
Devasa büyüklükteki çana zayıf bir asayla vurulmuş gibi tiz, kulak tırmalayıcı bir ses zihnimde yankılandı, yüzümü buruşturdum. Birinin, “Sanırım kendine geliyor,” dediğini yarım yamalak işitirken ses zihnimde dalgalanmaya devam ediyordu. Dayanılması zor işkence gibiydi ve ben çığlık atmak istesem de dudaklarımı aralayamıyordum.
Yanımda birileri vardı, seslerini duyabiliyordum, ancak kelimeleri doğru dürüst algılayamıyordum. Neredeydim ve en önemlisi kiminleydim haberim yoktu. Bunu düşünürken zihnimin içerisinde kaşlarım çatıldı. Hayır, en önemlisi kiminle olduğum değildi, en önemlisi benim kim olduğumdu.
Bu düşünceye yoğunlaşmamla birlikte kulaklarımı delecek şekilde dalgalanan ses birden kayboldu, üzerime kara sis bulutu gibi çökmüş ağırlık kalktı. Sanki suyun altında dakikalarca kalmış ve nefes alamamışçasına var olan tüm havayı ciğerlerime doldurma isteğiyle uzandığım yerden doğrulmaya çalıştığımda beni yakalayan elleri hissettim.
“Sakin ol, iyisin, sakin ol,” dedi bir başkası. Sesi tanıdık gelmiyordu, ancak o kadar nahifti ki kulaklarıma ninni tatlılığında ulaşıyordu. Yeniden uyuyabilirdim.
“Gözlerini açacak mı? Yoksa yine diğer ataklara benzer bir şey miydi?”
Birinin sıcak parmaklarını kaşımın hemen üzerinde, şakağımda hissettim. Tenime yayılan karıncalanmayla ürperirken parmaklar yavaşça hareket etti. Kirpiklerime dolanan birkaç tel saçımı kibar bir hareketle çekip geriye ittirdi.
“Uyanacak ama henüz değil,” dedi o nahif ses. O her kimse konuştuğunda uyku tüm bedenime yayılıyordu ve direnç göstermem imkânsızdı. Tek yapabildiğim kendimi teslim etmekti. Aradan ne kadar süre geçtiğinden habersizce yeniden zihnim silkelenerek kendine gelmeye çalıştığında vücudumdaki ağrıların daha da farkındaydım. Kollarım ve bacaklarım sızlıyordu. Sırtımda tuhaf bir yanma vardı. Ayrıca sırtımda birinin elleri geziniyordu. Tüm bedenim farkındalıkla kasıldığında hissettiğim yanmanın kaynağında gezinen parmaklar duraksadı. Sağ omuzumun üzerine döndürüldüğümü fark edecek kadar çevreye duyarlı olabilmeyi başarmıştım.
“Uyanıyor!”
“Şşş... Bu ilaç sana iyi gelecek,” dedi aynı nahif ses. Onun bir kadın olduğundan ancak emin olabilirken sanki ağrı çektiğimi bilirmiş gibi omzumu sıvazladı. “Tüm ağrıların dinecek. Uyu, genç cadı, uyu.”
Zihnime karanlık sis bulutu gibi çöken uykuya direnmeye çalışırken, “Onu sürekli uyutuyorsun,” diye isyan edercesine konuşan oğlan çocuğunu duydum, artık sesleri daha net ayırt edebiliyordum. Çocuğun on yaşında bile olmadığına yemin edebilirdim.
“İyileşmesi için bu gerekli Marcellius.”
“Ama o, onu görmek istiyor. Neden bu kadar uzun sürdü anlamıyorum. Diğerleri hemen uyanıyordu.”
“Bu genç cadı büyük bir savaştan çıktı küçüğüm. Diğerlerinden daha fazla dinlenmeye ihtiyacı var. Uyumalı. Uyku iyileşmesine yardım edecek.”
Karanlık sis bulutu zihnimi tamamen ele geçirdi, yine teslim olmaktan başka çarem yoktu. Yeniden kendime gelişim bir perdenin yana çekildiğinde çıkan o minik hışırtı sayesinde oldu; aniden ve hızlıca. Göz kapaklarım hâlâ kapalı olsa da algım tümüyle açıktı. Birinin bana yaklaştığını duyuyordum, adımları ağır ve temkinliydi. Ses çıkarmamaya özen gösterdiğini anlayabiliyordum. Hatta perdeyi kenara çektikten sonra bir süre hareket etmeden beni izlediğini de hissetmiştim.
Damarlarıma yayılan tuhaf karıncalanmayı göz ardı etmeye çalışırken bir sandalyenin çok hafifçe yerde sürtülerek yanıma çekildiğini duydum. Çıkan hışırtılar birinin hemen sağ tarafıma oturduğunu açıkça belli ediyordu. O heyecanlı oğlan çocuğunun ya da sesi bana ninni gibi gelen kadının varlığını hissetmeye çalışsam da başarısız oldum, yanımdaki farklı biriydi. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Ama bunun kaynağı korku değildi; kaynağının ne olduğunu bile çözememiştim.
Sırtımın belli bölgelerine yerleştirilmiş desteklerle ağırlığımın çoğu sağ omzuma verilmişti. Yattığım yer pek rahat değildi, alışageldiğimden çok daha sert bir yataktı. Ayrıca her nefes alışımda göğsüme kıymık batıyormuş gibi hissediyordum, ağrım vardı.
Zihnimi zorlayarak neler olduğunu hatırlamaya çalıştığım sırada yastığa dağılmış saçlarıma dokunan parmakların varlığıyla soluğumu tuttum. Saçlarımı öylesine dikkatle okşuyordu ki sanki ruhuma açılan yaraları sarmak ister gibiydi. Parmaklar yavaşça kayarak yüzüme tırmandı ve yanağıma düşmüş olan tutamları geri itti. Ardından varla yok arası tenime sürtünerek yanağımdan çeneme doğru kaydı ve rahatsız etmekten korkar gibi hızla geri çekildi.
Bana çok uzun zaman geçmişçesine hissettiren bir süreden sonra, “Rheana,” diye fısıldayan o tanıdık sesi, sevimli aksanı işittim. Kalbim tepki verir gibi tekledi. Ona doğru atılmak istedim, kollarının arasındaki güvene ve sıcaklığa kavuşmak için yanan yanım güçlüydü, ancak kıpırdayacak dermanım yoktu.
“Çok hızlı nefes alıp veriyorsun,” dedi yine kısık sesle. Kaşlarını çattığını göremiyordum ama bundan emindim. “Ne zaman sana yaklaşsam hep böyle oluyor. Bu iyi bir şey mi bilmiyorum,” dediğinde kendi kendine konuşur gibiydi ve cevabını bilememek onu rahatsız ediyordu.
“Benden korkuyor olabilir misin?”
Tanrım, hayır, korkmuyordum. Bunu ona söyleyebilmek için çırpınsam da bedenimde en ufak bir hareket dahi olmadı, çıldıracaktım. Zihnim uyanıktı, ancak bedenimin üzerinde kontrolü hâlâ sağlayamıyordum.
“Korkmanı istemiyorum,” dedi yavaşça, sesini zar zor duyabilmiştim. Kalp atışım güçlendi, daha hızlı nefes alıp vermeye başladım. Terlediğimi hissediyordum, saçlarımın dipleri nemlenmeye başlamıştı.
Perdenin yeniden çekildiğini duymamla birlikte artık alıştığım o nahif sesli kadının, “Onu yoruyorsun,” dediğini duydum. Hayır, hayır, Adrian'ın yanımda olması iyi hissettiriyordu.
“Sadece burada oturuyorum.”
“Yanında olduğunu biliyor ve sana tepki verebilmek için kendisini zorluyor, bu iyi değil. Şu anda tüm gücünü yarasını iyileştirmenin üzerinde toplamalı.”
Yara...
Sanki bu kelimeyi duymayı bekliyormuş gibi tüm yaşadıklarım zihnime doluştu. Kendimi yine zihnimin derinliklerine gömülmüş o odanın önünde buldum, kapısı hafif aralıktı. Onu açmıştım, tanrım, onu açmıştım! Sonrasında değişmiştim, onlar gibi olmuştum; canavar yerine koyduklarım gibi!
Korku yılan misali kalbime dolanıp onu boğmak istercesine sıkıştırmaya başladı. Karnıma peş peşe ağrılar saplandı ama bedenim tüm tepkilerimi saklı tuttu, Adrian'ın bendeki değişimi fark ettiğini sanmıyordum.
“Saque, ne kadar daha böyle sürecek?” diye sordu Adrian. Kadının adını telaffuz ederken o hayran olduğum aksanı kendisini belli etmişti. Bazen anadili farklıymış gibi hissetmekten kendimi alamıyordum.
“Çok değil,” dedi sesi uykumu getiren kadın yavaşça. Durgun, dalgasız bir su gibi konuşsa da kaşlarını çattığını anlamıştım. “Bana direnmeye başladı.”
Üzerime kara bulut gibi çökmüş ağırlığı dağıtmak istercesine hareket etmeye çalıştım, olmadı. Buradan kalkmak, gözlerimi açmak ve içimdekileri haykırmak istiyordum. Tanrım, ben birini öldürmüştüm! Dehşetle kuşandım, kalbimin derinliklerinde pişmanlık arasam da bulamadım. Bu beni iyice korkuttu. Korku, zihnimin derinliklerindeki kapıyı geriye itip tamamen araladı. Önce delicesine atan kalbim yavaşladı ve minik deliklerden usul usul sızarak etrafı zehirleyen duman gibi o ürkütücü güç damarlarıma karışmaya başladı. Bedenimi turlamasına, tepeden tırnağa beni kuşatmasına şahit olmak nefesimi kesti. Sona erdiğinde kendimi daha farklı hissediyordum, sanki avuçlarım görünmez güç kaynaklarına sarılıydı; dokunduğum yeri yakacak kadar özgüvenle dolmuştum.
“Bir cadıya göre çok güçlü,” dedi Saque, sesinde saklı olan soru işaretleri vardı.
“Üçlülerden birini öldürdü.”
“Tehlikeli,” dediğinde dişlerimi sıktım. Buna inanmak istemiyordum, ben zararsız olandım. “Sanırım ne olduğu hakkında bilge birinden yardım almalısın. Bana karşı koyuyor, Adrian, bugüne kadar kimse bunu yapamadı, sen bile.”
“Uyanacak mı?” diye sordu Ardian hızla, üzerime doğru eğildiğini hissettim, parmakları saçlarımda gezindi. Saque'nin cevap vermesini beklesem de sessizliğini korudu. Güç damarlarımın içerisinde fokurdarken özgür kalmak için üzerime örtülü olan karanlığı delmeye çalıştı. Bu sırada Adrian, “Terlemişsin,” diye kulağımın yanında fısıldadı. “Sakin ol, kızıl elmas, sakin ol.”
Onu görmek istiyordum, onu görmeye ihtiyacım vardı. Avuçlarıma hücum eden güce sarıldım ve bir kez daha karanlığı dağıtmaya çalıştım. Bedenimi kontrolü altında tutan, beni bir yorgan gibi örtmüş olan kara sis bulutu güçlü bir rüzgâra tutulmuş gibi dağıldı. Kaburgalarımın arasında sıkışıp duran kalbim; serin, tatlı dağ esintisiyle kuşandı. Rahatlama tüm vücuduma yayılmaya başlarken göz kapaklarım birden, benim bile beklemediğim bir anda açılıverdi. Ve damarlarımın içerisinde fokurdayan güç yavaşça kaybolmaya başladı. Bu bir yılanın dilini dışarıya çıkartıp ağır ağır geri çekmesi gibiydi; ürkütücü ve iç gıdıklayıcı.
Perdenin bir kez daha açıldığını duyduğum sırada gözlerim doğrudan Adrian'ın gözlerindeydi. Elleri saçlarımda, tepemde dikiliyordu. Hafifçe üzerime doğru eğilmişti ve cam mavisi gözlerinde hayranlığa sarılmış şaşkınlık vardı. Ayrıca göz bebeklerine yansıyan minik ışık dikkatimi çekmişti. Sanki yanan bir ateşin yansıması gibiydi, çözememiştim.
“Saque! Saque! Gözlerine bak, Saque!” diye haykıran ses daha önce de duyduğum o oğlan çocuğuna aitti. Dehşet doluydu ve yanıma geldiği gibi benden uzaklaşmıştı.
“Gözlerinde ateş yanıyor! Gözleri ateş gibi yanıyor!”
Gözlerim açıldığından beridir göz kapaklarımı hiç kırpmadan bakıyordum ama çocuğun haykırışı irkilmeme neden olduğunda boşluğa düştüm ve gözlerim kapandı. Hızla yeniden açtım ve yine sadece Adrian'a baktım. Artık gözbebeklerine yansıyan ışığı göremiyordum, ateş sönmüştü.
“Saque!”
“Şşş, küçüğüm biraz sessiz ol. O iyi.”
“Ama-"
Saque sanırım ona susması gerektiğini sessizce belli etmişti, çünkü çocuk birden tüm laflarını yutmuş gibi sessizliğe gömülmüştü. Gözlerimi Adrian'ın üzerinden ayıramıyordum. Bana bakışı tuhaftı, sanki büyülenmiş, hayran kalmış gibiydi. Aynı zamanda çekincelerini açıkça görebiliyordum. Onun da gözlerinde soru işaretleri vardı.
“Rheana? Beni duyuyor musun? Konuş benimle ateş parçası, kendinde misin?”
Buradayken benimle her konuştuğunda üzerime doğru eğiliyor ve sesini başka birinin duymasından korkar gibi kısık tutuyordu. Saklamaya çalıştığı endişesinin fark edilmesini istemediği için mi böyleydi yoksa sadece benimle konuştuğunda sesine sinen şefkati diğerleri duymasın diye mi böyleydi emin olamıyordum.
Dudaklarım birbirine yapışmış gibi güçlükle ayrıldığında kendimi yeni doğmuş bebek gibi hissediyordum, farklıydım. Bunu kabullenmemek için diretsem de farklılıkları hissedebiliyordum. Göğsümü derin bir solukla şişirdikten sonra, “Adrian,” dedim ondan başka tutunacak hiçbir şeyim yok gibi. Konuşmak çok zordu, sesim o kadar yıpranmıştı ki sanki saatlerce çığlık atmıştım. Hatıralar zihnime dokunarak uyarıda bulunduğunda yeniden derin bir soluk aldım. Saatlerce çığlık atmış gibi değildim, saatlerce çığlık atmıştım. Boğazım ağrıyordu ve sesim çıkmıyordu.
“Su...verir...misin?”
Adrian isteğimi iletmek adına hızla kafasını kaldırıp Saque’ya baktı. Kadın hareketlendi, suyun dökülürken çıkardığı o hoş ses kulaklarıma doluştu. Ardından yanıma yaklaşan ayak seslerini takip ettim.
“Başını desteklemelisin, çok oynatmamaya çalış.”
Adrian elini saçlarıma daldırarak kaydırdı ve boynumu kavradı. Çok hafifçe başımı kaldırıp dudaklarıma yaklaştırdığı kâseden yudumlamamı sağladı. O kadar susamıştım ki litrelerce su içebilirdim, ancak sadece iki yudum alabilmiştim. Boğazım öyle güçlü sızladı ki susuzluktan ölecek olsam bile daha fazlasını içmeye cesaret edemedim.
“Sorun ne? Ağrın mı var?”
Adrian yüzümün girdiği şekilden bir problem olduğunu anlamakta zorlanmamıştı. Zor olsa da yutkundum ve kafamı sallayarak onu onayladım. “Ağrıyor,” dedim çatlak sesimle.
“Marcellius, gel, ona yardım edelim küçüğüm. Bize ihtiyacı var,” dedi Saque. Sağ omuzuma doğru yatırılmış olduğum için arkamda kalan kadını ve çocuğu göremiyordum.
“Ama... ateş-"
“Marcellius,” dedi Adrian çocuğun lafını keserek, sesi toktu. “Onunla tanışmak ister misin? Onu tanırsan sorun kalmayacak, gel buraya.”
Küçük çocuk çekinik kaldı, bunu daveti hemen kabul etmemesinden anlamıştım. Ancak Adrian ısrarla, “Gel,” diye üstelediğinde bana doğru attığı zoraki adımları işittim. Nihayet görüş alanıma girerken küçük yüzüne dikkatle baktım. Temiz, parlak yüzlü bir çocuktu. Mumlarla aydınlatılmış odadaydım ve yetersiz ışıkta bile güzelliği gözlerimi kamaştırmıştı. “Melek,” diye fısıldadım yavaşça. Ona bakınca aklımdan geçen ilk kelimeydi.
“Saque, melek olduğumu nasıl anladı? Ona söylememiştim.”
Meraklıydı, her şeyi öğrenme isteğiyle dolu olduğunu anlayabiliyordum. Ayrıca sanırım benden korkuyordu, iri iri açtığı gözleri ne zaman bana değse tedirginlikle doluyordu.
“Bazılarımız bunu anlayabilir küçüğüm.”
“Bana sadece meleklerin melekleri hissedebileceğini söylemiştin. Ama o melek değil.”
“Ki-ara...adım...Kiara.”
Çocuk bana cevap vermeden önce hâlâ ardımda duran kadına kısa bir bakış attı ve sanırım ondan onay almak istedi. Daha sonra bana döndüğünde, “Marcellius,” diye mırıldandı, hâlâ çekinceleri vardı.
“O, şifacı meleklerden biri,” dedi Adrian, çocuğun omzuna elini koyarken. “Bazılarımızın atalarından gelen yetenekleri vardır.”
Evet, bu cümleyi daha önce de ondan duymuştum. Boğazımın yırtılır gibi acıyacağını bile bile yutkundum. Kısık tuttuğum gözlerim yeniden Adrian'a odaklanırken yüzümde acı çizgilerinin yer edindiğinin farkındaydım.
“Çok mu canın yanıyor?”
Marcellius biçimli kaşlarını çatarak beni tepeden tırnağa inceledi. Elimde olsa ona gülümsemeye çalışırdım, ancak yapamadım. Bunun yerine dudaklarımdan zorlandığıma dair hafif bir inilti yükseldi.
“Acı çekiyor,” dedi Saque. “Ona kayıtsız kalmak şifacı meleğe yakışmayan bir hareket olur.”
“Pekâlâ... Onu böyle görmek beni rahatsız etmeye başladı. Ne yapmam gerekiyor?”
“Kim olduğunu ona açıklamalısın ki bizi tehdit olarak görmemeli.”
Marcellius hızla kafasını salladı. Hâlâ bana uzak durmaya özen gösterse de artık gözlerinde korku yoktu. “Ben şifacıyım, atalarım gibi. Ölümcül yaraları bile iyileştirebilirim. Yedi soyun kanına bulanmış hançerle yaralandın, bu ölümcül bir yaradır. Ancak Adrian seni zamanında bize getirdi ve biz de iyileşmen için elimizden geleni yapıyoruz. Korkmana gerek yok, burada güvendesin ve biz düşman değiliz.”
Ezberlediği metini okur gibiydi. Omuzları dik, göğsü şişkin ve çenesi hafif yukarıdaydı. Üzerindeki pelerin ona oldukça büyüktü, içinde kaybolmuş gibi duruyordu.
“Saque benim öğretmenim, yol gösterenim. Eğitimimi ondan alıyorum; o, en iyi şifacılardandır. Bana birini nasıl iyileştirebileceğimi gösteriyor. Sen seni nasıl iyileştireceğimi görmek ister misin?”
Yavaşça kafamı salladım. “Lütfen,” diye fısıldarken sesimin yalvarır gibi çıkmasın engel olamamıştım. Elimi güçlükle hareket ettirip boğazıma değdirdim. “Çok...ağrıyor,” dedim acıyla. Çocuğun kaşları çatıldı.
“Ama yaran sırtındaydı-"
“Sırtıyla ben ilgileneceğim. Sen sana öğrettiğim gibi yap,” dedi Saque. Bu tatlı sesli kadının yüzünü görmek istesem de o ısrarla arkamda durmaya devam ediyordu. Yüzü de sesi kadar güzel miydi merak ediyordum. Sanki konuşmuyor, hoş tınıyla şarkı söylüyor gibiydi.
Marcellius yanıma yaklaşmak konusunda kararsızlığını belli ederek bu kez Adrian'a bakındı ve ondan aldığı onayla yavaşça yanıma yaklaştı. “Şimdi sana dokunacağım,” dedi tepki vermemden çekinir gibi. “Dokunmak gerekli, sana zarar vereceğimi düşünme.”
Yavaşça kafamı salladım. Yanılmıştım, benden hâlâ korkuyordu. Bu durum içimi sızlattı. Dilediğim gibi konuşabilsem ilk işim ona korkulacak biri olmadığımı açıklamak olurdu. Sanki her an ona saldıracakmışım gibi temkinli olması ve bu yüzden her hareketini açıklaması can sıkıcıydı.
Soğuk elini yavaşça boğazıma sardı. Hissettiğim soğukluk tüylerimi diken diken ederken birkaç saniye sonra avucunun değdiği bölgenin tatlı bir sıcaklıkla kuşandığını hissettim. Sıcaklık derime işleyerek boğazımdaki korkunç sızıyı defetti. Hiç değilse artık yutkunmak canımı yakmıyordu, her şey daha iyiydi. Çocuk elini geri çekerken, “Şimdi nasıl?” diye sordu.
Boğazımı temizleyip, “Teşekkür ederim,” dedim yine çatallı çıkan sesimle. Sanırım birden iyileşmek hayal gibi bir şeydi. Sadece daha iyi hissediyordum, asla her zamanki gibi değildim.
“Yeniden ayağa kalkabilmen için bir süre daha dinlenmelisin,” dedi Saque, elini sırtımdaki yaranın çevresinde hissettim. Canımı yakacağı endişesiyle tüm bedenim birden kasıldı, ondan kaçmak için kıvrandım.
“Sadece oradaki sızıyı hafifleteceğim, bana güven ve kendini bana teslim et, genç cadı. Uykuya direnme, iyileşmek için uyumalısın.”
Gözlerim Adrian'ı buldu. Uyumak istemediğimi ona yalvaran bakışlarımla ilettim, yüzü gerildi. “Bu gerekli,” dedi başka çare olmadığını açıkça belli ederek. “Direnme, yoksa acı çekeceksin.”
Neden bilmem birden gözlerim doldu. Delicesine ağlamak istesem de bunu bastırdım ve ağır ağır kafamı salladım. Kendimi teslim ettiğimi gevşettiğim bedenimle Saque'ya ilettim ve o da hemen harekete geçti. Uyku karanlık sis bulutu gibi hızla etrafımı kuşattı ve beni sarmaya başladı. Gözlerim kapanırken, “Adrian,” diye mırıldandım. Elim ona uzanmak istercesine havaya kalktı, ancak uykuya yenik düşerek ona uzanamadan gerisin geri yere düştü. Zihnim karanlığa gömülmenin eşiğindeyken, “Gitme,” diye sayıkladım. Beni duydu mu bilmiyordum, cevap verdi mi anlamamıştım. Tek ayırt edebildiğim elime sarılan sıcak parmaklarıydı.
×××
Sıcaklığı hissedebiliyordum. Çatırdayan ateşin sesi kulağa hoş geliyordu. Fokurdaya fokurdaya kaynayan şey her neyse kokusu burnuma kadar ulaşmıştı ve kesinlikle iştah açıcıydı. Çevreyle tüm bağlarımı kopartan uykudan birden uyanmak tuhaftı. Sanki hiç uyumamış gibi zihnim canlıydı ve düğmesine basılmış robot misali açılan gözlerim netti, hiçbir bulanıklığa yer yoktu.
“Uyandın mı?” diye soran o nahif ses kulaklarıma ulaştığında ocağın yanı başında dikilen ve üste bağlanmış kalın zincire asılı olan kazanı karıştıran o kadını gözlerim buldu, Saque'yu. Sırtı bana dönüktü. Kıvırcık siyah saçları beline doğru dökülüyordu ve giydiği elbise sanırım uzun süredir kullanıldığı için solgundu. Önüne bağladığı önlüğün büyük cebine elini daldırarak çıkardığı ot benzeri şeyleri kazanın içerisine ufalarken onu izliyordum. Dönüp bana bir kez bile bakmamıştı, ancak uyandığımın farkındaydı. Sanırım zaten uyanmamı isteyen oydu.
“Ağrın ne durumda?”
Boğazımı temizleme gereği hissettim. “Dayanabileceğim durumda,” derken sesim hâlâ kısık çıkıyordu, ancak en azından artık konuşurken boğazım yırtılacakmış gibi hissettirmiyordu.
“Yapabileceğim her şeyi yaptım. Yedi soyun kanına bulanmış hançerle yaralandın. Yaşıyor olman bile mucize.”
Ciğerlerime doldurduğum soluk göğsüme kıymık gibi battı. O anları hatırlamaktan kaçınıyordum. Kulaklarımda sürekli yedi cadının çığlıkları yankılanıyordu. Tanrım, biri henüz daha çocuktu!
“Biraz zaman alacak ama toparlanacaksın,” derken kazanı karıştırmaya devam etti. “Verdiğin savaşı kazandın genç cadı.”
Aissa ve onunla birlikte altı cadı benim yüzümden ölmüşken neyi kazanmıştım? Bu garip dünyada hayatta kalmayı başarmış olmam mı kazanç olarak görülüyordu? Evime dönememiştim, evime dönme biletimi kendi ellerimle yakmıştım. Bundan sonra ne olacaktı düşünmekten korkuyordum. Ben... farklıydım. Daha soğuk ve merhametsiz hissediyordum. Ölenlerin ardından üzülmem gerekirdi, ancak kalbimin her köşesine baksam da elle tutulur acı hissedemiyordum. Beni rahatsız eden en büyük şey, tek derdi bana yardım etmek olan Aissa'nın ölümüydü. Onun dışında gerisi koca bir boşluktu.
“Kaç gündür buradayım?” diye sordum, aynı şekilde yatmaktan sızlayan vücudumu hareket ettirmeye çalışarak. Ayaklarımı sağa sola oynatarak canlılık kazandırmayı denedim, henüz yerimden kalkabilecek durumda değildim, hâlâ sırtımdaki ağrı önümde engel oluşturuyordu.
“Üç gündür.”
“Saat kaç?” diye yeni bir soru yöneltirken gözlerim bulunduğum alanda gezindi. Her köşeye yerleştirilmiş onlarca mum vardı. Bu kez hepsinin yandığı dikkatimi çekti, etraf gün gibi aydınlık sayılırdı. İleride yer alan masanın üzeri onlarca şişeyle doluydu. İzlediğim filmlerdeki iksir şişelerini anımsatan bu şişelerin içleri çeşit çeşit sıvılarla doluydu. Ne oldukları ve ne için kullanıldıklarını kesinlikle merak etmiyordum ve bilmek de istemiyordum. Tavandan sarkan değişik bitkiler, bu küçük odadaki kasveti bir nebze azaltmaya yarıyordu. Hâlâ sağ omzumun üzerinde yatıyor olduğum için görüş alanım sınırlıydı ama hiç gün ışığı almayan bu yerin pek de büyük olmadığından emindim.
“Öğlen olmak üzere.”
Gözlerim etrafı taramayı bırakarak yeniden kadına sabitlendi. Hâlâ bana dönmemesi artık sinirlerimi bozmaya başlamışken, “Adrian nerede?” diye sordum. Bu soru elimde olmadan kalbimin hızlanmasına neden olmuştu. Beni bırakıp gitmiş olma ihtimalini düşündükçe nefes alamıyordum. Eğer ardına bakmadan gitmeyi seçerse onu suçlayamazdım. Başına yeterince bela olduğum ortadaydı ve yetmezmiş gibi arkadaşlarından birinin ölümüne sebep olmuştum.
“Gelecek, sabretmelisin.”
“Nereye gitti?”
“Korkmana gerek yok, sana-"
“Korkmuyorum. Sadece nereye gittiğini merak ediyorum,” diyerek lafını kestim. Aslında terk edilmekten, öylece bırakılmaktan korkuyordum. Elimde tutunabileceğim bir tek Adrian varken onu kaybetmek dibi görünmeyen uçuruma yuvarlanmak gibi olurdu.
“İkinizin arasında nasıl bir ilişki var? Adrian'ı daha önce hiç böyle görmemiştim.”
“Onu ne zamandır tanıyorsun?” diye sorarak ortadaki asıl sorudan kaçmaya çalıştım. Sanırım gereksiz bir çabaydı. Saque da çabamın farkındaymış gibi hafifçe güldü, bunu sesine yansımasından anladım.
“Beraber büyüdük, çocukluğumuz birlikte geçti. Onu uzun yıllardır tanıyorum.” Sesinde bir dost sıcaklığı vardı, bunu buz tutmuş kalbimin derinliklerinde hissetmiştim. “Bana hikâyeni anlat genç cadı. Seni daha iyi tanımak istiyorum,” diye devam ettiğinde ciğerlerime derin bir soluk çektim.
“Neden bana yüzünü dönmüyorsun?”
“Etrafımdakiler yüzümü görmekten rahatsız olur,” dedi duraksamadan. O nahif ses tonunun ilk kez içimi dondurduğunu fark etmek kaşlarımı çatmama neden oldu.
“Ben olmam,” dedim sonunun neye çıkacağını bile bilmeden. “Lütfen yüzünü dön Saque.”
“Yüzüm bu dünyaya yabancı biri için uygun değil,” diyerek yeniden beni reddetti. Merak içimi kemirmeye başladığında kaşlarım daha çok çatıldı.
“Gözlerimin önünde yedi cadının boğazı kesildi. Leo'yu birinin şah damarına dişlerini geçirirken gördüm. Adrian bir cadının kalbini söktü, çıplak eliyle. Birini öldürdüm,” dedim sertçe yutkunarak. Hatıralar tüylerimi diken diken etti. “Daha ilerisinin olduğunu sanmıyorum. Benim için endişelenmene gerek yok. En kötülerine tanık oldum zaten.”
Saque derin bir soluk alarak omuzlarını dikleştirdi. Elindeki sapı uzun tahta kepçeyi kazanın içerisinde bırakarak elbisesinin eteklerini topladı ve yavaşça bana doğru döndü. Mum ışıklarının aydınlattığı yüzüne bakarken nefesimi tutmak zorunda kaldım. İfademi asla bozmadım, bozmamak için kendimi zorladım. Doğrudan mimiklerimi kontrol eden sol gözü açık arar gibiydi. Bir tiksinti, bir iğrenti bulmayı beklese de bunu ona vermedim.
“Böyle çok daha iyi,” dedim sesimi de normal tonda tutmaya özen göstererek. İşin aslı tuttuğum soluğu yavaşça dışarıya bırakmıştım ve ona bakarken içim acımıştı. Ürkünç görünüyordu. Yüzünün sağ tarafı paramparçaydı. Sağ gözünün yerindeki çukur buruşmuş deriyle kaplıydı. Dudağının bir kısmı ve burnunun bir kanadı yanmış ve yeniden kaynamış gibiydi. Saç derisi normal çizgisinden yukarıdaydı ve sağ kulağı sanırım yoktu. Yüzünün sol tarafıysa pürüzsüzdü, tek bir çizik bile bulunmuyordu. Yeşil gözü yaşadığı acıyı saklı tutuyordu. Kafamda yüzünün sağlam tarafını yaralı tarafının üzerine koyarak onu bir bütün olarak düşünmeye çalıştım. Hayalimde oldukça güzel bir kadındı, onu yaralanmadan önce görmek hayalimdeki gibi mi hissettirirdi merak etmekten kendimi alamamıştım.
“Sıradan biri gibi yaşıyordum. Bana kalırsa bende sorun olacak hiçbir farklılık yoktu,” dedim sorduğu soruya dönerek. Normalmiş gibi davranmak zordu, ona alışana kadar tepkilerimi kontrol altında tutmalıydım. “Sonra bir gün yaşadığım kasabadaki yaşlı bir kadın tarafından buraya gönderildim. Adrian beni buldu ve yardım etmeyi kabul etti. İşte aramızdaki ilişki bundan ibaret.”
“Adrian'ın çevresine mi düştün? Ama sen cadısın. O-"
“O, melek,” dedim kafamı sallayarak. Yutkundum. Bunu bana neden en başında söylememişti anlam veremiyordum. Aklımda o kadar soru vardı ki hangisinden başlayacağımı bilmiyordum ve Adrian da burada değildi.
“Herkes tuhaf karşılıyor ama neden böyle oldu fikrim yok,” dedim yavaşça. Sonra kaşlarım çatıldı. “Ben gerçekten de cadı mıyım?”
Saque gülümsedi. Dudakları sol tarafına doğru kıvrılırken yaralı derisi de gerildi. “Bunu hissediyor olman lazım. Güç buradadır,” derken elini kalbinin üzerine yerleştirdi. “Sıcaklığını ayırt edebilirsin. İçinde yanan minik bir ateş gibi.” İç çekti. Eli göğsünden kayıp kucağına düşerken her iki kolunu saran yaralar dikkatimi çekti. İzler bol elbisenin içerisine doğru uzanıyordu ve böylece tek yara alan yerinin yüzü olmadığını anlamıştım.
“Evet,” derken kafamı salladım. “Sanırım hissediyorum ama kabul etmek istemiyorum. Ben... normal bir insanım, böyle şeyler bana fazla geliyor.”
“Zamanla alışacak ve benimseyeceksin. Sana tavsiyem kendini kabullenmen, böyle daha kolay olacaktır.”
“Gerçekten de tehlikeli olduğumu mu düşünüyorsun?”
Ağır ağır kafasını salladı. “Gücün korkunç derecede orantısız, eğitilmelisin. Aksi durumda kendine bile zarar verirsin.”
“Adrian-"
“Burada, hiç gitmedi,” dedi hızla. “Onu daha önce biri için endişelenirken hiç görmemiştim. Daha doğrusu... onu endişelenirken bile görmemiştim.”
“Sanki kötü bir şeymiş gibi konuşuyorsun,” dedim düşünceli düşünceli.
“Kötü, genç cadı, çok kötü. Sharon'u tanımıyorsun.”
“Sharon kim? Sürekli adını duyuyorum ve bu can sıkıcı olmaya başladı.”
“O... Umarım onunla hiç tanışmazsın,” derken yutkunduğunu fark ettim. “O, sana keder ve acıdan başka bir şey vermez. Buz tutmuş kalbinin gazabından kork, ondan uzak dur.”
“Ondan korkuyorsun,” dedim kaşlarımı çatarak. Rahatsızca kıpırdandım. Saque’yi bu kadar rahatsız eden neydi iyice merak etmiştim.
Yüzünü başka tarafa çevirdi. “Evet,” dedi kısık, kırık bir tavırla. “Ondan korkuyorum. Keşke hep korksaydım ve onun arkadaşım olduğunu düşünme hatasına hiç düşmeseydim.”
Sorular hızla zihnimde sıralandı. “Ne? Yani siz... arkadaş mıydınız-" diye sorarken hızla beni susturdu. Bunu duymaya katlanamıyormuş gibi bir hâli vardı. Konuşmadan önce girişe kısa bir bakış atması dikkatimden kaçmazken, “Her ne hissediyorsan bunun şimdiden önüne geçmelisin,” dedi hızlı hızlı. “İyiliğin için bunu yap, çünkü kapılacağın hayaller asla gerçek olmayacak.”
Dudaklarım bir şeyler söylemek için aralansa da tek kelime edemedim. Aslında sorgulayacak çok şey vardı, ancak sözleri mıh gibi aklıma çakılıp hislerimi didiklememe neden olduğunda tüm sorular aklımdan uçup gitmişti. Saque ise sanki yakalanmaktan korkar gibi hızla ardını dönüp kazanı karıştırmaya devam etti. Tavrındaki ani değişiklik kaşlarımı çatmama neden olurken çok geçmeden perdenin açıldığını duydum. Adrian, “Saque,” diyerek kadına seslendi, aksanı anında kendisini belli ederek beni kucakladı. Kadının adı farklı lisana ait olmalıydı.
“Tören biraz uzadı. Sorun çıktı mı?”
“O, uyanık Adrian.”
Adrian'ın duraksadığını fark ettim. Göremiyor olsam da ifadesinin keskinleştiğini hissetmem zor değildi. Bir süre öylece kalarak beni izlemeyi tercih etti. Bense dikenlerin üzerinde yatıyormuş gibi rahatsızdım.
“Bu çorbayı annemin tarifine göre hazırladım, ona şifa olacak,” dedi Saque terekten aldığı kâseye kaynattığı çorbadan doldururken. “Onun için yapabileceğim her şeyi yaptım Adrian, elimden başka bir şey gelmez. Gerisi tamamen ona bağlı. Al, bu çorbayı içmesini sağla. Benim Marcellius’la ilgilenmem gerekiyor.”
Saque, Adrian'ın bir şey söylemesini beklemeden hızla dışarıya çıktı. Adım seslerinin uzaklaşmasını dinlerken Adrian'ın derin bir solukla göğsünü şişirmesi kulaklarıma çalındı. Ardından yavaşça görüş alanıma girerek Saque'nun ocağın önündeki sehpaya bıraktığı kâseye uzandı. “Sana ne söyledi?” diye aniden sorduğunda sesindeki soğukluk hızla bana saldırıp tenimi ürpertti.
“Hiçbir şey,” dedim çabucak. İnanması için tavrımı stabil tutmaya özen göstermiştim, ancak pek de inanmış gibi görünmüyordu.
“Solukların hızlandı, gözlerini kaçırıyorsun,” dedi didikleyici bakışlarını üzerimde gezinirken. “Benden bir şeyleri saklamaya çalışman boşuna. Sana ne söyledi?”
“Ağrım var,” dedim kısık, yaralı sesimle. Üstelememesini umarak ona baktım. İşin aslı yalan değildi, gerçekten de ağrım vardı. Sırtımdaki yanma ellerimi oraya daldırıp delicesine kaşıma isteğiyle dolmama neden oluyordu.
Adrian bana uzun uzun baktı. Sanırım baş belası olduğumu düşünüyordu, haklıydı. Şimdi benimle ne yapacaktı? Kapıyı göstermesi an meselesiydi ve işin kötüsü bunu yaptığında ona alınma hakkına sahip olmadığımı bildiğim hâlde şimdiden hüzün doluydum.
“Durumum çok mu kötü?” diye sordum gözlerimi kaçırarak. Yutkundum. İşte yine ağlama isteğiyle dolup taşmıştım. “Saque elinden geleni yaptığını söyledi ama üç koca gün geçmiş olmasına rağmen pek de iyi hissetmiyorum. Belki de beni ölüme terk etmeniz en doğrusu olacak. Boşuna zaman kaybı-"
“Saçmalıyorsun,” diye homurdandı. Yanıma doğru yaklaşmadan önce gözlerini benden ayırmadan kafasını ağır ağır iki yana salladı. Gözünde umutsuz vaka gibi görünüyor olmalıydım.
“Senin gibi zayıf birine göre büyük bir savaş verdin, yorgunsun. İlk kez kullandığın güçlerin tüm enerjini tüketti. Henüz kendini tanımıyorsun,” derken yattığım yatağın yanında bulunan tabureye oturdu. “Bu yüzden sınırlarını bilmiyorsun. Sınırını bilmezsen kendini toparlaman uzun sürer.”
Ona baktım, ona öyle derin baktım ki düştüğüm çukurdan beni çıkarması için gözlerim yalvarışlarla doluydu. “Adrian,” dedim cayır cayır yanan bir damlanın yanağımdan kaymasına engel olamazken. “Ben böyle olmak istemiyorum. Kurtar beni, lütfen, lütfen kurtar.”
“Şşş,” diyerek beni yatıştırmaya çalıştı. Elindeki dumanı tüten kaseyi aldığı sehpanın üzerine geri bıraktı ve sıcak parmakları hızla yüzüme tırmandı. Peş peşe yanağımdan kayan damlaları silerken ifadesi ciddiydi.
“Bunun geri dönüşü yok Rheana. Artık sen buraya aitsin.”
Beni iyice yaralamak için böyle konuşmuyordu, gerçeği kabullenmem için süsleme gereği duymadan olanı yüzüme vuruyordu. Bu can yakıcıydı ve zaten yeterince canım yanıyordu. Dudaklarımdan kaçan hıçkırığı yakalayamazken, “İstemiyorum,” diye sayıkladım. “Birini öldürdüm Adrian! Birini öldürdüm ve pişmanlık duymuyorum. Bu çok korkunç. Tanrım, bu çok korkunç. İstemiyorum. Lütfen beni bundan kurtar, yalvarırım.”
“Sakin ol, yaran kanayacak,” diyerek beni uyarırken yakarışlarımı cevapsız bıraktı. “Victoria kendi ölümünü kendisi hazırladı. Onun için pişmanlık duymaman normal, çünkü canını yaktı.”
“Ama...ama bu çok canavarca-"
Ne zaman bu kelimeyi kullansam gözlerindeki bakış sertleşiyor, tutumu saldırganlaşıyordu, tıpkı şimdi olduğu gibi. Aramıza onlarca buz dağı sıraladığını tüm benliğimle hissederken, “Canavarca olan ne biliyor musun? Aissa'nın ölümüne karşı da hiçbir şey hissetmemen. İşte canavarca olan bu,” dedi beni bin parçaya bölen keskin sesiyle. “Söyle, ne hissediyorsun onu düşündüğünde? Sana yardım etmek için kendini tehlikeye attığını bile bile oraya gelen ve ona aile olan Liya'yı dinlemeyip ardında bırakan, sonunda da senin yüzünden ölen Aissa için ne düşünüyorsun?”
Acımasızca yüzüme vurdukları karşısında nefesim kesildi. Hemen kalbimin buz tutmuş derinliklerini taradım, orada Victoria için pişmanlık yoktu ama Aissa için vardı. Onun için üzülüyordum ve Adrian’ın da dediği gibi ölümü benim yüzümden olmuştu. Gözlerim acıyla dolarken yaşlar daha kuvvetli boşalmaya başladı. Hiçbir şey söyleyemedim, zaten söylememe gerek yoktu, Adrian beni benden iyi anlayabiliyordu.
“Gözyaşlarını boşuna akıtma Rheana,” dediğinde bana verdiği ismi ilk kez bu kadar sert dillendiriyordu. “Sen canavar değilsin. Ama biliyor musun ben canavarım, çünkü içimde pişmanlık ya da üzüntü adına tek bir kırıntı bile yok.”
Soğuk bir el kalbime dokunup damarlarıma akan kanı dondurdu. Yalan söylediğini düşünerek cam mavisi gözlerinin derinliklerini taradım, hiçbir şey yoktu. Bomboş ve duygusuz bakıyordu. Sanki ölen onun arkadaşı değilmiş gibi nasıl davranabilirdi?
“O...o senin arkadaşındı-"
“Artık değil,” diyerek kestirip attığında ağzım açık kalmıştı. Kendimi onun da canı yandığı için bu şekilde tepki verdiğini düşünmeye zorladım, elimde başka seçenek bırakmamıştı. Ona odaklı olan gözlerimden akan şaşkınlığa ve hayal kırıklığına katlanamıyor olacak ki bıraktığı çorba kasesini yeniden eline almak için bana hafifçe ardını dönerek yüzünü kaçırmayı seçti.
Yutkunup, “Yağmur yağıyor mu?” diye sordum fısıltıyla. Cevap vermeden önce duraksadı, ardından da kafasını sallamakla yetindi. Bana dönmeyerek çorba kasesini içindeki kaşıkla sürekli karıştırarak soğutmaya çalışmasını sessizce izledim. Rahatça içebilmem için çorbayı soğutan adam nasıl olur da arkadaşının ölümüne üzülmezdi?
“Sen canavar değilsin,” dedim burnumu çekerek, sesim yorgun ve kısık çıkmıştı ama beni duyduğundan emindim. Çorbayı karıştıran eli donmuştu ve omuzları kasılmıştı. “Buna inanmıyorum, inanmayacağım da.”
Uzunca bir süre konuşmadı. Sessizliğe gömülmesi beni geriyor olsa da ben de sesimi çıkartmadım. Yan profilinden onu izledim. Güzelliği can yakıcıydı. Üzerine gelişigüzel geçirdiği gömleğinin sadece birkaç düğmesi örtülüydü. Gri-beyaz saçlarıysa bağlı olsa da özgürlüğünü ilan etmiş tutamlar yüzüne düşüyordu. Gözlerim daha çok sırt kısmında dolanmaya başladığında kalbimin tuhaf bir ritimle hızlanmasına anlam veremedim. Adrian melekti, sırtında sakladığı o güzel kanatların minik birkaç tüyünü görebilmiştim. Yutkundum, ne olduğunu benden neden saklamıştı? Ondan korkacağımı düşünmüş olabilir miydi? İşin aslı içimde meleklere karşı korku adına hiçbir duygu yoktu, daha çok hayranlık doluydum. Gözümde mükemmel varlıklar olarak yer alıyorlardı.
“Neredeyiz?” diye sorduğumda gözlerim yarıya kapalıydı ve odak noktam hâlâ Adrian'ın sırtıydı.
“Burası Saque'nun evi.”
“Saque melek, değil mi? Marcellius gibi?” Ve senin gibi...
“Kendisine şifacı demeyi tercih eder.”
“Neden-"
“Çünkü melek değil,” dedi birden. Sert tavrı beni irkiltti. “Bir dostuna yardım ettiği için kovuldu. Kanatları koparıldı, sürgün edildi,” dedikten sonra kafasını bana doğru çevirdi. Cam mavisi gözlerindeki vahşi tutum doğrudan yüzüme çarptı.
“Bana. Bana yardım ettiği için.”
Darmaduman oldum. “Ne?”
“Melekleri harika varlıklar olarak görmemeni sana daha önce de söylemiştim. Burada ne kadar kan akmışsa hançer hep onların elindeydi. Onların vahşetiyle tanışmadın diye hayallere kapılıyorsun. Benim,” derken aldığı soluğu sertçe dışarıya saldı. “Benim vahşetimle tanışmadın. Benimle hiç tanışmadın.”
Karnıma kramplar saplayan korkuya rağmen, “Ya tanışmak istiyorsam?” diye soruverdim. “Ya seni tamamınla bilmek istiyorsam?”
Duraksadı. Bunu beklemediğini anlamakta zorlanmadım. “Arkana bakmadan kaçıp gidersin.”
“Gözünde bu kadar korkak olarak kalmak canımı sıkmaya başladı,” dedim huysuzca. Ardından birden asıl konuya atladım. “Kanatlarını görmek istiyorum.”
Kafasını hafifçe iki yana salladı. “Böyle bir şey olmayacak,” dedikten sonra kaşığı hızla çorbaya daldırdı. Bu sırada, “Benden kaçarsın,” dedi kendi kendine ama onu duymuştum. Kaşlarım havalanırken sorgulamama fırsat sunmayarak bana çorbayı içirmeye başladı. Onun için konu kapanmıştı ama benim tarafımdan kapandığını öğrenecekti.
×××
Toprak yolda ilerleyen araba ardında toz bulutu bırakıyordu. Atların birbirine karışan nal sesleri bu yolculuğa eşlik eden tek ses sayılırdı. Çünkü arabacı ve yanında oturan tuhaf görünüşlü yabancı yola çıktıklarından bu yana tek kelime konuşmamışlardı. Arabacı henüz yirmilerine ulaşamamış genç bir oğlandı. Uzun, kirli saçları ardında uçuşuyordu. Koyu kahve gözleri ve kocaman ağzıyla sevimli denecek kadar tatlı bir görünüşe sahipti. Yanında oturan tuhaf görünüşlü yaşlı adamı istediği yere götürmek için iyi bir bahşiş almıştı ama nedense içi hiç rahat değildi. Lanetlenmiş biriyle ilk kez yolculuk ediyordu. Çürümüş et kokusu her burnuna ulaştığında midesi büzüşüyor ve yola çıkmadan önce yediği kuru ekmek dışarı çıkmak için an kolluyordu. Varış noktasına bir an önce ulaşmak ve bu eziyetli dakikaların bitmesini sağlamak adına atın dizginlerini ellerine iyice dolayıp hızlanması için hayvana komut gönderdi. Araba sarsıldı, toprak yolda biriken küçük kayalar tekerlerin altında ezilerek gıcırdadı. Ağaçların oluşturduğu gölgeler altında bir süre daha yol aldıktan sonra istenilen yere, Yılan Vadisi’ne ulaşmışlardı. Karşıya geçmek isteyen kişinin bu andan sonra yola yürüyerek devam etmesi gerekiyordu. Genç adam dudaklarını araladı.
"Geldik."
Arabacının ikazı kulaklarına ulaştığında Hudson kendi kendine mırıldanmayı kesmiş adımını dışarı atmaya hazırlanıyordu. Yorgundu. Günlerce doğru düzgün uyku uyuyamamıştı. Tanrı biliyor ya bu lanetten kurtulmak için ölüme bile razıydı. Neredeyse haftada bir gün çıktığı kurbağa avı onu son zamanlarda haddinden fazla yormaya başlamıştı. Önceleri birkaç saatini alan bu iş, şimdilerde günlerine mal oluyordu.
Hudson'ın boynundan geçirdiği ve koltuk altında sıkı sıkıya tuttuğu torbanın içerisinde vıraklayan kurbağaların sesi duyuluyordu. Aralarında birkaç zehirli ok kurbağası da bulunuyordu. Bunlar üzerlerine dokunulduğunda insanı felç edecek kadar güçlü bir zehre sahipti ama aynı zamanda da yapacağı karışım için en etkili olan türlerdendi.
Bir an, yavaş yavaş ölmek için lanetlenmiş birinin kazara bu kurbağalara dokunarak ölmesinin ne derece ironik olacağını düşündü. Yaşamak zorundaydı. Yaşayacaktı da bunu biliyordu, çünkü ölü Hudson'un sahibesine hiçbir yararı dokunmazdı.
Nihayet arabadan inmeyi başardığında arabacının ona tuhaf bir varlığa bakar gibi bakmasına aldırmadan iki yanı ağaçlarla kaplı patika yolda yürümeye başladı. Kısa boyu ve kamburuyla yedi sekiz yaşlarında bir çocuğun boyutuna ve doksan yaşlarındaki bir ihtiyarın görüntüsüne sahip olduğunu biliyordu. Aslında otuzlarının başında genç ve bir zamanlar sağlıklı bir adamdı, ancak üzerine karabasan gibi çöken lanet yüzünden işler pek de normal ilerlemiyordu.
İsiliklerle dolu elini, üzerine geçirdiği ve kapişonunu başına örttüğü çuvalvari kıyafetine sertçe sürtmeye başladı. Her hareketinde su toplayan kabarcıklar patlıyor ve içlerindeki sarı irin dışarı akıyordu. Yaptığı şey acı verse de kaşıntıyı geçirmenin başka yolunu bulamamıştı. İksirler ve büyüler işe yaramıyordu. Önünde tek seçenek vardı; o da sahibesine sonsuz sadakatle bağlı kalarak bilgi sunmaktı. Günün birinde bağışlanacağını ve gerekli ilaca kavuşacağını umarak yarın için çabalıyordu. Bir yanı daha büyük bir belaya bulaştığını söylese de ölmek üzere olan biri için bu pek de önemli sayılmazdı.
Her adımında hışırdayarak salınan cübbesinin eteğini iki eliyle kavrayarak kaldırdı. Acele etmesi gerekiyordu ve henüz yolun yarısına bile gelmemişti. Yılan Vadisi, adını kıvrımlı ve tehlikeli patika yolundan alıyordu. Yukarılara çıktıkça patika daralıp yerini daha dar ve küçük kayalarla dolu kıvrımlı yollara bırakıyordu. Tepesinden yırtıcı kuşların eksik olmadığı bu yer onlar için açık büfe konumuna sahipti. Bol kanlı ve bol proteinli uzuvlardan oluşan nefis yemek şölenine kim hayır diyebilirdi ki?
Hudson için bu yolu tırmanmak önceden çocuk oyuncağı sayılırdı, çünkü bu vadi ne kadar tehlikeli görünürse görünsün onun doğup büyüdüğü yerdi. Aslında onun ve onun gibilerin doğup büyümek zorunda olduğu bir yer...
Nihayet mağara ağzına ulaşmayı başardığında nefes nefese kalmış olsa da dudaklarında tuhaf bir sırıtış asılıydı, bugünü de atlatmıştı. Bir an önce içeri girip ilacı hazırlasa iyi olacaktı. Alnında biriken küçük ter damlacıklarını eliyle gelişigüzel sildikten sonra mağaraya yöneldi. Parlak güneş ışığından sonra mağarayı aydınlatmak için ellerinden geleni yapan meşalelerin çabası ona çok yetersiz gelmişti. Kısa bir an gözlerini yumup bekledi. Yorgun dizleri bedenini taşımayı reddediyordu. İçerideki zayıf ışığa iyice alıştığına ikna olduğu gözlerini hafifçe aralayınca nihayet mağaranın içini görebilecek duruma gelmişti. Sağ tarafta yere serili olan ayı postu, üzerinde sancılar eşliğinde sabahladığı yatağıydı ve tam ocağın karşısında yer alıyordu. Sol taraf ise bir sürü oyuklarla doluydu ve her bir oyuğun içerisinde çeşit çeşit şişeler dizilmişti. Kimisinin içi boş olsa da çoğunluğu görenin midesini bulandıracak tuhaf sıvılarla doluydu.
Hudson özenle topladığı kurbağaları koyduğu torbayı hızla çıkarıp yere bıraktı. Önceden domuz yağı sürülmüş olan odunu meşalede yaktıktan sonra ocağı tutuşturdu. Her zaman kullandığı ve is sebebiyle dışı griden siyaha dönen bakır kazanın içerisine iki gece marine ettiği boğa penisinin suyunu ilave ettikten sonra kurbağa ayıklama işine girişmek için üzerindeki cübbeden kurtuldu. Kemiklerinin erime sesini duyabiliyordu. Sahi ne kadar daha bu şekilde sürdürebilecekti?
Sahip olduğu gücün ve bu gücü kullandığı karanlık işlerin onu getirdiği son nokta ironikti. Bir zamanlar tanrıcılık oynadığı kahin güçleri yavaş yavaş bedenini terk ediyordu. Bu ölümden korkmayan biri için bile fazlasıyla acı dolu bir son sayılırdı.
Sıkıntıyla ciğerlerine çektiği soluğunu dışarı salarken yanından ayırmadığı geyik postu matarasından büyükçe bir yudum aldı. Kurbağa bağırsağını boğa penisiyle karıştırarak yaptığı bu özel iksir ona az da olsa güç veriyordu. Ağzının kenarından sızan sıvıyı elinin tersiyle sildikten sonra aynı iksiri hazırlamak için işe koyuldu.
Eline geçirdiği özel eldiven sayesinde torbadan rastgele bir ok kurbağasını avuçlarının içerisine aldı. Yeşil-siyah renge sahip olan bu kurbağalar hayran olunacak bir renk skalasına sahipti. Hatta zehirli oluşlarını unutturacak ve görenin içinde dokunma dürtüsü uyandıracak kadar güzel görünüyorlardı. Ama Hudson'u ne renkleri ne de görüntüleri zerre kadar ilgilendirmiyordu. Onun tek istediği kurbağanın dolaşım sistemini oluşturan bağırsaklarıydı. İksiri içtiği o ilk birkaç dakika pahabiçilemez derece haz veriyordu. Sıvı önce yavaş yavaş boğazından kayıyor ve damarlarına karışıp beynini uyuşturuyordu. Acı kısa da olsa vücudu terk ettiği zaman derin bir nefes almanın ve onu ciğerlerinin her zerresinde hissetmenin ne demek olduğunu anlıyordu. Bunca zahmete katlanmasının hiç şüphesiz tek sebebi buydu.
Hudson yaptığı işe o kadar dalmıştı ki bir an içeriye dolan hava akımını fark edememişti. Alevlerin geriye doğru savrulmasıyla közlerin havaya uçuştuğunu aynı saniyeler içerisinde görünce bakışlarını doğal bir refleksle mağaranın girişine çevirdi ama orada kimse yoktu. Hatta rüzgâr bile esmiyordu. Özenle elindeki kanlı eldivenlerden kurtulurken neredeyse yarım saattir aynı pozisyonda tuttuğu boynunu bir sağa bir sola oynattı. Kıkırdakların çıkardığı ses iç gıdıklayıcıydı. Vakit kaybetmemek adına çıkışa doğru ilerlerken neyle karşılaşacağını bildiği için gergindi.
Gökyüzünde beliren güneş bakış açısına girince hızla gözlerini birkaç kez kırpıştırdı ve muhatabını görmek için bakışlarını sağ tarafa çevirdi. İşte oradaydı. Mağaranın önündeki balkonvari çıkıntıya ellerini yaslamış, aşağıdaki manzarayı seyrediyordu. Sırtı dönüktü, esen tatlı rüzgârla bembeyaz elbisesinin uzun etekleri uçuşuyordu. Hudson onu ne zaman görse kutsal tanrıçalardan biri olduğunu düşünürdü, çünkü hizmetkârı olduğu Sharon ölümcül güzelliğe sahipti.
Tıpkı üzerindeki elbise gibi beyaz saçları neredeyse yere kadar uzanıyordu. Alnının oradan başlayan minik örgülere eklenmiş renk renk çiçekler onu mümkünmüş gibi daha güzel göstermişti ve safir taşından tacı saçlarını süslüyordu. Elbisesinin açıkta bıraktığı çıplak kolları güneşin altında mermer gibi parıldıyordu, pürüzsüzdü. Hudson ona dokunmanın nasıl olacağını bilmeyi çok istedi, ancak bunun düşüncesi dahi elinin ateşe değmiş gibi sızlamasına neden olmuştu.
Genç kadının yüzünü döneceğini anlayıp hızla reverans yaparak ona saygısını sundu. “Sahibe Sharon,” derken alnından akan terlerin farkındaydı. Dışarıdan bakan bir göze göre hareketlerindeki abartı komik olabilirdi, çünkü neredeyse burnu yere değecek kadar eğilmişti.
Nihayet doğrulmayı başardığında yüzünü ekşitmeden edememişti. Hem bedenen hem de ruhen daha ne kadar küçülebilirdi bilmiyordu. Ama karşıya geçmesi gereken bir köprü olduğunu biliyordu ve bu uğurda boynuna taşma takılıp gezmeyi bile kabul edebilirdi.
Hudson sahibesinin gözlerine bakmaya çekinirdi, ancak her seferinde kendisine engel olamazdı ve kadının ürkünç güzelliğine kapılırdı. İri cam mavisi gözleri, dolgun ve kalemle çizilmiş gibi duran pembe dudakları, sütten beyaz teniyle can yakıyordu. Yüzüne düşmesine izin verdiği birkaç tutam saçı, göğüslerini sıkıca saran elbisenin üzerinde salınıyordu. Tanrı gözlerini korusun, dekoltesine bakmamalıydı! Hudson yutkunarak kendisini toparlamaya çalıştı. Mermerden oyulmuşçasına yüzünde mimik dahi kıpırdamayan bu güzel kadının aslında içsel olarak güzellikle uzaktan yakından alakası olmadığını bilecek kadar onu tanıyordu. Yine de bunu sürekli kendine hatırlatmak zorunda kalıyordu, çünkü herkes gibi büyüsüne kapılması sadece birkaç saniye içerisinde gerçekleşiyordu.
“Efendim,” diyerek ellerini birbirine kavuşturdu. Kadının gözleri yavaşça hareket ederek ellerine düştüğünde patlamış su kabarcıklarıyla dolu olan derisini hızla kıyafetinin altında saklamaya çalıştı.
“Ben de sizi bekliyordum, önemli bilgilerim var.”
İşte onun gibi özel varlığı buraya, kendisine bağlayan şey buydu. Aralarındaki anlaşma karşılıklı ilişki çıkarına dayanıyordu. O, Adrian hakkında her ne biliyorsa söyleyecekti ve sahibesi de ona yaşam yolunun kapısını açacak anahtarı verecekti. En azından böyle olmasını umuyordu. Şimdilik bilgi karşılığı yaşamını az da olsa uzatan güçlü bir karışım alabiliyordu ama asıl hedefi üzerine çöken lanetten kurtulmaktı. Bu uğurda Sharon'a kölelik yapmayı bile göze almıştı.
Sinsice gülümsedi. Ellerini ovuşturmamak için kendini zor tutuyordu. Cama konan ve gün boyu ayaklarını birbirine sürten kara sineklerden farkı olmadığından haberi bile yoktu. Lafı fazla uzatmaya gerek duymadan öğrendiği bilgileri anlatmak için heyecanla ağzını araladı.
"Kulağıma bir takım karanlık sırlar çalındı efendim, herkes konuşuyor. Özellikle cadılar ve kahinler arasında büyük çalkantı var. Üçlüleri biliyorsunuzdur, şu güçlü ve inatçı olan cadı müsveddelerini." Bir süre Sharon'un mimiklerinde değişiklik görmeyi ya da var olan heyecanına ortak olmasını beklese de umduğu gibi olmadı, çünkü kadın hâlâ aynı asil duruşu sürdürüp dinliyordu. Hudson peki dercesine omuz silktikten sonra farkında olmadan kolunu kaşımaya başladı. Beklentisinin karşılanmaması onu strese sokmuştu.
“Her neyse. Bu üç cadı dün öldürüldü.”
“Kim yaptı?”
Huzuru aramak isteyen bu kadının tatlı sesinde bulabilirdi. Tanrı biliyordu ki o ne zaman konuşsa Hudson ne diyeceğini unutuyordu. Boğazını temizleyerek kendisini toparlamaya çalıştı. Verdiği bilgilere genç kadının tepkisiz kalmasını yadırgamamalıydı, haberler hızlı yayılırdı. Hele de neredeyse herkes tarafından sevilmeyen üçlülerin ölümü diğer tüm haberlerden daha hızlı yayılmış olmalıydı, ancak neyse ki elinde başka bilgiler de vardı.
“O kadın yaptı sahibem,” dedi sanki bir şeyle suçlanıyormuş da suçu başkasına atıyormuş gibi coşkuyla. “Efendi Adrian'ın yanındaki kadın… ondan size bahsetmiştim. O yaptı.”
Sharon kaşlarını çattı. Hudson birazdan tepesine dağ çökecekmiş gibi olduğu yerde sindi. Bu kadın ne zaman kaşlarını çatsa peşinden çıkan tufan yıkıcı oluyordu.
“Nasıl olabilir? İnsan olduğunu söylemiştin!”
“Yanılmışım, o bir cadıymış efendim,” derken bağışlanmayı dilercesine gözlerini kaçırıp kafasını eğerek bekledi. “Üçlüler üzerindeki büyüyü kaldırmışlar ve ancak o zaman ne olduğu ortaya çıkmış.”
“Adrian cadılardan nefret eder,” dedi Sharon hikâyedeki tek önemli nokta buymuş gibi. Herkesin başına bela olan ve kendilerini yıkılmaz sanan üçlülerin ölümü bile umurunda değildi.
“Sizin için daha fazla bilgi toplamamı isterseniz hemen bu gece yola çıkarım sahibem,” diyerek kadının istekte bulunmasına fırsat vermedi. Hudson zeki bir adamdı, üstelik kahindi. Gelecek hakkında tahminler yapabilirdi, dahası kesitler görebilirdi. Eğer canlı canlı çürümeye mahkum edilmiş olmasaydı güçlerini çok daha zirveye taşıyabilirdi.
Sharon memnuniyetle kafasını salladı. Ardından daha fazla burada kalmaya gerek görmeyerek gitmek için hareketlenmişti ki, “Sahibem, efendim!” dedi Hudson can havliyle. Birkaç adım ona doğru yaklaşarak dilenir gibi ellerini uzattı. “İksir, iksire ihtiyacım var. Bağışlayın, onu içince çok daha hızlı istediğiniz bilgilere ulaşırım.”
Kadın ardında ne bıraktığını umursamadan gidecekken birden duraksadı. Hudson iyi yerden yakaladığını düşünerek, “Efendi Adrian'ın o cadıyla neden birlikte olduğunu çok daha hızlı öğrenebilirim,” diye ekledi. Adrian, Sharon'u çıkarları uğruna kullanabilmesini sağlayan tek anahtardı.
Sharon elbisesinin güpürlü kemerine sıkıştırdığı minik şişeye uzanarak içindeki yeşil sıvıyı gün yüzüne çıkarttı. Hudson’ın gözleri ışıldamıştı. Ellerini heyecanla birbirine sürttüğünden habersizdi. O şişedeki sıvı, acısı biraz olsun azalsın diye kurbağa avlayarak, boğa penisini marine ederek hazırladığı iksirden bin kat daha güçlüydü. Ona muhtaçtı. Eğer Sharon elinde bu iksirle çıkıp gelmese ve ona anlaşma teklif etmemiş olsa yıllar önce ölmüş olacaktı. Ancak içtiğinde boğazını ve yemek borusunu zehir gibi yakan bu yeşil sıvı sayesinde hâlâ hayattaydı. Tek sorun sürekli onu tüketmesi gerekiyordu ve sadece gerçekten işe yarayacak bilgiler sunduğunda Sharon ona bu iksirden verirdi.
“Yarın gece geleceğim,” dedi genç kadın cıvıl cıvıl sesiyle. Bu bir uyarıydı ve Hudson elbette bunun farkındaydı. Kadının uzattığı sıvıyı almak için hızlı hızlı kafasını sallarken, “Sizi bekliyor olacağım efendim,” diye sayıklıyordu. Aslında istenilen bilgilere erişmesi öyle kolay değildi, ancak bu şu anda umurunda da değildi. Tek derdi o iksiri ele geçirmek ve bir nebze rahata ermekti. Uzun zamandır içmediği için artık tükenme noktasına gelmişti ve eğer biraz daha ona sahip olamazsa ölüm meleğiyle tanışmak zorunda kalacaktı.
Ve Hudson melekleri sevmezdi.
Sharon'un zarif parmakları arasında tuttuğu şişeye heyecandan titreyen ellerini uzattı. İstemeden, farkında bile olmadan eli kadının eline değdiğinde tenine geçen elektrik akımıyla yerinde sıçrayıp şişeyi alamadan geriye kaçmak zorunda kaldı. Hudson dehşete tanık olmuş gibi gözlerini kocaman açmış, elini ovuşturuyordu. Sahibesinin, “Ne oldu? Bu da neydi?” diye merakla cevap bekliyor olması bile umurunda değildi. Transa girmiş gibiydi ve belirsiz bir noktaya odaklanmış gözlerindeki korku dışarıya fışkıracak kadar kuvvetliydi.
“Atlantis yanıyor! Atlantis yıkılıyor!” diye sayıkladığının farkında değildi. “Sahibe Sharon… Atlantis… Atlantis…” Duraksadı ve daha büyük dehşetle yüzü sarsıldı. “Siz o ateşin içerisindesiniz! Siz…siz…” Hudson transtan çıkmış gibi birden kendine geldi. Kafasını iki yana sallayarak gördüklerinin etkisinden sıyrılmaya çalıştı, ancak dehşet hâlâ suratında asılıydı.
Sharon, “Ne gördün?” diye sorarken adamın girdiği tuhaf hâl yüzünden gerilmeye başladığı ortadaydı.
Hudson tekrar tekrar yutkunarak, “Atlantis'in… soyunuzun sonunu gördüm,” dedi. Sharon'un öfkesinden korktuğu için kelimeler güçlükle dudaklarından dökülüyordu. Yeniden yutkundu ve gözlerini kaçırdı. “Bağışlayın, sizin… sizin sonunuzu gördüm.”
Genç kadının yüzü iyice donuklaşırken cam mavisi gözlerinde fırtınalar toplanmaya başladı. “Sen ne dediğini sanıyorsun? Güçlerini kaybetmenin eşiğine gelmiş kokuşmuş yaratık, dediklerine bir aptal bile inanmaz!”
Hudson tüm korkusuna rağmen dişlerini sıktı. Aşağılanmak, ayaklar altına alınmak birden içindeki öfkeyi ortaya çıkardığında, “O cadı,” derken kafasını kaldırıp öfkeden yüzü şekilden şekle giren kadına kaçamak bir bakış attı. “O cadı sizin sonunuz olacak! O cadı sizi-"
“Yeter!” dedi Sharon ateş üzerindeki kazan gibi fokurdarcasına.
Hudson susmadı, susamadı. “Geçmişin ve geleceğin en büyük laneti üzerinize çökecek. Yok olacaksınız! Yok ola-"
Önce kanat sesini duydu ve hemen sonra boğazına bastırılan kadifeye sarılmış sert tüyleri hissetti. Hudson bir anda kendisini sahibesinin gözünden düşerken bulduğunda diline hâkim olamadığı için içinden söylendi. Sharon kanadının tekini bir kılıç gibi boğazına bastırmıştı ve kesinlikle acıması yoktu, başını gövdesinden ayırmak ufacık hareketine bakıyordu.
“Gelecek değişkendir. Gördüklerinin hiçbir önemi yok,” dedi Sharon bunu Hudson’un kafasına kazımak ister gibi. Emrediciydi ve kanatları açıkken güzelliğine karışan vahşiliği kalp durduracak cinstendi.
“Gelecek değişkendir,” dedi Hudson güçlükle tekrarlayarak. Sharon kanadını iyice bastırdığında tamamen nefesinin kesildiğini hissetti. Kurtulmak için geriye kaçtıkça melek üzerine doğru geliyordu ve nihayet sırtı mağarasının duvarıyla bütünleşmişti. Artık kaçacak yeri kalmamıştı.
“Gelecek değişebilir,” derken çaresizdi. Bunca savaş verdikten sonra ölmek istemiyordu. “Sahibe Sharon… gelecek değişebilir.”
Sharon kulağına ulaşan merhamet dilenen sese karşılık yavaşça geri çekildi. Kahinin özgürce nefes almasını tepeden bakışlarıyla izlerken kanatları hâlâ açıktı ve Hudson'ın gözünde ölüm meleği gibi durduğunu biliyordu.
“Bu iksir en yüce şifacılar tarafından hazırlanıyor,” dedi hâlâ avucunda tuttuğu şişeyi evirip çevirerek sanki ilk kez görüyormuş gibi incelerken. “Artık buna değdiğini düşünmüyorum.”
Hudson bir anda kendisini yere atıp dizlerinin üzerine çöktü ve ellerini havada birleştirerek, “Efendim, sahibem, lütfen bağışlayın, affedin,” diye yalvardı. “Gördüklerim değişebilir. Geleceği belirleyen bizleriz, her şey farklı olabilir. Sizin tek hükümdar olabilmeniz için elimden ne geliyorsa yapmaya hazırım. Yalvarırım bir şans daha verin.”
“Söyle bana,” dedi Sharon, adamın sözlerini hiç duymamış gibi. “Bu iksir olmadan kaç gün daha yaşayabilirsin?” Hudson kafasını dehşetle iki yana salladığında melek öfkeyle, “Söyle!” diye emretti.
“En fazla bir hafta… en fazla bir hafta daha dayanabilirim,” dedi Hudson ağlak bir sesle.
“Öyleyse geleceği değiştirmen için bir haftan var. Bana o cadı hakkındaki her şeyi öğreneceksin,” dedikten sonra parmakları arasındaki iksir şişesini Hudson'un gözlerine baka baka yere bıraktı. Şişe zemine çakıldığında içindeki yeşil sıvı önce tuhaf bir şırıltı çıkarttı ve sonra etrafa yaydığı dumanla birlikte toprağa karıştı.
Hudson, “Hayır!” diye haykırsa da şişeyi yakalamak için geç kalmıştı. Elleri havada asılı dururken gözleri yerdeki parçalanmış şişeye kenetliydi. Az önce şahit olduğu şey ölümünün altına atılan bir imzadan fazlası değildi. Arka planda kulaklarına dolan kanat çırpma seslerini hayal meyal duydu, çünkü o sırada aklında Sharon'un sözü yankılanıyordu.
“Bu iksir olmadan kaç gün daha yaşayabilirsin?”
×××
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |