
Birkaç ay öncesinde biri yeniden yürüyebileceğimi söyleseydi ona sadece gülerdim ve bu konuda artık hayal kurmayı bile bıraktığımı söylerdim. Birkaç ay öncesinde biri doğaüstü varlıkların gerçekte var olduğunu söyleseydi onun akıl sağlığından şüphe duyardım ve içimden hayal dünyasında yaşadığını düşünürdüm.
Şimdiyse geldiğim duruma baktığımda artık yürüyebiliyordum ve o doğaüstü varlıklarla yaşıyordum ve hatta tüm bunlar yeterli değilmiş gibi o doğaüstü varlıklardan biriydim. Hem de en belalı olanından, dedi iç sesim usulca.
“Ne bela ama,” diye kendi kendime homurdandım. Mutfaktaydım, masanın üzerinde benim için hazırlanmış sandviçler vardı. Adrian'ın bunları ne ara hazırladığından emin değildim. Mutfaktan alt kata açılan bir kapı bulunuyordu ve yerin altına gömülü olan o odada yiyecekleri muhafaza ettiğini anlamam zor değildi. Sanırım orada benim için hazırda birkaç sandviç bekletiyordu. Henüz aşağıya inmeye cesaret edememiştim, bana ürkünç geliyordu.
“Hâlâ bir şeylerden ürkebiliyor olman ne güzel,” dedim yine kendi kendime laf sokarcasına. Sanırım keçileri kaçırmaya başlamıştım, çünkü artık her şey katlanılmaz bir hâl alıyordu.
Oturmayı o an için düşünemeyip yemek masasının tepesinde dikilerek iki sandviçin bulunduğu tabağı önüme çektim. Birini alıp ısırdığım sırada gözlerim pencereye doğru kaydı, saat ilerlemiş olsa da etraf hâlâ karanlıktı. Adrian köpeği Coops'la birlikte dışarıdaydı, deli gibi oynuyorlardı, onları göremesem bile seslerini ara sıra duyabiliyordum.
Coops geldiğinde kapıyı öyle sert tekmelemişti ki bu hepimizi korkutmuştu, ancak birkaç kez havlayınca gelenin o olduğunu anlamıştık. Kapı açılır açılmaz Adrian'ın üzerine atlamış, suratını yalamıştı. O koca köpeği evin içerisinde dilediği gibi sevemeyeceği için dışarı çıkmayı tercih etmişlerdi. Coops sahibini gerçekten de özlemiş gibiydi. Kesinlikle sevimli bir evcil hayvan değildi ama aralarındaki bağ o kadar güçlüydü ki onun tüm vahşiliğini gölgede bırakıyordu.
Hiç beklemediğim bir anda birinin, “Hey,” diye seslenmesiyle irkilerek mutfağın girişine döndüm. Leo omzunu kapının pervazına yaslamış, kollarını göğsünde bağlamıştı. Sevimli yüzünde her zamanki ışık saçan gülümsemesi asılıydı.
“Seni korkuttum mu?”
“Düşünüyordum,” dedim omuz silkerek. Sandviçten bir ısırık daha aldım. Midemdeki garip baskı geçmediği için çamur yiyormuş gibi hissediyordum.
“Uzun bir geceydi, uyumadın,” diye hatırlattı.
“Uykum yok,” diyerek omuz silktim.
“Hadi ama gözlerinin ne kadar kızarık olduğunu görebiliyorum.”
Duymazdan geldim. Leo kapının pervazından ayrılarak yanıma doğru yaklaştı ve masanın etrafındaki ahşap sandalyelerden birine oturdu. Bir an için onun ne olduğunu unutarak, “İstersen yiyebilirsin,” diyerek tek sandviçin kaldığı tabağı hafifçe ona doğru ittim. Leo'nun mavi gözleri tabağın üzerinde bir süre gezindi. Dudaklarındaki gülümseme solmaya yüz tutmuşken birden yeniden yeşerdiğinde, “Atan kalbi olan şeyleri tercih ediyorum,” dedi, iç geçirdim.
“Üzgünüm, kafam çok karışık.”
“Ah, görebiliyorum. Sanırım hepimiz aynı durumdayız, melez.”
İmasına karşılık yüzümü buruşturdum. “Henüz hiçbir şey kesin değil,” dedim Adrian'ın sürekli söylediği gibi.
“Seni ilk gördüğümde insan olduğundan emindim,” dedi, çiğnediğim lokma ağzımda iyice taşa dönerken sessizce onu dinledim, hâlâ ayakta dikilmeye devam ediyordum. “Hatta yalan söylemeye gerek yok, iyi bir akşam yemeği olacağını bile düşünmüştüm.” Gözlerimi devirdim, o da buna güldü. “Sonra cadılar işin içine girdiğinde ve senin cadı olduğun söylendiğinde gözlerimin önünde usta bir cadı gibi büyü yaptığın anlar canlandı. Cadıları sevmediğimi bilirsin ama yine de seni öyle hayal etmekten hoşlandım.”
“Üçlüler üzerimdeki büyüyü kaldırdıklarında her şey değişmeye başladı,” derken sanki tüm suç onlardaymış gibi sesim suçlayıcıydı.
Duraksadı ama bu kısa sürdü. “Üzerinde yedi soyla mühürlenmiş bir büyü olduğunu ilk söylediklerinde seni bağlayıp bir tabuta tıkıp yerin yedi kat altına gömmeliydik,” dediğinde çenem yere düşecekmiş gibi aralandı. Tanrım, bunu söylerken o kadar ciddiydi ki yapamadığı için pişman olduğunu düşünmeye başlamak üzereydim.
“Hatta bunu yapmadan önce seni yakmalıydık. Gücünü bastıran o büyü hâlâ aktif durumda olacağı için karşı koyamayacaktın.”
Gözlerim dehşetle irileşti. “Şaka yapıyorsun,” dedim yüzüne umutla bakarak. Hâlâ aynı ciddiyetle bana bakmaya devam ettiğinde, “Değil mi?” diye sordum. Tam bir şey söyleyecekti ki birden kapıda beliren Esta ondan önce davrandı.
“En başında bunu yapmamız gerektiğini söylemiştim. Beni dinlemediğin için şimdi tatlı popon tutuşmuş gibi kan canavarı.”
“Hadi ama kızım, onun içinden böyle bir şey çıkabileceğini nerden bilebilirdim?”
Esta kollarını göğsünde bağlarken kısık tuttuğu siyaha çalan gözlerini üzerime mıhladı. “Tehlikeyi nerde görsem tanırım.”
Tanrım, delirmiş olmalıydılar. Elimde olmadan bir adım geri kaçtığımda gözlerim pencereye doğru döndü ve Adrian'ı aradım. Pekâlâ etraf hâlâ karanlık olduğu için onu göremiyordum ve iyi bir çığlık atmam gerekebilirdi. Aklımda binlerce dehşet senaryosu dönüp dururken Leo birden kahkaha patlattığında irkildim.
“Gerçekten buna inandın mı?”
“Suratına baksana rengi attı,” dedi Esta da gülerek. Kaşlarımı çattım ve ancak rahat bir soluk verdiğimi onlara çaktırmazken homurdandım.
“Komik değildi.”
“Biz artık arkadaşız Kiara, ne olursan ol seni koruruz,” dedi Leo kahkaha atmayı kestiği anda. Yine homurdanmak ve bu aptal şakalarına kızmak istesem de söylediği kelimeler hızla beni kuşattığında tek kelime edemedim. Kendimi burada daima fazlalık gibi görüyordum ve şimdi açıkça arkadaş olduğumuzu duymak garip hissetmeme neden olmuştu.
“Arkadaş mıyız gerçekten?”
Leo daha gerçekçi ve samimi bir gülümsemeyle kuşandı. İşte mavi gözlerinin sıcak baktığı nadir anlardan birindeydik. “Hem de uzun zamandır.”
Karşımda umutsuz bir vaka varmış gibi kafamı iki yana sallarken iç geçirerek güldüm. Bu sırada Esta, “Bizim için beladan başka bir şey değilsin,” dedi, gülümsemem kuruyup soldu. Onunla savaşmaktan yorulmuştum ve pes ettiğimi belli edercesine omuzlarımın düşmesine izin verdim. Ancak Esta sessiz kalmamı umursamadı.
“Seni hâlâ sorun olarak görüyorum, bu doğru. Ama eğer Adrian'ı o kaltaktan kurtaracak kişiysen sana katlanabilirim.”
Tanrım, asıl umutsuz vaka Esta'ydı. Sinirle karışık bir homurtu çıkardığım sırada Leo, “Hadi ama, bundan daha fazlası olduğunu biliyorum,” diyerek ona takıldı.
Esta içine çektiği soluğu püfleyerek geri bıraktı ve bana bakmadan konuştu. “Pekâlâ, tamam, arkadaş olabiliriz. Belki.”
Birbirine bastırdığım dudaklarım titredi, gülüşümü saklamaya çalışarak kafamı salladım. Sanırım Esta gibi biri için bu büyük bir adımdı. Yeniden masaya yaklaşarak hâlâ elimde tuttuğum sandviçten bir ısırık daha aldım, neden ayakta dikilmeye devam ettiğime dair hiçbir fikrim yoktu. Dalgındım ve bu dalgınlığımın ana nedenlerinden biri içeride sere serpe yatan kadındı.
“Şu melez olayını tam olarak kimler biliyordu?” diye sordu Leo. Sesini biraz kısık tutuyordu, çünkü bunları Hudson'ın duymasını istemiyordu.
“Siz,” dediğimde sırıttı.
“Bu sır bizden çıkmaz. Başka?
Haklıydı. Henüz onlarla yeni yeni kaynaşıyor sayılırdım ama güvenilir olduklarını kalbimin derinliklerinde hissedebiliyordum. Esta bile bu konuda beni satmazdı. İç çekip, “Hann,” diye mırıldandım. Onu hatırlamak yine tadımın kaçmasına neden olmuştu. Hâlâ kılıcının değdiği yerler buz kadar soğuktu.
“Eğer söylediğin gibi bunu duyan diğer iki cadıyı öldürmüşse onu problem etmemize gerek yok.” Omuz silkti. “En azından şimdilik. Başka?”
“Marcos.”
“O bunak alacağı rüşvetler uğruna tüm bildiklerini satabilir,” dedi Esta. Leo da kafasını salladı. Tamam, sanırım bu sandviçi bitiremeyecektim. Onu yavaşça tabağa geri bıraktım ve bu kez tezgâhta bulunan sürahiye doğru ilerlerken konuştum.
“Hepsi bu kadar. Bilen pek fazla kişi yok.”
“Üçlüler?”
Esta'nın söylediği beni hazırlıksız yakaladığında sürahiye dolanan parmaklarım uyuşmaya başladı. “Onlar öldü,” dedim ortaya yeni sorun çıkmaması için üstünü kapatmak istercesine hızlı hızlı.
“Ama yerlerini yenileri aldı ve eminim onlar da gerçeği biliyordur. Hatta onların ana tabakasının tamamı bile bundan haberdardır,” dedi Leo. “Bu sadece bir teori dahi olsa, netlik kazanmamış bile olsa onlar daima peşinde olacak.”
“Her şeyi başlatan onlardı,” dedim ahşap kupaya suyu boşaltırken. Sırtım onlara dönüktü. “Eğer üzerimdeki büyüyü bozmasalardı sorun olmayacaktım.”
“Senin sen olduğundan emin olmak istemişlerdir,” dedi Esta. “Ancumah Tapınağı'nda seni yok edebileceklerini düşünüyorlardı ama bence düşündüklerinden daha güçlü çıktın. Şu ana kadar sessiz kalmalarının sebebi de güç toplamak istemeleri olabilir. Ya da ne olduğunu her yere yayarlar ve herkesi sana karşı birlik olmaya çağırırlar.” Görmesem bile omuz silktiğinden emindim. “Ben olsam öyle yapardım. Benim soyum dışında herkes için bir tehditsin ve eğer hamurunda gerçekten de kara büyü varsa biz iblisler için bile tehditsin.”
Bu gece daha ne kadar gerilebilirdim emin değildim. Sanki inadıma yaparlar gibi sürekli herkes için bela olacağımdan bahsediyorlardı, istemsizce kendimden korkuyordum. Bir gün bedenim aklımın kontrolünden çıkıp sahip olduğu güçle herkese kan kusturabilir miydi? Bir gün gerçekten de kendimi kaybeder ve karanlığa teslim eder miydim? Bunun geri dönüşü olur muydu ya da geri dönersem bulduklarım karşısında yaşamaya devam edebilir miydim?
Doldurduğum bardağı dudaklarıma dayayıp yavaşça içmeye başladım. Gözlerim karşımdaki duvarda usul usul yanan mumun üzerindeyken o ateşin içerisinde kendimi görür gibiydim. Alevler beni yakmıyordu ama etrafımdaki herkesin canı yanıyordu ve bunu ben yapıyordum.
“Her şey bir yana gerçekten melez olup olmadığını nasıl anlayacağız?” dedi Esta merakla. “Hâlâ ortaya kanatları çıkmadığına göre nasıl melek olabiliyor?”
İçtiğim su boğazımda kaldı. Tanrım, bana kimse bundan bahsetmemişti ve benim de aklımın ucundan bile geçmemişti. Öksürük krizlerimin arasından Esta'ya döndüğümde, “Benim kanatlarım mı var?” diye aptal bir soru ortaya döktüm. Başka zaman olsa buna gülebilirlerdi ama şu anda ikisi de bunu yapmadı. Esta emin olmadığını belli edercesine dudaklarını eğdi ve Leo ise... kaşlarım çatıldı. Leo'nun yüzü taşa dönmüş kadar sertleşmişti.
“Kanatlar yine her yerden çıkıyor,” dedi, sesi ona yakıştıramayacağım şekilde sertti. Neler yaşadığını tam olarak bilmesem de bir zamanlar köle olduğunu biliyordum ve geldiğim dünyada dahi kölelerin neler yaşadığı ortadaydı. Bu vahşi dünyada çok daha kötü şeyler döndüğünden emindim.
“Seni bir cadı olarak sevebilirim Kiara,” dedi daha sonra. “Melez olarak da sevebilirim. Ama onlardan biri gibi görüneceğini hayal etmek bile,” derken yüzünü buruşturdu. “Benim için çok fazla. Gerçekten. Ciddiyim. Gerçek olabileceğini düşünmekse tüylerimi diken diken ediyor. Bu, yemeği geciktirince avımın kanının damarlarında donduğunu görmek kadar dehşet verici.”
Tanrım, eğer bu kadar ciddi ve gergin görünmeseydi son cümlesine gülebilir ya da gözlerimi devirebilirdim ama sanki her an bana saldıracakmışçasına hissettiğim için kazık yutmuş gibi öylece duruyordum. Neyse ki Leo kendini toparlamak istercesine kafasını hızlı hızlı iki yana salladı ve hafifçe gülümsemeyi başardı. Kesinlikle sıcak bir gülüş değildi.
“Kendime sürekli senin sen olduğunu hatırlatmam gerekecek.”
Leo'yu sorunlarından biraz da olsun uzaklaştırabilmek umuduyla, “Bunu anlamak için bir yol var mı?” diye sordum. Sesimden tedirginliğim açıkça okunuyordu.
“Melekle takılıyorsun. Bunu ona sorsan daha iyi olur.”
“Melekler insanlarla birlikte olduklarında ortaya çıkan ırk yani cadılar, meleklerden aldıkları güçleri kullanabildiler ama hiçbirinin kanatları olmadı,” dedi Esta, Leo'nun yorumunu duymamış gibi fikir yürütürken. “Zaten aslında melek soyu olan cadının ve asil meleğin çocuğu olunca da yine böyle mi olacak?”
“Muhtemelen öyle olurdu ama eğer kara büyü söz konusuysa sürprizlere hazır olsak iyi ederiz,” dedi Leo, ürperdim. Daha çok kendisinin buna hazır olmaya ihtiyacı varmış gibiydi.
“Kafamı kopartacakmış gibi bakıyorsun,” dedim birden. “Kafamı kopartmak istiyorsun, değil mi? Eğer melek olsaydım bunu yapacağını söylemiştin-"
“O zamana geri dönmüş olsak bunu yapabilirdim,” dedi itiraz bile etmeden. “Ama artık o zamandan daha farklı olduğumuzu düşünüyorum, arkadaşız, unuttun mu? Bana sadece biraz zaman ver tamam mı? Kanatların olabileceğini hiç düşünmemiştim, bunu sindirmem gerekiyor.”
“Tamam. Öyle olsun, tamam,” diye mırıldanırken kafamı salladım. Bunu öncelikle benim sindirmem gerekiyordu.
Esta artık konuyu kapatmamızın daha iyi olacağını düşünerek, “Her neyse bunu daha sonra konuşuruz. Şu anda içeride bir sorunumuz var ve onu ne yapacağımızı düşünmemiz gerekiyor,” dedi. Ancak bu kez gerilen Leo değil ben oldum.
“O, sorun değil, bir adı var; Danika.”
“Uyuz, küçük, zavallı cadının teki.”
“O, benim arkadaşım,” diye üsteledim.
“Ama benim değil,” dedi asla geri adım atmadan. “Seninle arkadaş olabiliriz dedim onunla değil. Yeni bir cadıyı daha kabul edebileceğimi sanmıyorum.”
“Bizden öncesinde de hayatında bir sürü cadı vardı. O zaman da böyle huysuzluk ediyor muydun merak içerisindeyim. Aissa? Liya?” Ansızın dudaklarımdan dökülen isimler duraksamama neden olduğunda ortama çöken ağır hava ciğerlerimi sıkıştırdı. Esta hâlâ umursamaz görünüyordu, fakat Leo kaşlarını çatmıştı. Sanki ismini anmamla ancak hatırlayabildiğimiz Liya birden yanımızda belirmiş gibi gerilmiştik.
“Tanrım... O, nerede Leo? O geceden sonra onu bir daha hiç görmedim.”
“Bilmiyorum,” dedi, ona daha dikkatli baktığımda omuzlarını havaya kaldırdı. “Gerçekten bilmiyorum. Çekip gitti ve arkasında hiçbir not bırakmadı.”
Esta, “Ondan kurtulduğumuz için ne şanslıyız,” diye homurdanarak mutfaktan ayrıldığında gözlerimi devirmekten kendimi alamadım. “Bazen beni yoruyor,” dedim zorlu bir savaştan çıkmış gibi soluğumu gürültüyle dışarıya salarken.
“Esta hep böyleydi. Asla ele avuca sığmaz.”
Kafamı ağır ağır sallayarak yeniden pencereye doğru döndüm. Artık Adrian'ın Coops'la vakit geçirirken çıkardığı sesleri duyamıyordum.
“Gözlerin sürekli onu arıyor,” dedi Leo hâlimi kaçırmazken. “Sürekli onunla yan yana durmak istiyorsun değil mi? O bağ sizi birbirinize çekiyor.”
“Aptal bir büyü yüzünden böyle hissetmekten nefret ediyorum,” diye itiraf ettim.
“Korkuyor musun?” diye sordu, derin bir soluk aldım ve devamını bekledim. “Ona yenilmekten?”
Cevap vermek için dudaklarım aralansa da tek kelime çıkartamayınca yavaşça geri kapandı, omuzlarım düştü ve gözlerimi kaçırıp kafamı sallayarak geçiştirmeyi seçtim.
“Bu kadar çabalama,” dediğinde ona şaşkınlıkla baktım. “Büyüye karşı direnemezsiniz. Ertelemek, kaçmak sonucunda daha büyük bir acıyla size döner. Birbirinize saldırmak yerine bunu normal şartlarda yapabilecek hâldesiniz. İyice çıldırmadan önce buna bir son vermeniz gerekiyor.”
“İşler o kadar da rayından çıkabilir mi?” diye sorarken gürültüyle yutkundum.
“Seni kandırmayacağım. Böyle giderse çıkacak. Altın ayın görünmesine fazla zaman kalmadı. Aslında hâlâ iyi bile götürdüğünüzü söyleyebilirim. Rüyalar kötüleşmeye başladı mı?”
“Kötüleşmek derken?”
“Tecrübesiz olamazsın değil mi?” diye aniden sorduğunda afalladım. Telaşla sağa sola bakınmamdan durumu anladığında yanaklarımın ısınmaya başladığını hissettim. Tanrım, bu utanç vericiydi.
“Siktir, işte bu gerçekten iyi olmadı.”
“Leo, kapat şu konuyu!” diye tısladım.
“Bak, dinle. Bunu Adrian’la konuşmalısın tamam mı? Gereksiz kaçma çabanız size vahşi arzuyla geri döndüğünde ve gözünüz hiçbir şeyi görmediği o an geldiğinde birbirinizi kanatacaksınız. Bunu iki vahşi hayvanın yabani çiftleşmesi gibi düşün. Eğer durum o kadar ilerlerse asla romantik bir birleşme olmaz.”
“Bana annemmiş gibi ders veriyorsun-"
“Kiara!” diye beklemediğim bir şekilde sesini yükseltince irkildim. Leo ne zaman ciddi görünse gerilmeye başlıyordum ve bu da o anlardan biriydi. “Şaka yapmıyorum ya da sana takılmıyorum. Zarar görmeni istemiyorum anlayabiliyor musun? İkinizin de zarar görmesini istemem.”
“O-o kadar bizi etkileyebilir mi?” diye sordum, bunu kaçıncı soruşumdu bilmiyordum. Sürekli aynı cevabı alacak olsam da gerçekliğini hayal bile edemediğim için inanmakta zorlanıyordum.
“Etkiler. Bunu gördüm. Bir çiftin birbirlerine zarar verişlerini gördüm. Asla normal bir birleşme değildi.”
Pekâlâ artık tüylerim diken dikendi. Beni eğlencesine korkutmadığını biliyordum, iyiliğimi düşünüyordu. "Tanrım,” diye acıyla inledim. Adrian'ı gözü dönmüş bir şekilde düşünemiyordum, ona bunu asla yakıştıramıyordum.
“Bunu halledin tamam mı? En kısa sürede.” Anlık bir boşluğa düşerek kafamı salladığımda, “Aferin sana,” dedi takılır gibi hafif sırıtarak. Sonraysa her zaman olduğu şekilde güldü. “Uyumlu bir çift olacağınıza şüphem yok. Bu gece evi boşaltmalı mıyız?”
Gözlerimi devirdim ve ona hiçbir şey söylemeden mutfaktan çıkmak için hareketlendim, ancak son anda aklıma gelen şey adımlarımı bıçak gibi kestiğinde yeniden ona doğru döndüm. “Leo acaba... acaba rüyadayken rüya olup olmadığını, yani gerçekle rüyayı ayırt edebilmemin bir yolu var mı?” diye sordum ve yanağımın içini kemirerek vereceği cevabı bekledim.
Sırıttı. “Burada cadının sen olduğunu sanıyordum,” derken bileğindeki zincirimsi bilekliklerden birini çözdü. Ucunda garip minik bir taş asılıydı. “Bunu biri bana hediye etmişti,” dedikten sonra omuz silkti. “Daha doğrusu edemeden önce öldüğü için kendi kendime hediye etmiştim.”
Tanrım o kişinin avlarından biri olduğuna yemin edebilirdim. Leo oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi ve bilekliği bana doğru uzattı. “Senin olabilir,” diyerek avucuma bıraktığı zincirin üzerinde bir süre gözlerimi gezdirdim. Pek de çekici bir şey olduğunu söyleyemezdim, minik taşı bile solgun duruyordu.
“Bu rüyayla gerçeği ayırt etmemi nasıl sağlayacak? Yoksa büyülü taşlardan birine mi sahip?”
“Hayır, kızıl, o dandik şeyin hiçbir esprisi yok. Ben senin için ana maddeyi buldum, gerisini halletmek sana ait. Bağlanacağın bir obje sana yardımcı olabilir. Şu büyü kitabında buna uygun bir şey çıkacağına eminim, neden gidip bakmıyorsun?”
“İçinde öyle bir büyü olduğunu sanmıyorum-"
“Olmayabilir. Bak,” diyerek yeniden bilekliğe uzandı ve minik taşını gösterdi. “Buna uygun bir büyü bulabilirsin ya da kendin yapabilirsin. Yaşadığın anın rüya olduğundan emin olmak istersen taşa dokunursun, eğer parmaklarına iğne batmış gibi hissedersen o etkiyle rüyadan sıyrılıp uyanırsın ya da rüya olduğunu bilerek anın tadını çıkartabilirsin,” dediğinde göz kırptı, homurdandım. “Eğer rüyada değilsen taşa dokunman hiçbir şey ifade etmeyecek. Buradan da gerçek olduğunu anlarsın ve bu sayede kimse aklınla oynayamaz, Hann gibi.”
Hızlı hızlı kafamı salladım, gözlerim hâlâ bileklikteydi ve garip bir şekilde daha iyi hissediyordum. Leo haklıydı Hann gibi birisi daha çıkabilir ve gerçekle rüyayı şaşırmama neden olabilirdi. Tek yapmam gereken bilekliği büyülemekti. Bunu başarabilirdim, başaracağıma inanıyordum.
“Teşekkür ederim Leo,” dedim coşkuyla. Önemli olmadığını belirtircesine kafasını sallamakla yetindi. “Gidip neler yapabilirim bakayım,” diyerek hevesli ve hızlı adımlarla mutfaktan çıktım, peşimden geliyordu. Yaşam alanına geçtiğimde divan benzeri koltukta sere serpe yatan kadın kadrajıma girince adımlarım ağırlaştı. Bundan bir süre önce aynı yerde uyanmıştım ve kendimi bu garip dünyada bulmuştum. Şimdi aynısı Danika'ya da olmuştu.
“Durumu nasıl?” diye sorduğumda, Danika'nın alnındaki ıslak bezi yenisiyle değiştirmek üzere olan Hudson duraksayıp gözlerini bana çevirdi ve hatta bana hafifçe gülümsedi de ancak hemen ardımdan gelen Leo'yu fark ettiğinde yüzü korkuyla gerildi.
“İyi olacak, yaptığım karışımı ona içirdim, sabaha karşı kendine gelecektir.”
En yakınımızda büyü yapabilen ve bilgili olan tek kişi Hudson olduğu için onu eve davet etmiştim. Diğerleri bundan hiç hoşlanmamış olsa da adamın bilgi haznesinin hepsi farkındaydı. Saque'nun gelmesi uzun sürebilirdi ve Danika'nın durumu ciddi olabilirdi, bu yüzden homurdanmalarını umursamamıştım. Şu anda bile şöminenin başındaki koltuklardan birine oturan Esta kısık, tehlikeli gözlerini Hudson'a dikmişti. Tyler kitaplık kısmındaydı ve deli gibi bir şeyler araştırıyordu, ancak yine de Hudson'a dikkat ettiğinden emindim. Kimse ona güvenmiyordu, haklı olabilirlerdi ama şimdilik elimizdeki en iyi hamle oydu. Şafak söktüğünde Saque gelecekti ve o ana kadar Hudson'a mecburduk.
“İyi olsun,” dedi Leo emreder gibi. “Çünkü başka şansın yok. Şafak sökerken bu kadın gözlerini açmış olmazsa senin gözlerini oyarım.”
Hudson'ın yaralarla dolu elleri titredi. “Leo,” diye kısık sesle, uyarırcasına tısladım. Beni umursamayarak yanımdan geçip Esta'nın karşısındaki diğer koltuğa yerleşti. Bir an için ev gözüme öyle kalabalık geldi ki bunu yadırgamadan edemedim.
“Adrian hâlâ içeri girmedi mi?”
“Efendi hâlâ hayvanıyla meşgul,” dedi Hudson. Coops'tan o kadar korkuyordu ki ondan bahsetmek bile renginin atmasına neden oluyordu.
“Hani diğer taraftan gönderilecek soy kalmamıştı?” diye sordu Esta, sorusu Leo'yaydı ama siyaha çalan gözlerini benim yüzüme saplamıştı. “Bu aralar yağmur gibi yağıyorlar baksana.”
“Bana her şeyi bilen kıymetli bir varlıkmışım gibi davranman hoşuma gitmiyor değil ama sonuçta benim bilgilerimin de bir sınırı var,” dedi Leo alayla. “Demek ki hâlâ birileri varmış.”
“Pekâlâ, onun Kiara'nın arkadaşı çıkmasından hoşlanmadım,” dedi Esta rahatsızlığını saklamayarak. “Bence işin içinde bir şey var.”
“Beni buraya gönderen cadının torunuydu,” diye mırıldandığımda ikisinin de bakışları değişti. Tyler bile kafasını gömüldüğü kitaptan kaldırarak bana çevirip, “Bunu şimdi mi söylüyorsun?” diye homurdandı.
Haklıydı çünkü o şok anında tek söyleyebildiğim Danika'yı tanıdığımdı. Gerçi hâlâ o şoktan çıkabildiğim söylenemezdi. Tanıdığım birini burada görmek çok farklı bir histi. Hemen uyanmasını ve bana orada neler olup bittiğini anlatmasını istiyordum.
“Eğer gerçekten de öyleyse uyandığında bize detaylı bir açıklama yapmak zorunda kalacak,” dedi Leo mavi gözlerini Danika'nın üzerinde gezdirerek. Bu sırada Esta homurdanarak ayağa kalkıp şöminenin yanındaki raflarda duran şişelerden birini kaptı.
“Size tehlikeyi nerede görsem tanırım demiştim.”
Onu duymazdan gelerek çalışma masasının üzerinde duran büyü kitabına doğru ilerledim. Danika uyandığında olan biteni konuşabilirdik ama öncesinde halletmem gereken bir şey vardı. Kitabı göğsüme bastırıp ona sarılarak Adrian'ın odasına doğru ilerlediğim sırada göz göze geldiğim Hudson'a, “Bir değişiklik olursa bana haber ver lütfen,” diye mırıldandım. Hızlı hızlı kafasını salladı.
“Elbette efendim.”
Kalabalıktan ve tüm problemlerden kaçarcasına odaya girip kapıyı kapattığımda beni karşılayan karanlığa sığındım. Biraz sessizliğe ve yüzlerce farklı şeyi aynı anda düşünmemeye ihtiyacım vardı. Sanki neyin nerede olduğunu ezbere bilirmiş gibi karanlıkta yürümeye başladığım sırada parmaklarım birbirine sürtündü ve etrafta bulunan tüm mumlar birden yanmaya başladı. Köşedekiler, yerdekiler ve avize gibi tavana asılmış olan mumların hepsi artık yanıyordu. Ufak bir hareketle bunu başarmış olmak kendime güvenimi arttırıyordu. Kabul etmeliydim ki benim için havalı bir hareketti.
Kitabı dört çekmeceli yüksek komodinin üzerine bıraktığım sırada dışarıdan Coops'un havladığını duyunca kafam yavaşça perdeleri açık olan pencereye doğru döndü. Odanın içi ne kadar aydınlıksa dışarısı o kadar karanlıktı. Gökyüzü bulutlarla kaplı olduğu için ay ışığı doğaya ulaşamıyordu. Hiçbir yerde aptal sokak lambaları yerleştirilmediği için de dışarıda önünü görmek imkânsızdı. İç geçirdim, sokak lambalarını bile özleyeceğim aklımın ucundan dahi geçmeyecek bir şeydi.
Leo'nun verdiği bilekliği de komodinin üzerine bırakıp kitabın sayfalarını çevirmeye başladım. Basit bir büyüden yola çıkıp kendi kendime geliştirdim ve sonucunun ne olacağını merak edercesine bilekliğe bu büyüyü işledim. İşe yarayıp yaramayacağından emin değildim ama hiç değilse bunun için çabalamıştım ve bu bile benim gibi toy bir cadı için oldukça iyiydi.
Parmaklarım bilekliğin üzerindeki minik taşa yavaşça dokunduğunda hiçbir şey olmadı ama eğer becerebilmişsem rüyadayken ona dokunduğumda Leo'nun da dediği gibi elime iğne batmış hissi verecekti ve böylece rüyada olduğumu anlayacaktım. Ciğerlerimi derin bir solukla şişirip büyü kitabının kapağını kapattım. Kaç dakikadır bununla uğraştığımın bilincinde değildim ama artık iyice yorgunluğun esiri olmuş durumdaydım. Uykuya ihtiyacım vardı.
Bilekliği sağ bileğime taktığım sırada bulunduğum odanın kapısı yavaşça açıldı, içeri giren adımlara kulak kesildim. Kapı aynı yavaşlıkla kapanırken kalp atışım nedensizce hızlanmaya başladı. Sırtım dönüktü, kimin geldiğini göremiyordum ama kim olduğunu biliyordum. Henüz konuşmamış olsa bile, yüzünü görmemiş olsam bile içgüdülerim sadece onun adını haykırıyordu.
Bana doğru yaklaşan ağır adımlarını dinlerken savaşmaya hazırlanır gibi vücudumu dikleştirdim. İçime titrek bir solum çekip ansızın tenimi etkisi altına alan heyecanı söndürmeye çalıştım. Leo haklıydı, bu durum gittikçe kötüleşmeye başlamıştı ve böyle giderse direnmek imkânsız olacaktı.
Adrian hemen arkamda durdu. Ardından uzun parmakları saçlarıma yavaşça dokundu, ürperdim. Önüme düşen tutamları toplayarak arkaya çekip açtığı yere çenesini dayadığında sırtım göğsüyle bütünleşmişti, açık saçları saçlarıma karışmıştı ve yanağı yanağıma değiyordu. Tanrım o kadar sıcaktı ki, teni resmen beni yakıyordu.
“Burada ne yapıyorsun?” diye sorarken ellerini belime yerleştirdi. Nefesi alkol kokuyordu. Bu hâli beni endişelendirmeliydi ama hissettiklerim tam tersi duygulardan oluşuyordu.
“Bir şey denedim. Eğer sonucu umduğum gibi olursa senin için de bir tane yapacağım.”
“Hmm... Bu şeyin bir adı yok mu?”
Kuruyan dudaklarımı yaladım. “Büyü yaptım. Rüyayla gerçeği ayırt edebilmek için.”
“Göster,” derken yanağını hafifçe yanağıma sürttü, tüylerim diken diken oldu. Artan heyecanıma yenilmemeye çalışarak bilekliği onun da görebileceği şekilde kolumu havaya kaldırdım.
“Eğer yaşadığın anın gerçekliğinden şüpheleniyorsan buradaki taşa dokunup ne olduğunu anlayabileceksin. Eğer gerçekse hiçbir şey olmayacak ama eğer rüyaysa parmağına diken batmış gibi irkileceksin ve bu seni uyandıracak.”
Belimdeki ellerinden biri kayarak bilekliğin minik taşına dokundu. “Hiçbir fark yok,” diye mırıldandı. “Öyleyse bu an gerçek?”
Sertçe yutkundum. “Gerçek,” dedim ve bir kez daha yutkundum. “Sanırım.”
“Rheana,” diye fısıldadı. Tanrım, sesi günaha davet eder gibiydi. “Hâlâ bu saçma kıyafeti giyiyorsun.”
“Ev çok kalabalık, duş almaya fırsatım olmadı.”
“Hepsini kovabilirim-"
“Saçmalama,” dedim hızla. “Hepsi bizim için burada.”
“Çığlıklarını duymalarını istemeyeceğini düşünmüştüm,” dediği sırada burnunu omzuma bastırıp tenimi kokladı. Karnıma kramp saplanmış gibi nefesim kesilirken, “Sarhoşsun,” diye sayıkladım. İşte sonunda dehşeti biraz da olsa hissetmeye başlayabilmiştim.
Kafasını sallayarak beni onayladı. “Sarhoşum ve senden uzak durmam gerek ama bunu yapmayı istemiyorum.”
“Ben gideyim-"
“Hayır,” dedi sertçe. “Aklımı dağıt Rheana. Sadece bunu yap.”
Burnunun gezindiği yerlerde dudaklarının sıcak varlığını hissettiğimde bedenim tepeden tırnağa gerildi. Tehlikeli sularda batmak üzere olduğumun farkındaydım ve bir şeyler yaparak yeniden ikimizi de karaya çıkartmak zorundaydım.
“Leo,” dedim birden telaşla, sesim elimde olmadan yüksek çıkmıştı. “Leo benim kanatlara sahip olabileceğimi söyledi!”
Adrian kafasına sihirli değnekle dokunmuşum gibi birden donakaldı, sertçe yutkundum. Sanırım doğru noktaya değinmiştim ve onu ele geçiren arzuya sert bir balyoz indirmiştim.
“Mümkün olamaz,” dedi şaşkınlıkla. “Hiçbir melez kanatlara sahip olamadı.”
“Kara büyü söz konusuysa bile mi?” diye sordum hemen. “Tamam hiçbir şey kesin değil, biliyorum, ama ya mümkünse?”
Adrian geri çekilip bedenimle olan temasını kesti, ancak uzaklaşmadı, hâlâ arkamdaydı. Eli dikkatle sırtıma konduğunda istemsizce göğsümü dışarıya atarak dokunuşundan kaçmaya çalıştım, bu onu durdurmadı. Parmaklarını sırtımda, tam da bahsedilen kanatların olabileceği noktalarda gezdirdi. Daha sonra birden, “Kontrol etmeme izin ver,” dedi, bunu neden dediğini anlamamış olmama rağmen kafamı salladım ve Adrian üzerimdeki elbisenin fermuarını buldu.
Tanrım, kendi kazdığım kuyuya düşmüş gibiydim. Odak noktasını başka yere çekmeye çalışırken işler iyice boka batmaya başlamıştı ve kötü yanıysa en az onun kadar ipin ucunu kaçırma noktasında olmamdı. “Ne? Ne yapıyorsun?” diye sayıkladığım esnada fermuara asılmaya başlamıştı. Siktir, altında sutyen bile giymiyordum!
Telaşıma karşılık hafifçe gülüp, “Kontrol edeceğim,” dedi. Sesine karanlığın sindiğine yemin edebilirdim. Fermuarı indirebileceği son çizgiye kadar indirdiği sırada, “Kontrol ederek anlayabilecek misin?” diye sordum, benim sesimse kendinden geçmiş gibiydi.
Adrian ikiye ayrılan elbisenin uçlarını tutarak onları gerdi ve sırtımı tamamen ortaya çıkardı. Elbisenin kollarını çıkarmadan üzerimden kayarak yere düşmeyeceğinden emindim ama yine de ellerim göğüslerimin üzerine kapanarak olası bir kazayı engellemeye çalıştı. Sırtımı çarşaf misali örten saçlarımı bu kez sol yanımda toplayıp önüme doğru ittiğinde çıplak tenimi örten hiçbir şey kalmamıştı. Parmakları incitmekten korkarcasına ağır ağır sırtımda dolanmaya başladı. Önce sağa, sonra sola, sonra yeniden sağa ve yeniden sola... Nihayet yoklaması bittiğinde ellerini üzerimden çekti. Merakla, “Bir sonuca varabildin mi?” diye sordum.
“Beni daha ne kadar yakabilirsin?” dedi sanki kendi kendine konuşurmuş gibi dalgın bir tonla. Sırtımın karıncalanmaya başladığını hissettim.
“Kanatlar,” dedim, devamını getirmedim, yutkundum. “Adrian... kanatlar...”
“Siktir et,” dedi sanki bu andan ve ikimizden önemli hiçbir şey yokmuş gibi. “Benim kanatlarım ikimize de yeter.” Sonra durdu. “Rheana,” dedi sertçe yutkunarak. “Buna yenilmek üzereyim.”
Yenilmemesini umarcasına kafamı iki yana salladım. “Sadece sarhoşsun,” dedim çaresizce. “Uzaklaşmalıyız.”
“Sakın gitmeye kalkma, buna izin verecek durumda değilim. İstemeden canını yakarım, sakın,” diye beni uyardığında etrafımı koza gibi sarmaya başlayan arzunun delindiğini hissettim. Bana zarar verebileceği düşüncesi korkmama neden oluyordu.
“Bu odaya hiç gelmemeliydin-"
“Gelmemek için çok uğraştım,” derken alnını enseme yasladı ve sertçe yutkundu. Verdiği her soluk omurgama çarpıyordu ve oradaki minik tüyleri bile diken diken ediyordu. Yılan gibi kıvrılarak kendimi ona bastırmamak için büyük bir savaş veriyordum ve o da sanırım üzerimdeki elbiseyi tamamen çıkarmamak için kendini zorluyordu.
“Yemin ederim ki gelmemek için çabaladım ama çok güçlü Rheana, bunu sen de biliyorsun. Bu şekilde devam ederse ikimiz de yenileceğiz.”
İçime titrek bir soluk çektim ve elbiseyi daha sıkı tuttum. Bu esnada parmaklarım gaipten gelen dürtüyle bilekliğimin ucundaki taşa değdi, hiçbir şey hissetmedim; bu an gerçekti. “Yenileyemeyiz,” dedim kafamı direnmeye çalışır gibi iki yana salladığım sırada. Aslında içimi kıpır kıpır eden arzunun yanında bunu sırf aptal bir büyü yüzünden istiyor olmak midemi bulandırıyordu. Adrian’dan elbette nefret etmiyordum ama ona karşı ne hissettiğimden de emin değildim. Üstelik tüm bu davranışlarının ve bana olan durdurulamaz arzusunun o lanet büyüden kaynaklı olduğunu bilmek daha çok canımı sıkıyordu.
Elleri iki yanımdan uzanarak komodinin kenarlarına tutundu. Ahşabı öyle çok sıktı ki yüzeyinde tırnak izlerinin oluştuğuna emindim. “Seni soymak istiyorum,” dedi kapkaranlık bir tonla, tırnaklarını ahşaba biraz daha batırdı; sanki elleri ondan bağımsız bunu yapmaya kalkmasın diye. “Bacaklarını benim için ayırmanı istiyorum.”
Tüm vücudumu ter basmıştı. Dudaklarım istek ve arzuyla aralanırken gözlerim kaçış yolu bulabilmek umuduyla etrafta dolanıyordu. “İçerideler, Adrian...” derken gürültüyle yutkundum. “Ev çok kalabalık böyle konuşman bile... bu bile... ayıp.”
“Bir adım kaldı,” dedi kendisini zorladığı için hızlı hızlı nefes alıp vererek. “Eğer o adımı da atarsam içeridekiler senin bile umurunda olmayacak.”
“Bunun düşüncesi bile utanç verici,” diye yakındım. “Eğer kaçınılmaz sonumuz buysa... eğer bu olacaksa... sadece sen ve ben olmak istiyorum,” dedim itiraf eder gibi. “Ayrıca kendinde olmanı istiyorum. Şu an sarhoşsun ve beni korkutuyorsun. Bu şey zaten beni korkutuyor.”
Ona sert bir yumruk atmışım gibi irkildi. Omurgama çarpan soluklarının şiddeti azaldı ve sonunda kafasını kaldırıp benden uzaklaşabildi. Bir adım geri çekildi ve sonra bir adım daha. Ancak bunu yaparken o kadar zorlanıyordu ki çıkardığı seslerden aslında hâlâ aynı arzuyla dolu olduğunu anlayabiliyordum. Gözlerim az öncesine kadar ellerini geçirdiği komodine düştüğünde ahşabın üzerinde oluşan tırnak izlerine dehşetle baktım, çünkü minik kan damlaları bana göz kırpar gibi oraya bulaşmışlardı.
“Ellerin-"
“Sana zarar vermek isteyeceğim en son şey bile değil,” dedi asıl önemli olanın bu olduğunu belli edercesine. Bunun düşüncesinden bile rahatsızlık duyduğunu saklamıyordu.
“Biliyorum,” diye mırıldandım.
“Kontrolden çıkacak olduğumda bana saldır,” dedi birden, irkildim. “Güçlüsün, beni durdurabilirsin.”
Başka zaman olsa güçlü olduğumu kabul ettiği için ona sataşabilirdim, ancak şu anda bu beni daha çok ürkütmekten ileriye gitmemişti. Sonunda yüzümü dönmeye cesaret ettiğimde neden bilmiyordum ama öfkeliydim ve çehrem gergindi. “Delirdin mi? Sana saldıramam,” derken kafamı şiddetle iki yana salladım. Bunun düşüncesini dahi kuramıyordum.
Adrian kaskatı suratıyla karşımda dururken, “Yapmak zorundasın,” diye bastırdı.
“Tam tersi olduğunu düşünsene? Ya raydan çıkan ben olursam ve seni yatağa atmaya çalışırsam durdurmak için bana saldırır mıydın?” derken ona doğru sert bir adım attım.
Tehlikeli bir şekilde hırlar gibi gülüp, “Asla,” diyerek o da bana doğru sert bir adım attı. İşte yine dip dibeydik ve ikimizin de gözlerinden ateş çıktığına yemin edebilirdim. Gitmem gerektiğini biliyordum ama gitmek için en ufak isteğim yoktu. Dediği gibi ona saldırmanın doğru olacağını biliyordum ama bunu düşünmek bile öfkeyle dolmama neden olmuştu. Sanırım büyü bizi öyle sıkı bağlıyordu ki bırak sınırlarının dışına çıkmayı, sınırlarında dolaşmamıza bile izin vermiyordu.
“Adrian,” dedim.
“Rheana,” dedi.
Sonra birden tüm tabuları yıkar gibi ona doğru atıldım. Dudaklarım dudaklarına kapandı. Açlıkla birbirimizi sömürmeye başladığımızda elleri çıplak sırtımda geziniyordu ve tırnakları bu kez tenime batıyordu. Artık elbise umurumda bile olmadığı için ellerimi çözmüş onun boynuna dolamıştım. Bedenlerimiz bütünleşme açlığıyla birbirine yapışırken o ipin koptuğunu hissediyordum. Korku hâlâ içimdeydi ama onu yakalamam imkânsızdı. Arzu beynimi ele geçirmiş, gerçek benliğimi arka odalardan birine tıkmıştı. Çığlık seslerini duyabiliyordum ama o sesin bana ait olduğunu fark edemeyecek kadar kafamın içi sis altındaydı.
Adrian sırtımda iki yana doğru salınmış duran elbisenin uçlarını yakaladı. Bir sonraki hamlesinin elbiseyi parçalamak olduğunu bilmek zor değilken kapının ansızın tıklatılması ikimizi de vahşi hayvanlar gibi tıslattı. Dudaklarımız birden ayrıldı ve gözlerimiz saldırgan bir tutumla kapıya doğru döndü. Kulp çekilip tahta yerinden oynatılırken, “Ne boklar yiyorsunuz?” diye homurdanan Leo'nun sesi kulaklarımıza ulaştı. Aynı anda ikimiz de yeniden tısladık.
Leo kapıyı tamamen açıp bizi sarmaş dolaş gördüğünde genç yüzü önce şaşkınlıkla gerildi ve hemen sonra yerini kızgınlık aldı. “Delirdiniz mi? Adrian? Sana sarhoşken onun yanına gitmenin iyi bir fikir olmadığını söylemiştim. Birbirinizden uzaklaşın, hemen!”
Garip bir şey oldu. Birbirimizden uzaklaştık, ellerimiz geri çekildi ama bedenimiz bu kez Leo'ya doğru döndü. Şu anda Leo zihnimde yok edilmesi gereken düşmanmış gibi kodlanıyordu ve bu anı mahvetmeye kalktığı için onu öldürmek istiyordum. Arkadaş olduğumuz umurumda bile değildi; o, umurumda bile değildi. Adrian'dan uzaklaşamazdım ve Leo benden bunu istiyordu.
Tepemizdeki gök öyle gürültülü titredi ki yerin sallandığını hissettim. Adrian da tıpkı benim gibi düşmanını yok etmeye programlanmış robottan halliceydi. Omuzlarını gerdi ve savaşmaya hazırlanırcasına kanatlarını serbest bıraktı. O devasa kar beyazı kanatlar ortaya çıktığında oda bize küçük gelmeye başlamıştı. Bense bir adım öne çıktım. Sağ elim pençe şeklini alırken Leo, “Siktir!” diye gevelemeye başladı, ancak konuşmasına izin vermedim. Elimi ileriye ittiğimde ayakları yerden havalandı ve bedeni geriye doğru savruldu.
İçeriden Esta'nın, “Ne oluyor?” diye dehşetle haykırmasını duyarken Adrian'la birlikte yeri titreten adımlarla odadan çıktık. Danika her şeyden habersiz uyumaya devam ediyordu. Hudson şokla bize bakıyordu. Tyler sonunda kitaplardan ayrılabilmişti. Leo yerdeydi ve Esta ise onu kaldırmaya çalışırken, “Kafayı mı yediniz? Ne yapıyorsunuz siz?” diye bağırıyordu.
Sanki bir çeşit transa girmiş gibiydik. Bizi ele geçiren arzu önümüzde durmaya çalışan ne varsa düşman olarak işaretliyordu. Çözülmesi gereken bir davaymış gibi Leo'ya doğru ilerlemeye devam ettiğimizde Esta hızla ayağa fırlayarak karşımızda dikildi. Elim bir kez daha havada savruldu ve bu kez Esta'yı odanın içerisindeki duvarlardan birine fırlattım. Her zaman sakin görünen Tyler birden üzerime doğru atıldığında gökyüzünde bir şimşek daha çaktı ve Adrian savurduğu demirden farksız yumruğuyla Tyler'ı geriye püskürttü.
Korkudan olduğu yere iyice sinerek bizi izleyen Hudson'dan seken gözlerim yeniden Leo'ya döndü, ayağa kalkmıştı ve sakin olmamı umarcasına ellerini havaya kaldırıp bir şeyler söylüyordu.
“Kiara, dinle, bunu isteyerek yapmıyorsun. İsteyerek yapmadığını biliyorum, sen kötü biri değilsin. Bana zarar vermek istemezsin, Kiara, bana bak,” diye gevelerken tıpkı Arshala'dayken bana saldırmaya kalkan cadıya yaptığımı yaparak onu boğazlıyormuş gibi elimi havaya kaldırıp ayaklarının zeminle olan bağını kestim. Leo ellerini boğazındaki görünmez ilmeğe geçirip ondan kurtulmak için çırpınırken hâlâ, “Kiara... kendine gel,” diye yarım yamalak sayıklamaya devam ediyordu.
Onun boynunu kıracaktım. Elim sağa doğru bükülmek için harekete geçeceği esnada birden bir şey oldu. Etrafımda uçuşan minik altın rengindeki tozları gördüm, karanlık sis bulutu hızla bedenimi kuşattı, elim gücünü kaybetmiş gibi aşağıya düştüğünde Leo da yere çakıldı. Dizlerimin üzerine yığıldığım sırada Leo çabucak kalkıp yanımda bitti ve yere yapışmaya doğru giden bedenimi yakaladı.
“Sorun yok, sorun yok, sakin ol,” dediğini işittim. Kalbim dehşetle çarpıyorken gözlerim hedefini arar gibi odada dolandı ve onu buldum. Adrian, Tyler'ın ayaklarının dibindeydi. Korkuyu hissettim, korku yüzümden taştı. Hâlâ soluklarını düzene sokamamış olan Leo'nun kucağına doğru yığıldığımda kapanmaya yüz tutan kirpiklerimin arasından Hudson'ı gördüm. Tuttuğu yamalı keseye daldırdığı elini çıkartışını ve avucuna doldurduğu altın tozuna benzer tozu üzerime doğru üfleyişini yakaladım.
Sonra kafam geriye doğru düştü, karanlığa teslim oldum ve beni ele geçiren kör arzu sonunda dindi.
×××
Gecenin karanlığı hükmünü sürmeye devam ederken ormanın içerisinde ağır adımlarla yürüyen biri vardı. Bastığı yerlerdeki çimenler eziliyor, çiçekler boyunlarını büküyordu. Uğursuzluğu doğayı bile huzursuz ediyordu. İlerlediği ormandan çıkmasına az kalmıştı, yolu görebilmesi için önünden uçan ışık böceklerini büyülemiş, onları rehberliğe zorlamıştı.
Ter basmış alnını elinin tersiyle sildi. Onun gibi büzüşmüş bedene sahip biri için yorucu bir yolculuktu ama bazı mecburiyetleri vardı. Görevlerini yerine getirmezse düştüğü aciz yaşamı bile elinden alınabilirdi. Tek gayesi yeniden ayağa kalkmak ve eski gücüne dönebilmekti. Bu uğurda kölelik yapmayı kabul edeli çok olmuştu.
Sonunda ormandan çıkabildiğinde önündeki açıklık kır çiçekleriyle doluydu, ancak varlığı ortaya çıktığında hepsi boyunlarını eğmişti. Uzun pelerini otları süpüre süpüre biraz daha ilerledi. Kamburu yüzünden tepesindeki aya düzgünce bakamamak pek umurunda olmadı. Elinin üzerindeki yaraları sertçe kaşıdıktan sonra duyana anlamsız gelecek bir şeyler söyledi ve çok geçmeden gökyüzünde uçuşan yırtıcı kuş acı bir çığlık atıp alçalmaya başladı. Elini havaya kaldırarak inmek üzere olan sezahiri karşıladı. Önce gecenin karanlığını bile bıçak gibi ikiye bölen parlak siyah tüylerini sevdi, başını okşadı. Ardından da pelerinin cebinden çıkardığı minik kâğıt parçasını sezahirin ayağına bağladı. Onu yeniden havaya bırakmadan önce kulağına nereye ve kime gideceğini fısıldamayı unutmadı.
Kuş havalandı.
Hudson kamburunun el verdiği kadar kafasını geriye atarak sezahiri izledi.
Ona doğruca Sharon'a kanat çırpmasını emretmişti.
×××
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |