3. Bölüm

2. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Gözlerimi açtım.

Görüşüm netleşene kadar büyük bir kargaşanın uğultusu kulaklarımda yankılandı. Anlamlandıramadığım gürültüler, kime ait olduğunu kestiremediğim sesler ve kendi çığlıklarım bir cümbüş hâlindeydi. Aralarından seçebildiğim, onca kargaşanın içerisinde fısıltı şeklinde kulağıma çalınan cümleydi.

Kayıp soy...

Bakıştığım ahşap tavandan gözlerimi ayırmadım. Orada koca bir boşluk varmış gibiydi. Sanki aklımda onlarca şey vardı ama ben ne olduklarını hatırlayamıyordum. Kaşlarım çatıldı, kendimi düşünmeye zorladım. Kafamın içerisi bomboştu ve aynı zamanda tıka basa dolu gibiydi. Ateşte yanan odunların çıtırtılarını duyabiliyordum. Alevlerin birbirleriyle olan dansları odanın tavanına yansıyordu. Ayrıca beni rahatsız eden bir koku vardı ve bu koku düşünmeme engel olacak kadar yoğundu. Sağ tarafımdan doğru geliyordu. Tanrım, sağ tarafıma bakmak istemiyordum ama birden kafam oraya döndü ve o koca, gece kadar kara köpeği dili ağzından sarkmış, gözlerini dikmiş bana bakarken yakaladım.

Burnumun dibindeki bu köpek bana kötü bir şeyi çağrıştırdı ancak ne olduğunu çözmeye çalışmak yerine çığlığı basıp yattığım yerden kalkmaya çalıştım. Ama tabii ki işler istediğim gibi gitmedi. Üzerime örtülmüş örtüye dolanmam ve yeri boylamam sadece birkaç saniye içerisinde gerçekleşti. Üstelik koltuktan düşerken kafamı kuru ağaçtan yontulmuş sehpanın kenarına çarpmam da ne kadar becerikli olduğumu kanıtlar nitelikteydi.

“Ah, tanrım, yine mi?” diye birinin yakındığını işitene kadar olduğum yerde tepindim. Bana hiç de iyi izlenim vermeyen o koca köpekse oturduğu yerden bir milim dahi kıpırdamadan, sadece kafasını hafifçe yana eğerek ne yaptığımı anlamaya çalışıyormuş gibi bakıyordu.

“Köpek gördüğünde yerde yuvarlanmayı ne zaman keseceksin?”

Kendi kendine homurdanan adam mutfak olduğunu düşündüğüm kapının pervazına omzunu yaslamış, beni izliyordu. Elinde toprak tonlarında bir kupa tutuyordu ve içinde her ne varsa sıcak olduğunu belli edercesine dumanı tütüyordu. Onun dışında üstünde birkaç yerinden ipleri sökülmüş pantolon bulunuyordu. Başka bir şey yoktu. Tanrım, adam resmen yarıya çıplaktı ve onun kim olduğunu bile bilmiyordum.

Kendi üzerimde sadece askılı bir gecelik olduğunu fark ettiğimde ayaklarıma dolanan ve beni yere düşüren örtüyü göğsüme bastırarak yeniden çığlık attım.

“Sen de kimsin?”

Gözlerini devirdi. “Şaka, değil mi?”

Ayağa kalkmaya çalıştığımda sanki bacaklarım buna hazır değilmiş gibi titredi, tökezledim ve yarı yolda yeniden yeri boyladım. Ne olduğunu anlamak istercesine bacaklarıma baktığımda hiçbir sorun göremedim. Ancak sanki uyuşmuş gibiydiler.

“Tanrım! Bana ilaç falan mı verdin sen? Neden kalkamıyorum?”

“Leo, bu olsa olsa senin sikik şakalarından biridir!” dedi adam biraz öfkeyle. Sesini duyurmak istercesine yükseltmişti. “Son duanı et, çünkü bu kez seni arka bahçeye gömeceğim.”

Öfkeli adımlarla dış kapı olduğunu düşündüğüm yere doğru gitti ve ahşap kapıyı sertçe açtı. Bahsettiği kişinin orada olacağından o kadar emindi ki boşlukla karşılaşmak onu bir an için hareketsiz kıldı.

“Seni öldüreceğim, piç kurusu!”

“Neler oluyor?” diye sordum hâlâ dizlerimin üzerindeyken. Bana dönüp gözlerini kısarak baktı.

“Bu saçmalığa derhâl son ver.”

“Ne olduğunu bile bilmiyorum,” dedim hızla. Uyandığım rahatsız yatağın kenarına tutunarak ayağa kalkmaya çalıştım ve başardım da, tek sorun her an yeniden yere düşecekmiş gibi olduğum yerde yalpalamamdı. Dengemi sağlamak için çırpınırken yeniden ona odaklanmaya çalıştım.

“Sen kimsin?” diye sorduktan hemen sonra etrafımdaki yabancılık dikkatimi çekti. Ev birkaç yüzyıl önceden kalma gibiydi. Bulunduğumuz yaşam alanı olarak düşündüğüm bölümde üzerinde uyandığım yatak, ahşaptan oyulma iki tekli koltuk ve küçük odanın diğer köşesinde çalışma masası bulunuyordu. Bunların dışında bir duvarın tamamı kitaplık şeklindeydi ve dış ciltleri solmuş yığınla kitap oraya istif edilmişti. Çalışma masasının üzeri neredeyse tavana kadar doluydu. Odanın dört bir yanına yerleştirilmiş ve demir kısımlarında mum artıkları kalmış dört mumdan ikisi yanıyordu. Elektrik kesintisi mi vardı? Kaşlarımı çattım. Kendimi izlediğim tarih filmlerinin içerisine düşmüş gibi hissetmeye başlamıştım.

“Burası neresi? Beni kaçırdın mı?”

“Kaçan tek şey senin aklın olmalı,” dedi ters ters.

“Anlayamıyorum, burada ne işim var?”

Cam mavisi gözleri bıkkınlıkla taştı. “Bunu yaptığım için pişman olacağımı biliyordum,” dedi sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi. Ardından dış kapıyı kapatarak gecenin karanlığını örttü. Gece olduğunun bile farkında değildim.

“Sokağın ortasında bayıldın ve ben de seni eve taşıdım. Neredeyse iki gündür ölü gibi uyuyorsun. Artık uyandığına ve iyi olduğuna göre teşekkürünü edip gidebilirsin, kapı orada.”

Yanımdan geçip ahşaptan oyulan ve üzerine kahverengi kürk serili olan koltuğa yayılırcasına oturdu. Hiçbir sorun yokmuş gibi içeceğinden yudumlarken gerçekten de benden teşekkür bekliyormuş gibi duruyordu ancak ben olan biteni idrak edemediğim için hâlâ şaşkındım.

“Yani beni kaçırmadın öyle mi?”

Sabrının sınırlarındaymış gibi bir ifadeyle suratı şekillenirken bana bakmadan cevap verdi. “Öyle.”

“Peki neden tanımadığım birinin evindeyim?”

“Bence belanı aradığın içindir.”

“Tamam, tamam gidiyorum,” diye hızlı hızlı konuştum, çünkü bu yabancı adam bana bir anda çok tehlikeli biri gibi görünmeye başlamıştı. Kim olduğunu bilmiyordum ve her şeyi yapabilirdi. Tanrım, katil bile olabilirdi! Örtünün yere düşmesine izin verip kapıya doğru beceriksiz bir iki adım attım. Sorun düzgün yürüyemememde değildi, sorun nereye gidecek olduğumu bilmememdi. Kafamda hiçbir adres bulunmuyordu. Nerede olduğumdan bile haberim yoktu.

Umarsızca bardağındaki sıvıyı tüketen ve oradaki varlığımı yok sayan yabancıya dönerek, “Şey...” diye geveledim. Hâlimden bir karın ağrım olduğunu anlamıştı ve bunu gözlerini devirerek belli etmişti.

“Ben... nereye gideceğim? Daha doğrusu...” Alnımı kaşıdım. “Nereye gideceğimi bilmiyorum. Burası neresi?”

“Bak ben sabırlı biri değilimdir ve sen sabrımı zorluyorsun.”

“Kafamın içi bomboş,” diye yakındım. “Buraya nasıl geldiğimi bile hatırlamıyorum.”

“Adımı biliyorsun,” dedi tek kaşını kaldırıp sorgularcasına bana bakarak. Cevap vermek için dudaklarımı araladıysam da sanki dilimin ucunda olan ismine bir türlü erişim sağlayamıyordum.

“Bilmiyorum.”

“Biliyorsun. Bana adımla seslendin ve seni tanımadığıma eminim.”

Kafamı çaresizce iki yana salladım. “Gerçekten bilmiyorum. Sanki biliyorum gibi ama zihnimin içerisinde o bilgiye erişemiyorum. Aslında hiçbir şeye erişemiyorum. Sanki tüm bildiklerim kafamın içerisinde bir odaya kilitlenmiş gibi ve ben anahtarı kaybettim.”

Adam son sözlerimden sonra kaşlarını çattı. Memnuniyetsiz yüzünde soru işaretleri gezindi. Omuzlarına uzanan uzun gri saçlarını geriye doğru iterken, “Senin adın ne?” diye sordu. Yine dudaklarım aralandı ve yine dilimin ucundaki ismi söyleyemedim. Şokla yüzüm gölgelendi.

“B-bilmiyorum. Adımı bilmiyorum!”

“Siktir, yataktan düşerken başını fena çarpmış olmalısın.”

O söyleyene kadar başımı çarptığımı unutmuştum ancak bunu hatırlattığı anda zaten var olan sızıyı hissetmeye başladım. Elim alnıma gitti ve hafif şişen kısmın üzerinde gezindi. Bana her ne olduysa bunun başımı çarpmamla ilgili olmadığından neredeyse emindim.

“Beni bu hâle senin getirmediğine nasıl güveneceğim?”

“Kaçık aklından geçenlere ayar versen iyi olur,” diye homurdandı. “Seninle ne işim olabilir? Ayrıca burada sorgulaması gereken biri varsa o da benim, çünkü birden karşımda belirip bana adımla seslendin ve sanki tüm zamanlar sikik bir çuvala girmiş gibi orada bayıldın. Cevaplara ihtiyacı olan benim, sen değil.”

“Seni tanımadığıma yemin edebilirim.”

“Güzel, ben de seni tanımıyorum.” Önüne döndü. “Kapıyı biliyorsun.”

“Pekâlâ,” diye mırıldanırken kapıya yandan bir bakış attım. Gitmek istemiyordum, çünkü kapının ardındaki her şey beni korkutuyordu. Kalmak da istemiyordum, çünkü bu adamı tanımıyordum. Benim için dışarıdakilerden hiçbir farkı yoktu. Bir an önce buradan çıkmalı ve bana yardım edebilecek başka birilerini bulmalıydım.

Tedirginliğimi bastırmak istercesine ciğerlerime derin bir soluk çekip beceriksiz adımlarla kapıya doğru ilerledim. Ahşap ve eskimiş kapı gözüme bir anda fazlaca yetersiz gelmişti. Tek yumruk darbesiyle yıkılacakmış gibi duruyordu. Evin geneli aynı ahşaptandı ve çok eski görünüyordu. İçerisine yerleştirilmiş eşyalar bile göz yorucu detaylarla doluydu.

Köpek bir anda hırladı. Bu ses içime hızla korku hissini yayarken omzumun üzerinden arkama bakmamak için kendimi kastım. Çıkan hışırtı seslerine aldırmamaya çalıştım, belli ki köpeğini sakinleştirmeye çalışıyordu. Ancak köpeğin pek de sakinleşmeye niyeti yokmuş gibiydi, yeniden hırlaması pek uzun sürmemişti.

Onları boş verip yere kapaklanmadan kapıya ulaşmayı başardığımda ter içerisindeydim. Yürümek için attığım her adımla sanki bedenime bağlı olan olağanüstü bir ağırlığı da kendimle beraber çekiyormuşum gibi çaba sarf ediyordum. Alnımda biriken ter tabakasını elimin tersiyle sildim. Şimdi önümde duran ve bana birkaç yüzyıl öncesindeki han kapılarını andıran kapının solmuş demir tokmağını çevirecek ve dışarıya çıkacaktım. Nerede olduğumu ve nereye gideceğimi bilmeden bunu yapacaktım.

Elim tokmağa uzanıp kapıyı hafifçe araladığı sırada köpek birden havladı ve ben refleks olarak arkama dönmek için hareketlenmişken o yabancının varlığını hemen ardımda hissedince birden buz kestim. Dudaklarım korkuyla aralandı. Çığlık atmam, ardıma bakmadan kaçmam gerektiğini hissediyordum ama hiçbir şey yapamadım. O ise kolunu sağ tarafımdan uzatarak büyük elini kapının üzerine yerleştirip açtığım minik aralığı sertçe kapattı. Çıkan gıcırtı kulaklarımda yankılanırken gürültüyle yutkunmaktan kendimi alamadım.

“Seni kim gönderdi?” diye sordu. Yüzünü göremesem de çehresinde tehlikeli bir ifadenin olduğunu anlamakta zorlanmamıştım.

Köpek yeniden hırladı. “Kimse göndermedi,” dedim tiz bir sesle. Titrediğimi anlamış mıydı? Şu anda beni delicesine korkutuyordu.

“Asillerden biri misin?” diye sordu bu kez. Sesindeki iğrenmeyi seçmekte zorlanmamıştım. “Yeni taktikleri bu mu?”

“Değilim, yemin ederim ki değilim,” dedim her an ağlayacakmış gibi. Kafamı şiddetle iki yana salladım. “Neyden bahsettiğini bile bilmiyorum.”

Bana iyice yaklaştığını hissettim. Ciğerlerime her soluk çekişimde yükselen sırtım onun göğsüne hafifçe değiyordu. “Üzerindeki sadece onların giyeceği bu kumaş parçasını nasıl açıklayacaksın?” diye sorarken bozulan bağından firar eden saçlarıma doğru konuşmuştu.

“Bu.. bu...” derken eğilip üzerime baktım. İp askılı dümdüz bir gecelikti. Hiçbir esprisi yoktu. “Bu sadece bir gecelik.”

“Gecelik?”

“Uyurken giyilen bir elbise,” dedim hızla. Bunu bilmiyor muydu?

“Adımı nereden biliyorsun?”

“Bilmiyorum,” dedim çaresizce inleyerek. “Yemin ederim ki bilmiyorum.”

Bir süre sessiz kaldı. Konuştuğundaysa, “Ya çok iyi bir oyuncusun ya da kime bulaştığını bilmeyen bir aptalsın,” dedi. Tehlikeliydi. Yutkundum. Kesinlikle ürkütücüydü ve tüylerim diken diken olmuştu. Hâlâ kapının üzerinde duran ve beni kıskaca alan kolunu hareketlendirerek tokmağa asıldı. Kapı büyük bir gıcırdamayla açıldığında dışarıdaki soğuk hava hızla tenimi ısırdı. Gözlerim gecenin karanlığına alışmaya çalışırken yabancı bir şeyler söyledi.

“Adım Adrian. Adımı bil. Adımı bil ki başıma bela olmaya kalkarsan başına kimin bela olacağını da bilirsin.”

Sonra arkamdan çekildi ve ben de kendimi hızla dışarıya attım. Korku tek hissettiğim duyguydu. Kalbim boğazımda atıyordu ve sanki ardımda canavar varmış gibi delicesine koşmaya devam ediyordum. Dışarısı soğuktu, üşüyordum ama bu umurumda bile değildi. Dengesiz adımlarım yüzünden her an düşecekmiş gibi olsam da o evden yeterince uzaklaştığıma emin olana kadar yere kapaklanmadan ilerlemeyi başarabilmiştim.

Biraz soluklanmak için durduğumda ellerimi dizlerime dayayarak öne doğru eğildim. Nefes nefese kalan ciğerlerim patlayacak gibiydi. Ayrıca bacaklarım sızlıyordu. Yine de kendime uzun süre dinlenme molası veremezdim. Çünkü bir an önce yardım istemek için birilerini bulmam gerekiyordu ama etrafta herhangi bir yaşam belirtisi yoktu. Sanki koskoca dünya kaybolmuş, geriye yalnızca uzaklaştığım kulübe kalmıştı.

Gökyüzündeki çıplak dolunayın yaydığı loş ışığa iyice adapte olan gözlerimle hızla etrafımı taradım. Ağaçtan başka hiçbir şey göremediğimde bir ormanın içerisinde olduğumu anlayabilmiştim. Çevrede tek bir ışık parçası bile yoktu. Önümü görmeme olanak sağlayan en büyük etken tepemdeki dolunaydı.

Bir kurt uludu.

Ormanın içerisinden kuru ağaç dallarının çatırtıları yükseldi.

Bana doğru gelen bir şey vardı. Bu düşünce zihnimde belirdiğinde korku vücudumun üzerinde mutlak hâkim oldu ve ben var olan tüm gücümle koşmaya başladım. Birkaç kurdun aynı anda uluduğunu duyduğumda çığlık atmaktan kendimi alamadım. Ancak bu kez kaçışım fazla uzun sürmedi, korktuğum başıma geldi ve ayağım ilerlediğim patika yola doğru uzanmış ağaç köküne takıldı. Havada savrulmam ve yere çakılmam arasında sadece birkaç saniye oynarken tüm kemiklerim kırılmış gibi müthiş bir acıyla kavruldum. Çalılıklara değen bacaklarım çizildiği için kanamıştı ve yüzümü olası darbelerden korumak için düşerken yere uzattığım ellerimin de kesildiğini hissetmiştim. Düştüğüm yerde kıvranırken hep bir ağızdan uluyan kurtların sesi çok yakınımdan geliyordu. Öyle ki biraz ötemdeki çalıların arasından sinsi sinsi çıkan iri hayvanı görmem çok uzun sürmemişti.

Ay ışığının altında parıldayan kehribar rengi gözlerindeki tek hedef bendim. Vahşi bir hırlamayla bana dişlerini göstermekten geri kalmıyordu. Karanlığın içerisinden çıkan üç kurt daha onun yanında belirdiğinde sonumun geldiğinden neredeyse emindim. Yine de son bir can havliyle yerde sürünerek gerisin geri kaçmaya çalışıyordum. Bu bir kâbus olmalıydı. Bu gerçekten de kahrolası bir kâbus olmalıydı!

Ağaçların üstünden gelen kanat seslerini işitir gibi oldum. Kurtlar biranda huzursuzlukla hırlayıp birbirlerini iteklediler. İlk karşıma çıkan ve tamamen bana odaklı olan, gri tüylerini ağaç dallarının arasından vuran ay ışığıyla seçebildiğim o kurt ise hırlayarak bana doğru geliyordu. Kocamandı. Hızla üzerime atlayabilir ve beni saniyeler içerisinde parçalayabilirdi, ancak öylesine sinsiydi ki bana doğru attığı her ağır adımında korkudan gözlerimin büyümesinden zevk alıyor gibiydi.

Ama diğer kurtların huzursuzluğu daha çok arttığında o da onlardan etkilenmiş ve adım atmayı kesmişti. Bundan aldığım cesaretle hızla ayağa fırladım ve sızlayan vücudumu görmezden gelmeye çalışarak gerisin geri onlardan uzaklaşmaya çalıştım. Ancak henüz üçüncü adımımda sırtım birine çarptı. Sıcak, çıplak ve tanıdık bir bedendi. Burnuma dolan kokusunu soluyalı çok olmamıştı. Anlam veremediğim şekilde içime doluşan rahatlığa kaşlarımı çatarken kurtlar hırlayarak ve uluyarak istemeye istemeye geri çekilip ormanın derinliklerinde kayboldular.

Hızla ardımı döndüm. Kalbim ağzımda atıyorken, “Adrian,” diye fısıldadım. Yabancının yüzü gergin, gözlerinde vahşi bir ifade saklıydı. Esen rüzgâr uzun saçlarını yüzünün etrafında uçuşturuyordu. Hiç düşünmeden ona doğru atılıp sıkıca sarıldım. Biraz öncesine kadar ondan kaçarken şimdi ona sarılıyor olmam ne kadar doğruydu düşünmek bile istemiyordum. Ki o da sanki bu düşüncemi doğrulamak istercesine, “Asıl kaçacağın kişi benken bana sarılıyorsun,” dedi buz gibi bir alayla.

Kollarımı hızla çözüp bir iki adım geri çekildim. Bana kafayı yedirmeye mi çalışıyordu emin olamıyordum. “Eğer beni korkutmak için böyle davranıyorsan... yeterince korkuyorum tamam mı, buna bir son ver!”

“Kalp atışlarını hissettim,” dedi, düşünceliydi. “Gerçekten korkuyorsun.”

“Tabii ki korkuyorum!” diye elimde olmadan bağırdım. Nasıl bir şeyin içerisindeydim ben? Sıyırmama az kalmıştı. “Dört tane kurt bana saldırmak üzereydi! Devasa boyutta dört kurt!” Birden duraksadım. Damarlarımda akan kanın donmaya başladığını hissettim. “Seni görünce geri çekilen dört büyük kurt,” dedim gittikçe kısılan bir sesle. Öylece bana bakmakla yetindi. Olan bitene açıklık getirmek için çırpınan aklım önüme şahane bir seçenek sunduğunda yine üzerinde hiç düşünmeden dilimin ucundakini söyleyiverdim.

“Hayvan eğitmeni falan mısın sen?”

Yabancı bir an durdu, dediğimi anlamak istercesine bana baktı ve anladığındaysa hiç beklemediğim şekilde kahkahayı patlattı. Saçlarının havada savrulmasını, sesinin kulaklarımda çalınmasını sessizce izledim. İyiden iyiye rahatladığım esnada hiç beklemediğim bir şey yaptı. Aniden ciddileşerek bana az önceki kurtları aratmayacak vahşi bir bakış attı.

“Düşündüğünden çok daha fazlasıyım.”

Yutkunamadım. Her an çığlığı basacak hâlime bakarak gülümsedi. Kesinlikle şeytani bir gülümsemeydi. Korkulu gözlerle ona bakmaya devam ederken bana aldırmadan yanımdan geçip geldiğim yöne doğru gitmeye başladı.

“Kurtlara yem olmak istemiyorsan yürü.”

Dört vahşi hayvanın sivri dişleri yeniden gözlerimin önünde belirdiğinde irkildim. Ellerimi çıplak kollarıma sararak buz tutan tenimi sıvazlarken önümde uzanan orman ve beni bırakıp geldiğim yöne doğru ilerleyen yabancı arasında bakışlarımı gezdirdim. Kaçıp gitmem gerektiğini biliyordum ama kendimi onun peşinden ilerlerken buldum. İçgüdülerim bunun doğru olduğu konusunda ısrarcıydı. Aslında bu garip yerde ondan başkasını göremediğim için de böyle hissediyor olabilirdim.

Adrian’a yetişmek için tökezleye tökezleye koşmak zorunda kalmıştım. Bana hiç yardımcı olmuyor, aksine aynı tempoda yürümeye devam ediyordu. Uzun bacaklarıyla attığı her adım benim iki adımıma denk geliyor olmalıydı.

“Tanrım, yürümeyi yeni mi öğreniyorsun?” diye homurdandı.

“Bacaklarım sızlıyor,” dedim kaşlarımı çatarak. O neredeyse koşar adım yürümekte hiç zorlanmıyorken ben neden düzgün iki adım atamıyordum anlayamamıştım.

Bir şeyler homurdandıysa da ne dediğini duymadım. Uzaktan gelen kurt uluma sesiyle birlikte istemsizce ona daha çok yaklaştım. Annelerini takip eden lanet yavru ördekler gibiydim ve bu durum canımı sıkmaya başlamıştı.

“Burası şehirden çok mu uzak?”

“Pek sayılmaz.”

“Öyleyse kurtlar nasıl bu kadar yakınlaşmış olabilirler?”

Adım atmayı kesmeden dönüp bana baktı. Gözlerindeki sorguyu ve şüpheyi görebiliyordum. Bana temkinli yaklaşıyordu. Hah, bunu benim yapmam gerekirdi!

“Onların evi burası. Üzerinde yürüdüğün yol, içerisine daldığın orman, içimizde yaşıyorlar. Bunu bilmiyor musun?”

“Ormanlarda yaşadıklarını biliyorum. Çoğunlukla insanlardan uzak yerlerde. Sadece aç kaldıklarında şehirlere indiklerini sanıyordum.”

Birden durdu. “İnsan mı?”

Ona çarpmadan durmayı başardığım için içimden kendimi tebrik ettim. “Evet, insan. Bunun nesine şaşırdın anlamadım?”

“Sen Uzak Diyar'dan mısın?”

Yüzüne alık alık baktım. “Orası neresi?”

Gözlerini devirdi ve yeniden yürümeye başladı. Ancak yüzü düşünceli ve kaşları çatıktı. “Son zamanlarda bir cadı ya da kâhini rahatsız etmediğinden eminsin değil mi?”

“Kaçık olduğunu düşünmeye başlamak üzereyim,” diye söylendim.

“Ben de lanetlenmiş olabileceğini düşünmek üzereyim.”

“Saçmalık,” dedim huysuz bir mırıltıyla. Kollarımı iyice kendime doladım. “Benimle dalga geçmeyi bırak. Bazı şeyleri hatırlamıyor olmam benimle alay edebileceğin anlamına gelmiyor.”

“Nedense sana pek inanmıyorum.”

“İnanmıyorsan neden peşimden geldin?” diye sorduğumda evine varmıştık. Kapıyı açmadan önce bana yandan bir bakış attı.

“Haklısın, belki de kurtlar tarafından parçalanmana izin vermeliydim.”

Ağzım açık kaldı. Onu yumruklama isteği bir anda içimde baş gösterdiğinde dişlerimi sıktım. Kahrolası adam hâlâ benimle eğleniyordu.

“Neden bu boktan yere her geldiğimde seni burada bulamıyorum?”

Evin içerisinden yükselen homurtunun sahibini görmek istercesine açılan kapıya doğru kafamı uzattım. Mumların ve şöminede yanan odunların yaydığı zayıf ışığın aydınlattığı salonda cılız, uzun boylu bir adam dikiliyordu. Üzerinde bana 1800’lü yılları hatırlatan ve kirli görünen gömleklerden vardı. Yanan ateşin yansımasının dans ettiği saçları sarıydı. Mavi gözleri beni bulunca çehresine merak doluştu. Cevap ararcasına içeri giren Adrian'a döndüğünde, Adrian pek de onu umursuyormuş gibi görünmüyordu.

“Misafirin olduğundan neden haberim yok?”

“Çünkü misafirim falan değil.”

Adrian'ın huysuz homurtusunu önemsememeye çalıştım. İşin aslı haklıydı. Ben bu evde misafir değildim. Neden burada olduğumu ben bile bilmiyordum. Tanrı aşkına daha yarım saat öncesinde ardıma bakmadan kaçtığım evde ne işim vardı? İşte bu soru kapının önünde dikilmeme ve içeriye yönelecek adımlarımı durdurmama neden oldu.

“Hadi ama Ad. Eğer eve birini atmışsan bunu saklamamalısın,” dedi sarışın adam. Sakalsız yüzündeki gülümseme sinir bozucuydu. Adrian ile uğraştığı açıkça ortadaydı ancak benim oradaki varlığımı yok sayması ve beni koyduğu pozisyon hoş değildi.

“Bak Leo,” dedi Adrian sabrının son sınırlarındaymış gibi burun kemerini tutarak. “Eğer bu saçmalığın,” derken omzunun üzerinden beni işaret etmeyi ihmal etmedi. “...senin başının altından çıktığını şimdi itiraf edersen söz veriyorum ki seni dövmeyeceğim.”

“Ne? Bunu ben ayarlamadım,” dedi adının Leo olduğunu öğrendiğim adam. Gözlerinde telaş vardı. Adrian bir anda onu kedi yavrusunu tutar gibi ensesinden yakaladığında Leo kendini açıklamak adına çırpınmaya başladı.

“Tamam daha önce birkaç kez senin için birilerini ayarlamış, gizlice evine hatta yatağına sokmuş olabilirim ama şuna bir baksana, sence diğerlerine benzeyen tek bir noktası var mı? Yemin ederim ki bu kez ben suçsuzum Ad,” derken teslim oluyormuş gibi ellerini havaya kaldırdı. “Tanrım, ben hep sarışınları tercih etmişimdir! Bence bu Tyler'ın işi olmalı.”

“Tyler ne zamandan beri senin gibi serserilik peşinde koşuyor?”

“Düşünmeme izin ver, senin son sevgili travmandan sonra-"

Adrian, Leo'yu boş bir çuval gibi koltuğa savurdu. “Kes saçmalamayı!” diye homurdanıp şöminenin üzerindeki şişelere doğru yürüdü. İçlerinde içki olduğunu anlamak zor değildi.

“Sustum,” dedi Leo ağzına fermuar çeker gibi yaparak. En az Adrian kadar uzun boyluydu, ancak vücudu cılızdı. Belki de bu yüzden ondan tırsıyor gibi duruyordu. Çünkü Adrian ona bir yumruk atacak olsa zavallı Leo oracıkta son nefesini verebilirdi.

“Hey sen,” diyerek bu kez hedefini bana çevirdi. “Orada daha ne kadar dikilmeyi planlıyorsun? Soğuktan titrediğini görebiliyorum.”

Leo hatırlatana kadar dışarıdaki soğuğun kuvvetini hissedebildiğim pek söylenemezdi, ancak bahsini açmasıyla birlikte tir tir titrediğimi fark edebilmiştim. Üzerimde kahrolası gecelikten başka bir şey olmadığı için donuyor olmam normaldi. Tuhaf olan Adrian'ın üstü çıplak gezmesine rağmen üşüdüğüne dair tek belirti göstermemesiydi.

“Ben... içeri girmesem daha iyi,” diye mırıldandım. Gözlerim Adrian'a kaçamak bir bakış attı. Şöminenin önündeki ahşap ve üzerinde post bulunan koltuğa oturmuş, yanan odunları izlerken elindeki şişeden yudumluyordu.

Leo göz kırptı. “Korkma seni yemeyiz. Öncelikle benim tipim değilsin, ben sarışın seviyorum. O yüzden benden korkmana gerek yok.”

“Korkmuyorum,” diye atıldım ama pişman olmam çok uzun sürmedi.

“Öyle mi? Peki kalp atışların neden bu kadar hızlı?”

“Yabancısı olduğum bir yerdeyim. Ayrıca ne tür sapkın, kaçık ve tehlikeli olduklarını çözemediğim iki adamın yanındayım. Az önce birkaç kurt tarafından saldırıya uğradım ve kahrolası adımı bile hatırlamıyorum,” diye patladım. İyi bile götürmüştüm, artık sabırlı olamıyordum.

Leo şaşkınlıkla kaşlarını kaldırıp, “Adını bile hatırlamıyorsun öyle mi?” diye sordu. Tüm söylediklerimin arasında tek dikkatini çekenin bu olması beni şoka uğratmıştı.

“Onu iki gün önce yolumun üzerinde buldum,” dedi Adrian dümdüz bir sesle.

“Ve iki gündür bize haber vermedin öyle mi?”

Adrian, Leo'nun homurdanmasını umursamadı. “İki gündür kendinde değildi ve ayrıca senin bir delikten çıkmanı, bunun aptal işlerinden biri olduğunu açıklamanı bekledim.”

“Tanrı aşkına Ad, yol üstünde bulduğun kızı nasıl benimle bağdaştırabilirsin? Yatağında olsaydı neyse!”

Leo'yu yumruklamak istercesine kaşınan avuçlarımı sıktım. Dönüp dolaşıp aynı konuya değinmesi sinirlerimi bozuyordu. Beni ne sanıyordu bu adam?

“Aranızda ne tür sapık bir ilişki var bilmek bile istemiyorum,” dedim huysuzca. “Eğer bana yardım etmeyecekseniz kendi başımın çaresine bakacağım.”

“Bu gece evden çıkmamanı tavsiye ederim,” dedi Leo. “Kurtlar etrafta dolanıyor ve biraz saldırgan olabilirler.”

Sanki onun bunu söylemesini bekleyen birkaç kurt ulumaya başladı. Duyduğum sesler tüylerimi ürperttiğinde kendimi hızla evin içerisine attım ve kapının ardımdan kapandığından emin oldum. Yaşadığım korku hâlâ kalbimi şiddetle attırırken yeniden aynı şeyle yüzleşmekten korkuyordum.

“Onlardan korkuyor musun?”

Leo'nun şaşkın sorusuna karşılık tek kaşım havaya kalktı. Aklı olan herkes kurtlardan korkardı. Hele de benim gördüğüm boyutta iri olanlarından herkes korkmalıydı.

“Sen korkmuyor musun?”

“Tabii ki hayır,” dedi özgüvenle. Ona bakakaldım.

“Ama çok büyüktüler! Onları görmediğin için böyle konuşabiliyorsun.”

“Ah büyüklükleri hiç önemli değil.”

Elimle ağzımı işaret ettim. “Sivri ve keskin dişleri vardı. Seni bir lokmada parçalayabilecek sivri ve keskin dişler.”

Bana göz kırptı. “Benim dişlerimin daha sivri olduğuna bahse girebilirim,” dedi karanlık bir sırıtma eşliğinde. Yutkundum.

“Nesin sen, kendini vampir zanneden ve dişlerini onlara benzetmeye çalışan şu manyaklardan mı?”

Bana şaşkınlıkla bakan gözlerindeki kahkahaları görebiliyordum. Sırıtarak oturduğu yerden kalkarken bana doğru attığı her adımda sırtım ardımdaki kapıya iyice yapıştı. Tehlike seziyordum ve içgüdülerim bugüne kadar beni hiç yanıltmamıştı.

“Yaklaşma bana!”

“Sen hangi soydansın?” diye sordu. Beni çözmeye çalışır gibi tepeden tırnağa süzdüğünde yerimde rahatsızca kıpırdandım.

“Ne saçmalıyorsun?”

Sorumu duymazdan geldi. “Asillerden misin?”

İşte şimdi tıpkı Adrian'da olduğu gibi onun da gözlerindeki rahatsızlık yerini belli etmişti. “Onlar da kim? Neyden bahsettiğini anlamıyorum. Tıpkı bir kaçık gibi davranıyorsunuz.”

Tam önümde dikildiğinde, “Nesin sen?” diye sordu. “Kurtlardan değilsin, öyle olsaydın dolunay gecesi evde durmazdın. Vampir değilsin, olsan anlardım. İblis, melek?”

“Değil,” dedi Adrian oturduğu yerden.

“Kâhin olamayacağına göre cadı mısın? Ya da diğer zımbırtılardan biri?”

Adrian'ın da tüm dikkati benim üzerimdeydi. Tanrı aşkına ciddi anlamda cevabımı merak eden bir hâli vardı. Onlara nasıl tepki vereceğimi kestiremiyordum ve geçen her saniye daha çok öfkeleniyordum.

“Siz kesinlikle benimle dalga geçiyor olmalısınız! Uyuşturucu falan mı kullanıyorsunuz, çünkü bahsettiğiniz şeylerden ancak kafası güzel olanlar söz eder. Çıldırmışsınız! Bana polisi arayabileceğim bir telefon verin sizi kaçıklar!”

Leo'nun kaşları şaşkınlıkla havalandı. “Polis? Telefon? Bence aramızda kaçık olan biri varsa o da sensin Bayan İsmini Hatırlamayan. Yoksa sen Uzak Diyar'dan bu topraklara heyecan aramaya gelen şu asalaklardan mısın? Sana sır vereyim mi burada canlı kalma süren üç günü geçmeyecek.”

Ellerimle kafamı tutarak, “Aklımı kaçıracağım,” diye inledim. “Hiçbir şey hatırlamıyorum. Buraya nasıl geldiğimi, nerede olduğumu, nasıl geri döneceğimi hatırlamıyorum. Adımı bile hatırlamıyorum. Sizin gibi iki delinin arasında sıkışıp kaldım. Dışarı çıkamıyorum, kurtlar var. Tanrım, burası tımarhane olmalı!”

“Senin hafızanda ciddi sorunlar var sanırım,” dedi Leo teşhisimi koymuş gibi. Adrian hemen onun ardından konuştu.

“Ya da iyi bir oyuncu.”

Leo'nun duraksamasını, tüm kaçıklığına rağmen sevimli kalan ifadesinin silinmesini ve bana buzdan farksız bakışlarını yöneltmesini saniyesi saniyesine izledim.

“Öyle bir ihtimal varsa öldürelim gitsin.”

Çenem neredeyse yere düşecekti. Birini öldürmekten nasıl bu kadar basit bir şeymiş gibi bahsedebilirdi?

“Ama Adrian,” dedi nihayet ona tam adıyla seslenerek. “Bana oyunmuş gibi gelmedi. Belki de gerçekten hafıza sorunları vardır.”

“Adımı biliyordu ve beni tanır gibiydi.”

“Bilmiyordum,” diye elimde olmadan çıkıştım. Ben kan ter içerisinde kalmış, korkuyla onları izlerken onlar ben orada değilmişim kadar rahatlardı.

“Asillerden olabileceğini mi düşünüyorsun?”

“Ben sadece insanım,” diye inlercesine konuştum. “Bahsettiğiniz saçma sapan şeylerden değilim. Sizin gibi sıradan bir insanım.”

Leo sırıttı. Dudakları karanlık bir ifadeyle gerilirken, “Yanlış kanı Bayan İsmini Hatırlamayan,” dediği anda sol elimi bileğimden yakalayarak kendine çekti. Düştüğümde elimi kesen mıcırların açtığı çiziklerden sızan ve avuç içime yayılarak kuruyan kan izlerine acıkmış gibi bakarken hafifçe öne doğru eğilmesini izledim. Burnunu avuç içime doğru yaklaştırıp ciğerlerini derin bir solukla şişirdi.

“Çünkü ben insan değilim,” dediğinde yutkunamadım. Öne eğik duran kafasını kaldırmadan bana alttan alttan baktığında görmeyi beklediğim mavi gözleri artık kan kırmızısıydı ve göz çevresi koyulaşmıştı. Sırıtınca sivri dişleri görünecek kadar ön plana çıktığında kitaplarda gördüğüm ve filmlerde izlediğim vampirlerle arasındaki tek fark onun kanlı canlı karşımda duruyor oluşuydu.

Elimi hızla ondan kurtarırken çığlık atmak için aralanan dudaklarım öylece kaldığında pek de kendimde olduğum söylenemezdi. Başımın döndüğünü hissettiğim için yere yapışmam an meselesiydi ve buna engel olabilmek adına yaslandığım kapıyla adeta bütünleşmiştim. Göğsüm şiddetle inip kalkıyordu ve gözlerim yerinden fırlayacakmış gibi ortaya çıkmıştı. Bacaklarım titriyordu. Kaçmayı denemek bir yana ayakta bile zor duruyordum.

Leo'nun yüzü normale döndü. “Gördün mü?” dedi Adrian'a bakmadan. “Kalp atışları beynimi patlatacak derecede şiddetlendi ve neredeyse korkudan altına işeyecekti. Numara yapmıyor, asillerden biri değil, onların kuklalarından biri hiç değil. Hafıza sorunları yaşayan basit bir insan.”

“Teşekkürler, sayende kalan aklı da uçup gitti,” dedi Adrian sinirli bir şekilde.

Leo şok dolu suratıma bakıp gülümsedi. “Korkma seni yemem, dediğim gibi daima sarışınları tercih ederim. Güzel kızıl saçlarının ilgimi çekmediğini söyleyemem ama yine de tercih listemde değilsin.”

Beni kendime getirmek istercesine elini gözlerimin önünde sallandırdı. İstediği tepkiyi ona veremediğimde bana dokunmak için elini uzattı. İşte bu hareket az da olsa aklımı kullanabilmemi sağladığında hızla ondan kaçıp sırtımı evin duvarlarına sürüye sürüye sağ tarafa doğru uzaklaştım. Bu yaptığım doğru muydu bilmiyordum, çünkü kapıdan uzaklaşmıştım. Artık kaçma şansım sıfırın altında eksi dokuz yüz seksen dokuz milyondu.

Tanrı aşkına karşımdaki adam vampirdi!

Ondan kaçma şansım yoktu. Kanım damarlarımda dondu. Sivri dişlerini tenime geçirdiği görüntüler zihnimde tekrar edip dururken hâlâ konuşamayacak kadar şoktaydım. Çığlık bile atamıyordum ve bu yüzden göğsüm patlayacakmış gibi hissediyordum.

“Belki de Aissa’ya haber vermeliyiz,” dedi Leo benden umudu kesip Adrian'a dönerken. “O bize ne olduğu hakkında bilgi verebilir.”

Adrian kısaca kafasını salladı. Bunun üzerine Leo ellerini kumaş pantolonunun ceplerine tıkıştırıp devam etti. “Gidip ona haber veririm. Ama o zamana kadar Bayan İsimsiz ile ne yapmayı düşünüyorsun?”

“Onu gözümün önünde tutacağım. Burada kalacak.”

Yeni bir korku dalgası bedenimi titretti. “Bundan emin misin Ad? Sen yalnızlığı seversin. İstersen benimle gelebilir. Ona göz kulak olurum ve sorun çıkarmayacağına seni temin edebilirim.”

“Sorun olmaz, buradan ayrılmayacak.”

Leo sıska omuzlarını havaya kaldırdı. “Peki, nasıl istersen. Yarın akşam Aissa'yla burada olurum.”

“Diğerlerine şimdilik bir şey söyleme.”

“Tabii ki, bilirsin iyi sır tutarım.”

Adrian gözlerini devirdi. Buradan Leo'nun çenesi düşük biri olduğunu anlamam zor olmazken onun ıslık çala çala kapıya doğru ilerlemesini izledim. Açtığı kapıdan çıkmadan önce bana bakıp göz kırptı. Tanrım, gözüne yumruğumu geçirmek istiyordum.

“Sakinleş bebeğim, kalp krizi geçireceksin.”

Ona vahşi bir hayvan gibi hırlayarak tepki verdim. Bu tepkim onu güldürürken beni iyice şaşkına çevirdi. Şimdiden onlar gibi canavarlaşmaya başlamıştım ve bu hız beni korkutuyordu.

Leo evden çıkıp gittiğinde yine baş başa kaldığım Adrian'ın ayaklandığını görmek sanki mümkünmüş gibi kalbimi daha hızlı arttırdı. Neyse ki beklediğimin aksine bana doğru gelmek yerine kapılardan birinden geçerek gözden kayboldu. Ancak yalnız kalabildiğimde rahat bir soluk almayı başardım. Uzuvlarımı hissedemeyeceğim kadar donuyordum ve dişlerim birbirine çarpıyor, bedenim zangır zangır titriyordu. Şömineden yayılan sıcaklığı daha net hissetmeye ihtiyacım vardı. Aksi takdirde olduğum yerde heykele dönmek üzereydim.

Çekinik, korkak adımlarla şömineye yaklaştım. Hayaletten farkım yoktu, ses çıkarmamak için üstün bir çaba sarf ediyordum. Köşedeki minderin üzerinde yatan köpeğin bile dikkatini çekmemiştim, kafasını patilerinin üzerine yerleştirmiş uyumaya devam ediyordu. Sanki bir canavarla aynı evde yaşamıyormuş kadar rahattı.

Şöminenin içine girmek istercesine hemen önünde dizlerimin üzerine çöktüm. Titreyen parmaklarımı ateşe doğru uzatarak ısıtmaya çalıştım. Aşırı derecede üşüdüğüm ve birden aşırı sıcağa kavuştuğum için tenim acıyordu, aldırmadım. Biraz olsun ısıtmayı başarabildiğim ellerimi yüzüme, boynuma bastırdım. Ağır ağır gevşemeye başlayan damarlarımda yeniden kan akışı oluşuyor gibiydi. Ayaklarımı öne doğru uzatıp kollarımı etrafından sardım. Çenemi birleştirdiğim diz kapaklarıma yerleştirdiğimde omuzlarım çökük, duruşum yıkıktı.

Atamadığım çığlıklar yüzünden boğazım sızlıyordu. Kendimi bir çukurun içerisine düşmüş gibi hissediyordum. Burada olmamam gerekiyordu. Tek bildiğim buydu. Ailem olduğundan emindim ama ne isimleri ne de cisimlerine dair tek bir belirti hafızamda yoktu. Kendi ismini bile hatırlamayan zavallının tekiydim.

Burnum sızladı. Gözlerime doluşan yaşları geri göndermek için hiçbir şey yapmadım. Belki de ağlamaya ihtiyacım vardı, çünkü Leo'nun bana yaşattığı şoku başka nasıl atlatabilirdim bilmiyordum. Tanrım, bu gerçek miydi, yoksa aklımın bir oyunu muydu? Vampirler efsanelerde anlatılan, film ve kitaplara konu olan gerçekdışı varlıklardı. Birçok kez vampir temalı film izlemiştim ve tüm bunların ekranın ardında kalacağından emindim. En azından bugüne kadar...

Aklımda bir anda beliren ışık beni daha çok sarstı. Ormanda karşılaştığım koca kurtları hatırladım ve Leo'nun ima ettiklerini. Tanrım, onlar benim sandığımın aksine sıradan kurtlar değillerdi! Onlar kurtadamlardı! Bir korku dalgası daha bedenimi yokladı. Olduğum yerde büzülmek ve yok olmak istiyordum. Tüm bu saçmalıklara inanmayı reddetmek benim için daha kolaydı, çünkü aklım bunların gerçek olabileceği düşüncesini sindiremiyordu.

Kirpiklerimin arasından kayıp yanağıma düşen sıcak damla tenimi yaktı. İçimdeki delicesine ağlama isteği gittikçe artıyordu. Bir damla daha yanağımdan kayarak çeneme doğru ilerlerken yaklaşan adım seslerini işittim. Bedenim kasıldı, mümkünmüş gibi olduğum yerde iyice küçüldüm.

Adrian yeniden bulunduğum odaya girdiğinde bedenim kaskatı kesilmişti. Nefes almayı bile bırakmıştım, çünkü devam eden adım seslerinden anladığım kadarıyla bana doğru yaklaşıyordu. Bağırmak, tepinmek ve benden uzak durması için onu tekmelemek istesem de korkudan hareket bile edemedim. Hemen arkamdaydı. Eğer o da bir vampirse ve eğer izlediğim filmlerdeki gibiyse boynumu kırması ya da dişlerini tenime geçirmesi saniyelerini bile almazdı.

Ancak o, kafamdaki tüm kötü ve kanlı senaryoların aksine hiç ummadığım bir şey yaptı. Omuzlarıma ağır, yün bir battaniye bıraktı. Nedensizce bu daha çok ağlama isteğimi tetiklediğinde sertçe burnumu çektim. Benden uzaklaşan adımları duraksadı.

“Ağlayacak mısın?”

“Evet,” diye fısıldadım. Beni duyduğundan şüpheliydim. Kafamın içerisinden bile konuşuyor olabilirdim. “Ağlayacağım, çünkü tek yapabileceğim bu.”

“Hiç mantıklı gelmiyor. Yoksa adınla birlikte bu dünyanın böyle bir yer olduğunu da mı unuttun?”

Cevap vermedim. Ama o an bir şeyden emin olabildim.

Bu dünya benim dünyam değildi ve ben buraya ait değildim.

×××

 

 

 

Bölüm : 13.11.2024 14:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...