulması gerekiyordu.

Bakışları her yeri talan etti ama kokunun sahibini bir türlü göremedi. Neredeydi? Hangi cehenneme girmişti?

Üzerinde kurumuş kan lekesi ve tiksindirici pek çok kokunun bulunduğu kıyafetler vardı. Gerçi Ölüm Kokulu’nun kendisi çürümüş bir varlık olduğundan üzerindeki kıyafetlerden daha kötü kokuyordu. Üzerindeki kıyafetlerin çoğu yeri yırtılmışyı ama buna aldırış etmiyordu. Sonuçta tam olarak yaşıyor sayılmazdı. Bu yüzden buna önem vermesi son derece saçma olurdu.

Kokuya daha da yaklaştığını anlaması, burnunun kırışmasıyla kendini belli etti. Bu koku kime aitse akademinin kütüphanesine girmişti ve önündeki kitabı okuyordu.

Kütüphaneye varması çok uzun sürmesine rağmen, en sonunda kapıyı açabildi. İçeri girdiğinde, karşısına çıkan kişi tahminince 1.80 boylarında, uzun, siyah saçlara sahip bir erkek oldu.

İsmini bilmediği erkeğin bakışları Ölüm Kokulu’ya doğru kaydığında, korkuyla bir çığlık attı. "Siktir!" diyerek bağırmayı sürdürdü. Sandalyeden düşmesine rağmen sürünerek bedenini geriye doğru çekmeye çalıştı.

Ölüm Kokulu, normalde çok konuşmazdı. Genelde susmayı tercih ederdi. Ses tonunun kimsenin hoşuna gitmemesi sessiz kalmasına sebep oluyordu.

“Ko... ko... Kor... Korkma," diyebildi zar zor. "B... Ben... Ben sana zarar vermem."

İsmini bilmediği genç adam, onu duymamış gibi sürünmeye devam etti.

Neden Ölüm Kokulu’yu gören tüm yaratıklar ondan korkuyordu? Bunu defalarca düşünmesine rağmen bir türlü anlamış değildi. Ondan daha korkunç görünen varlıklar olmasına rağmen akademi içerisinde kimden korkuyorlardı? Tabii ki Ölüm Kokulu’dan.

Genç adamın çığlığı duyulmuş olmalı ki, içeri giren birisi Ölüm Kokulu’yu itti ve Ölüm Kokulu kendisini yerde buldu. Onu öylece bırakıp genç adama doğru ilerledi, kolundan tutarak yerden kalkmasına yardımcı oldu. Sabır dilenircesine ellerini iki yana açtıktan sonra “Bundan mı korktun sen şimdi?" diyerek Ölüm Kokulu’yu işaret etti.

Ölüm Kokulu, konuşan kişinin ses tonunu duyduğunda onun Sinan olduğunu anladı. Sinan, bir tek onun üzerinde hava kontrolü sağlamazdı. Zaten bunu yapması için de bir sebep yoktu. Akademideki en zararsız varlıklardan birisiydi Ölüm Kokulu.

Mert, Sinan'ın arkasına geçtikten sonra, bedenini yavaş yavaş görünür hale getirdi ama ortaya tam olarak çıkmak istemiyordu. Hala kendisini gizlemeye çalıştığı için Ölüm Kokulu onu görmekte zorlanmaktaydı. Oysa Mert’in nerede olduğunu çok iyi biliyor ve korkmaya devam ettiğini hissediyordu.

Kütüphanenin lambası bir yanıp bir sönmeye başladığında, merdivenlerden koşarak inen birilerinin sesini duydu Ölüm Kokulu. Bu yaratıkların bir şeyden korkarak kaçıştığının farkındaydı ama bunun neden olduğuna dair en ufak bir fikir yürütemiyordu.

"Ko... K.. Koş... Koşu... Koşuyorlar," dediğinde zorlukla, ikisi de suratına kim koşuyor? dercesine baktı. "Onlar," dedi Ölüm Kokulu dehşet içinde. "Gelmemesi gerekenlerden kaçıyorlar. Onlar geliyorlar."

Mert ve Sinan suratına tuhaf tuhaf bakmaya başladığında, Ölüm Kokulu büyük bir şok içinde az önce olan şeyi fark etti. "Ben... Ben konuşuyorum. Hem de hiç zorlanmadan. İnanmıyorum! Bu benim dilimi..."

Konuşmasını tamamlayamadı. Odada aniden olan patlama yüzünden bedeni savruldu. Ortalığı ateş ile toz bulutu kapladı kısa sürede. Bedeni paramparça olup yeniden birleşmeye başladığında, hala sesleri duymaya devam ediyordu.

Mert "Has siktir," diye küfür ettiğinde, karşısına çıkan şeyi beklemediği çok açıktı. "Bunlar ne lan!"

***

Sinan, çevresine baktığında Mert'in korktuğu ve Ölüm Kokulu'nun bahsettiği şeyi gördü. Tamamen simsiyah olan ama vücudunun çevresi kül tozundan meydana gelen, şeytani varlıklardı onlar. İçlerinde o kadar çok kötülük vardı ki, bütün dünyayı kolayca kötülüğe boğabilirlerdi.

Onların akademide olmasının sebebi, Akademi'yi koruma altına almak için anlaşma yapılmasından başka bir şey değildi. Akademi var oldukları günden bugüne hiçbir yaratığın karşısına çıkmamışlardı. Ortaya çıkmalarına ne sebep olmuştu? Neden tehditkar gibi görünüyorlardı?

Loading...
0%