
Çığlık atarak uyandım. Ellerim hızla boğazımı kavrarken göğsüm deli gibi inip kalkıyordu ve odağını bulamayan bakışlarım bulunduğum odada kare kare dolanıyordu. Yanımda yatan Adrian çığlığımla beraber sanki yüksek bir yerden yere yapışmış gibi çarpılarak uyandığında şaşkın görünüyordu. Hâlimi gördüğünde ne olduğunu anlamak istercesine omzuma dokunduğunda yeniden çığlık atıp ondan kaçmaya çalıştım, beni yakaladı, bir şeyler söyledi ama ne dediğini anlayamayacak kadar kulaklarım uğulduyordu. Çok uzaktan gelen sesini bana duyurabilmek için her ne söylüyorsa bunu defalarca tekrarladı, duyu yetimi kaybetmiş gibiydim. Onu tanıyordum ama aynı zamanda tanımıyormuş gibi hissediyordum. Bu yüzden ondan kurtulmak için çırpınıyordum ve bağırıp duruyordum.
Adrian beni zapt etmek adına çaba göstermekten ve bu esnada benden devamlı yumruk yemekten yorulmuş gibi homurdanarak belimden kavradı ve sırtüstü yatağa devrilmeme neden oldu. Daha sonraysa beni iyice kilitlemek için üzerime çıktı, onu itmeye çalışan ellerimi yakalayıp yatağa bastırdı. Yine bir şeyler söyledi ve yine onu duyamadım. Kafamı sağa sola savurarak tepinmeye ve çığlık atmaya devam ediyordum. Sesimi duyan biri vahşi bir yaratığa yem olmak üzere olduğumu düşünebilirdi.
Adrian kaşlarını çatarak asla sakinleşmeyen tavrımı bir süre öylece izledi. Cam mavisi gözleri yüzümün her noktasında gezindi ve dudaklarıma geldiğinde duraksadı, bir süre de öyle kaldı. Sonra birden dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Tanrıya yemin edebilirdim ki o an aklım başıma gelmişti. Dehşetle açtığım gözlerim bu kez şokla irileşmişti. Artık çırpınmıyordum ama kalbim o kadar şiddetli atıyordu ki göğsümün bu yüzden hareket ettiğini söyleyebilirdim.
Tek yaptığı dudaklarımızı buluşturmaktı, beni susturmak ister gibi. Gözlerim kapalı değildi, gözleri kapalı değildi. Öylece durmuş bana bakıyordu. Cam mavisi gözlerini bu kadar yakından görmek aldığım solukları kesintiye uğratıyordu ve benim şu anda en çok nefes almaya ihtiyacım vardı.
Adrian çok hafifçe geri çekildiğinde sadece dudaklarımız birbirine değmeyecek kadar uzaklaşmıştı. “Artık susacak mısın?” dediğinde sonunda sesini duyabilmiştim, bıkkın gibiydi.
“Ne? Bu da neydi?” dedim şaşkınlıkla. Omuz silkti.
“Susturma şeklimi beğendiğine eminim. Hoşuna gittiğini inkâr edemezsin.”
Ona vurmak istesem de hâlâ ellerimi tuttuğu için çırpınmam sonuçsuz kaldı. “Seni fırsatçı!”
“Yeniden öpülmek istiyorsun sanırım?” derken bana doğru sokulup dudaklarını çok hafifçe dudaklarıma değdirdi. Yüzünde bu durumdan eğlendiğini belli eden ifadesi asılıydı.
“Eğer istiyorsan ve bunu söylemeye utanıyorsan çığlık at.”
Tanrım bir de göz kırpıyordu. “Kalk üstümden,” diye homurdandım ve onu itmeye çalıştım. Bacaklarımın arasındaydı. Bunu fark ettiğimde daha çok çırpındım. Tam da bu sırada odanın kapısı tıklatıldı ve ben elektrik akımına tutulmuşçasına irkildim.
“İçeri gelebilir miyim?” dedi tatlı bir kadın sesi.
“Adrian, kalk üzerimden. Bizi böyle görmesin, kalk.”
“Neden? Melekle takıldığını zaten biliyorlar.”
“Biliyorlar diye görmelerine gerek yok seni sersem!”
Sırıttı. “Bence sorun yok.”
Kapı yeniden tıklatıldı. Kıpırdayamamanın verdiği öfke ve hâlâ şokla dolu olmama neden olan hatıralar yüzünden bastıramadığım bir korku beni kuşattığında ellerim yumruk şeklindeydi. Gözlerimi yumup, “Adrian kalk!” diye emrettim sıkılı dişlerimin arasından. İşlerin değiştiğini hissetmiş gibi, “Hey, sakin ol,” dedi, artık sesinde neşe yoktu. Kapının sürgüsü yavaşça çekildi, gözlerim açıldı ve Adrian küfretti.
“Siktir, Rheana, bu da ne?” diyerek üzerimden doğrulup açılmak üzere olan kapıya bakmadan bağırdı. “Defol!”
Kapı sanki içeride cehennem ateşleri varmış gibi hızla kapandı ve ben de tuttuğum soluğu rahatça verip gergin bedenimi serbest bıraktım. Yatağa sere serpe uzandığımda başım sol omzuma doğru düşmüştü ve hâlâ bacaklarımın arasında, dizlerinin üzerinde duran Adrian'a bakmıyordum.
“Rheana,” diye seslendiğinde bir anda ağlama isteğiyle doldum. “Adrian bana ne oldu?” dedim az öncesine oranla oldukça çaresiz çıkan sesimle. Ayağımın üzerinden geçerek bedenini yanıma bıraktı ve sağ omzunun üzerine dönerek yüzünü bana çevirdi. Uzanıp çenemi tutup başımı kaldırdığında cam mavisi gözleri gözlerimi birkaç defa turladı.
“Gözlerinde ateş belirdi. Yemin ederim ki gözlerinin içi yanıyordu. Bu kadar öfkeleneceğini düşünmemiştim-"
“Ne olduğunu bilmiyorum. Bana ne olduğunu anlayamıyorum Adrian,” dedim kafamı hafifçe iki yana salladığım sırada. “Ben... ben burada değildim, şimdi nasıl burada olabilirim?”
“Ne demek burada değildin?” Yüzümü başka yöne çevirmek istediğimde, “Hey, bana bak,” diyerek çenemi yeniden kavradı. “Bana ne olduğunu düzgünce anlat hadi.”
“Bir rüya gördüm. Arshala'nın yıkılmadan önceki hâlini gördüm, Adrian, çok güzeldi. Belgesellerde gördüğüm antik şehirler gibiydi ve capcanlıydı. Sonra semalarında uçan melekleri gördüm. Şehrin yıkılışını yaşadım, sanki gerçekten oradaymışım gibi,” derken o anları gözlerimin önünden silmek istercesine kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. “Sonra uyandım. Sen uyuyordun, yanından kalktığımı anlamadın bile,” dediğimde Adrian bunun imkânsız olduğunu belli edercesine güldü.
“Kâbus görmüşsün hepsi bu.”
Hann'ın boğazıma dayadığı kılıcın değdiği yer hâlâ buz gibiydi. “Kâbus değildi, Adrian, eminim.”
Tıpkı benim gibi sırtüstü kendini yatağa bıraktı. “Eğer kalksaydın bunu anlardım tamam mı?”
“Ama... ama gerçekti... cadıyı gördüm sonra şehrin yıkılışını... sonra Hann-"
“Kâbustu,” dedi kendinden emin bir şekilde. “Bu boktan yer büyüyle dolu ve seninle böyle oynamalarına şaşırmadım. Benim yanımdasın diye seninle uğraşıyor olmalılar.”
Hızla doğrulup bu kez ben dizlerimin üzerinde oturarak ona tepeden baktım. Benim karmakarışık hâlime karşın Adrian kollarını başının altına sıkıştırıp yatacak kadar rahattı. “Bu doğru olabilir mi? Hepsi aptal bir kâbus olabilir mi?” diye sordum emin olma umuduyla.
“Elbette hepsi kâbustu. Yanımdan kalkacaksın ve ben uyumaya devam edeceğim öyle mi? Sadece buradan bile kâbus olduğunu anlayabilirsin, çünkü uyurken aldığın nefesleri sayacak kadar sana dikkat ediyorum.”
Dudaklarım itiraz etmek için aralandı, sonra ne dediğini fark ederek duraksadım. “Aldığım nefesleri mi sayıyorsun?”
Omuz silkti. “Ne var? Böylece rüya görüp görmediğini anlayabiliyorum. Rüya gördüğün zaman deli gibi nefes alıp veriyorsun, ayrıca kıpırdanıp duruyorsun. Bu yüzden eğer kalkmış olsaydın bunu fark ederim.”
Hann'ın kılıcını bastırdığı yer sızlandı. Sertçe yutkundum ve bunu görmezden gelmeye çalıştım. Adrian’a inanmayı isteyen yanım yaşadığım korkulardan kaçmak istercesine hevesliydi. Oysa Hann'ın bana söylediği o söz hâlâ zihnimde yankılanıp duruyordu.
“Kara büyüyle yaratıldın.”
“Kara büyü diye bir şey var mı?” diye sordum birden. Adrian hızla kaşlarını çatıp o rahat hâlinden sıyrıldı ve yeniden doğrularak oturdu.
“Elbette var. Bu da nereden çıktı şimdi?”
“Eğer istersem yapabilir miyim?” dedim merakla.
“Delirmiş olmalısın. Kara büyüye bulaşmak sadece delilerin yapacağı bir şey.”
Yutkunamadım. “Neden? O kadar kötü mü?”
“Marcos’u kendi gözlerinle gördün. Yaşayan ölü olmak istiyorsan o yolu seçebilirsin. Evet herkesten güçlü olursun ama sadece bir kuklasındır. Çünkü kara büyü zamanla seni ele geçirir, ortada sen diye bir şey kalmaz.”
Marcos'u hatırladığımda irkildim, tüylerim diken diken oldu. “Ölüleri ben de duymuştum Adrian,” dedim endişeyle. “Yoksa bu şey bana da olacak mı?”
“Tabii ki olmayacak. Tekrar söylüyorum, Rheana, onları dinlemeyeceksin beni duydun mu? Seni çağıracaklar, davet edecekler, aklını çelmeye çalışacaklar ve hatta yardım ediyor gibi görünecekler ama onları asla dinlemeyeceksin.”
Hızlı hızlı kafamı salladım. “Bu şekilde kurtulabilir miyim?”
“Kara büyü gücün peşindedir. Marcos'un seni istemesine şaşırmamam gerekirdi, sende farklı bir güç var. Sıradan cadılar gibi değilsin. Bu yüzden ilgi çekmen normal. Aslında bu lanet yerde kalman bile doğru değil.”
“Bunu konuşmuştuk-"
“Ve sen sözümü dinlememiştin,” diye homurdandı. “İşte daha ilk geceden aklını karıştırmışlar.”
“Bazen hangisinin rüya hangisinin gerçek olduğunu anlayamıyorum,” diye hayıflandım. Hann'la yaşadığım olay da bunlardan biriydi. “Bunu anlamanın bir çaresi yok mu?”
Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Bilmem. Seninle tanışana kadar birebir gerçeğini andıran rüyalar görmemiştim.”
İması midemin kasılmasına neden olurken odanın kapısı yeniden çaldı. “Artık kalkmalısınız, ders vakti yaklaşıyor,” dedi Dhari, onu sesinden tanımıştım.
“İçeri gel lütfen,” diyerek onu davet ettiğimde Adrian huysuzca sesler çıkardı. Dhari kapıyı yavaşça açıp çekinik gözlerini üzerimde gezdirdi, Adrian’a bir kez bile bakmadı.
“İyi misiniz? Çığlıklarınızı duydum ve sizin için endişelendim.”
“İyiyim, sadece kâbustu,” dedim çabucak. Ayaklarımı yataktan sarkıttığımda yaralı olan ayağıma dikkat ederek ayaklandım ve fark ettim ki ayağım gayet iyi durumdaydı. Eh, en azından üzerine bastığımda canım yanmıyordu, sadece hafif sızlamalar kalmıştı.
“Baksana Dhari, Hann nerede?”
Genç kadının yüzü garip bir ifadeyle kuşandı. “Hann arayışa gitti, bir süre buralarda olmayacak.”
“Arayışa gitti de ne demek? Onunla konuşmak istiyordum,” dedim içime doluşan kuşkuların esiriyken.
“Bu bir cadının kendini geliştirmek için uzaklaşması demek,” dedi Dhari, hâlâ Adrian'a bakmamıştı ve tavırlarından onu yok saydığını anlamak zor değildi. “Ama sizinle ilgilenmesi için birini ayarladı. Adı Callen. Sizi dışarıda bekliyor Naere.”
“Ne dedin?” dedim hızla. “Bana ne dedin sen?”
Dhari'nin çehresi gerildi ve yanlış bir şey yapmış gibi endişeyle doldu. “Sizi kızdıracak bir şey mi söyledim?”
Hızla ona doğru yaklaşıp dibinde bittim. “Bana Naere diye seslendin,” dedim hızlı hızlı. Tanrım, işte yine kalbim delicesine atıyordu ve bu dehşetten dolayıydı.
“Evet, adınız bu. Hann bize adınızın Naere olduğunu söyledi.”
Şakaklarımdan kayan sıcaklığı hissettim ve o an tüm işaretler aynı yönü gösteriyor olsa da yaşadıklarımın aptal bir kâbustan ibaret olmadığına emindim.
×××
10 gün sonra...
Önümdeki masanın üzerinde açık duran kitabın sayfaları Lahtça dilindeki harflerle ve değişik büyülerle doluydu. Gözlerim artık alıştığım ve ne yazdığını az çok okuyabildiğim kelimelerin üzerinde gezinirken, “Sayfayı çevir,” dedi Callen. Elim sayfaya uzandığında hızla elimin üzerine vurdu ve sıkkın bir soluk verdi. “Büyüyle yap Naere.”
“Özür dilerim,” diye mırıldanıp bu kez elimi sayfanın üzerinde çevirir gibi kaydırdım. Eskimiş kâğıt parçası yavaşça havalandı ve yeni sayfa önüme serildi. Bu sırada Callen boğazını temizledi.
“Mumlar.”
Çalıştığımız masanın etrafındaki çoğu erimiş mumu yakmak için parmaklarımı şaklatmamın yeterli olması inanılmaz bir şeydi. Her seferinde kendimi ilk kez yaptığım andaki gibi coşkulu ve heyecanlı hissediyordum. Bu yüzümdeki aptal gülümsemeden bile belliydi. Parmaklarım dans eder gibi ahenkle oynadı ve masadaki tüm mumlar yandı, hatta odayı aydınlatmak için her köşeye konulmuş ama sadece birkaçı dışında sönük olan diğerler mumlar da birden alev aldı.
Callen yanan mumların üzerinde gözlerini gezdirirken dudaklarının kenarında hoşnutsuz bir kıvrım asılıydı. Gülerken bile ciddi bir kadındı. Taktığı gözlüklerin ardından bana sürekli çözümü olmayan bir probleme bakıyormuş gibi bakıyordu. Başlarda bundan rahatsız olsam da artık umursamıyordum, ona alışmıştım; soğuk tavrına, ciddiyetine ve gülümsemeyi unutmuş yüzüne. Büyü öğrendikçe ve yapabildikçe o kadar seviniyordum ki bazı anlarda içimden Callen'e sarılmak bile geçiyordu, ancak neyse ki şimdiye kadar böyle bir delilik yapmamıştım.
“Bugün kuru bir gülü canlandıracaksın,” derken köşedeki komodinin üzerinde duran capcanlı kırmızı yapraklarını sonuna kadar açmış güle uzandı. Porselen saksıyı masaya bıraktığında çatık kaşlarımı yaşlılık çizgilerinin yer edinmeye başladığı yüzünde gezdirdim.
“Ama bu gül zaten canlı Callen.”
Gözlüklerinin ardından bana dik bir bakış attıktan sonra gülü okşar gibi elini üzerinde gezdirdi. Sanki elinden gülün köklerine zehirli tozlar döküldü, yaprakları yavaşça boyunlarını eğip kurudu. Etrafa hoş koku yayan kırmızı gülden geriye büzüşmüş, küçülmüş ve çürümüş bir çöp kaldı.
“Şimdi ona dokun, parmaklarından akan güçle onu kutsa,” dedi bir adım geri çekilip ellerini arkasında bağlarken. Giydiği kiremit tonlarındaki uzun elbisenin üzerine her zamanki gibi önlüğünü de geçirmişti. Perma yapılmışçasına kıvırcık ve bir hayli uzun olan saçlarını ensesinden bağlamış olsa da o kadar kabarıklardı ki yine öne gelmeyi başarıyorlardı.
Masanın kenarlarında duran ellerimi kaldırarak kurumuş çiçeğe yavaşça dokundum. Bana tek yapmam gerekenin gücü hissetmek ve onu yönlendirmek olduğunu söylemişti. Basit büyüler için fazla çaba göstermeye gerek yoktu. Eğer daha ağır büyüler yapmak istiyorsam kendimi iyice geliştirene kadar bir kitaptan yardım alabilirdim. Büyülü sözler ve ekstra kullanılan tılsımlar sadece büyük büyülerde gerekli görülüyordu. Ayrıca genel olarak büyüler bir şeylerle bağdaştırılıp onların gücünden faydalanıldığı için bazen bazı malzemelere ihtiyaç duyuluyordu. Mesela ayağım için yapılan karışımda çeşit çeşit otlar toplanılmış ve onlar büyüyle yoğrulmuştu. Bu kanla da olabilirdi.
Başlamadan önce ciğerlerime derin bir soluk çekip içimde saklı olan güce odaklanmaya çalıştım. Parmaklarım kuru güle dokunmasa da üzerinde gezindi. Gözlerimi kapatıp kendimi güzel kır bahçelerinde güneşin altında uzanmış bir şekilde hayal etmeye başladım. Bunu yaptığımda gücün ılık bir meltem gibi damarlarımda aktığını hissediyordum. Gözlerim hâlâ kapalıyken dudaklarıma minik bir tebessüm kondu. Kır çiçeklerini kokladığımı hayal ederken sanki gerçekten de bunu yapıyormuşum gibi yeniden derin bir soluk aldım, burnuma güzel kokular doluştu. Dudaklarımdaki gülümseme biraz daha yer edinirken gözlerimi çok hafifçe araladım.
Kuru gül sanki uykusundan uyanıyormuş gibi önce titredi. Daha sonraysa saksıdan aşağıya doğru düşen solgun yaprakları yavaşça kalkarak eski canlılığını tekrar kazandı. Güzel kırmızı gül eğdiği başını yeniden kaldırdı ve şimdi yaprakları eskisinden daha canlı görünüyordu. Hatta yeni tomurcuklar oluştuğunu gördüğümde sevinçle ellerimi indirip Callen'a baktım. Tuhaf görünüyordu, hoşnutsuzluğu artmış gibiydi ama onu çözmek imkansızdı. Ara sıra bana böyle bakarken onu yakaladığım olmuştu ve o anlarda aklından ne geçtiğini sadece tanrı bilebilirdi.
Callen boğazını temizleyip, “Senden ne istiyorsam her defasında fazlasını yapıyorsun,” dedi donuk bakışlarını gülün üzerinden çekmeden.
Elimde olmadan yüzüm düştü. “Bu kötü bir şey mi?”
“Güçlüsün,” dedi sonunda bana baktığında. “Bugüne kadar birçok cadı eğittim ama sen hepsinden farklısın.”
“Sadece çok istekliyim, belki de bu yüzdendir,” dedim endişeyle dolduğumu ona fark ettirmemeye çalışarak.
“Naere,” dedi, bana bu isimle seslenmelerine artık alışmıştım. Başlarda düzeltmek istesem de hepsi bildiğini okuduğu için sonunda pes etmiştim. “Neyin ne olduğunu anlayacak kadar çok şey yaşadım. Bunun istekle alakası yok, bu tamamen senden kaynaklı.”
“Belki annem ve babam güçlü cadılardır?” dedim bu kez. Gerilmiştim ve kötüsü haklıydı; bunu fark edecek kadar görmüş geçirmiş bir kadındı.
“Belki,” dedi sadece ama buna çok da olasılık vermediğini anlamak zor değildi.
“Callen sence annemle babamı bulabilir miyim?”
“Önce kendini bulmalısın,” diyerek konuyu saptırmama izin vermedi. Onunla sohbet etmek imkânsız gibi bir şeydi, ne zaman başka konu açsam hızla kapatıyor ve derse geri dönüyordu. Neyse ki şu anda da böyle olmasından memnundum, çünkü bu sayede konu benden uzaklaştığı için rahat bir soluk verebilmiştim.
“Sayfayı çevir. Üçüncü paragraf, ne yazdığını yüksek sesle oku.”
Dediğini yapmak için elimi kaldırdığım sırada bulunduğumuz odanın kapısı çalınmadan sertçe açıldı. Callen arkamda kalan kapıya bakarken gözleri hafifçe kısıldı ve dudakları nefretle büküldüğünde gelenin Adrian olduğunu anlamam zor olmadı.
“Gidiyoruz.”
Hızla ona doğru döndüm. “Bir şey mi oldu?”
“Tyler beni çağırıyor,” dedi sadece. Nasıl buradakiler Adrian'ı görmezden geliyorsa Adrian da onlar yokmuş gibi davranıyordu. Önüme dönüp yarım kalan dersime kısa bir bakış attım.
“Ama-"
“Gidiyoruz,” dedi aksini kabul etmeyeceğini beli ederek. Kaskatı duruyordu, sanki bir sorun vardı. Bunu hissettiğimde karşı çıkmak için can atan yanım kaşlarını çattı.
“Sorun ne Adrian? Tam da dersin ortasındaydım.”
“Dışarıda seni bekliyorum. Beş dakikan var.”
Adrian geldiği gibi hızla gözden kayboldu ve benim yüzümde ne olduğunu anlayamamanın şaşkınlığı asılı kaldı. Geride kalmak isteyen yanım olsa da bunu aklıma bile getirmedim. Hâlâ tam olarak açıklayamadığım Hann vakasından sonra burada tek başıma kalmaya cesaretim yoktu. Bu sebepten omuzlarımın düşmesine izin verirken, “Callen, yarım bırakmak zorunda kaldığım için üzgünüm,” diye mırıldandım. Benim aksime Callen üzgün görünmüyordu. Daha çok nefret ettiği meleğin şehrinden gidecek olduğunu bilmek onu sonunda huzura erdirmiş gibiydi.
“Onun emirlerine uymak zorunda olmadığını biliyorsun değil mi?”
“Bana emretmiyor, sadece beni korumaya çalışıyor,” dediğimde kadının yüzündeki hoşnutsuz ifade değişmedi. “Tamam, oradan bakıldığında nasıl göründüğünü biliyorum ama Adrian kötü biri değil.”
“Ona baktığında güneşe bakıyormuşsun gibi yüzün aydınlanıyor, bu senin felaketin olacak. Çünkü o ve onun gibiler felaketten başka bir şey getirmez.”
Dudaklarım ne diyeceğimi bilemezmiş gibi birkaç kez açılıp kapandı. Sonunda kaçmayı seçerek, “Vaktim daralıyor,” diye ağzımın içerisinde geveledim. “Benimle ilgilendiğin için teşekkür ederim.” Öyle ya da böyle her ne kadar gülmeyi unutmuş bir yüze sahip olsa da günlerdir bir şeyler yapabilmem için çabalamıştı.
Çıkmak için ardımı döneceğim esnada, “Naere bekle,” diye seslendi ve bana masanın üzerindeki kitabı uzattı. “Bunu yanına al, artık içerisindekileri okuyacak kadar bilgin var. Eğitimine kendin devam edebilirsin.”
Kitaba uzanırken, “Teşekkür ederim,” dedim minnetle. Callen ellerini yine arkasına bağlamıştı. Kafasını hafifçe eğerek teşekkürümü karşıladığında ona son kez bakıp ardımı döndüm. Burada asla evimdeymiş gibi hissetmemiştim ama yine de giderken garip hissediyordum, sanki bir şeyi arkamda bırakıyormuş gibi.
Kitaba sarılarak onu göğsüme bastırıp birbirine bağlanan koridorları hızlı hızlı geçerken Dhari'nin karşımdan geldiğini fark ettiğimde hafifçe gülümsedim, o da gülümsedi. Hiç değilse aralarında hâlâ gülmeyi unutmamış birilerinin olması iyi hissettiriyordu.
“Naere gidiyorsun öyle mi?”
Kafamı salladım. “Nasıl haberin oldu?”
“Melek söyledi,” dedi gözlerinden kısa bir anlığına buz gibi bir ifade akarken. “Senin için yiyecek bir şeyler hazırladım ve eşyalarını toparladım.”
Bana uzattığı bez, uzun askılı çantayı kucakladığım sırada, “Ama benim hiç eşyam yoktu ki,” dedim şaşkınlıkla.
“Giydiğin kıyafetler senindir. Onları senden alacağımızı düşünmedin umarım.”
Yanıma almam için peşimden getireceğini de düşünmemiştim. Burada geçirdiğim süre boyunca bana temiz giysiler ve çeşit çeşit yemekler sunmuşlardı. Yemeğimi Adrian’la paylaşabilmiştim ama giysilerimi paylaşmam imkânsız olduğu için günlerdir aynı kıyafeti giyiyordu. Gerçi baş başayken gömleği asla üzerinde olmuyor olsa da bunun onu artık değiştirmesi gerektiği gerçeğini değiştirmiyordu.
“Her şey için teşekkür ederim Dhari, umarım yeniden karşılaşırız.”
“Umarım. Buraya geri dönmeni bekleyeceğim.”
Belki de bir daha hiç dönmezdim. Bunu ona söylemek yerine hafifçe kafamı salladım. “İyi yolculuklar Naere,” diyerek geçmem için yol verdiğinde aklıma gelen ayrıntıyla atacağım adım havada asılı kaldı.
“Dhari, Hann’dan bir haber var mı?”
“Hâlâ yok, sanırım bu kez dönmesi uzun sürecek.”
Sadece kafamı sallayıp yanından hızlı adımlarla uzaklaştım. Hann'ın birden ortadan kaybolması çevredeki çoğu cadıyı huzursuz etmişti, bunu hâl ve hareketlerinden anlamıştım ama kimse nereye gittiğini ya da ne zaman döneceğini bilmiyordu. Hatta Marcos'a giderken yanımızda olan o iki cadıyı aramış onları da bulamamıştım. Sorduğum kişiler bana onların Hann ile gittiğini söylemişlerdi.
Hann onları öldürmüştü.
Ve Hann beni de öldürecekti.
O anların rüya olmadığından artık tamamen emindim ama Adrian da dâhil kimse bana inanmayacağı için çenemi kapalı tutuyordum. İçim içimi yiyordu, zihnimi kemiren tonlarca soru vardı ve cevaplara sahip olan adamın hangi cehennemde olduğu bile belli değildi.
Bu konuyu açıklığa kavuşturamadığım için içimde bir nokta daima huzursuz kalacağını belli edercesine kıpırdandığında sıkkınca iç geçirdim. Önümdeki kapıyı ardımda bıraktığımda nihayet dışarıdaydım ve Adrian'ı sabırsızca beni beklerken bulmuştum. Sağa sola gidip geliyordu, ancak beni gördüğünde bunu yapmayı kesmişti.
“Beş dakika demiştim.”
Homurdanması karşısında gözlerimi devirmekten kendimi alamadım. “Onlarla vedalaşmam gerekiyordu.”
Önemsiz olduklarını belli edercesine omuz silkerek yanıma doğru adımladı. “O çantada ne var?”
“Yiyecek ve kıyafet sanırım, içine bakmadım.”
Yüzü hoşnutsuzlukla kuşansa da sorun çıkartmak yerine çantayı elimden alarak omzuna attı. “Orada sallanmayı bırak. Şu lanet yerden çıkalım hadi,” diyerek kafasıyla yürümemi işaret etti.
“Beni geriyorsun,” diye homurdandım adım atmaya başladığım sırada. “Ne olduğunu artık söyleyecek misin?”
İki koca adımda beni yetişerek yanımda yürümeye başladı. “Ne olduğunu bilmiyorum. Tyler sadece dönmem gerektiğini ve önemli olduğunu belirtti.”
“Nasıl sana haber gönderiyor? Bir çeşit telepati yönteminiz mi var?”
“Sezahir'ini gönderdi,” dediğinde ona garip garip baktım, bunun üzerine henüz her şeyi tam olarak öğrenemediğimi hatırlayarak iç geçirip durumu açıkladı. “Haberleşmek için kullanılan bir kuş çeşidi.”
“Güvercin gibi mi?”
“Daha çok baykuş benzeri bir kuş. Tek gözlü ve parlak siyah tüylerinden onu tanıyabilirsin.”
“Sence bir sorun var mıdır?” diye sorduğumda sesimde saklı olan gerginliği fark etmiş gibi bana baktı.
“Sanmıyorum. Marcos çenesini açmak için rüşvet bekliyor. Hann ve diğerleri ona inanmadı. Bu yüzden henüz kimse bunu duymuş olamaz.”
“Hann hakkında şüphelerim var,” dedim hızlı adımlarla ilerlerken bize kaçamak bakışlar atan cadıları görmezden gelerek.
“Birden ortadan kaybolması benim de dikkatimi çekti ama eğer bir şey yapacaksa zaten yapardı. Burada onun avucundaydın.”
Yapmıştı ama kâbus olduğuna inandığını ona söyleyemedim. “Sanki sen değilmişsin gibi konuşuyorsun,” dedim yine homurdanmayla.
“Beni avucunda sayacak kadar aptal değil.”
“Kendini beğenmiş,” diyerek burnumu kırıştırdım. “Callen bana sürekli çok güçlü olduğumu ima edip durdu. Belki de senden bile güçlüyümdür.”
Kafasını çevirerek bana leziz kızartmış etin üzerinde vızıldayan küçük bir sineğe bakar gibi baktı. “Birkaç mum yakmayı öğrendiğin için kendini dev aynasında görmeye mi başladın çaylak?”
Hâlâ kucağımda tuttuğum kitaba iyice sarılıp hırsımı dizginlemek istercesine cildine tırnaklarımı geçirdim. “Bir gün seni yaktığımda bu sözünü sana hatırlatacağım.”
Adrian'ın kasıldığını fark ettim. Hâlâ üzerimde olan bakışları kısıldı, cam mavisi gözleri dalgalandı. “Sanki hiç yakmıyormuşsun gibi,” diye ağzının içerisinde gevelendiğinde kalbimin hızlandığını görmezden gelmeye çalıştım ve boğazımı temizleyerek konudan uzaklaşmak adına etrafıma bakındım. Yıkık şehrin sarmaşıklarla kaplı duvarlarının ardında saklanan onlarca göz olduğunu bilmek artık beni ürkütmese bile yine de rahatsız ettiğini gizleyemeyecektim. Cadılar gittiğimiz için memnundu. Adrian'ı burada istemiyorlardı ve onunla olduğum için beni de istemiyorlardı. Gözlerinde karalanmış, adım çizilmişti. Eminim bu eğitimin kısa sürmüş olması hepsini mutlu etmişti.
“Yine de burada biraz daha kalmak isterdim,” dedim kendi kendime düşündüklerime cevap verir gibi.
Adrian beni duymuş olsa bile buna yorum yapmadı. “Ayağın artık sorun çıkarmıyor değil mi?”
“Eskisinden bile iyi durumda.”
“Öyleyse daha hızlı adım at,” dediğinde gözlerimi devirip onu yetişmek için hızlandım. Bana fazla belli etmemeye çalışsa da gergindi ve o yokken neler olduğunu düşünüp duruyordu. Ve ben biliyordum ki Adrian eğer gerginse başımız belada demekti.
×××
Günler üzerine nihayet görebildiğim güneş artık tamamen batmıştı. Günler üzerine görmemim sebebi Adrian'dı, çünkü Arshala'da kaldığımız süre boyunca huzursuzluğu gökyüzüne yansıdığı için kara bulutlar tepemizden eksik olmamıştı. Şimdi de hava tamamen açık sayılmazdı ama bulutların arasından bile olsa güneşi görebilmiş olmak iyi hissettirmişti ve bu yüzden gözden kaybolana kadar onu izlemiştim. Artık etraf gittikçe karanlığın esiri oluyordu, neyse ki tıpkı güneş gibi bulutların arasından da olsa kendisini gösteren ay bir nebze çevreyi aydınlatıyor sayılırdı.
Havanın serinliği dolayısıyla kollarımı kendime sarıp ince elbisemin çöken akşamın ılıklığına yetersiz kaldığını fark ederek nihayet artık eve girmem gerektiğini kabullendim. Pek bir esprisi olmayan uzun keten elbiselerden birini giyiyordum, bunu Dhari'nin ayarlamıştı. Tek süslemesi güpürlü yakasıydı ve ilk giydiğimde kendimi ilkokula giden tatlı kız çocukları gibi hissetmeme neden olmuştu.
Geleli neredeyse bir saati geçmiş olmalıydı ve eve girmek yerine kapının önünde vakit geçirmiştim, özlem giderir gibi. Kabul etmem gerekirse burayı özlemiştim. Kendimi ait hissettiğim yer burasıydı, ait olduğum söylenen Arshala kesinlikle değildi.
Etrafta bizden başka kimse yoktu, hatta Coops bile ortalıkta görünmüyordu. Adrian onun Leo'yla ya da Tyler'la olabileceğini söylemişti. Tek başına kalsa bile kendini idare edebileceğinden o kadar emindi ki Coops'u görememek onu hiç endişelendirmemişti. Evin içerisine girip kapıyı örttüğümde içeriye sinmiş tanıdık kokuyu ciğerlerime doldurdum. Mumlar yakılmıştı ve şömine de çatırdaya çatırdaya yanıyordu. Karşısına oturup o koltukta uyuyabilirdim.
Adrian etrafta görünmüyordu ve hiç ses yoktu. Odanın içerisinde ilerlerken büyü kitabımı çalışma masasının üzerine bıraktığını fark ettim. Gözlerim kitabın yüzünde gezindiği sırada, “Adrian,” diye seslendim. Görünürde olan tüm kapılar açıktı ve oturma alanı dışındaki her yer karanlıktı.
Derin bir nefes aldığını işittim. “Gel,” dedi daha sonra.
“Neredesin?”
“Beni bulacağını umuyorum,” derken sesinden güldüğünü anlamam zor değildi. Sesin geldiği tarafa doğru ilerlediğimde banyonun önündeydim. Arkamda kalan mumlar dolayısıyla gölgem içeriye doğru uzanıyordu. Pencerelerdeki perdeler açıktı ve bulutlu gökyüzü yüzünden zayıf kalan ay ışığı banyoya az da olsa doluyordu.
“İşte beni buldun,” dedi Adrian. Onu fark ettiğimde aldığım soluk yarıda kesildi. Tanrım küvetin içerisindeydi ve dışarıya doğru uzanan elindeki şişeyi seçebilmiştim.
“Neden kapın açık?” diye sorarken yutkundum.
“Önümü görebilmen için ışığa ihtiyacım var.”
Dudaklarımı yaladım. “Mumları yakmayı düşünemedin mi?”
“Karanlığa ihtiyacım var.”
“Sarhoş musun sen?”
Güldü. “Üzerindeki elbiseyi çıkar Rheana,” dedi hemen ardından. Cam mavisi gözlerini kolayca seçebiliyordum, yüzü pencereden yansıyan zayıf ışığın altındaydı ama vücudunun geri kalanı karanlıkta sayılırdı. Onu gizleyen tek şey küvetti ve eğer yanına yaklaşırsam köpük dökmediği berrak su sayesinde çıplak tenini görmem zor olmazdı.
Sanki suratımdaki şok ifadesini okumuş gibi, “Çıkar,” diye yineledi. “Onlara ait kıyafetleri burada giymeni istemiyorum.”
İç çektim. “Tamam, çıkartırım. Senin kıyafetlerinden birini kullanabilir miyim?”
“Esta’ya senin için bir şeyler aldırdım, dolaptalar.”
Hızla kafamı sallayıp yatak odasına geçmek için hareketlendiğimde, “Nereye?” diyerek beni durdurdu.
“Elbiseyi çıkartacağım?”
“Burada çıkar.”
“Adrian... bu... bu...”
“Doğru olmaz mı, siktir et. Senin de duş almaya ihtiyacın var. Saçlarını onların sabunuyla yıkadın.”
“Adrian,” dedim cadılara karşı sürdürdüğü düşmanlığından yorulmuş gibi. “Oldu olacak onların yemeklerini yediğim için kusayım?”
“Hayır, sadece üzerindeki her şey bana ait olsun istiyorum. Çıkar hadi.”
Kalbim delicesine atmaya başladığında o aptal heyecan yavaşça damarlarıma aktı. “Ama bu ateşle oynamak olur-"
“Çıkar,” dedi bir kez daha netçe. Sanki ne söylersem söyleyeyim umurunda olmayacaktı. “Sana saldıracak değilim. O kadar da aklımı kaybetmedim.” Omuz silkti. “En azından şimdilik.”
Kan akışım yavaşladı. “Yani o kadar da aklını kaybedeceğin bir gün gelebilir mi?”
“Bu sikik arzu bana her şeyi yaptırabilir,” dedi yumuşatma gereği görmeden. Ardından şişeyi dudaklarına götürüp koca bir yudum aldı. “Ama işin iyi yanından bakarsak sen de aynı şeyleri hissediyorsun. Bu yüzden belki de önce sen bana saldırırsın.”
“Sadece rüyanda,” dedim imasına karşılık homurdanmayla.
“Rüyamda görüyorum zaten,” derken alt dudağını dişlerinin arasında kıstırıp bedenimi netçe görür gibi gözlerini üzerimde gezdirdi. Tanrım, birden bacaklarımın titrediğini hissetmeme neden olmuştu. “Çıkar şu elbiseyi. Çıplak daha güzelsin.”
“Sen kafayı yemişsin,” diye ağzımın içerisinde yuvarladım. “Çıkarmayacağım, burada değil.”
“Yoksa benim çıkarmamı mı istiyorsun?”
“Adrian,” dedim uyarır gibi. “Ne kadar içtin?”
Omuz silkip şişeyi kafasına dikti ve hepsini bitirdiğinde onu kırılacağını umursamadan yere bıraktı. Boş şişenin yerdeki başka şişelere çarptığını işittiğimde gözlerimi devirdim. Sarhoş olması sorun değildi ama aramızdaki şey gittikçe yoğunlaştığından sanırım bundan sonra sarhoş olmak bizim için tehlikeli olacaktı.
Omzumu kapının pervazına yaslayıp kollarımı göğsümün üzerinde bağladım. Burnuma dolan güzel kokular duş alma isteğimi arttırıyordu ama bunu ertelemem şu an için en sağlıklısıydı. “Tyler ne zaman gelecek?” diye sordum onu etrafını saran o amansız arzunun pençesinden kurtarma umuduyla.
Küvetin içerisinde kayıp kendini iyice suya soktu. Kafasını geriye yatırarak küvetin kenarına dayarken açık bıraktığı saçlarının uçları suda süzülüyordu. “Bilmiyorum,” dedi sanki biraz sonra uyuyacakmış gibi olduğu yere iyice yerleşirken.
“Sence neden seni çağırmıştır?”
“Bilmiyorum.”
“Tahminin de mi yok?”
“Önceden olsaydı ailemle ilgili olduğundan emin olurdum ama şimdi hiçbir şeyden emin değilim.”
“Sanırım hayat düzenini bozdum,” dedim bakışlarımı pencereden dışarısına yönlendirdiğim esnada. “Her şeyden uzaklaşmış burada kafanı dinliyordun ve ben her şeyi bozmuşum gibi hissediyordum.”
“Belki de her şeyi düzeltmek için buradasındır,” dedi mayıştığını belli eden kısık bir sesle.
“Ya da her şeyi daha berbat etmek için,” dedim buzdan farksız alaycı tavrımla. “Annemi aramaya başlayacağımızı söylemiştin?”
“Arayacağız, ilk işimiz bu olacak.”
“Peki neden babamı değil de annemi?”
Suyun ufak kıpırtılarla okşadığı teninin gerildiğini fark etmem zor olmadı. Gevşeyen yüzünde kaşları hızla çatılırken, “Babanın kim olduğuyla ilgili tahminlerimi ben bile duymak istemiyorum,” diye itiraf etti.
“Bu gerçekten kaçmak oluyor-"
“Henüz hiçbir şey gerçek değil Rheana,” dedi birden. “Henüz sadece bir cadısın tamam mı? Kesinleşene kadar sadece cadısın. Üzerinde düşünmek istemiyorum, çünkü düşündükçe sorular artıyor ve cevaplar bende değil ve cevapsız kalmaktan nefret ettiğimi fark ettim. Anneni bulduğumuzda ne olduğun da kesinlik kazanacak, şimdilik sabırlı ol.”
Bıkkın tavrı karşısında sesimi çıkarmamayı seçtim. Sanırım tüm bunlardan yorulmuştu ve biraz kafa dinlemeye ihtiyacı vardı, üstelik sorunlarım hiç bitmiyordu. “Bundan arkadaşlarına bahsedecek misin?” diye sorduğumda sesim keyfimin kaçtığını netçe belli ediyordu.
“Bilmiyorum,” dedi sadece. Kafamı salladım. “Ben içerideyim,” dedim onu yalnız bırakmanın iyi olacağını düşünerek. Daha kapıya yasladığım omzumu bile çekmemiştim ki, “Gitme,” dedi. “Yanıma gel.”
Sertçe yutkundum. “Sanırım bu gece aramızda mesafe olması daha iyi olacak.”
“Seks istemiyorum,” dedi birden. “Üzerime uzan, birlikte biraz dinlenelim.”
Kafamı göğsüne dayayıp kollarımı ona sarma ihtiyacı göğüs kafesimi sıkıştırdı. Arshala'da kaldığımız süre boyunca birlikte uyumuştuk ve sanırım ikimiz de buna alışmıştık. Bazı anlar zorlanmış olsak da birbirimize temas etmenin iyi hissettirdiğini keşfetmemiz uzun sürmemişti.
“Çıplaksın ve bu yüzden bu iyi bir fikir değil,” dedim gün yüzüne çıkan isteğimi bastırmaya çalışarak.
Dudağının kenarı kıvrıldı. “Beni çıplak görmekten mi korkuyorsun yoksa?”
“Görmediğimden nasıl emin olabilirsin?”
Kafasını geriye yatırıp bana bakarken âdem elması iyice ortaya çıkmıştı, bu yüzden yutkunduğunu yakalamam zor olmadı. “Öyleyse çekinmene gerek yok. Gel, Rheana ama önce o elbiseyi çıkar.”
Kafamı iki yana salladım. “Karşında soyunmayacağım.”
“Biraz daha ısrar edersem bunu yapacağını ikimiz de biliyoruz,” dediğinde kasıldım. O garip arzunun beni etkisi altına aldığını gizlemem çok zordu. “Eğer biraz daha ısrar edersem,” dedi ve yeniden yutkundu. “Bu gece sonumuz yatak odasında bitecek.”
“Kes şunu Adrian.”
“Ne? Kendini durduramayacağından mı endişelisin?”
Artık bunu yapmak o kadar zorlaşmaya başlamıştı ki nereye kadar dayanabileceğimi kestiremiyordum. Bu işin sonunda günlerdir aç kalmış yabani hayvanlar gibi gözümüzü kör eden bir arzuyla birbirimize saldıracağımızın düşüncesi bile korkunçtu. Ancak sanırım gittiğimiz yol buna çıkacaktı ve sonunda böyle bir şeyi yapmak istemememizin hiçbir önemi kalmayacaktı.
“Artık dur demek daha zor,” diye itiraf ettiğimde iç çekti.
“Öyle.”
“Ne kadar daha dayanacağız?” derken gerginlikten dolayı ellerimle oynuyordum.
“Bilmiyorum,” dedi bir kez daha ve bu kelimeyi ondan duymaktan nefret ettiğimi fark ettim, çünkü Adrian her şeyi bilmeli ve her şeyi çözüme ulaştırmalıydı. Onun çaresiz kaldığını kabullenmek istemiyordum.
“Peki buna bir çözüm bulabilir miyiz? Durdurmak mümkün değil mi?”
“Cadı olan sensin, Naere,” dedi alayla. Gözlerimi devirdim. Aniden kapı çaldığında konuşmak için aralanan dudaklarım öylece kaldı, omzumun üzerinden kapıya doğru döndüm. İçim nedensizce huzursuzlukla dolduğunda hâlâ kapıya bakarken, “Kim olabilir?” diye sordum.
“Kapıyı kendi evine girer gibi açmadığına göre Leo değil,” dediğinde dudaklarım hafifçe kıpırdansa da gülmemi bastırdım. Ardından küvetten çıkmak için hareketlendiğini fark ettiğimde hızla arkamı dönerek görüş açımı oturma odasına doğru çevirdim.
“Beni görmekten bu kadar korkma,” dediğinde alaylıydı ve sözlerinin altında zaten yakında göreceksin cümlesinin saklı olduğuna yemin edebilirdim. Bunun düşüncesinden bile kaçmak ister gibi hızlı adımlarla oturma odasının içerisinde ilerleyip kapıya doğru adımladım. Adrian'ın banyodan çıktığını duyarken kapının kulpunu kavramış açmak için çekiyordum. Kapı aradan çekildiğinde gelen kişi görmeyi en son beklediğim kişiydi.
“Şuna bak gerçek bir cadı gibi giyinmeye başlamış,” dedi Leo geniş sırıtışıyla. Ardından bakışları arkamda kalan Adrian'a kaydığında duraksadı ve mavi gözleri kocaman açıldı. “Ve sen yine giyinmemeyi tercih ediyorsun.”
Omzumun üzerinden baktığımda Adrian'ı sadece belinde bir havluyla buldum. Sular hâlâ teninden kayıyordu. “Yine müthiş bir anı berbat etmişim gibi hissediyorum,” dedi Leo sahte bir korkuyla. “Oysa kötü bir sürprizle karşılaşmamak için kapıyı bile çalmıştım. Lütfen her şey bittikten sonra geldin deyin.”
Adrian asla düzelmeyecek bir vakayla karşı karşıya kaldığını belli edercesine kafasını iki yana sallayıp yatak odasına girerek gözden kayboldu ve ben de kapının önünden çekilip odanın içerisinde ilerledim. Leo'yla en son burada konuşmuştuk ve hâlâ beni bilerek tehlikeye attığını düşündüğüm için aramızda mesafe olmasını istemiştim.
“Hey, Kiara, iyi görünüyorsun,” dedi tüm alaycı tavrını bir kenara bırakırken. “Seni iyi gördüğüm için sevindim.”
“Şimdilik iyiyim. Sharon peşimdeyse bile saldırmadı,” dedim imayla, elbette neden bunu dediğimi anlamıştı.
“Hadi ama sana tüm bunları anlatacak kişi ben değildim. Adrian anlatmamışken benim anlatmam doğru olmazdı anlamıyor musun? Kendimi iki arada kalmış gibi hissediyorum ve bu bok gibi bir his.”
Tavrına karşılık ben de umutsuz bir vakayla karşı karşıyaymışçasına kafamı iki yana sallayarak gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Leo gözümde yaramaz bir çocuktan farksızdı. Kalbinin temiz olduğunu hissedebilirdiniz ama aksilik peşinde koştuğu için istemsizce sorun çıkartabiliyordu, işte Leo tam olarak buydu.
“Yine de sana hâlâ kızgınım.”
“Bunu ortadan kaldırmak için kucaklaşmayı teklif ediyorum,” dedi kollarını iki yana açarak. Gelmem için gözlerimin içine yavru kedi misali bakıyordu. İç geçirip ayaklarımı sürüye sürüye yanına gittiğimde benim aksime kollarını sıkıca etrafıma doladı ve sevdiği bir dostuna sarılır gibi sarıldı.
“Üzgünüm Kiara, seni incitmek istememiştim,” dediğinde oldukça içtendi. Bazen sürekli gülen kabuğunun altındaki daima hüzünlü ve düşünceli adamı görür gibi oluyordum, işte bu da o anlardan biriydi.
“O gün peşinden gelmemi istemediğin için gidip Adrian'a haber vermenin daha doğru olacağını düşündüm. Umarım aranızda problem kalmamıştır.”
Yavaşça geri çekilirken, “Problemler asla bitmiyor,” dedim burnumu kırıştırarak.
“Eğer bitseydi sence de çok sıkıcı olmaz mıydı?”
“Şu anda eski hayatımın sıkıcılığını tercih ederdim.”
Kaşları hafifçe çatıldı. “Sorun ne Kiara? Bilmediğim bir şeyler mi oldu?” Şöyle bir durup beni süzdüğünde, “Gerçekten tüm şeytanlıklarına rağmen sevimli görünen o toy cadılara benziyorsun,” dedi. Ardında açık bıraktığı kapıyı elimi havaya kaldırarak ve çeker gibi yaparak kapattığımda mavi gözleri güldüğü için kısıldı. “Hadi canım! Artık büyü yapabiliyor musun?”
“Günlerdir Arshala'daydım, bana bir şeyler öğrettiler,” dedim. Leo'nun yüzü şaşkınlıkla doldu.
“Bana Ad’in de seninle olduğunu söyleme.”
“Onu onların arasında bıraksaydım şu anda mezar taşıyla konuşuyor olurdun,” dedi Adrian benim yerime cevap vererek. Üzerine geçirdiği gömleğin alttan birkaç düğmesini ilikleyerek yanımıza geliyordu. Dizleri yırtık bir pantolon giyiyordu ve saçları hâlâ ıslaktı.
“Peki Marcos'tan bir şey çıktı mı?”
“Üçlüler'in doğruyu söylediğini teyit etmiş olduk. Aşağılık ihtiyar yeni rüşvetler almadan konuşmayacağını söyledi.”
“Şaşırmadım,” dedi Leo. “Tamamen kafayı sıyırdığını söylüyorlar.”
“Öyle,” diyerek kitaplıktaki dolapları karıştırıp içki şişelerinden birini çıkardığında, “Yeter Adrian, yeterince içtin,” diye müdahale ettim.
“Yeterli gelmedi Naere,” diye imayla vurguladı. Şöminenin önündeki koltuklardan birine kurulmasını gözlerimi kısarak izledim.
“O şişeyi kırarım hem de bunun için yanına gelmeme gerek bile kalmaz.”
Şişeyi dudaklarına yaklaştırdıysa da içmedi. Bana kaşlarının altından bir bakış atıp, “Ama eğer kırarsan ben yanına gelirim ve pişman olursun,” dedi alayla. Ardından da ilk yudumunu aldı.
“Evli çiftlere benzemişsiniz,” dedi Leo sırıtarak. “Sürekli böyle didişmeye mi başladınız?”
“Sen,” derken işaret parmağımı tehditkâr bir edayla Leo'ya doğrulttum. “Bir daha ikimiz için bu tarz imalarda bulunmayacaksın tamam mı?”
Ellerini havaya kaldırıp, “Vay anasını, cadıyı kızdırdım,” dediğinde tıpkı onun gibi gülmemek için kendimi kasmak zorunda kaldım. “Bir öpüşseniz tüm sorun çözülecek bence. Bilirsin küçük bir öpülmeyle başlar ve sonra iş yatakta biter. İkiniz de rahatlarsınız. Buradan bakılınca gerginliğinizi görmememin imkânı yok. Hâlâ yatmadınız değil mi?”
Gözlerim kısıldı, Leo havadaki ellerini sallayıp bir şey yapmamam için yalvarır gibi baksa da elim havalandı ve Adrian'ın çalışma masasının üzerinde duran kitaplardan biri doğruca Leo'nun kafasına çarptı.
“Siktir, bu acıttı!”
“Cadıyı kızdırmanın sonu,” dedi Adrian gülerek. Dönüp ona baktığımda kıvrılan dudaklarındaki memnuniyeti yakaladım. Bana güzel ve özel bir şeye bakar gibi dikkatli ve meraklı bakıyordu. Bu biraz utanmama neden olduğunda, “Seni uyarmıştım,” dedim yeniden Leo'ya dönerek.
“Tamam, anladım, bundan sonra dikkat ederim çünkü kafamı dağılmamışken seviyorum,” derken hâlâ başını ovalıyordu. Kapının yeniden tıklatılması aynı gerginliğin içime dolaşmasına neden olurken Leo hızla kapıyı açtı. Bu kez gelen Hudson'dan başkası değildi.
“Efendi Adrian,” dedi kamburuna rağmen iyice eğilerek. Saygısından mı yoksa korkusundan mı bilmem o şekilde kalmaya devam ederek konuştu. “Geldiğinizi görünce sizi görmek ve minnetlerimi sunmak istedim. Sayenizde hâlâ yaşıyorum.”
“Hâlâ etrafta mı dolanıyorsun sen?” diye sordu Leo memnuniyetsizlikle.
Hudson ellerinin üzerindeki yaraları kaşımaya başladı. “Efendi Adrian bana uzaklaşmamamı söyledi.”
Leo kısa bir duraksama yaşasa da ardından omuz silkti. “İyi o zaman kapıda beklemeye devam et,” diyerek kapıyı adamın suratına kapattı. Şokla ona baktım.
“Ona Coops'a davrandığın gibi davranamazsın.”
“Tabii ki! Coops'u çoktan içeriye almıştım,” dedi umarsızca ve Adrian'ın hemen karşısında kalan diğer koltuğa oturdu. Hayretle ikisine bakarken Hudson'a acıyan yanım rahatsızdı.
“Onu düşünmeyi bırakıp buraya gel kızıl. Başının çaresine bakacaktır.”
“Acımasız davranıyorsunuz,” dedim elimde olmadan tiksinircesine. “Ne olursa olsun bunu hak etmiyor. Zaten yeterince hasta görünüyor-"
Adrian nihayet konuşarak, “Ona acıma hatasına düşme, çünkü eğer ona acırsan onun oyuncağı olursun,” dedi cümlelerimi ağzıma tıkarcasına.
“Peki madem öyle neden kalmasını istedin?”
Adrian cevap veremeden kapı bir kez daha çaldığında biri üzerime soğuk su dökmüş gibi irkilmekten kendimi alamadım. Neyin beni bu kadar diken üstünde tuttuğunu anlamaya çalışarak yeniden kapıya döndüm ve kolu çektim. İşte sonunda görmeyi beklediğim yüz karşımdaydı. Tyler, Esta’yla birlikte gelmişti.
Esta beni tepeden tırnağa süzdükten sonra dudaklarını tiksinç bir ifadeyle kıvırdı. “Şimdi de onlar gibi giyinmeye mi başladın?”
Gözlerimi devirdim. “Ne var? Sonuçta ben de onlardanım değil mi?” derken savaşmaya hazır gibi kollarımı göğsümde kavuşturdum.
“Hatırlatmana gerek yok, sana baktığımda her defasında ne olduğunla yüzleşmek zorunda kalıyorum zaten.”
Tyler, “Esta,” diyerek müdahale etti. Ancak Esta ona yandan bir bakış atıp yılan gibi kırıta kırıta yanımdan geçti ve bunu yaparken bana omuz atmayı da ihmal etmedi. İri kalçalarının şeklini alan sımsıkı tayt benzeri bir şey giymişti ve üsten yine belden ve sırttan bağlamalı üstlüklerden tercih etmişti. Sanırım kanatlarının özgürce dışarıya çıkması ve kıyafet sorunu yaşamamak için bu tarzı tercih ediyordu.
“Ona aldırma,” dedi Tyler mahcup bir bakışla, sesini kısık tutmuştu. İç geçirip kafamı salladığımda, “Bence iyi görünüyorsun,” dedi, hafifçe gülümsemeye çalıştım. Tyler, Esta'nın aksine etrafındakileri kırmak istemeyen kişiydi.
“Coops’u neden getirmedin?” diye sordu Leo, Tyler da içeriye geçerken. Bense kapıyı kapatmadan önce kafamı dışarıya uzatıp Hudson'u aramıştım ama görünürde yoktu. O kadar zavallı görünüyordu ki kötü bir şey yapmış olacağını asla düşündürmüyordu. Sanırım hakkında ne duyarsam duyayım onu kötülük için uğraşırken görmedikçe duyduklarıma inanmakta zorlanacaktım.
“Gezintiye çıkmıştı. Ona Adrian'ın evde olduğunu söylerim, sabah olmadan buraya gelir.”
Tyler salonda bulunan divan benzeri koltuğa oturdu. Esta, Leo'nun yanında, şöminenin başında dikilmeyi tercih etmişti. Onları uzaktan izlerken kendimi bulduğumda ne kadar kusursuz olduklarını düşünüyordum. Dost süper kahramanlar gibiydiler. İki melek, bir iblis ve bir vampir. Kulağa asla yenilmezlermiş gibi geliyordu.
“Buraya gel,” dedi Adrian onlardan ayrı kalmamı istemezmişçesine. İşin aslı kendimi bu eve ait hissediyordum, evet ama bu arkadaş grubuna ait hissedemiyordum. Sanki beni aralarına asla almayacaklarmış gibi geliyordu. Belki de bu Esta'nın dışa kapanık, soğuk tavrından kaynaklı da olabilirdi.
“Günlerdir nerelerdeydiniz Adrian?” diye sordu Esta merakla. Bu sırada Tyler'ın yanındaki boş yere oturdum. “Kaç kez buraya uğradığımı saymadım bile.”
Leo, Adrian'dan önce atıldı. “Melek Arshala'daydı,” dedi oradaki cadıları taklit edercesine iğrenerek. “İnanabiliyor musunuz? Fazladan bir dakika bile durmaması gereken yerde günlerce kaldı. Bana kalırsa hâlâ yaşıyor olması bile mucize.”
“Sen aklını mı oynattın? Orada tehlikede olabileceğini hiç düşünmedin mi? O ucube Marcos’a gidecek kadar önemli olan neydi?” Esta'nın endişeyle kısılan gözleri beni bulduğunda bu kez o endişenin yerini öfke aldı. “Senin yüzünden değil mi?”
“Ona sataşmayı kes artık Esta,” dedi Adrian birden. “Kararları ben veriyorum, yolu ben belirliyorum. Onun tek yaptığı bana uymak.”
Kısa bir an sessizlik oluştu. Ortamın benim yüzümden gerilmesi canımı sıkmaya başladığında, “Ben düşman değilim,” dedim Esta'ya bakarak. “Size kötülük yapma niyetim yok. Adrian'ı tehlikeye atmayı da hiç istemem-"
“Yine de senden hoşlanmıyorum,” dedi Esta asla geri adım atmazken. “Sevimli ve zararsız görünebilirsin ama geldiğin günden beridir belanın içerisindeyiz ve sen gidene kadar da kurtulamayacağımız ortada. Umarım Marcos'a nasıl geri döneceğini sormuşsunuzdur ve o da bir yol göstermiştir.”
“Marcos’a onunla aramızda ne olduğunu sordum,” dedi Adrian, sesinden bile Esta'nın tavrına kızdığı okunuyordu. Ancak bu durum Esta'nın pek de umurundaymış gibi görünmüyordu.
“Aranızda ne olabilir ki? Tüm o saçmalıklar Üçlülerin ortaya attığı yalandı.”
Adrian gözlerini kıstı, gergin görünüyordu. “Peki neden Üçlüler böyle bir yalan ortaya atıp onu yanlarına götürmemiz için çabaladılar?” dediğinde Esta cevap veremedi. Dudakları birkaç kez aralansa da Adrian konuşmasına fırsat sunmadı. “Ya da neden üzerinde yedi soyla mühürlenmiş büyü vardı? Neden onu bozdular? Neden onu öldürmek istediler?”
“Huh! Can alıcı sorular ve hiçbirinin cevabı bizde yok,” dedi Leo ortamı yumuşatmak istercesine hafif gülerek. “Gerçekten Ad, tüm bunların neden olduğunu biliyor musun?”
“İşler karmaşık bir hâl almaya başladı. Neyin ne olduğunu düşünerek vakit kaybetmek istemiyorum. Artık onun geri dönmesi şart,” dedi beni kast ederek. Gitmemi istemesi göğsümün üzerine kaya gibi otururken, “Burada güvende değil. Öyle ya da böyle onu geri göndermek için bir yol bulmamız gerekiyor,” diye devam etti.
Tyler yavaşça kafasını sallarken düşünceli görünüyordu. “Sharon peşine düşecektir-"
“Sharon, Kiara'yı neden önemsesin?” dedi Esta, onun da kafası karışmış gibiydi. “Sonuçta öyle ya da böyle geri döneceğini biliyor Adrian, üzgünüm ama gerçek bu,” diye devam ettiğinde beni kırmaktan asla çekinmezken dostunu kırmaktan çekindiği yüzünün her karesinden okunuyordu.
Adrian, “Ona geri dönmeyeceğim. Ona asla geri dönmeyeceğimi biliyor. Başından beri biliyordu. Bu yüzden yanıma kim yaklaşırsa peşine düşüyordu, çünkü gerçek eşimi bulmamdan korkuyordu,” dedi, alacağım soluk boğazıma kaçtı, birkaç kez öksürmek zorunda kaldım.
Leo bana yandan bir bakış atarken mavi gözlerindeki şüpheleri yakalamıştım. “Ne demek gerçek eş? Sen ne kadar içtin Ad? Senin eşin o.”
“O, benim hiçbir şeyim değil.”
“Ama siz seçildiniz. Seçildiğiniz gün bunu izleyenlerden biriydim-"
“Hepsi düzmeceden ibaret olabilir.”
Orada bulunan herkesin suratında aynı şaşkınlık vardı. Birbirlerine bakıp duruyorlardı ve Adrian'ın sarhoş kafayla konuşmadığından emin olmaya çalışıyorlardı. Adrian ise hiçbirine bakmıyordu ve su içer gibi içmeye devam ediyordu.
“Ondan nefret ettiğin için bu tarz çıkış yolları arıyor olabilir misin?” dedi Esta sonunda, ses tonu çekinceliydi. Arkadaşının yarasına basmak ve onu huzursuz etmek istemediği her hâlinden belliydi.
“Doğru olan bu. Altın ay yaklaşıyor ama hâlâ ona karşı hiçbir şey hissetmiyorum.”
Leo düşünceli düşünceli çenesi sıvazlarken, “Altın ay yaklaştığında birbirlerini sevmeseler bile içlerinden gelen dürtüyle birlikte olan birkaç çift olduğunu biliyorum,” diye söze girdi. Sanırım Atlantis'te yaşadığı için ve yıllardır hayatta olduğu için hepimizden bilgili olan kişi oydu. İşin garibi aramızda en genç duranın da o olmasıydı.
“Az zaman kaldı. Adrian şimdiye kadar mühürlendiği eşine gitmemek için elleriyle toprakları kazıyor olmalıydı ama baksanıza Sharon pek de umurundaymış gibi görünmüyor.”
“Sharon sürtüğün teki. Zirveye giden yolda her türlü hileyi yapacağına inanıyorum,” dedi Esta, ondan nefret ettiğini anlamak zor değildi. “Ama bu kadar ileriye gider mi? O bile Adrian, o bile duracağı yeri bilir.”
“Ne boklar döndüğünü bilmiyorum ama eminim, o benim eşim değil, herkesin dilinde gezen o bağı hissetmiyorum.” Cam mavisi gözleri yavaşça kayarak beni bulduğunda yutkunamadım. “En azından ona karşı değil,” dedikten sonra şişeden koca bir yudum aldı.
“Ona karşı değilse kime karşı? Başka bir meleğe mi? Ama bu da mümkün değil herkes eşleşti.”
Adrian güldü, bu soğuk ve alaylı bir gülüştü. “Başka bir melek değil Esta.” Yeniden bana baktı. Tanrım, onlara söyleyecek miydi? Bu beni rahatsız etmezdi, aksine sevinirdim, çünkü böylece söylenenlere inandığını daha iyi hissetmemi sağlayacaktı.
“Melek değil,” derken kafasını iki yana salladı. “Cadı.”
“Siktir,” dedi Leo, inanılmaz bir şey duymuş gibi. Yüzü şokla geriliyken sağ elini havaya kaldırıp barış işareti yaptı. “Bu kaç Ad? Havada kaç parmak var?”
Ne kadar bastırmaya çalışsam da tepkisi istemsizce dudaklarımın kıvrılmasına neden oldu. Öylesine komik duruyordu ki bu kadar gergin hissetmiyor olsam şaşkın suratına bakıp saatlerce gülebilirdim.
Adrian sadece ters bir bakış attığında Leo omuzlarını kaldırdı. “Hepimizi birer şişe konyak olarak görmediğinden emin olamıyorum. Bu dünyanın tüm vahşetini ve tüm güzelliğini gördüğümü düşünüyordum ama beni bile şoka uğratacak şeyler söylüyorsun. Adrian... siktir, sen cidden sarhoşsun.”
“Sarhoş değilim ama olacağım. Bana delirmişim gibi bakmayı kes.”
“Ama delirmiş gibi konuşuyorsun,” dedi Esta. "Gerçekten delirmiş gibi.”
“Cadı, öyle mi?” dedi Tyler çenesini kaşırken. Kaskatı duruyordu ve ona baktığımda şüpheyle kuşku dolu olduğunu görebiliyordum. Adrian kısaca kafasını salladı. Bunun üzerine, “Peki... bu cadıyı tanıyor muyuz?” diye sordu, Adrian'a bakıp soluğumu tuttum.
“Tanıyorsunuz,” dedi. “Tam olarak yanında oturuyor.”
Ölüm sessizliği oluştu. Sanki büyük bir günah işlemişim gibi kimseye bakamıyordum, nefes bile almıyordum. Kimseden çıt çıkmıyordu, Adrian ise hiçbir şey umurunda değilmiş gibi içmeye devam ediyordu. Sonunda hiçbirinin konuşmayacağını anladığımda karnıma saplanan krampları görmezden gelerek, “Doğru söylüyor,” diye mırıldandım. Konuşmamla beraber sanki Esta'nın başına sihirli değnek değmiş gibi kafasını şiddetle iki yana salladı.
“Arshala’da size ne yaptılar?” dedi aynı şokla. Leo da ona katıldı.
“Bence bir çeşit lanet olabilir. İkisi de kafayı yemiş gibi.”
Gözlerimi devirdim. “Kulağa imkânsız geliyor olabilir ama hissettiğimiz şeyler ortada. Neden bir cadının değil de Adrian'ın yanına düştüm, hiç gerçekten bunu düşündünüz mü?”
“Bir dakika, bir dakika düşünmeme izin ver,” dedi Leo hızlı hızlı elini havada sallayarak. Ardından işaret parmağıyla önce beni gösterip, “Şimdi sen,” dedi ve sonra da parmağını Adrian'a çevirdi. “Ona karşı karşı konulamaz bir çekim hissediyor musun?” Kafamı salladım, bunu onlarla paylaşmam utanç vericiydi. Leo saçlarını karıştırdı. “Rüyalardan bahsederlerdi-"
Çabucak, “Evet, oluyor,” dedim daha derine girmesine izin vermeyerek.
“Mesela şimdi onu öpmek istiyor musun?”
“Leo!” dedim tıslar gibi. Ellerini teslim olurcasına kaldırdı.
“Hey, sadece anlamaya çalışıyorum. Siktir, size öylesine takılıyordum ama şimdi birbirinize çekildiğinizi ima ediyorsunuz. Bunu hazmetmem kolay olamaz ne bekliyordunuz ki? Kadim büyüleri bilmeseydim buna inanmam daha kolay olurdu.”
Adrian durumdan sıkılmış gibi derin bir soluk aldı. “O, öylesine bir cadı değil,” dedi. Yeni bombayı ortaya bırakacak olması beni germişti, çünkü henüz şimdiye kadar söylenenleri sindirebildiklerini bile söyleyemezdim.
“O, aslında sadece bir cadı da değil.”
Leo ayağa fırlayıp, “Pekâlâ bir gece için tüm bunlar çok fazla,” diye sayıkladı. “Bin yıldan fazladır yaşıyorum ve bana uzun zamandan sonra dehşeti hissettirdiniz, bu kadar yeter.”
“Yüce tanrılar!” dedi Esta kocaman açtığı gözleriyle bana bakarken. “Tüm bunlar saçmalık, saçmalıyorsunuz. Bizimle dalga geçmeyi bırakın. Asil melekler sıradan meleklerden biriyle bile eşleşemezken cadıyla eşleşmesi imkânsız.”
“Tabii diğer yarısı asil melek değilse,” dedi Adrian. Tanrım, kalbim öyle şiddetli atıyordu ki Leo iki de bir dönüp bana bakıyordu, çünkü herkesten net bunu duyduğuna emindim. Adrian'ın bunu ilk kez açıkça dile getirmesi beni bile dumura uğratırken diğerlerinin yüzüne bakamıyordum. Bir kez daha donmuş gibiydiler ve böyle giderse birer heykele dönüşeceklerdi.
“Ne yani melez mi?” dedi Tyler birinin duymasından endişe edercesine kısık sesle.
“Olabilir mi?” dedi Esta.
“Olmaması için dua bile edebilirim,” dedi Leo.
“Tepkileriniz beni daha çok germekten ileriye gitmiyor,” diye homurdandım. “Marcos ortaya böyle bir şey attı ve daha fazla bilgi için hediye getirmemizi istedi. Her şeyi bildiğini ama rüşvetsiz konuşmayacağını bilmek zaten yeterince kötü. Bir de siz hâlime acır gibi bakıyorsunuz.”
Esta bana garip garip bakıyordu. Siyaha çalan gözlerindeki soğuk duvarların çatladığını görebiliyordum. Kaç kez yan yana gelmiştik ama o ilk kez beni dikkatle inceliyordu ve nefes alışının sıklaştığını görebiliyordum. Bir şey onu heyecanlandırmış gibiydi. “Artık melez doğamayacağını sanıyordum,” dedi beni incelemeye devam ederken. “Bu nasıl mümkün olabilir? Açık yoktu, aylarca araştırdım, hiç açık yoktu.”
Hann'ın dediğini hatırlayınca irkildim. “Kadim büyüler de bozulabilirmiş,” diye sayıkladığımda Adrian'ın kaşları çatıldı ama onun yerine konuşan Tyler oldu. Tanrım, tıpkı Esta gibi vereceğim bilgiyi heyecanla beklediğini görebiliyordum.
“Bunu kimden öğrendin?”
“Hann,” diye fısıldadım. “Hann söylemişti, kılıcını boğazıma dayamadan hemen önce.”
“Bana bundan neden hiç bahsetmedin?” dedi Adrian buz kadar soğuk bir sesle.
Omuz silktim. “Çünkü inanmadın.”
Gözleri kısıldı. “Çünkü kâbustu.”
“Değildi,” diye karşı çıktım.
“Yanımdan kalksaydın bunu anlardım,” dedi bir kez daha, bu konuda hâlâ kendine o kadar güveniyordu ki onu tokatlamak istiyordum.
“Belki de sana büyü yapıldı, olamaz mı?”
“Olabilir ama tüm bunları planlayan o kılıcı boğazına indirmeden de durmazdı,” dediğinde bir an için ne diyeceğimi bilemedim ancak kendimi toparlamam uzun sürmedi.
“Neye inanırsan inan ama Hann hakkımda bir şeyler biliyor, tamam mı? Melez olduğuma inanıyor, hatta bunu duyan diğer iki cadıyı öldürdü, onları yerde yatarken gördüm. Neden vazgeçti, neden kaçıp gitti bilmiyorum ama Hann bir şeyler biliyor.”
Herkes durmuş aramızdaki gerilimin tırmanmasını izlerken Adrian elindeki şişeyi kıracakmış gibi sıkıyordu, parmak boğumları beyazlamıştı. Öfkeli görünüyordu, bunu cam mavisi gözlerinde oluşan dalgalanmalardan anlamak mümkündü.
Leo, “Arshala karmaşık bir şehir, her yanı büyüyle dolu-" diye başlamıştı ki, “Hann bana sözde kâbus görürken Naere diye seslendi ve adımın bu olduğunu söyledi. Uyandığımdaysa oradaki herkes bana Naere diye sesleniyordu,” dedim bunu delil olarak sunarken. “Ayrıca ilk karşılaştığımızda da bana o isimle seslendi, ben kendi dilinde bir şeyler söylediğini sanmıştım ve hatta bana beni tanıyor gibi baktığını bile düşünmüştüm. Şimdi fark ediyorum ki ilk karşılaşmamızda şok içerisindeydi,” dedim irkilerek. “Tanrım, başından beri beni tanıyordu.”
“Onu öldüreceğim,” diye tısladı Adrian kendi kendine, cam mavisi gözlerinden taşan alevler ürkütücüydü. “Onu bulacağım ve bulduğum yerde öldüreceğim,” dedikten sonra şişeyi kafasına dikip içerisindeki tüm sıvıyı bitirdi.
“Başımız gerçekten belada,” dedi Leo. “Eğer Adrian'ın eşi sensen Sharon kesinlikle peşine düşecek ve eğer melezsen sadece Sharon değil herkes peşine düşecek.”
“İçimi rahatlattın,” dedim göz devirerek.
“Biz ona saldırmayız,” dedi Esta, hâlâ gözleri üzerimdeydi ve artık rahatsız etmeye başlamıştı. “Bizim orada yeni doğacak melez için dünyamızı düzene sokacak ve iki dünyayı birleştirecek umutları dolanır.”
“Ama genel olarak uğursuz olduğu ve kıyameti kopartacak kişi olduğuna inanılır,” dedi Leo, bana bakıp üzgün olduğunu belirtircesine omuzlarını kaldırdı. “Kimse onu güzel karşılamayacak. Şu durumda en başta da asil melekler.”
“Ama bu nasıl mümkün olabilir hâlâ inanamıyorum,” dedi Tyler o noktada takılı kalmış gibi. “Bir cadı ve meleğin çocuğu nasıl olabilir?”
“Hann bana bir şey daha söyledi,” dedim biraz çekinerek. Adrian'ın bakışları ok gibi üzerime saplandığında gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım ve konuşmadan önce yutkundum. “Kara büyüyle yaratılmışım.”
“Ne? Ne dedin?” dedi Esta, şokunu solumak mideme birkaç krampın daha saplanmasına neden oldu. Tyler sanki sadece yan yana oturarak ona kara büyü bulaştıracakmışım gibi irkildi. Leo ise dehşetle odanın içerisinde yürürken, “Acilen bir yol bulup seni geldiğin yere geri göndermeliyiz,” diye haykırdı. Sonra suratıma yerleşen şoku fark ederek, “Üzgünüm. Üzgünüm, Kiara. Seni bu hâlinle seviyorum. Kara büyü seni ele geçirdiğinde sevebileceğimi sanmıyorum, çünkü o zaman senden geriye hiçbir şey kalmayacak ve tüm kehanetlerde bahsedilen o lanetli meleze dönüşeceksin. Bu olmadan önce büyüden arındırılmış diğer tarafa geri dönmelisin. Orada huzurla yaşayabilirsin,” dedi hızlı hızlı. Daha sonra bir şeyi keşfetmiş gibi duraksadı, mavi gözlerinde peş peşe endişe balonları patladı.
“Siktir! Eğer aranızda cidden bağ varsa... Siktir, siktir, siktir! Ne Adrian onun gitmesine izin verir ne de Kiara gider! Geri dönüş yolunu bulsak bile artık işe yaramaz!”
Onlar gibi dehşete düşmek yerine gitmeyecek olduğumu duymak içimi rahatlattı. Ancak Leo'nun aydınlatmasıyla bu noktanın açıklığa kavuşması Adrian'ı pek de memnun etmişe benzemiyordu. Omuzlarımın düşmesine izin verirken çaresizce Adrian'a baktım. “Önce anneni bulmayacağız,” dediğinde sertçe yutkundum. “Önce o piç kurusu Hann'ı bulacağız,” dedi, hızlı hızlı kafamı salladım. Tüm kalbimle hissediyordum ki cevapların çoğu ondaydı ve Adrian da benim gibi düşünüyordu.
“Pekâlâ öğrendiğimiz bunca şeyin üzerine sizi buraya toplama nedenim biraz sönük kalacak,” diye söze karıştı Tyler. Yüzü kaskatıydı ve renginin solduğuna yemin edebilirdim. Tüm bunlar ona fazla gelmişti. “Kafam o kadar karıştı ki aklımı toplamam bile imkânsız.” Derin bir soluk alıp yüzünü ovaladı ve konuşmadan önce birkaç saniye kendine zaman verdi. “Atlantis’e gitmiştim Adrian. Oradaki dostlarımdan Defna'nın Kiara'nın peşinde olduğunu öğrendim.”
“Kızı Sharon içindir,” dedi Leo hızla. Ancak Tyler kafasını iki yana salladı.
“Sharon’un haberi yok, bunu herkesten saklı tutuyor. Eğer görevlendirdiği meleklerden biri dostum olmasaydı bunu öğrenmem imkansızdı.”
“Defna da her şeyi bilenlerden biri,” dedi Adrian elini oturduğu koltuğun ahşap koçağına geçirirken. “Yemin ederim ki her şeyi ortaya çıkartacağım ve bu işte kimin parmağı varsa cezasını çekmesini sağlayacağım. Ailemin ya da kurulan sistemin dağılacak olması umurumda bile olmayacak.”
Tam da bu sırada kapının sertçe çalınması yerimde sıçramama neden oldu. Hepimiz birbirimize baktık, çünkü davet edilen başka kimse yoktu. Leo kapıya gözlerinden lazer çıkıyormuş gibi dikkatle bakarken, “Ad, eğer kapıyı açtığımda göreceğim yüz Hudson'ın buruşuk yüzüyse onun göreceği son yüz benim seksi yüzüm olacak,” dedi gerginliği bastırarak.
Kapı bir kez daha çaldı. Bu kez daha sert ve ısrarcıydı. Leo kapıya doğru ilerlerken Adrian oturduğu yerden birden kalktı, onun peşinden Tyler da kalktı, peşlerinden giderken omuzlarını geriyordu. Ve Esta da şöminenin demirlerinden birini eline alıp omzuna atarak kapıya doğru ilerledi. Sanki savaşa gider gibi gergin ve saldırgandılar. Bu hâlleri içimdeki korku tohumlarının filizlenmesine neden olurken Leo kulpu kavrayarak sertçe kapıyı açtı.
Görüş alanıma giren kadın savaştan çıkmış gibiydi. Giydiği siyah kot pantolonunun birçok yeri yırtılmıştı ve o bölgelerdeki birkaç kesik derin görünüyordu. Dışarıdaki gece soğuğundan dolayı titriyordu ve üzerine sadece aptal bir tişört vardı, onun da çoğu yeri yırtık ve söküklerle doluydu. Saçlarının sol tarafı kısacık kesilmişti ama üst ve sağ tarafında kalan kısımları uzundu, ayrıca toz toprak içerisindeydi.
Yüzü çizik ve yaralarla dolu olan genç kadın korku dolu bakışlarını zebellan misali karşısında dikilen dörtlünün üzerinde gezdirdi. O gözlerin birazdan bana değeceğini bilerek ayağa kalktığımda konuşamayacak kadar şok içerisindeydim. Sonra gözleri beni buldu, korkusu sonunda dindi, bana umutla hafifçe gülümsemeyi başardı ve hemen sonra gözleri geriye doğru kayarak bedeninden gücü çekildi. Leo onu yere düşmenden yakaladığında ben hâlâ aynı şokla olduğum yerde dikiliyordum.
Çünkü onu tanıyordum.
O, Danika'ydı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |