
Pekâlâ, bazen bazı sözler kafana balyoz inmiş kadar seni sarsabilirdi. İçerisine düştüğüm bu garip dünyada bununla sık karşılaşır olmuştum. Beynim hâlâ sallanıyormuş gibi hissediyordum. Dudaklarımı peş peşe yalayıp Adrian'ın söylediğini sindirmeye çalışırken, “Kime karşı hissediyorsun?” diye fısıldadım. Sesim kısık, korkak ve bir o kadar da heyecanlıydı.
Yatağa bastırarak destek aldığı elinin parmakları çarşafa geçti. “Sana karşı,” dedi benim aksime güçlü, net bir tonla. Tek sorun bundan nefret edermiş gibi konuşmasıydı.
“Bu tuhaf çekim... garip rüyalar... yanıma düşmüş olman... Marcos’un bahsettiği aramızdaki bağ mevzusu... hepsinin sonu sana çıkıyor.”
Sertçe yutkundum. “Yani... şimdi... beni öpmek istiyorsun, öyle mi?” diye sorduğumda Adrian boştaki eliyle birden boynumu kavrayıp yüzümü yüzüne çekti. Dudaklarımda dolanan bakışları tehlikeli ve yakıcıydı. Cam mavisi gözleri onların üzerinde gezinirken, “Öpmekten çok daha fazlasını istiyorum,” diye itiraf etti. Düştüğü etkiden kurtulmak istercesine kafasını iki yana salladı ama kurtulamadığını sözlerine ekleme yaptığında anlamıştım. “Çok çok daha fazlasını.”
“Kaburganın arasında ateş yanıyormuş gibi, değil mi?” dedim, bakışları ancak dudaklarımdan kopup gözlerime sabitlendi ve yavaşça kafasını salladı. Bunun üzerine devam ettim.
“Kaburgalarımın arasında ateş yanıyor Adrian.”
Bunu duymaya dayanamıyormuş gibi gözlerini sımsıkı yumdu. “Mümkün değil, sana böyle şeyler hissetmem mümkün değil.”
“Melez-"
Eli hâlâ boynumu kavramışken dizlerinin üzerinde yükseldi ve yatağa dayadığı diğer elini çekip işaret parmağını dudaklarıma bastırarak beni susturdu. Yüzünü görmek için kafamı geriye atmak zorunda kalmıştım. Ben oturuyordum, o ise dizlerinin üzerindeydi ve tanrım, çıplak göbeği yüzümün biraz ötesinde duruyordu.
“Şunu söyleyip durma,” dedi kısık sesle, uyarıcı ve sertti. “Hatta kimsenin yanında bunu söyleme bile.”
“Her şey ortada,” dedim, çıkardığım her harfte dudaklarım parmağına sürtündü. Adrian'ın sertçe yutkunduğunu gördüm, ademelması hızla inip kalktı.
“Deli Marcos'a Hann bile inanmadı, çünkü gerçek olmayacağını biliyor. Bu yüzden çeneni kapalı tutacaksın, Rheana, kimsenin yanında melez saçmalığından bahsetmeyeceksin, beni anladın mı? Başımızda yeterince bela var.”
Kaşlarım hızla çatılırken dudaklarımın üzerindeki parmağını itip, “Ne yani böyle bir durum olmamış gibi mi davranacağız? Araştırmayacak mıyız? Ya gerçekse? Ya Marcos sandığınız kadar delirmemişse? Ki ben delirmediğine eminim,” dedim biraz öfkeyle. Konudan kaçıp üzerini kapatmak istemesi canımı sıkıyordu. Benim için tehlike her zaman vardı, bu yüzden ortalığı karıştıracak olmak gözümü korkutmuyordu.
Beni kontrolü altına almak istercesine ittiğim elini kafamın arkasına dayayıp tüm dikkatimi üzerine topladı. Başka bir şey düşünmeyeyim, hatta o ne derse onu yapayım ister gibiydi. “Melez falan değilsin. Yeni melezler doğamaz, lanetler bozulmaz,” dedi zihnimin derinliklerine kazımak istercesine vurgulaya vurgulaya. “Bir daha bundan bahsetmeyi sana yasaklıyorum.”
Kaşlarım biraz daha çatıldı ve Adrian'ı hırsla ittim, elektrik akımına kapılmış gibi sıçrayarak yatağın ucuna kadar geriledi. Bana afallamış ifadesiyle bakarken, “Garip bir canavar olmaya hevesli değilim,” dedim tıslar gibi. Her canavar dediğimde olduğu gibi Adrian'ın cam mavisi gözlerini kara bulutlar kaplamaya başladı, görmezden geldim.
“Ama ortada olanların üzerini kapatacak da değilim. Bu dünyaya ait olduğum söylenmişti, eğer buraya aitsem yerimi bilmek istiyorum, tümüyle. Ne olduğumu bilmek istiyorum; aslında biliyorum, aslında en çok senin de bunu bilmeni istiyorum. Gözlerinde şüphe var ama inkâr etmek için elinden geleni yapıyorsun.” Aklıma gelen düşünceyle birden omuzlarım düştü. “Beni istemiyorsun değil mi? Bana mecbur olmayı istemiyorsun? Bu yüzden tepkilisin. Eşin Sharon'ken benimle-"
“Ne?” dedi, gözlerine yayılan o karanlığın tümüyle onu ele geçirdiğini hissettim. “Oradan baktığında Sharon'a mecbur olmayı istiyor gibi mi görünüyorum?”
“Bilmiyorum,” derken kafamı iki yana salladım, omuzlarım iyice düştü. “Bilmiyorum, Adrian, hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ne olduğunu bile bana söyleme zahmetine girmedin. Beni bilinmezliğin ortasında bırakıyorsun, hiçbir şey anlatmıyorsun. Seni anlamaya çalışmaktan yoruldum.”
Pes edermiş gibi yatağın en ucuna doğru kayarak ona ardımı dönüp yattım. Aptal gözlerim dolu doluydu. Başımı yastığa gömerken olduğum yerde ufacıktım. Dört bir yanımda soru işaretleri vardı, merak dişlerini içime geçirip duruyordu ve cevapları bulmayı umduğum adam kapılarını yüzüne kapatmak için elinden geleni yapıyordu. Kendime itiraf etmekten kaçınsam da en çok bana inanmıyor olmasına bozuluyordum. Ortaya atılan söylentiyi eşelemek ve peşine düşmektense üzerini örtmek için her şeyini ortaya koymaya hazırdı. Bunu neden yaptığını düşünemeyecek kadar kafam karışık durumdaydı.
Bir şeyler öğrenmeyi isteyen sadece ben olmamalıydım. İkinci kez aramızda bağ olduğu söyleniyordu; ilkinin dikkatimizi çekmek ve bizi planları doğrultusunda hareket ettirmek için üçlülerin ortaya attığı yalan olduğunu varsayabilirdik ama ikincisine uydurulacak kılıf Marcos'un delirdiği olamazdı, artık bunu kabul etmeyecektim. Adrian'ı bir şeyin rahatsız ettiğini görebiliyordum, belki de bu yüzden konuyu kapatmaya çalışıyordu ama artık onu anlamaya çalışmaktan yorulmuştum. Kendi kendime tahminler yürütmekten ve sürekli onu yaptığı her şeyde haklı çıkarmaktan da yorulmuştum. Artık kartlarını açık oynaması gerekiyordu, çünkü zaten yeteri kadar bilinmezliğin içerisindeydim.
Adrian uzunca bir süre hareket bile etmeden durdu. Sessizliği gözlerime doluşan aptal yaşlardan kurtulmam için bana zaman kazandırmıştı. Yatağın oynamasından onun hareketlendiğini hissettiğimde gözlerim kuru ve kapalıydı. Yorgunluk tüm vücudumda hâkimdi ve uyku, davetimi bekliyordu.
Onun yanımdan uzaklaşmasını hatta odayı terk etmesini beklerken beni şaşırtarak yanıma uzanmayı tercih etmesiyle kaşlarım hafifçe havalandı. Ağırlığı benden fazla olduğu için yatağın onun bulunduğu tarafı çökmüştü ve ben de elimde olmadan ona doğru meyillenmiştim. Sırtım ona dönüktü, onunsa yüzü bana dönüktü. Saçlarıma vuran nefesinden bunu anlayabiliyordum.
Sessizlik hâlâ mutlak hâkimdi. Etraftan herhangi bir çıt bile yükselmiyordu. Muhtemelen saat gecenin derinliğine doğru iyice ilerlemiş olmalıydı. Yarın olduğunda beni nelerin beklediği üzerinde düşünmek yine ve yine beynimin karıncalanmasına neden oluyordu, çünkü kesin olan hiçbir şey yoktu. Evime geri dönebileceğim şaibeliydi, ne olduğum şaibeliydi, başıma neler geleceği şaibeliydi ve hatta Adrian'ın ne kadar daha yanımda kalacağı bile şaibeliydi.
Sıkıntılı bir solukla ciğerlerimi şişirdiğim sırada Adrian'ın dokunuşunu sırtımda hissettim, avucunu sırtımın tam ortasına bastırdı. Daha sonra avucunu çekerek sadece işaret ve orta parmağını oraya değdirdi ve çizgi çeker gibi yavaşça aşağıya kaydırdı. Elimde olmadan kaskatı kesilmiştim ve ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. O ise sanki olan biten hiçbir şey umurunda değilmiş gibi rahat ve sakindi.
“Annemin üç kızı ve üç oğlu oldu,” dedi bana saatlerce sürmüş gibi gelen sessizlikten sonra. Ses tonu kısık ve dalgındı. “Bir oğlu sadece iki yaşına kadar yaşayabildi, doğduğundan beri hastaydı.” Tıpkı kendisi gibi küçük kanatları olan bebek gözlerimin önünde canlandı. “En küçük oğlu benim, sonuncu çocuğu da benim,” dediğinde bu kez Adrian'ı küçük bir çocukken hayal etmeye çalıştım. Cam mavisi gözleri haylaz haylaz parlayan o ufaklığı tanımak isterdim.
“Diğer taraftan soyun devamı için seçilmiş amcamın üç oğlu oldu ama iki kızı vardı. Ölümler olsa da sayıların hep eşit olduğunu sana söylemiştim. Amcamın üçüncü kızı hiç doğmadı. Yüce melekler bunu sürekli irdeledi ama en sonunda bebeğin doğmadan öldüğüne kanaat getirdiler ve konu kapandı.” Göremesem de kaşlarını çattığını hissettim. “Amcamın eşi, Defna düşük yaptığı ve bunu ancak sonradan fark ettiği konusunda ısrarcıydı.” Kaşlarının biraz daha çatıldığını hissettim ama yine de anlatmaya devam etti. “Sharon benim aksime ilk çocuk ve en büyükleri.” O kadının adı geçtiği anda tüm vücudum kasıldı. Adrian ise parmağını az önce aşağıya doğru çektiği çizginin hemen yanına kaydırıp bu kez yukarı doğru tırmandırıyordu.
“Tüm çocuklar birbirleriyle eşleştiğinde bu kez aralarından iki çocuk seçilir ve o ikisi ile eşlerinin soyundan gelecek olanlarla sistem devam eder. Henüz ona sıra gelmemiş olsa da herkes benim ya da Sharon'un bu iki eşten biri olacağımızı düşünüyor. Kimin kimle eşleşeceği ve daha sonra bu eşleşmelerden seçilecek ikili yüce melekler tarafından seçilir. Büyüyle yapılır ve bu sayede kim kime uygunsa ona denk gelir.”
“Yine de çok saçma,” dedim bir anda. Aslında konuşup onu bölmeye niyetim yoktu ama söz ağzımdan birden çıkıvermişti. Bir kez bölmüşken aklıma takılan diğer soruyu da hızla ekledim. “Peki eşi olmayan kardeşlere ne oluyor? Eşi küçükken ölenlere ya da hiç doğmayanlara?”
Adrian'ın hafifçe dudağının kıvrıldığından emin olmak vücudumun daha çok kasılmasına neden olurken, “Onlar istedikleriyle birlikte olabiliyorlar, kurallardan muaf tutulurlar,” diye açıkladı.
“Öyleyse Sharon öldüğünde sorun çözülecek,” diye ağzımın içerisinde homurdandım.
“Sharon her zaman hırslı ve istediğini alan biri oldu. Güç istiyor. Şu anki liderler olan annemin ve amcamın yerini alıp tek söz sahibi olmanın peşinde,” dedi anlatmaya kaldığı yerden devam ederek. Tepki vermemesinden beni duymadığını anlamıştım. O bir şeyler söylerken aklımda hâlâ aynı konu dolanıyordu; Sharon’un ölmesi.
“Soyumuzun dayandığı tanrıçalardan gelen yeteneği var; benim de öyle. Sanırım bu yüzden birbirimizin eşi seçildik.”
“Bana Zeus'u anımsatıyorsun. Tanrıların tanrısı,” diye mırıldandım. “O da gökyüzünün hükümdarıydı, mitoloji dediğimiz şeyde.”
Adrian'ın sırtımda hareket eden parmağı durdu. “Bunu nereden biliyorsun?” diye sorduğunda sesindeki şaşkınlığı soludum.
“Bunu herkes bilir. Bazı halkların kendi mitolojik tanrıları vardır, bu sanırım şey için, nereden ve nasıl geldiklerini çözmek için.”
“Demek diğer dünyada hâlâ bizden geldiklerine inananlar var,” dediğinde şaşkınlık hâlâ yerli yerindeydi. “Dünyalar ayrıldığında her şeyi bilen kesim tüm bunları nesilden nesle aktarmış olmalı. Meleklerin soyu tanrılara dayanır, Rheana.”
Bu kez şaşkınlık beni ele geçirdi. “Ne yani gerçekten de Zeus'la bağlantın mı var?”
“Gökyüzüne hükmedebiliyorsam bu ondan soyumuza ve soyumuzdan da bana geçti.”
“Zeus önüne gelen herkesle yatan kadın düşkünü sapkın biri olarak anlatılıyor,” dedim bundan rahatsızlık duyduğumu saklamadan.
“Sana melezlerin meleklerin neredeyse herkesle birlikte olması doğrultusunda oluştuğunu söylemiştim. Her şeyin başı onlardı.”
“Gücünü ondan almışsan bu sen de onun gibi sapkın birisin demek mi?”
Adrian güldü. “Onunla tek benzer noktam gökyüzü, başka bir şey değil.”
“Buna inanayım mı?”
“Kaç kişiyle birlikte olduğumu mu merak ediyorsun?”
Yüzümü buruşturdum. “Baksana, boş ver. Şu konuyu kapatalım.”
“Sapkın biri değilim,” dedi açıklık getirmek istercesine.
“Anladım.”
“Ciddiyim.”
“Tamam.”
“Sadece birkaç kadın-"
“Adrian!” diye cırladım. “Tanrım, bunları duymak istemiyorum tamam mı?”
“Tamam,” dedi ama bu yeterli gelmemiş gibi kısa bir sessizliğin üzerine yeniden, “Sapkın değilim,” diye mırıldandı.
Kendini açıklamak için çırpınması karşısında sinirlerimin bozulduğunu belli edercesine güler gibi bir ses çıkarttım. “Anlatmaya devam et,” dedim bu aptal konudan uzaklaşmak ümidiyle. “Peki onun yeteneği ne? Hangi tanrıçadan izler taşıyor?”
“Affroadite. Onun gücü güzelliğinde saklı. Büyük toplulukları aynı anda etkisi altına alabilir ve savaşmadan önünde diz çöktürebilir.”
“Bu Afrodit olmalı,” dedim mitolojik varlıkları hatırlamaya çalıştığım sırada, bu konuda pek iyi olduğum söylenemezdi. Zamanında önemsemediğim bilgileri öğrenmek için şu anda koca ansiklopedileri gözden geçirmeye razıydım, ancak ne yazık ki ansiklopediler diğer tarafta kalmıştı.
“Sen daha farklı telaffuz ediyorsun ama sanırım aynı kişiden bahsediyoruz. Güzellik ve aşk tanrıçası.”
“Olabilir, isimler zamanla farklılaşabilir,” dedi sadece.
“Tüm asil melekler tanrıların güçlerini mi taşıyor?”
“Hayır, sadece bazıları. Bu yüzyılda bir olan bir şey.”
“Yüzyılda bir,” diye tekrarlarken dudağımın kenarı memnuniyetsizlikle eğrildi. “Ama nasılsa ikiniz de o nadir kişilerdensiniz.”
“Yüce melekler bunun mucize olduğundan bahseder. Yakın tarihte aynı anda iki çocuğun tanrılardan gelen güçleri taşıdığına denk gelinmemiş.”
“Sanki birbirinizin eşi olasınız diye bilerek yapılmış,” dedim ağzımın içerisinde homurdanarak. Elim pençe gibi yatağa geçmişti ve tırnaklarım çarşafı delmek ister gibiydi. “Çok mu güzel?”
“Çok güzel,” dedi açıkça, ancak sesinde hayranlık yoktu. Gerçeği tüm çıplaklığıyla söylemek dışında hiçbir duygu yoktu.
“Seni etkisi altına alacak kadar mı?”
Burnundan sert bir soluk verdi. “Ne duymak istiyorsun?”
“Hiçbir şey,” dedim geri adım atarak, ancak Adrian kabuğuma çekilişimi görmezden gelip, “Herkes gibi ona âşıktım,” dedi. Biri karnıma tekmesini geçirmiş gibi iki büklüm kaldım.
“Birlikte büyüdük, çevremdeki herkes onunla eş olacağımı söylerdi. Kaderime hiçbir zaman isyan etmedim, çünkü onu seviyordum. Tek korkum onun başkasıyla eşleşecek olmasıydı.” Güler gibi bir ses çıkarttığında geçmişteki hâline acıdığını hissettim. “Vakit geldiğinde ve onunla eşleştiğimde yeryüzünün en mutlu adamı bendim. Düğün günümüzü iple çekiyordum. Aptal gibi kırları gezerek ona demet demet çiçekler topluyordum, çünkü çiçekleri çok seviyordu.”
Boğazımın kuruduğunu görmezden gelmeye çalışarak, “O âşık adam çok öncede kalmış gibi konuşuyorsun,” diye mırıldandım.
“O aptal âşık öldü, Rheana, onu öldüren de aşkıydı.”
Dudaklarımı yaladım. “Ne oldu?”
“Onu onun için topladığım çiçeklerin üzerinde başka biriyle birlikte olurken gördüm. Aslında çiçekleri sevmediğini o zaman öğrendim. Aslında... beni hiç sevmediğini de o zaman öğrendim. Tahta çıkmak için kullandığı araçtan başka bir şey değildim. Ben onun büyüsüne kapılanlardan biriymişim sadece.”
“Kalbin çok acımış olmalı,” dedim neşesini kaybetmiş sesimle. Sanırım bunu sindirmem biraz zaman alacaktı.
“Artık acımıyor,” dedi. “Acıyan her damarını koparttım.”
“Bu yüzden mi şehrini terk ettin?”
“İnandığın her şeyin yalandan ibaret olduğunu öğrendiğinde sen kalmak ister miydin?”
Kafamı iki yana salladım. Yanağımın içini kemirirken içime tırnaklarını geçiren o sorunun havaya karışmasına izin verdim. “Seni hiç sevmediğine emin misin?”
“O, sadece gücü sever. Buz tutmuş kalbi hiçbir zaman biri için atmayacak.”
“Aptalmış,” dedim. “Çok aptalmış.”
Keyifsizce güldü. “Uykum geldi, Rheana,” dedi konuyu kapattığını belli edercesine. İç geçirdim.
“Öyleyse sanırım sessiz olmamı istiyorsun.”
“Daha çok bir şeye sarılmak istiyorum,” dediğinde hafifçe gülerek kafamı iki yana salladım ve daha sonra yatakta ona doğru kaydım. Kolunu belime sararak beni iyice kendisine çekti, birbirine geçen yapboz parçaları gibi bütünleştiğimizde burnu saçlarıma gömülüydü ve kokumu içine çekiyordu.
“Annem, Arshala'nın göbeğinde bir cadıyla yattığımı görseydi aklını kaybederdi.”
“Sadece sarılıyoruz,” dedim takılır gibi. “Aklını kaybetmez ama sanırım sinirleri gerilebilirdi.”
“Sadece sarılıyoruz,” dedi, sonra iç geçirdi. “Bir gün kendime engel olamazsam sana zarar vermeme izin verme.”
“Bana zarar vermezsin,” dedim kendimden emin bir şekilde. “Bugüne kadar bir an bile vermedin.”
“Bu şeyle savaşmak gittikçe zorlaşıyor.”
“Onunla ben de savaşıyorum ve yenildiğinde ben de yenilmiş olacağım,” dedim.
“Bunu çözeceğim, Rheana, bunu çözmek için her yolu deneyeceğim. Her zaman başka bir yol vardır.”
“Sürekli bunu söylüyorsun ama söz konusu melez durumu olduğunda çizgin hep keskin. Ya bu konuda da başka bir yol varsa ve birileri bunu keşfetmişse?” Sessiz kalsa da kaşlarını çattığına emindim. “Başından beri neden bir cadının değil de senin yanında kendimi bulduğumu düşünüyordum, sence de artık cevap ortada değil mi?”
“Aramızdaki bağ bizi birbirimize çekiyor,” dedi birilerinin duymasından endişe eder gibi kısık sesle.
“Sık sık rüyalarıma giriyorsun ve o kadar gerçek hissettiriyor ki bazen neyin rüya neyin gerçek olduğunu ayırt edemeyecek hâle geliyorum. Tıpkı senin gibi engellenemez bir istekle doluyum ve tıpkı senin gibi artık bununla baş etmekte zorlanıyorum,” dedim hızlı hızlı.
“Benim için inanması zor ama bu şey asil soyun devamı için yapılan büyüye benziyor,” dedi daha çok kendine itiraf edercesine. “Sharon'a karşı hissedeceğim ne varsa sana karşı hissediyorum.”
“Ve sanırım, Sharon’un hissedeceklerini de ben hissediyorum,” derken gergindim. “Yani... bu demek oluyor ki...”
“Diğer yarın melek olabilir,” dedi yine kısık sesle. Sertçe yutkundum, sertçe yutkundu. “Bunu öğreneceğiz tamam mı? Ama kimse bilmeyecek, çünkü bilinirse başımız ağrır. Bana söz ver, kimseye tek kelime etmeyeceksin.”
“Etmem,” dedim üzerinde düşünme gereksiniminde bile bulunmadan. “Sen yanımda olursan kimseye bir şey söylemem.”
“Ben daima yanında olacağım,” dediğinde, midemdeki kanatları kırılıp yere düşen kelebeklerin yeniden canlandığını hissettim.
“Daima,” dedi yeniden. “Artık eminim ki istemediğim anlarda bile.”
“İstiyor musun?” dedim ve duraksayıp derin bir soluk aldım. “Yanımda olmayı.”
“İstemediğim bir an bile olmadı.”
Ona dönmek ve yüzünü görmek için hareketlenecektim ki belimdeki elini sıkarak beni durdurdu. “Böyle kal,” dedi, sesindeki yalvarışı yakaladım. “Yüzüne bakarsam kendime engel olamam.”
Göğüs kafesim daha güçlü bir coşkuyla inip kalkmaya başladı. Etrafımızı saran ateşi hissedebiliyordum. Damarlarımda yakıcı bir arzu geziniyordu ve onu yok saymak zordu.
“Bu durumda sen asil bir meleğin çocuğu olmalısın,” dediğinde bedenimi saran arzu köşesine çekilip yerini soru işaretlerine bıraktı. Cümlesinin devamı dudaklarından döküldüğündeyse tüm bedenim kasıldı.
“Tüm bunlar çok saçma, Rheana. Eğer içerisinde olmasaydım komik bir şaka olduğunu düşünürdüm. Yapılan büyüleri biliyorum ve seni de biliyorum ve sen tüm bu büyüleri yıkar gibi karşımdasın. Doğru, söylenenler gerçek olabilir ama buna tamamen güvenemeyiz beni anlıyor musun? Altından başka bir şey de çıkabilir. Melek ve cadı melezi,” dedikten sonra duraksadı ve bunun gerçek olabileceğini kabul etmiyormuş gibi kafasını iki yana salladı. “Bu kulağa korkunç geliyor. Eğer gerçekten de öyleysen başımız büyük belada demektir. Düşündükçe çıldıracakmış gibi hissediyorum.”
Hararetli konuşmasının ardından sıkıntıyla iç geçirdi. Cevapları istiyordu, cevapları onun kadar ben de istiyordum ama sanırım bunun için biraz çabalamamız gerekecekti. Sessizliğimi bozmamamın üzerine, “Adım adım gideceğiz ve hepsini çözeceğiz tamam mı?” dedi.
“Peki... bir planın var mı? Hangi yoldan ilerleyeceğiz?”
“Her şeyden önce anneni bulacağız,” dediğinde irkildim. Üzerine tonlarca soru sorabilecekken sessiz kalıp kabuğuma çekildiğimde Adrian belimdeki elini kaydırarak çarşafa geçirdiğim elimin üzerine getirdi. Parmakları parmaklarıma geçerek bir bütün oldu.
“Seni yedi soyla yapılan büyüyle sakladıklarında bir terslik olduğunu anlamalıydım,” dedi uykulu bir mırıltıyla. “Üçlüler benden çok önce her şeyi çözmüşlerdi. Baş belaları.”
“Kendini bilmemek çok garip,” dedim sıkıntıyla gözlerimi yumduğum sırada. “Kendime yabancı hissediyorum.”
“Sen burada doğdun, buraya aitsin, hep buraya aittin. Diğer tarafta kalıp nesilden nesle akan soydan biri değilsin, artık bundan eminim.”
“Öyleyse nasıl diğer tarafta bulundum?”
“İşte bunu bilmiyorum. Bildiğim şeyse bunu öğrendiğimde diğer tarafa nasıl geçebileceğini de öğrenmiş olacağım.” Sertçe yutkundum ve kollarının arasında huzursuzca kıpırdadım. Saçlarımın üzerine konan dudakları yavaşça hareket ettiğinde, “Hâlâ gitmek istiyor musun?” diye sordu.
“Bilmiyorum,” dedim. “Hâlâ gitmemi istiyor musun?”
“Bilmiyorum,” dedi. “Burada güvende değilsin ve eğer gerçekten melezsen hiçbir zaman da olmayacaksın.”
“Büyü bizi zamanla daha çok etkilediğinde ne yapacağız?” dedim hızla konuyu değiştirerek.
“Anneni bulduktan ve her şeyden emin olduktan sonra ikinci hedefimiz de büyüyü bozmak ya da yavaşlatmak için bir şeyler aramak olacak.”
Yüzümün asılmasına engel olamadım. Beni istemiyordu, her şey ama her şey büyünün etkisiyle gerçekleşiyordu, tıpkı ben de olduğu gibi. Belki bu aptal büyüden kurtulabilirsek daha berrak düşünebilecektim ve ona karşı hissettiğim şeylerin gerçek olmadığıyla yüzleşecek, pişmanlık duyacağım şeyler yapmamış olacaktım.
“Bence hepsinden önce bu büyüyü bozmalıyız Adrian,” diye fısıldadım, sırtımı dayadığım göğsü kasıldı. “Böylece her şey daha sağlıklı olur.”
Kısa bir sessizlikten sonra, “Öyle yapalım,” dedi, keyifsizdi. “Ve artık uyuyalım.”
“Uyuyalım, iyi geceler.”
Burnunu saçlarıma gömdü. “İyi geceler, kızıl elmas.”
×××
Gözlerim kapalıydı ama güneşin tenimi ısıttığını ve tatlı esintilerin belime kadar uzanan saçlarımı sallandırdığını hissedebiliyordum. Kuşlar cıvıldıyordu ve taze çiçek kokuları dört bir yanımda uçuşuyordu; hâlâ gözlerim kapalı olsa da baharın geldiğini buradan anlayabiliyordum.
Arkamdan yükselen birkaç çocuğun çıkardığı kıkırtılarla birlikte gözlerimi açtığımda önce bastığım taş zemini gördüm, şehre yayılan yollardan biri olmalıydı, çift tarafına çizgi şeklinde mozaikler döşenmişti ve belirli aralıklarla dev sütunlar yerleştirilmişti. Sütunların üzerlerinden yol gibi kayan sarmaşıkların canlı yaprakları ve güzel kokulu çiçekleri aşağıya doğru sarkıyordu.
Çocuklar yanımdan koşarak ve birbirleriyle şakalaşarak geçip gitti. Yüzüme yerleşen geniş gülümsememle onları izlerken peşlerinden ilerlemeye başladım. Çevreden konuşma sesleri, gülüşmeler ve kahkahalar yükseliyordu. Yaşamı en derinlerimde hissederken tatlı çiçek kokularını ciğerlerime doldurdum.
Üzerimde salaş, derin göğüs dekolteli uçuş uçuş bir elbise vardı ve her adımımda ardımdan uçuşuyordu. Boynumdan sarkan ve çıplak göğüs oluğuma kadar uzanan birçok kolyeye düşen bakışlarım kısa bir duraksama yaşadı ama bu hemencecik kaybolduğunda yeniden gülümserken kendimi buldum.
İlerlediğim yol ikiye ayrılıyordu, ayaklarım beni şehrin içine uzanan yola çevirdiğinde yolu adımlamaya devam ettim. Yanımdan geçenler beni gülen yüzlerle selamlayarak karşılıyordu. Köşeyi döndüğümde sütunun arkasına saklanarak kendilerini çevreden gizleyen çift dikkatimi çekti, genç oğlan kollarının arasına aldığı kadına dünyanın en güzel kadınıymış gibi bakıyordu ve birazdan onu öpeceğine şüphem yoktu. Yüzümdeki tebessüm biraz daha artarken bakışlarımı başka yöne taşıdım ve onlara mahremiyet sundum.
Yol büyük bir meydana çıktığında pazar benzeri bir alanla karşılaştım. Tezgâhlarda her şeyi ama her şeyi bulmak mümkündü. Etraf kalabalıktı ve çevredekiler alışveriş yapıyorlardı. Pazarın kurulu olduğu alanın arkasında onlarca merdivenin uzandığı yapı göz alıcıydı. Sütunlarla ayakta duran balkonları ve devasa pencereleri ilk ilgimi çeken ayrıntılarıydı. Dört bir yanda heykeller vardı ve işçiliklerinde en ufak kusur dahi yoktu. Binaya uzanan yüzlerce merdivenin en alt basamağının iki yanına yerleştirilmiş kadın heykeli omzunda taşıdığı küpteki çiçekleri yere döker gibi duruyordu ve o çiçeklerin her biri tüm ayrıntılarıyla mermere işlenmişti.
Az önce yanımdan geçen çocukları yeniden gördüm, yine yanımdan geçip gittiler ve kahkahaları tüm gürültüye rağmen içimin sıcacık olmasını sağladı. Kendimi bir kez daha peşlerinden ilerken buldum. Yaşlı bir çift kol kola biraz ötemde sohbet ediyorlardı, genç bir adam önünde durduğu tezgâhtan çakmak benzeri bir şey bakıyordu, çaprazımdaki kadın şişkin karnını ovalıyor ve sarıldığı adama gülümsüyordu. Sanırım hamileliğinin son aylarındaydı ve dumanı tüten, kek olduğunu düşündüğüm şeyden almak için sabırsızca sıranın gelmesini bekliyordu.
Yolumun üzerinde çiçek satan bir kadın vardı. Orta yaşlı, güzel bir kadındı. Onu izlemeye başladığımda çiçek satmadığını, aksine herkese dağıttığını anlamam çok uzun sürmedi. Çocukların şen kahkahaları hâlâ kulaklarıma ulaşıyorken kadına yaklaşmaya devam ettim. Yanından geçen adama sepetindeki çiçek demetini uzatıp gülümsedi ve önüne döndüğünde beni fark etti. Gülümsemesi biraz daha genişlerken neredeyse bitirmek üzere olan sepetine elini daldırıp bembeyaz gül demetini çıkardı ve bana doğru uzattı.
Hayran kalınası güzellikteki çiçeklerin narin tenlerinde tek bir kusur dahi yoktu. Öyle canlı, öyle parlak duruyorlardı ki hevesle onlara uzandım. Gül demeti hâlâ kadının elindeyken parmaklarım onlara zarar vermekten korkarcasına dokundu.
Bir rüzgâr esti.
Tehlikenin yaklaştığını belli edercesine çanlar çalındı.
Kadının yüzündeki gülümseme yavaşça yokluğa karıştı. Yüzümün önünde uçuşan saçlarımın arasından kadının solan yüzünü izlerken artık ben de gülmüyordum. Parmaklarımın değdiği gül demeti buz parçasıymış gibi soğuklaştı. Kadının saniyeler öncesine kadar canlılıkla parıldayan gözlerini göğe dikmesini takip ettim, göz bebeklerine düşen yansımalar yutkunmama neden oldu.
Gül demeti ellerimizin arasından kayarak yere düştü.
Ne göreceğimi bilirmiş gibi çekine çekine ardıma döndüğümde şehrin semasına yayılan onlarca kanatla karşılaştım. En öndeki meleğin kanatlarındaki altın tozları güneşin altında parıldıyordu. Ardında onun gibi onlarcası vardı. Karabasan gibi şehre çökmeye başladıklarında neşeli kahkahaların yerini çığlıklar aldı. Az önce gördüğüm yaşlı çift bir tezgâhın önüne sinerek kendilerini korumaya çalıştı, hamile kadın karnına sarıldı ve adamın onu güvenli yere çekmesine izin verdi. Tatlı kıkırtılarla etrafımda koşuşan çocuklar ağlamaya başladı. Arkamda kalan, çiçek dağıtan kadın beni iterek öne geçti ve cesurca dikildi. Ellerini kaldırıp üzerine doğru yağmur gibi gelen meleklerden birkaçını geriye savurdu, ancak aralarından biri yanından uçup geçmeyi başarırken kılıcını da savurmuştu.
Kadın yere yığıldı, göğsünden aldığı kesikten akan kan etrafını göl gibi sarmaya başladı.
Cesur olanlar savaştı, kimileriyse kaçtı.
Yere düşen beyaz gül demeti koşuşturanların arasında parçalandı.
Bu Arshala'nın yıkılışıydı.
×
Sıçrayarak uyandım. Gözlerim dehşetle etrafımda gezindiğinde hâlâ yeraltı odalarından birinde olduğumu kavramam uzun sürdü. Vücudum ter içerisindeydi ve göğsüm şiddetle inip kalkıyordu. Kendime gelmem ve boş bakışlarla etrafı izlemem ne kadar sürdü habersizdim. Nefes alamıyormuş gibi hissediyordum ve içimde beni dışarıya iten garip bir dürtü vardı.
Adrian hemen yanımda uyuyordu. Ona kısaca değen gözlerimin perdesine Arshala’nın semalarına inen onlarca melek doluştuğunda hızla gözlerimi kaçırdım ve sakinleşme ihtiyacıyla yataktan çıktım. Yeniden uyuyamayacak hâldeydim. Temiz havaya ihtiyaç duyuyordum. Hayır, aslında Arshala'yı görmeye ihtiyaç duyuyordum.
Çıplak ayaklarla ve biraz da tökezleye tökezleye odadan çıktığımda Adrian huzursuzca kıpırdansa da uyanmamıştı. Yol beni gideceğim yere götürecekmiş gibi ne yöne gittiğime bakmadan ilerledim. Koridorlar belli aralıklarla yerleştirilmiş meşalelerle aydınlatılmıştı. Etraf o kadar sessizdi ki kendi kalp atışlarımı duyabiliyordum.
Ezbere bilirmiş gibi hiç şaşırmadan yeraltı şehrinden çıktığımda gün henüz doğmamıştı ve gökyüzünde ay ya da yıldız görünmüyordu. Hatta kara bulutlar gelecek emri beklercesine itişip duruyorlardı ve çıkan minik yıldırımlar şimdilik sessizdi, sadece ışıklarını görebiliyordum. Ölü şehir yer yer yerleştirilmiş meşalelerle canlı tutuluyordu.
Toprağın huzursuzluğunu kalbimin derinliklerinde hissedebiliyordum ve bastığım her yerde bir cadının kanı varmış gibi rahatsızdım. Bu kez beni şen çocuk kahkahaları değil, sırtıma çarpıp yolu gösterircesine iten rüzgâr yönlendirdi. Bastığım taşların birçoğu kırık döküktü ve aralarından sızan otlar onları neredeyse kapatmak üzereydi. Rüyamdayken ilerlediğim sütunlarla bezeli çiçekli yoldan geriye kalan harabe midemi düğüm düğüm etmişti. Yıkışmış ve çoğu parçalanmış sütunlardan geriye kalanlar kalbime ölüm soğukluğunun doluşmasına neden oluyordu.
Birkaç noktadan sağa ve sola döndüm, yolumu kapatan yıkıntıların üzerinden geçtim ve sonunda o büyük alana çıktım. Rüyamda pazarın kurulu olduğu kısımdan ilerlerken gördüğüm kişilerin siluetleri gözlerimin önündeydi. Arka tarafta kalan büyük yapıdan geriye sarmaşıklar kaplı yıkık taşlar, kırıl merdivenler kalmıştı. Heykellerin hiçbiri sağlam değildi ve parçaları her yere yayılmış hâldeydi.
Etrafa bırakılmış kazan benzeri meşaleler çatırdaya çatırdaya yanıyordu ve yaydıkları kısık ışık yolumu görmemde yardımcı oluyordu. Çiçek dağıtan kadını gördüğüm noktaya doğru ağır adımlarla ilerlemeye devam ederken her an kusacakmış gibi hissediyordum. Arshala hayat dolu, güzel ve yaşayanları sevimli bir şehirdi. Şimdiyse huzursuz ruhlarla dolu ve ölüydü. Hâlâ içinde yaşamaya devam edenlerse ruhlarını kaybetmiş gibiydi. Asla eskisi gibi olmayacaktı.
Beyaz gül demetini bana uzatan kadının bulunduğu yerde artık devrilmiş binaların parçalarından başka bir şey yoktu. Yine de orada durdum, uzun uzun yerdeki harabelere baktım ve sonra ağır ağır ardımı dönüp gökyüzüne gözlerimi diktim. Şehrin semalarında uçan hiçbir şey olmasa da yüzyıllar önce burayı yıkan meleklerin gölgelerini görür gibi oldum. Hatta çiçek dağıtan kadın rüyamdaki gibi beni yeniden itmişçesine yana doğru kaydım. Garip bir rüzgâr yanımdan geçip gitti, biraz ilerimde durduğu noktaya baktım. Çatlak zeminin o kısmında filizlenen otlar minik çiçeklerle doluydu ve o çiçeklerin tümü beyazdı.
Sertçe yutkundum, tam da bu sırada bir çıtırtı duydum. Sağa sola bakınıp sesin geldiği noktayı tespit etmeye çalışırken içgüdülerim beni ele geçirip sol tarafa doğru yürümeye sevk etti. Korku kalbime yavaşça dokundu ve kalp atışlarım hızlanmaya başladı. Yine de geri dönmeyi düşünmedim, tehlikede olabileceğim aklımın ucundan geçmedi. Garip bir şekilde burada güvende hissediyordum.
Yarıya kadar kırılmış iki sütundan birine yaslı olan silueti fark ettiğimde adımlarım bıçak gibi kesildi. Karanlığa alışan gözlerim onun kim olduğunu çok geçmeden kavradığında, “Hann,” dedim sesimde kendini bariz bir şekilde belli eden rahatlamayla.
Elindeki her neyse onu temizlemeye devam ederken, "Yatağında olmalıydın,” diye karşılık verdi. Yemin edebilirdim ki sesi buz gibiydi ve bir yabancıyla konuşur gibi hissetmiştim.
“Garip bir rüya gördüm.”
“Biliyorum,” derken elindeki şeyin diğer yüzünü çevirerek silmeye koyuldu. “Ben de her gece o rüyayı görüyorum.”
“Bu yüzden mi buradasın? Uyuyamadığın için mi?”
“Hayır, Naere, günlerdir yatağıma girmedim.”
“Naere ne demek? Bunu senden daha önce de duydum,” dedim merakla.
“Bizim dilimizde alev demek. Güzel kızıl saçlarına baktığımda aklımda beliren bu oluyor.”
“Lütfen bana adımla seslen,” diye mırıldandım. Nedense Adrian'dan başka birinin bana değişik bir isimle seslenmesi hoşuma gitmemişti.
“Senin adın bu. Sana verilen o isim diğer tarafta kaldı.”
“Hann,” dedim sesime sinen endişeyi saklama girişiminde bulunmadan. “Tuhaf davranıyorsun.”
“Sence de tuhaf bir gece değil mi? Şehrimizi yıkanlardan olan meleğin koynunda uyanıyorsun ve yolu bilirmiş gibi buraya geliyorsun. Bu şehir labirent gibi inşa edildi,” dediğinde güler gibi bir ses çıkardı. “Ama sen doğruca buraya, bana geliyorsun. Ölü cadılar bile bunu yapmamı istercesine seni bana getirdi Naere.”
Ürperdim. İçgüdülerim kaçmamı mırıldandığında omzumun üzerinden ardıma bakındım, görünürde kimse yoktu. Bu esnada minik bir rüzgâr seli yüzüme çarptı, burnuma tuhaf, pası andıran bir koku doluştu.
“Neler oluyor?”
“Burada istenmiyorsun,” dedi. “Yaşayanlar ve ölüler... iki taraf da seni, sizi istemiyor.”
Adrian'ın kollarına geri dönmemi bağıran hisleri elimin tersiyle bir kenara itip Hann'a doğru birkaç adım attım, koku yoğunlaştı. “Ama bana buraya ait olduğumu söylemiştin,” diye hatırlattım. “Yalan mıydı?”
“Bizden biri olduğunu düşünmüştüm.”
Sesindeki hayal kırıldığı midemi düğümledi. “Hann... Yoksa Marcos'a artık inanmaya mı başladın?”
Kafasını iki yana salladığını gördüm. Bulunduğu noktada meşale falan yoktu. Ara sıra birbirine çarpan bulutların çıkardığı minik ışıklar sayesinde onu seçebiliyordum.
“Marcos'a kimse inanmıyor, kimse inanmayacak,” dedi keskin bir dille. “Söylediklerini kim duymuşsa ölecek.”
Gökyüzü homurdandı, kalbim dehşetle çarptı. “Bu da ne demek? Beni korkutmaya mı çalışıyorsun?”
Orada bulunduğumdan beri ilk kez kafasını omzunun üzerinden çevirip benim tarafıma doğru baktı. “Söylediklerini kim duymuşsa öldü, Naere.”
Güçlü bir yıldırım çaktı.
Yeryüzü birkaç saniyeliğine aydınlandı ve ben o birkaç saniyede dehşeti yaşadım. Hann'ın hemen önünde yerde yatan iki beden vardı, vücutlarından akan kanlar su gibi kendilerine yol çizmişti. Etraf yeniden karanlığa bürünmeden önce onların Marcos'u ziyarete giderken peşimizden gelen iki cadı olduğunu anlamıştım. Beni rahatsız eden tuhaf kokunun kaynağı göğüslerinden aldıkları derin yaralardan sızan kandı.
Dudaklarım şokla aralanırken bir adım geriledim. “Sen...” dedim ama ne söyleyeceğimi bilmeyerek yeniden bir adım geri kaçtım. Hann hareketlendi ve karanlıktan çıkarak meşaleler sayesinde bir nebze daha aydınlık olan alana çıktı. İşte o an elindeki şeyin kılıç olduğunu anladığım andı ve diğer elinde tuttuğu kanlı bezle onu temizlemişti. Bezi rastgele yere fırlatırken kılıcı daha sıkı kavradı ve sürme çektiği yeşil gözlerinin hedefine beni aldı.
“Kadim büyüler bozulabilir Naere,” dedi, kısa süre önce bunun tam aksini savunduğunu hatırlamakta zorlanmadım. “Kadim büyüler de bozulabilirmiş. Sen bunun yaşayan kanıtısın.”
“Ne yapacaksın? Beni öldürecek misin?” diye sordum dehşetle. Geri adım attıkça üzerime doğru geliyordu ve nereye bastığıma bakmadan yürümemin sonu ayağımın yerdeki yıkıntılara takılması olmuştu. Devrilirken kendimi korumaya çalışsam da sivri kaya parçalarının kalçama ve bacaklarıma geçmesine pek engel olamamıştım. Acıyla yüzüm buruşurken hızla kendimi toparlamaya ve ayağa kalkmaya çalıştım ancak Hann tepemde zebani gibi dikilmekte gecikmedi. Kılıcını bana doğru uzatıp keskin yüzeyini boğazıma dayadı ve hafifçe baskı uygulayarak çenemi havaya kaldırmaya zorladı.
“Hiç doğmamalıydın. Senin varlığın felaketimiz olacak. Damarlarında gezen karanlık güç yaşamın sonunu getirecek.”
“Beni eğiteceğini söylemiştin-"
Çaresiz çırpınışımı, “Sen eğitilemezsin,” diyerek bastırdı. “Sen sıradan bir cadı değilsin Naere, kara büyüyle yaratıldın. Kara büyü eğitim bilmez, sınır tanımaz,” derken kılıcını iyice boğazıma bastırdı. “İçindeki güç tümüyle uyanmadan önce ölmek zorundasın.”
Hamlesini yapmaya hazırlanır gibi gerindi ve daha sonra kılıcını havaya kaldırıp iki eliyle kavradı. Alnından kayan terleri dolu dolu gözlerimle izledim. Yüzüme bakmaya dayanamıyormuş gibi gözlerini sımsıkı yumdu ve kısa süre sonra yeniden açtığında o yoğun yeşil gözlerde merhamet adına hiçbir ize rastlayamadım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |