Yeni Üyelik
22.
Bölüm

18. Bölüm

@yazarcerenoktay

30.10.2024, 00:26 🐺
Kurguma hepiniz hoşgeldiniz
ve keyifli okumalar!

Okumaya başladığınız tarihi ve saati buraya yazın lütfen.

Instagram : yazarcerenoktay Hepinizin profilimi takip etmesini, videolarım ve paylaşımlarıma beğeni, yorumlarını bırakmasını bekliyorum.

Barclay, Jenny ve annesini takip etmeye devam ederken onların koşmaya başladığını görmüştü. Onlardan uzak kalmamak için hızını arttırırken hiç efor harcamıyor gibiydi.

Koşuşları bir süre devam ettikten sonra genç bir adama Jenny’nin çarpması ile sonlanmıştı. Onların karşısına çıkma kararı alırken böyle bir şeyin olması, genç adamın onlar uzaklaşmak istediğinde bağırması, bu bağırışın ardından da Bayan Hale’in onu Görünmez diye adlandırılan sokağa sürüklemesi planı daha da çıkmaza sürüklemişti. Her şey gitgide daha da sarpa sarıyordu.

Kendisi de bir doğaüstü varlık olduğu için ve kasabadan ayrılmadan önce defalarca Görünmez’e gittiği için zarar görmeyeceğini bilen Barclay, onlara yetişebilmek adına kendisini hemen ışınlamıştı. Görünmez’e daha ilk vardığı anda Bayan Hale, çevresinde onları izleyen biri olduğunu hemen anlamıştı.

Çevresine bakınıp onları izleyen varlığı görmeye çalışırken bakışları yeniden kurt adam formunu almıştı. Gözleri çevreyi sanki kırmızı bir lazer varmış gibi incelerken her bir ayrıntıyı görebiliyor ama çevrede kimseyi göremiyordu. Yürümeye başlayıp Görünmez’den dışarı çıktığında çevresine her zamankinden daha da dikkatli baktı. Çevrede evler, ağaçlar, arabalar, uçuşan birkaç yaprak, kedi ve köpeklerden başka hiçbir şey görünmüyordu.

Barclay, Görünmez’e varmadan önce bunun olacağını fark etmiş ve hemen önlem almıştı. Kendisini gizleyip bir çeşit koruma kalkanının içine hapsettikten sonra kokusunu da gizleyip varlığını tamamen onlardan saklamıştı. Şu an için onları varlığını gizleyip takip etmek daha doğru gelmekteydi. Kendisini ortaya çıkarması pek doğru değildi. Bunun için Görünmez’den çıkmaları ve fazlasıyla sakinleşmiş olmaları gerekiyordu.

Bayan Hale, çevrede kimsenin olmadığından emin olduktan sonra genç adam ile konuşan kızının yanına dönmüştü. Kızı, onu koruma konusunda kararlı görünüyordu. Bunu yapmak istemesinin bir diğer sebebini ise anlaması hiç zor olmamıştı. Jenny, kendisini korumaya çalışıyordu. Eğer ki bu genç adam yanında olursa onların kim olduğunu görebilir ve yanlarında o varken zarar veremezlerdi.

Jenny, çarpıştığı genç adamın adını öğrendikten sonra ona elini uzatmış ve yerden kalkmasına yardımcı olmuştu. Lee, Jenny’nin yardımıyla yerden kalktıktan sonra:

“Burada olmak beni fazlasıyla ürkütüyor,” diyerek titrediğini fazlaca belli etmişti.

Jenny, Lee’nin korkusunu anlayışla karşıladı. Bir insanın buradan korkması oldukça normaldi. “Bana güven. Daha önce de pek çok defa belirttiğim üzere sana zarar gelmesine izin vermeyeceğim.” dedikten sonra elini sıkıca tutup onunla birlikte Görünmez‘den çıkmak üzere yürümeye başladı.

Lee, daha öncesinde bir genç kızın elini hiç tutmadığı için bu garip his karşısında nasıl hissedeceğini bilememişti. Üstelik genç kızın güzelliğini sokaktan çıktıktan sonra daha da fark ettiğinde yüzü alev alev yanmaya başlamıştı. Bu hislerinin normal olup olmadığını anlamaya çalışırken beyninde pek çok düşünce birbiriyle çatışıyordu. Bu düşüncelerden en baskın çıkmaya çalışanıysa onun kurt kadın olduğunu söyleyen düşünceydi.

Bayan Hale, onların hemen ardından Görünmez’den çıktı ve kızını kolundan tuttu. Kolunun tutulmasının ardından annesine dönen Jenny, soru soran gözlerle ona baktı.

Bayan Hale:

“Seninle biraz konuşabilir miyiz?” diye sorduktan sonra Lee’ye onlardan biraz uzağa gitmesini isteyen bir bakış attı.

Lee, Bayan Hale’e yakın olmaktan korktuğu için gerisin geri yürüdü ve onlardan birkaç metre uzakta kaldı.

Bayan Hale, kızı ile yalnız kalmasının ardından:

“Lee, belki de çok iyi bir insan olabilir, hiçbir şeyden haberi olmayabilir. Belki de ailesi tarafından bizi tuzağa çekmek için gönderilmiş de olabilir. Bu sebeple ona fazla güvenme ve kendini ondan olabildiğince uzak tutmaya çalış. İnsanlara güvenemezsin,” dedi. “İstersen Lee’yi bırakalım. Ailesinin yanına dönsün. Çünkü Lee’nin ailesi babanın kaçırılmasına sebep olan insanlarla bağlantılı olabilir. Biz de Lee’yi ona fark ettirmeden takip edelim. Kim bilir, belki de babanı buluruz ya da babana giden bir işaret karşımıza çıkar.”

Jenny, bunu çok istememesine rağmen annesinin Lee’yi öldürmesinden korktuğu için hem de babasını bulabilmek umuduyla annesinin isteğini kabul etti.

Annesinin yanından ayrılıp Lee’nin yanına gitti. “Annemle bizim gitmemiz gereken bir yer var. Yollarımızı ayırmak durumundayız.”

Lee, ailesinden korktuğu için ve onların zarar verme olasılığı olacağını düşündüğünden hemen itiraz etti. “Ben senden ayrılamam. Onlardan korkuyorum. Hem de çok korkuyorum,” dedi. “Lütfen beni bırakma.”

Jenny, sağ elini alnına koyup alnını sıvazlarken düşünüyor gibi görünüyordu. Annesinin isteğini kabul etmesine karşın bu durumu da göz önüne alınca, üstelik onun çok korkmuş olduğunu da görünce bırakmak istemedi. Lâkin babasının kaçırıldığı aklına gelince:

“Üzgünüm,” demekten başka bir şey yapamadı. “Seni gerçekten bırakmak istemezdim ama önemli bir işimiz olduğu için senden ayrılmak zorundayım. Bak istersen şöyle yapalım, sana telefon numaramı vereyim. Böylece ne zaman istersen beni arayabilirsin. Bu annemin yanında olmaktansa emin ol senin için daha güvenli.”

Lee, bu sözler üzerine vücudunu elektrik çarpmış gibi hissetmişti. Jenny’nin sözleri yüzüne bir tokat gibi vurulmuştu. Bunu nasıl teklif edip de onu yalnız bırakmaktan söz ederdi? Onu uyarmışken karşılığı bu muydu?

Lee’nin iç sesi ona Jenny’nin onu korumak istediği için bu şekilde davrandığını söylüyordu. Ama yine de mantığı bunu kabul edemiyordu. Ona yardım etmek istediği halde, ailesinin onu öldüreceğini söylemesine rağmen Jenny’nin bu sözlerine bir anlam verememişti.

“Telefon numaranı aldığımda ve seni aradığımda sana ulaşabileceğimi nasıl bileceğim? Ayrıca ailem ortaya çıkıp da bana zarar vermeye kalkarsa ne yapacaksın? Hemen yanıma gelebilecek misin?”

Lee, Jenny’ye çok mantıklı bir soru sormuştu. Bu sorunun üzerine Jenny, annesine bakmıştı. Çünkü Lee’ye ne diyebileceğini bilmiyordu. Onu uzaktayken ya da kendisine ihtiyacı olduğunda duyabilir miydi? Sonuçta Lee, doğaüstü bir varlık olmadığından Jenny ile kolaylıkla iletişim kuramazdı. Bu durumda da telefonla aramak dışında yapabileceği bir şey yoktu. Tehlike anındaysa onu arayamazdı.

Bayan Hale, Lee ile konuşmak için dudaklarını araladığı sırada konuşan bir erkek sesi kulaklarına çalındı. Bayan Hale, hemen sesten tarafa dönüp kızını koruma içgüdüsüyle bu yabancı adama baktığında, adam ondan hiç ürkmemiş görünüyordu.

“Onu ben korurum. Siz Bay Hale’i aramaya devam edin. Onun size Lee’den daha fazla ihtiyacı var.”

Bayan Hale, bu adamın olanlar hakkında nasıl bilgisi olduğunu anlayamadığından kaşlarını çatmıştı. Hiç kimse eşinin kaçırıldığını bilmiyordu. Kasabadaki kimse ile bir yakınlıkları olmadığından bundan bahsetmemişlerdi.

“Sen de kimsin? Eşimin kaçırıldığını nasıl…” dediğinde adam sözünü kesmişti.

“Emin olun ki Bayan Hale, ben söylediğimden daha fazlasını biliyorum. Ne duruyorsunuz? Jenny’yi de alıp gidin ve eşinizi kurtarın.”

Barclay’dan başkası değildi bu adam. Kasaba halkı Barclay’ı tanırken onların tanımıyor olması çok normaldi. Ne de olsa kasabaya taşınalı çok olmamıştı.

Jenny ve annesi bu sözler üzerine bakışlarını birbirlerine yöneltmişlerdi. Gerçekten bu adama güvenip de genç adamı ona emanet edebilecek kadar tanımıyorlardı ki.

Lee’nin:

“Barclay!” diye seslenirken ki tınısında büyük bir heyecan vardı. Kasabadaki her insanda olduğu gibi Lee de onu tanıyordu. “Ne zaman geldin? Neden bana haber vermedin?” diye sorarken kırıldığı ses tonundan apaçık yansıyarak kulakları dolduruyordu.

“Geleli çok olmadı. Evime gitmek için bu bölgeden geçiyordum. Biliyorsun ki geçmek zorundayım. Sonra da sizi gördüm.”

Bayan Hale, adamın söylediğine inanmak istemediğinden dolayı Lee’ye bakmış ve çocuğun mimiklerini kontrol etmişti. Lee, Barclay’ın söylediğini:

“Biliyorum ve bu bölgeden geçerken nasıl korkmadığına bir anlam veremiyorum,” diyerek onayladığında adamın yalan söylemediğini anlamıştı.

Lee onu tanıyorsa ve bu adama güveniyorsa eğer onunla gitmekte bir sorun yaşamayacak, dolayısıyla da planlarını suya düşürecekti. Eğer ki Lee onunla gitmek yerine başka bir yere –ya da ailesine- gidecek olursa onu takip edecek, dolayısıyla da eşinin kaçırıldığı yeri öğrenmede ilk adımı atacaktı. Bunun gerçekleşmesi için Tanrı’ya milyonlarca dilekte bulunurken Lee’nin onlardan uzaklaşıp ismini bilmediği adama gittiğini gördü.

Lee, Barclay’ın yanına geldiğinde kollarını kocaman açıp hemen sarılıverdi. Barclay da Lee’nin sarılışına karşılık verdi. Genç adama sarılırken sanki kendi evladını kolları arasına almış gibi görünüyordu. Sarılışları devam ederken bakışlarını Lee’den kaçırıp Bayan Hale’e baktığında:

“Neden buradasınız? Eşinizi kurtarmaya gitsenize!” diyerek kükremişti. Bu emrivakiden çok hoşlanmasa da Bayan Hale, kızının koluna yapışmış ve tekrardan gitmekte oldukları yöne doğru dönerek koşmaya başlamışlardı.

Birkaç dakika sonrasında Bayan Hale’in aklına Barclay’ın sarf ettiği bir cümle gelecek ve arayışlarını sonlandırıp onu bulmak için yola düşeceklerdi.

 

***

 

George, hapsedildiği kalkanı kırıp içinden çıkabilmek için harekete geçtiğinde çoktan dönüşümünü gerçekleştirmişti. Pek çok kez bu kalkanı kırmaya çalışsa da bir türlü başarılı olamamıştı.

Onların bunu hak etmediğini düşünen ve bu durumdan rahatsız olan bir varlık aniden ortaya çıkıp kalkana doğru saldırışa geçmişti. Alex ve George, bu yaratığın onlara saldıracağını düşünüyor ama bu konuda yanılıyorlardı.

Bu yaratığın baş kısmı balinalar kadar büyüktü. Sağ ve sol tarafında bir sürü tüy yumağı vardı. Bu tüy yumağı vücudun arka tarafını da sarıp sarmalıyordu. Vücudunun arka kısmı timsaha benzeyen bu yaratığın vücudunun üst kısmı ince kemiklerin bir araya gelmesiyle oluşmuştu.

Bu kemiklerin arasında çürümüş gibi duran deri parçacıkları vardı. Yaratığın başının tam üstünde ortası cama benzeyen, oldukça görkemli duran bir taç vardı. Tacın hemen alt tarafında yer alan kısımda yüzlerce iskelet parçacığı bulunuyordu. İskeletlerin hemen altında yine tüyler, tüylerin altında ise her iki yana doğru uzayan, oldukça keskin görünen dişler bulunuyordu.

Bu yaratık, görünmez kanatlara sahip olduğu için havada rahatça uçabiliyordu.

Alex ve George’un içine hapsolduğu görünmez kalkana çarptığında kalkan saniyesinde kırılmış, onların daha fazla vakit kaybetmeden dışarı çıkabilmesini sağlamıştı.

Yaratık sayesinde serbest kalan George, ormana tamamen hâkimdi. Hareket ettikçe önüne çıkan ağaçların çevresinden dolanıyor, çimenleri, tozu, toprağı delip geçiyordu.

Alex, George’un kalkandan çıktığını görünce onu takip etmeye başlamıştı. George gibi pek çok ağaçla karşılaşsa da oldukça hızlı hareket ediyordu. Bu hızları bir süre devam etti. Karşılarına Petrofowt çıktığında donup kalmışlardı.

Vücudunun üst kısmı insana benzeyen, alt kısmıysa yılandan meydana gelmiş bu yaratığın sürekli tıslama sesi kulaklarını doldurmuştu. Sesi oldukça rahatsız ediciydi.

Alex, yılanı daha dikkatli bir şekilde incelerken vücudunda yer alan kındaki kılıcı fark etmişti. Yaratık gerçek gücünü bu kılıçtan mı alıyor acaba, diye düşündüğünde gözlerini kılıçtan ayırmıyordu. İçinden bir ses tehlikenin bu kılıçtan geleceğini, kılıçtan uzak durmaları gerektiğini söylüyordu.

İçindeki sese güvenerek George’a:

“Kılıca sahip. Kılıca dikkat et!” diyerek bir uyarıda bulundu. George da bakışlarını kılıca yöneltmişti. İşte tam o sırada Petrofowt elini kılıca atıp kılıcı kınından çıkarıp karşı saldırıya geçti.

George ve Alex, kendisini koruyabilmek adına tekrardan harekete geçip ormandan çıkabilmek adına koşmaya başlamıştı. Onlar koşmaya devam ederken Petrofowt, saldırmaya devam ediyordu. Elindeki silahı düşürse onu etkisiz hale getirebileceklerdi ama bu şu an için mümkün görünmüyordu.

İkisi de koşmaya devam ederken pek çok defa yaratığın saldırısından kıl payı kurtulmuşlardı. Yaratık tahmin ettiklerinden daha güçlüydü, neredeyse onlar kadar hızlı hareket ediyordu.

Ormanın çıkışına az bir zaman kala, peşlerindeki yaratığın acı içinde bağırdığını duymuş ve biraz daha ilerleyip durmuşlardı. İkisi de yaratığın neden bağırdığını anlamaya çalışırken vücudundaki oku görmüşlerdi. Belli ki birisi onlara yardımcı olmaya çalışıyordu.

Petrofowt’un az ilerisinde bir ağacın üzerine tünemiş olan Anoctiqa, eline almış olduğu başka bir oku hızla yayına yerleştirmeye çalışıyordu. Bu işlem iki saniye gibi kısa bir sürede gerçekleştiğinde Petrofowt dikkatini Alex ve George’dan çekip tamamen ona yöneltmişti.

Petrofowt’un ormandaki en büyük düşmanı Anoctiqa’lardı. Dişileri yaklaşık on beş santim boyutundayken erkeklerinkinin boyutuysa yirmi beş santime kadar çıkıyordu. Ormanda kendilerine ait olan bölgeleri ne zaman işgal edilse ortaya çıkıp saldırı gerçekleştirirlerdi. Kendilerini ellerinde bulunan ok ve yayla korurlardı. Atış sağladıkları yayın en büyük özelliği ne zamanki oku yerleştirseler zehirli bir hâl almasıydı. Zehir o kadar güçlüydü ki ok isabet ettiğinde dayanılmaz bir acı verirdi. Zehir ancak birkaç günde etkisini kaybeder ve asla ölüme sebep olmazdı.

Petrofowt, Anoctiqa’ya saldırışa geçmek için harekete geçtiği sırada ortaya birkaç tane daha Anoctiqa çıkmış ve peş peşe ellerindeki okları atmaya başlamışlardı. Birbiri ardına isabet eden okların vermiş olduğu acıya dayanamayan Petrofowt, kılıcını kınına koymuş, ardından da geri çekilerek geldiği gibi gitmek üzere harekete geçmişti.

Kısa sürede gözden kaybolduğunda bu durumu fırsat bilen Alex ve George, tekrardan koşmaya başlamışlardı. Ormanda kısa bir süre daha koştuklarında karşılarına çıkan yol, ormandan çıktıklarını belli ediyordu.

Araçlarını kaybetmişlerdi ama en azından yaşıyorlardı. Bu onlar için büyük bir şanstı. Eğer ki o minik yaratıklar ortaya çıkmasa belki de ölmüş olacaklardı.

İnsan formuna geçip kimliklerini belli etmemek adına koşuşlarını sürdürürlerken eve varabilmek için can atıyorlardı. Şanslarına ses kaydını kaybetmemişlerdi ve hâlâ yaşıyorlardı.

 

 

 

 

***

 

Arnold, laboratuvara girdiğinde kendisine dönen çift gözün sahibi: “Ben de seni bekliyordum,” dedi. Ayağa kalktıktan sonra Arnold’a doğru birkaç atım attı ve Arnold’un kendisine uzatmış olduğu dosyayı elinden aldı.

Arnold’un elindeki dosyayı alan kişi kasaba halkının çok iyi tanıdığı ve polis teşkilatı içerisinde çalışan Louis’ti. Louis, dosyayı eline almasının ardından dosyanın üzerinde dolanan bakışları oldukça dikkatli bir hâl almıştı. “DNA dosya içerisinde değil mi?”

Louis’i tüm kasaba halkı olay yeri inceleme görevlisi olarak tanıyordu. Kimseye, hatta kız arkadaşı Marie’ye bile burada çalıştığını, gizli ve karanlık işler çevirdiğini söylememişti.

Louis’in sorusundan önce onun boş bıraktığı sandalyeye oturan Arnold, bacak bacak üstüne atmıştı. Oldukça rahat ve sanki burada bulunması sıradan, rutin hareketlerinden biriymiş gibi davranıyordu. Klanın ileri gelenleri de oturduktan sonra ikisi arasında geçen konuşmaya kulak kesilmişti.

“Eğer ki içinde olmasaydı buraya getirir miydim? Bazen beni bu şekilde sorular sorarak çok kızdırıyorsun. Farkında mısın?”

Louis, dosyanın içindeki DNA’yı alıp da gerekli incelemeleri yapmak üzere ilerlerken Arnold’a yanıt vermemişti. DNA üzerinde kime ait olduğunu öğrenmek üzere gereken kontrolleri yapmaya başladığında çıkacak olan sonucun böyle olmasını o da dâhil kimse beklemiyordu. İnsanların öldüğünü sandığı ama doğaüstü varlıkların öldüğünü düşünmediği yaratık hâlâ yaşıyordu.

 

***

 

Barclay, Bayan Hale ile Jenny’nin uzaklaşmasının ardından kendisine ve Lee’ye bir büyü yapmıştı. Lee’ye yaptığı büyüde “Ambulate in domum suam,” demiş ve Lee adımlarını bir anda başka yöne çevirmişti. Kendisine yaptığı büyüdeyse “Celare suavitatis,” diyerek kokusunu gizlemişti. Böylece bir süre sonra kendisini takip etmek isteyecek olan Bayan Hale ve Jenny, Lee’nin peşine düşmüş olacaklardı.

Adımlarını evine yönelten Lee, bunun hiç farkında değildi. Pek çok evin, aracın, ağaçların önünden geçmiş olmasına rağmen hâlâ Barclay’ın evine gittiğini sanıyordu.

Barclay ve Lee keyifli bir şekilde muhabbet ederken onlardan sadece birkaç dakikalık uzakta bulunan Bayan Hale, sanki yanlış bir şey yapıyormuş gibi bir anda duraksamış ve hareket etmeyi kesmişti. Bu durum kızının korkmasına sebep olmuştu.

Jenny, iri iri açılmış ve oldukça korkan gözlerle ona bakarken:

“Anne, ne oldu? Neden durdun?” diye sordu.

Bayan Hale, gözlerini öfkeli bir şekilde kıstıktan sonra birkaç küfür savurmuştu. “Nasıl bu kadar aptal olabildim?!” diyerek bağırmaya devam ederken hemen sağ tarafında bulunan araca bir yumruk sallamıştı. Neyse ki Jenny, bu hareketi önceden sezinlediğinden hemen annesini kolundan yakalamış ve vücudunu iterek bir ağaca yasladıktan sonra olası bir facianın önüne geçmişti.

“Şimdi sakinleş ve bana ne olduğunu söyle,” derken Jenny’nin bir eli annesinin göğsünün üzerindeydi. Bayan Hale, öfkeli bir şekilde nefes almayı sürdürürken dudaklarını birbirine sıkıca bastırmış, arkasındaki ağaca şiddetli olmasa da bir yumruk indirmişti.

“O adam her şeyi biliyor. Babanın nerede olduğunu, kim tarafından kaçırıldığını, nerede tutulduğunu... Her şeyi ama her şeyi biliyor. ‘Sen de kimsin? Eşimin kaçırıldığını nasıl biliyorsun?’ diye soracak olduğumda sözümü kesip ‘Emin olun ki Bayan Hale, ben söylediğimden daha fazlasını biliyorum,’ demişti. O anda nasıl anlamadığımı bilmiyorum ama şimdi ne söylediğinin farkına vardım. Bizi babana götürecek tek kişi o. Onu bulmamız gerek.”

Jenny de duymuştu adamın söylediklerini ama o da annesi gibi ne demek istediğini anlamamıştı. Söylediği sözcükler şimdi anlamlı geliyordu.

Annesi ağaçtan uzaklaşıp öfkesinden kudurmuş şekilde koşarken onu takip etmeye başladı. Barclay’ın kokusunu alamıyor olsalar da Lee’nin kokusunu alıyorlardı ve bu gitmeleri gereken yönü belli etmek için fazlasıyla yeterliydi.

 

***

 

Bayan Hale ve Jenny’nin koşuşu fazla uzun sürmemişti. Birlikte kokuyu aldıkları yöne doğru gidip de Lee’yi gördüklerinde yanlarında olacağını düşündükleri kişi yoktu. Demek ki bu yüzden onun kokusunu alamamışlardı.

Barclay, Lee’nin evine varmasına az bir zaman kala tekrardan bir büyü yapıp görünmez olmuştu. Kendisini gizlemesinin elbette kendisine göre geçerli bir nedeni vardı. Eğer ki kendisini gizlemez ve Lee’nin yanında olursa Bayan Hale kendisine saldıracaktı. Onu engelleyebilecek güce elbette sahipti. Lâkin görünmez olup kendisini olacaklardan uzak tutup sadece seyretmek ve yine zamanı gelince görünür olup da ortaya çıkmak daha geçerli bir seçenek gibi görünmüştü.

Bayan Hale, Barclay’ı göremeyince onun Lee’yi bırakıp gittiğini düşünmüş ve araçlardan birinin arkasına doğru ilerleyerek görünmez olmaya çalışmıştı. Jenny de annesinin yanına varıp dizlerinin üstüne çöktükten sonra:

“Ne yapıyorsun anne?” diye sordu.

Bayan Hale, “Sana daha öncesinde de söylediğim gibi Lee’nin ailesi babanı kaçırmış olabilir. Amacımız Lee’nin şu anda nereye gittiğini öğrenmek. Eğer ki Lee ailesinin yanına, evine gidiyorsa bu bizim için bir artı olacak. Neden dersen, babanı Lee’nin ailesinin kaçırdığından artık kesinlikle emin olmaya başladım. Çünkü Barclay boşuna Lee’yi korumaya almadı.”

Jenny, annesinin sözleri üzerine etrafa bakmak yerine dikkatini Lee’ye verdi. Lee’nin beyaz, meşe ağacından yapılma bir kapının önüne geldiğini gördüklerinde:

“Burası onun evi olabilir,” diye açıkladı Bayan Hale.

“Olabilir,” dedi Jenny. Neşesi yüzünü aydınlatıyordu. Bu kadar keyiflenmesine sebep olan şey babasının burada olabileceği düşüncesiydi.

Lee, elini kaldırıp da kapının hemen sağında duran zile bastıktan sonra elini indirmiş ve bakışlarını kapıya dikmişti. Yüz ifadesi oldukça donuktu. Sanki ailesinin evine gelmiş olmak onda bir korku ya da mutluluk hissi yaratmıyordu. Oysa bir insan evine geldiğinde eğer ki seviyorsa yüzü aydınlanır, gözleri parlardı. Evini sevmediği takdirde de bakışları donuklaşır, yüzü asılıp kaşları çatılır, midesine küçük küçük kramplar girerdi. Jenny, bu durumu sürekli yaşadığından dolayı genelde yeni taşındıkları her yerde bu ruh durumuna sahip olmuştu.

Lee’nin zile basışının ardından kapıya doğru yürüyen ve:

“Lee gelmiş olmalı,” diye bağıran Bay Lee Gibbs, oğlu ile aynı ada sahip olduğu için her zaman göğsünü kabartıyordu. Biraz daha zaman geçtikten sonra ona gerçeği açıklayacak, onu da kendileri gibi bir kurt adam avcısı olması için eğitecekti. Avcılar, nesilden nesile aktarırdı bilgi ve birikimlerini. Lâkin bunun olması için çocuğunun on yedi yaşını doldurması gerekiyordu.

Bay Lee, kapıya varmasının ardından elini kapı koluna atmıştı. Kola sıkıca bastırıp kapıyı kendisine doğru çektikten sonra karşısına çıkan oğlunu görünce: “Tanrı’ya şükürler olsun!” demişti. “Hepimiz sana bir şey olacak diye endişelendik. Hatta Kate teyzen seni aramak için dışarı çıkmayı bile düşünmüştü.”

Lee, babasının söylediklerini duymuyor gibiydi. Geniş hole adım atmasının ardından istifini hiç bozmadan odasına doğru yürümeye başladı. Babası onun bu haline bir anlam verememişti.

Lee’nin geldiğini duyan ev halkı hemen kapıya doğru yürümüş ve Bay Lee’ye çevirmişti bakışlarını. Lee, babasına karşı nasıl bir davranış sergilemişse aynısını akrabalarına, hatta annesine de yapmıştı. Kimseyi gözü görmüyor gibiydi.

Bay Lee, kapıyı kapatmadan önce dışarı bir adım atmış ve kimsenin kendilerini gözlemediğinden emin olmak için dikkatle çevresine göz atmıştı. Kimsenin sokakta ve çevrelerinde olmadığından emin olunca kapıyı kapatıp içeri girmişti.

Bayan Gibbs, oğlunun bu haline anlam veremeyince eşine soru soran gözlerle bakıp:

“Onun nesi var?” diye sordu.

Bay Lee, bilmiyorum dercesine başını salladıktan sonra oğlunun peşine düşmüştü. Lee, ondan önce içeri girdiğinden ötürü odasına çabucak varmış ve kapıyı arkasından neredeyse çarparcasına kapatmıştı.

Kapının çarpılma sesi ev halkını daha da telaşlandırırken bu durumun bir fırsat olabileceğini düşünen Bayan Hale, aracın arkasından çıkmış ve hızla hareket ederek evin içine sızabileceği bir yer aramaya başlamıştı. Kurt kadın ve kurt adamların en büyük özellikleri kendisinden uzaktaki her sesi duyabilmek olduğundan ailenin ne konuştuğunu, evin içinde olan biten her şeyi duymuştu.

***

 

Louis, DNA analizine başladığında Arnold telefonunu cebinden çıkarmış ve internette kasaba ile ilgili bir haber olup olmadığına dair arayışa başlamıştı. İlk birkaç sıralamada aradığı şeyle ilgili bir paylaşım görmemişti. Kasaba ile ilgili önemsiz birkaç haber harici hiçbir şey yoktu. Tam telefonun ekranını kapatacaktı ki karşısına çıkan haber başlığı dikkatini çekmişti. Hemen başlığa tıklayıp haber kaynağına ulaştıktan sonra haberi okumaya başladı.

İNSAN MI HAYVAN MI? yazan haber başlığına istemdışı çatılan kaşlarla bakmaya başladığında haber içeriğinin canını sıkacağını hemen anlamıştı.

Haber içeriğini okumaya başladığında hoşnutsuzluğu daha da artmış ve bu haberi yayınlayan kişinin kim olduğunu acilen bulmaları gerektiğinde karar kılmıştı.

Haber içeriği şu anda incelemesini yaptıkları DNA ile ilgiliydi.

Kantoga Kasabası’nda geçtiğimiz günlerde işlenen faili meçhul cinayet hakkında incelemeler devam ederken ortaya çıkan DNA sonucu polisleri bile şaşırttı. DNA analizinde ortaya çıkan sonuç hem insana hem de hayvana ait olduğunu ortaya seriyordu. Bu mümkün müydü? Eğer ki mümkünse bunca zamana kadar bilim dünyası bunu bilmeden nasıl varlığını sürdürmüştü?

Birkaç gün öncesinde alanında ün yapmış ve tüm dünyada ilgiyle takip edilen Profesör Woynte Wox tarafından bir açıklama yapılmıştı. Bu açıklamada insan ve hayvan DNA’sı birleşiminin mümkün olmayacağını kendinden oldukça emin bir şekilde dile getirmişti. Bu açıklamanın ardından insan ve hayvan DNA’sının bir arada bulunması ve imkânsız denilen durumun tam tersine dönmesi, profesöre duyulan güveni sarsacak gibi görünüyor.

Şimdi insanların aklında tek bir soru var:

Bu DNA hangi canlıya ait? Geçmişte yaşadığına inanılan vampir ya da Kurt adama mı yoksa bambaşka bir varlığa mı? Bu analiz aramızda yaşayan başka varlıkların olduğunu mu belli ediyor? Yetkililerden çok acil konu ile ilgili açıklama yapılmasını bekliyoruz.

“Bir de açıklama yapılmasını bekliyorlar!” deyip öfkeyle ayağa fırladığında odada bulunan herkes ondan yana dönmüştü. Kimse ne olduğunu anlamadığı için Arnold’dan bir açıklama beklemeye başlamışlardı.

Onlar dışında bu ses tonuna şaşırmayan tek kişi vardı. O da Louis’ti. Louis, boynunu ve ellerini esnettikten sonra bu durumu garipsemiyormuşçasına ondan yana dönmüş ve: “Demek öğrendin?” diye sormuştu.

Louis’in sözleri başta Arnold olmak üzere herkesin dikkatini çekmişti. Arnold, Louis’in neden bahsettiğini anladığında öfkesini yatıştırabilmek için gözlerini genç adamın ayak parmaklarından başlayarak tüm vücudunda dolaştırmıştı. Bu süre zarfında öfkesi biraz olsun yatışmış ve daha sakin bir şekilde yanıt verme imkânı elde etmişti.

“Sen nasıl biliyorsun? Ne zaman öğrendin? Neden bana bahsetmedin?”

Louis, Arnold‘un yere fırlattığı telefonu küçümseme dolu bir sesle işaret ettikten sonra: “Haberi yayınlatan benim de ondan biliyorum,” demişti.

Bu yanıtın üzerine Arnold, kulaklarından öfkeli dumanlar fışkırırmışçasına Louis’in üzerine doğru yürümeye başlamıştı.

“Ne yaptın? Ne yaptın?” diye sorarken Louis, onun kendisine çektiği fırçayı umursamamıştı. Dudaklarından ufak ve küstahça bir kıkırdama çıkarken:

“Haberi ben yayınlattım.” dedi.

“Bu dikkati kasabanın üstüne çekecek ve katilin ortaya çıkmasına sebep olacak. Varlığının kasaba dışındaki insanlar tarafından öğrenilmesi eminim ki hoşuna gitmeyecektir. Merak etme. Kimse bizden şüphelenmeyecek. Sen bir doğaüstü varlıksın, ben de öyle. Sence kendimi ve seni riske atar mıyım?”

Louis, gerçekten de söylediği gibi bir doğaüstü varlıktı. Kendisi bir Fengopk’tu. Şekil değiştirme yeteneğine sahip olan bu yaratık, maalesef ki dışarıda göründüğü gibi aslında iyi kalpli değildi.

Fengopkların en büyük düşmanları kurt adamlar ve kurt kadınlar olsa da Louis için bu durum biraz daha farklıydı. O kurt adam ve kurt kadınları kendisine yakın tutardı. Yaşadığı kasabayı sevdiğinden ve bu kasabada kendisine bir zarar gelmediğinden dolayı henüz hiç kimseyi öldürmemişti.

Onun türünden olanlar Louis’in varlığından çok rahatsızdı. Pek çok Fengopk onu öldürmeye çalışmış ama kendisini koruyan ve seven doğaüstü varlıklar yüzünden başarılı olamamışlardı.

Onlar tartışmaya devam ederken DNA analizinin tamamlandığını belli eden bir ses duyulmuştu. Louis, tartışmayı bırakıp analiz sonucunu kâğıda aktarmak üzere harekete geçmişti. Sonucu bir kâğıda yazdırdıktan sonra kâğıdı eline aldı.

Onu rahatsız edecek şekilde hareket eden ve kâğıdı sertçe çekip elleri arasından alan Arnold, gözlerini kâğıtta yazan sonuca dikmişti. Çıkan sonuca göre bu DNA’nın sahibi Vivianne Risotty’ydi. O ölmemiş miydi? Bu kadar uzun süre ortalıkta görünmediğine göre ölmüş olmalıydı.

“Vivianne Risotty,” dediğinde elindeki kâğıda inanamaz gözlerle bakıyordu. Yüzünü büyük bir şaşkınlık bürümüştü ve kendisine sonucu soran kimseye yanıt vermiyordu.

Loading...
0%