
Ürperti bir hançer gibi kaburgalarımın arasına girdi.
“Ne demek bu?” diye sordum, ilk kez duyduğum bu kelime karşısında kaşlarımı çatarak. Sesim tıpkı Adrian'ınki gibi kısık çıkmıştı. Sanki birilerinin bizi duymasından endişe ediyormuşçasına sessiz konuşuyorduk.
“Rheana,” dedi yeniden aklının içindeki düşünceyi onaylamak ister gibi. Ah, tanrım... İki hecelik, henüz anlamını bilmediğim bu kelimeyi öyle farklı ve öyle güzel telaffuz ediyordu ki onun ağzından saatlerce bunu duysam bıkmazdım.
“Bundan sonra senin adın Rheana.”
“Ne?” sorusu dudaklarımdan dökülürken kaşlarımı daha çok çattım. Ses tonunun tokluğu etrafımı bir sis bulutu gibi sarmış, beni etkisi altına almıştı. Bundan bir an önce kurtulmam lazımdı. Ayrıca ona sorduğum soruyu duymamış mıydı? Tam bir şeyler söyleyecekken Adrian yeniden konuştu.
“Anlamı şu; sakar, beceriksiz, baş belası ve bunlar gibi aklına gelebilecek diğer tüm kelimeleri içeriyor.”
Büyü bozuldu.
Tanrım, onu öldürecektim!
Onu gerçekten öldürecektim!
Var gücümle yumruğumu göğsüne geçirip onu sertçe ittim. Bana direnmeyerek geri çekildiğinde dudaklarında gizlemeye bile çalışmadığı serseri sırıtışı asılıydı. “Kürksüz ayı!” dedim öfkeyle. “Sen bir kadınla nasıl konuşması gerektiğini bilmeyen yabanisin!” Hırsımı alamadığımı belli edercesine ona doğru atılıp göğsüne bir tane daha geçirmek isterken yalpaladım. Anlayamadığım bir hızla beni yakaladığında artık gülüyordu. Hayır, gülüşünün etkisine kapılmamam gerekiyordu.
“Gerçekten de sana uyan bir isim oldu.”
“Pislik,” dedim tıslayarak. Beni saran kollarından kurtulmak için direndim, ancak bırakmaya niyeti yokmuş gibiydi. Zaten bıraksa bile ayakta duracak hâlim de yoktu. Son gücümü ona öfkelenmekle harcamıştım. Kahrolası aptal içki sandığımdan daha etkili olmalıydı, çünkü başım feci hâlde dönüyordu. Üstelik, ah, tanrım, çok yakın değil miydik? Resmen göğsüne yapışmıştım ve tutunabileceğim herhangi bir kıyafeti bulunmadığı için ellerim doğrudan sıcak teniyle temas hâlindeydi. Etraftaki serinliğe rağmen nasıl bu kadar sıcak olabiliyordu? Göğsündeki minik tüy öbeklerinin onu sıcak tutmaya yeteceğini sanmıyordum.
“Sana ilginç mi geliyorum?” dedi tek kaşını kaldırarak. Yüzümü görebilmek için bana doğru eğilmişti ve hâlâ dudaklarındaki kıvrımlar yerlerini korumaya devam ediyordu.
“Ne?” diye mırıldandım. Neyden bahsettiğini bile anlayamamıştım.
“Beni inceliyorsun. Dikkatlice.”
Farkındalıkla irkilirken aptal gibi yeniden, “Ne?” diye sayıkladım. Sersem hâlim onu yine güldürdü.
“Sanırım içkiye karşı da zayıf olacağını düşünmem gerekiyordu.”
“Şöyle gülme,” dedim gözlerim dudaklarında takılı kalırken. Duraksadığını hissettim. Gülüşü yavaşça söndü, dolgun dudaklarını birbirine bastırdı.
“Neden?”
“Aklımı karıştırıyorsun,” dedim beni sarmaya başlayan sıcaklığı dağıtmak istercesine kafamı hafifçe iki yana sallayarak. Uyuşukluğun indiği gözlerimi beni dikkatle inceleyen gözlerine sabitledim. Bana kafası karışmış gibi bakıyordu.
“Sen... sen tehlikelisin,” diye fısıldadım. “Ne olduğunu bile bilmiyorum.”
“Sor bana,” dedi sırtımı destekleyen elini biraz daha tenime bastırarak. “Ne olduğumu bilmek istiyor musun?”
Ona uzun uzun baktım. O kadar yakınımdaydı ki beni tamamen ele geçirmişti. Hâlihazırda üşüyen bedenim onun sıcaklığına sığınırcasına tenine sokulmuştu. Beni etkiliyordu ve bunu istemiyordum.
“Korkuyorum,” dedim küçük bir kız çocuğu gibi. Biraz üzerime gelse ağlayabilirdim bile.
“Rheana,” dedi karnımın üzerinden sırtıma doğru uzanan elini yanağıma çıkartarak. İşte yine o aksanı ve iç gıdıklayıcı ses tonunu kullanmıştı. “Benden korkmanı gerektirecek bir şey yapmadım,” diye hızla cevap verdi. Kelimelerinin altında bu durumdan rahatsız olduğunu saklayan izlere rastladım. Yapmamıştı. Hatta beni kolladığını bile söyleyebilirdim. Ne kadar tehditkâr dursa da o vahşi kurtlardan kurtulmama yardım etmişti, bunu görmezden gelemezdim.
“Adrian,” diye fısıldadım. Adı dudaklarımdan dökülürken geriye garip bir şekilde tanıdık bir iz bıraktı, bunu görmezden gelmeye çalıştım. “Seni tanımıyorum. Yemin ederim ki seni tanımıyorum. Buraya birileri tarafından gönderilmedim. Ben... ben... buraya nasıl geldiğimi bile bilmiyorum. Tek istediğim evime dönmek, yemin ederim.”
Parmak uçları yanaklarımda ağır ağır dolandı. O kadar hafif dokunuyordu ki hissetmek için odaklanmak zorunda kalıyordum. “Şşş,” diyerek beni yatıştırmaya çalıştı. Parmakları biraz daha yukarıya doğru tırmanarak kirpiklerimin arasından sızan damlayla buluştu. O ana kadar ağladığımın farkında bile değildim.
“Benim için tehdit olmadığını biliyorum.” İç çekti. “Sen yolunu kaybetmişsin hepsi bu.” Yanağımdan süzülen diğer damlayı baş parmağını tenime bastırarak ağır ağır sildi. “Kar tanelerini dökmeyi bırak,” dedi kısık sesle. Gözlerini yumdu ve bir süre öylece kaldı. “Siktir, soğuk hissediyorum. Bunu nasıl yapabiliyorsun?”
Burnumu çektim. “Neyi?”
“Bana soğuğu nasıl hissettirebiliyorsun?”
“Şey...” Utançtan yanaklarımın ısındığını hissettim. “Sanırım biraz üşüdüm, bu yüzden tenim soğuk,” dedim kolları arasında rahatsızca kıpırdanarak. Beni bırakmadı.
Güler gibi olsa da dudakları kıvrılmadı. “Bahsettiğim bu değildi, her neyse. Seni daha kalın giydirmeliyiz. Anlaşılan soğuğa karşı da zayıfsın.”
“Gerçekten baş belasının tekiyim değil mi?” dedim gözlerim yeniden yaşlarla dolarken. Şu anda devekuşları neden uçamıyor ya da kediler neden konuşamıyor diye ağlayabilecek potansiyeldeydim. Kafamın içi sis bulutlarıyla doluydu ve tüm bu saçmalıkları dehşetle izleyen asıl benliğim zihnimin gerilerinde bir duvara zincirliydi. Zincirlerini çekiştirip duruyordu, ancak kurtulabilmesi için daha çok çabaya ve zamana ihtiyacı vardı.
Adrian bir an için ne diyeceğini bilemedi, bocaladığını hissettim. Kalın dudakları aralandıysa da tek kelime etmedi. Bunun yerine yanağımdan kayan yeni damlaları izledi ve bir süre sadece yüzümü inceledikten sonra konuştu.
“Ağlama. Ben soğuğu sevmem, Rheana, ağlama.”
Rheana.
Garip aksanı ilgimi dudaklarına çevirdi. Islak gözlerim önce yüzüne oranla bir nebze büyük olan ama şekli kusursuz derecede güzel duran burnuna; oradan da dolgun dudaklarına kaydı. Aynı şekilde onun da dudaklarıma baktığını biliyordum. Yutkundum, yutkundu. Bakışlarının ağırlığı yüzünden dudaklarıma onlarca iğne batırılıyormuş gibi hissediyordum. Günlerce susuz kalmışçasına boğazım kurumuştu.
“Adrian,” diye fısıldadım. Sesimin çıktığından bile emin değildim. Gözlerim kısacık bir an gözlerine değdiğinde renginin koyulaştığını fark ettim. Tüylerim diken diken olurken ürperdim. Birbirimize yakınlaşıyorduk. Bu o kadar ağırdı ki yüzyıllar sürecekmiş gibi hissediyordum ve geçen her saniye içimde kaynağı belirsiz volkanlar patlıyordu. Beynimin içi uğultularla doluydu. İlerlediğim yolun sonunu görmek isteyen tarafım güçlüydü, ancak buna dur demek için çırpınan yanımı da yok sayamazdım. Ama ben beni rahatsız eden tüm sesleri kapatmayı seçtim. Ona çekilmeme neden olan bir büyü varmış gibi bu ana kapılmıştım.
Sıcak ve hızlı nefeslerimiz birbirine karışacak kadar yakınlaştığımız sırada dış kapının gürültüyle çalındığını işittim. Tanıdık bir ses Adrian'a seslendi. Gelişen olay aramızdaki çekimi aniden sonlandırdığında ne yaptığımızı ancak fark ediyormuş gibi ikimizde şaşkındık. Hızla birbirimizden ayrıldığımızda ayakta kalabilmek için masaya tutunmak zorunda kalmıştım. Tanrım, bacaklarım titriyordu ve bu içki yüzünden değildi.
Adrian az önceki anın etkisinden kurtulmak istercesine kafasını bir iki kez iki yana salladı. Cam mavisi gözlerinde karanlık bir bakış vardı. Yüz çizgileri sertleşmiş, bakışları donuklaşmıştı. Az önceki andan hoşlanmadığını anlamak içimde bir yeri sızlattığında hızla gözlerimi kaçırdım. İşin aslı ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Bir an için onu öpmek yapmam gereken tek şeymiş gibi hissetmiştim ve beni saran etkiye teslim olmuştum.
Bu bir hataydı.
Bu büyük bir hata olacaktı.
Neyse ki kapıyı kırmak istercesine çalan Leo duruma el atmıştı. Onun buradaki varlığını hatırlamak gerilmeme neden olurken dış kapının büyük bir gürültüyle ardına çarpmasını işittim. Devamında Leo'nun öfkeli sesi yükseldi.
“Siktir, eve neden giremiyorum? Adrian, ne boklar yiyorsun? Eğer kızı eve atıp yüzyılın patlamasını yaşamaya niyetin varsa hemen şimdi buradan toz olabilirim?”
Adrian’ın gözlerini devirdiğini hissettim. Bana bir şey söylemeden mutfaktan çıkıp, “Toz ol,” diye homurdandı. Ayaklarımı sürüye sürüye peşinden ilerledim. Sorun şuydu ki tüm vücudum uyuşmuş gibiydi ve tek istediğim sıcak bir ortamda deliksiz uyku çekmekti.
“Hadi ama! Hâlâ giyiniksin!”
Leo'nun sözlerine bu kez göz deviren bendim. Mutfaktan çıkıp odanın içerisinde ilerlemek yerine kapı ağzında dikildim. Adrian elindeki kibritle odanın dört bir tarafında bulunan mumları yakıyordu. Ne ara havanın karardığını bile anlayamamıştım ama güneş yeni batmışa benziyordu, kızıllığı hâlâ yeryüzünü aydınlatıyordu ancak artık yetersizdi.
Leo, “Hey, merhaba, Bayan İsmini Hatırlamayan,” dedi karışık saçlarının üzerinde öylesine duran fötr şapkayı eline alıp reveransa benzer bir hareketle beni selamlayarak. Donuk bakışlarımı yüzüne sabitlemekten başka bir şey yapmadım. Tanrım, hâlâ ödümü patlatıyordu. Değişen yüzü gözlerimin önündeydi ve bunu kolay kolay atlatamayacağım ortadaydı.
“Hmm,” diye mırıldanarak beni tepeden tırnağa süzdüğünde gerildiğim açıkça ortadaydı. “Kan kokusu alıyorum,” dedi hemen sonra. Yutkunamadım. Korkuyla kesilen elimi arkamda saklayıp diğer elimi üzerine bastırdım. Artık kan akmıyor olsa da tenimde kurumuş kan izleri açıkça görünüyordu.
“Kes şunu,” dedi Adrian sertçe. Uyarısı keskindi, ancak Leo bundan etkilenmişe benzemiyordu. “Ne var Ad? Eğleniyorum işte.”
Adrian birkaç mumu yakarak odayı aydınlatma işini hallettikten sonra elindeki kibriti şöminenin üzerindeki rafa vururcasına koyup hemen yanında duran içki şişelerinden birini kaptı. Birkaç yudumda benim dünyamı tersine döndüren içki onu hiç etkilemiyor gibiydi. Şöminenin önündeki sandalyelerden birine otururken, “Kendine eğlenecek başka bir şey bul,” dedi aynı terslikle.
Leo ellerini pantolonunun ceplerine sokarak gülümsedi. Omzunu kapının pervazına yaslarken Adrian ile benim aramda gözlerini gezdiriyordu. “Bu onunla ben eğleneceğim demekse tabii ki, aradan çekiliyorum dostum.”
Adrian hiç ummadığım şekilde cevaplandırdı. “Evet, toz ol.”
“İşte bu gerçekten şaşırtıcı.”
“Siktir Leo, seninle uğraşacak havada değilim. Başıma sardığın cadı yüzünden buraya hapsoldum. Onu elime geçirdiğimde neler yapacağımı biliyorsun değil mi?”
“Sanırım arkadaş listemden Aissa'nın adını silsem iyi olacak,” diye kendi kendine mırıldandı. Ne kadar çehresi ciddi görünse de dudağının kenarındaki minik kıvrım kendini belli ediyordu. Aissa'nın bizi buraya tıkması onu eğlendirmişe benziyordu.
“Ona durumdan bahsettiğimde akşam olana kadar beni beklemesini söylemiştim. Ama yavru cadının beni dinlemeyeceğini bilmem gerekirdi.”
“Gündüz dışarıya çıkamıyor musun?” diye birden sordum. Soru dudaklarımdan döküldüğü an kelimeleri toplayıp geri çekmek istesem de artık çok geçti, kendimi tutamamıştım.
Leo bana genişçe gülümsedi. Nedense yüzünde sürekli asılı olan gülümsemelerinin gözlerine ulaşamadığını hissettim. Sanki bunu maske gibi kullanıyordu.
“Demek benimle konuşmaya karar verdin,” dedi ondan uzak durduğumu kaçırmadığını belli ederek. “Sanırım seni sandığımdan daha çok korkuttum değil mi? Üzgünüm, böyle olmasını istememiştim. Sadece vereceğin tepkiden sonuç çıkartabileceğimi düşünmüştüm. Her neyse... Benden korkmana gerek yok,” dedi güven verircesine. Ona güvenebilir miydim buna şu an için verecek cevabım yoktu.
“Soruna gelecek olursak evet, gündüz dışarı çıkmam. Ben karanlığın çocuklarındanım.”
Tüylerim diken diken olurken kafamı kısaca sallayıp gözlerimi kaçırdım. Hiç değilse filmlere konu olan efsanelerin bazı noktaları gerçeğe dayanıyordu. Birden sormak istediğim onlarca soru olduğunu fark ettim. Ama şimdi bunun sırası olmadığını biliyordum.
Adrian, “Liya’yı bul, gelip şu sikik engeli kaldırsın. Eğer gelmeyi kabul etmezse onu,” derken elindeki şişenin ucuyla beni işaret etti. “Öldürdüğümü kardeşine iletsin.”
Tepeden tırnağa titredim. Ürkekçe mutfağın içerisine doğru iyiden iyiye çekilirken onun soğukkanlı bir cani olduğunu düşünüyordum. Kahrolası adamla az önce tuhaf bir anın içerisinde ve öpüşmek üzereydik! Şimdi nasıl oluyor da aramıza kilometrelerce mesafe sokabiliyordu? Üstelik benden değersiz bir varlıkmışım gibi bahsediyordu. Onun bana değer vermesine ihtiyacım yoktu ama yine de aptal, sinir bozucu bir his etrafımı sarmıştı ve içimde bir yer buna kırılmıştı.
“Maalesef dostum,” dedi Leo omuzlarını havaya kaldırarak. “Aissa'yı almak için evlerine uğradığımda Liya dışarı çıkıyordu ve kardeşinin peşinden gideceğini söyledi.” İçeriye girmesini engelleyen görünmez duvarı eliyle yokladı. “Kaç gün daha bu fare deliğinde kalacaksın?”
Adrian cevap vermek yerine homurdandığı için Leo'nun ilgisi bana döndü. “Sen de mi dışarı çıkamıyorsun?” Kafamı iki yana salladım. “Aissa neden böyle bir şey yaptı? Hem de Ad'in tepki vereceğini bile bile.”
“Sanırım ben iki dünya arası yolculuk yapmışım. O da durumu çözene kadar kaçıp gitmeyeceğimden emin olmak istedi,” dediğimde Leo'nun kaşları havalandı, ancak yüzünde şoka uğradığını belli eden herhangi bir ifade belirmedi.
“Böyle bir olayı daha önceleri sıkça duymuştum,” dedi beni şaşırtarak. “Ama artık o taraftan buraya gönderilecek varlık kalmadığı konuşuluyordu.”
Adrian benden önce davrandı. “En son ne zaman?”
“Yüz elli sene kadar önceydi sanırım. Kurtların soyundan birisiydi.”
“Nasıl gönderildiğini de biliyor musun?”
“Ve nasıl geri dönebileceğini?” diye hızla atıldım. Leo geniş gülümsemelerinden birini bahşetti.
“Durumun böyle olduğunu bilseydim Aissa'ya gerek kalmazdı belki de, ha?”
“Beni korkutmak yerine yardımcı olmayı deneseydin bu eve tıkılmış da olmayacaktım,” diye homurdandım. Ani çıkışım karşısında bozulmadı.
“Bunu sürekli yüzüme vuracaksın değil mi? Bir kez daha ve son kez daha üzgünüm, Bayan İsmini Hatırlamayan. Ad seni birinin gönderdiğini söyleyince aklımda daha farklı seçenekler belirmişti.”
“Her neyse,” diye geçiştirdim. Şu anda merak ettiğim daha önemli konular vardı. “Nasıl geri dönebilirim?”
“Hey, o kadar da uzun boylu değil, kızıl. Bunu bilmiyorum ve geri dönen birini de duymadım.”
Heyecanlı bekleyişim birden söndü. Hızlanan kalp atışlarım ağırlaştı. Umut illet bir hastalıktı ve ona kapılmak çok kolaydı. Hele de karanlık bir çukurun içindeyken üzerime vuran her ışığı çıkış yolu sanmam normaldi ama sonunun hayal kırıklığı olarak bitmesi acıtıyordu.
Adrian, “Hiç yakından tanık olduğun oldu mu?” diye sorarken ben artık buz parçasından farksız olan tenimi ısıtmak istercesine kollarımı ovaladım. Nasıl geri dönecektim? Ve asıl soru kime, kimlere geri dönecektim? Hiçbir şey hatırlamamak artık çok can sıkıcı olmaya başlamıştı.
Leo benim aksime başından geçen olay sanki dünmüş gibi hatırlamakta zorlanma belirtisi göstermeden konuştu. “Biriyle karşılaşmıştım. Şaşkın, kendi nefesinden korkan toy bir çocuktu. Onu gördüğümde soyuna yakın bir ormanın içerisinde nereye gittiğini bilmez bir hâlde yürüyordu. Daha önce iki dünya arasında geçişlerin olduğunu bildiğim için onu soyunun önde gelenlerine yöneltmiştim ve aklı başında gibiydi. En azından ismini hatırlıyordu; Noah.”
Bana attığı taş karşısında homurdandım. “Belki de kafamı çarpmışımdır, olamaz mı?”
“Olabilir, sakarsın,” dedi Adrian hızla. “Seni bulduğumda kendinden geçmiş gibiydin.” Sonra duraksadı. “Ama kafanı çarptığına dair herhangi bir iz yoktu.” Omzunun üzerinden dönüp bana baktı. Gözlerinde alay vardı. “Yine de bunu başaracak potansiyelin olduğu su götürmez.”
Dişlerimi sıktım. Boğazına geçirmek istediğim parmaklarımı kendi tenime saplayarak bu isteğimi bastırmaya çalışırken ona kötü bir bakış attım. Sinir bozucu herifin tekiydi.
“Ad, bu kızılın damarlarında dolanan kanın kokusu tıpkı insanlarınkine benziyor,” dedi Leo yaslandığı kapıdan beni izlerken. Sarı saçlarının üzerinde yamuk şekilde duran fötr şapkası ona coşkulu ve çapkın bir imaj ekliyordu.
“Başka ne olacaktı? Sizin gibi canavar olmadığım için ne şanslıyım!”
Adrian’ın bana bakan gözleri tehlikeli şekilde kısıldı. Tepeden tırnağa beni tararken yutkunduğumu ona belli etmemeye çalıştım. Bakışları kollarımın üzerinde uzunca dolandıktan sonra birden ayağa kalkmasını beklemediğim için irkilmekten kendimi alamadım. Bana doğru hızlı adımlarla yaklaştığını izlemek kalbimi tekletiyordu. Ne yapacaktı? Bana saldıracak mıydı? Onlarca düşünce aklımda dolanırken o bir adım ötemde durdu. Sol elinde içki şişesini tuttuğu için boşta duran sağ elini bana doğru uzattı. Tanrım, ayaklarım donmuş gibiydi, kıpırdayamıyordum. Zihnimin gerisinde tehlike çanları çalıyordu ve korku yine her yerdeydi.
Adrian parmaklarının tersiyle yüzüme dokundu. İrkildim, gözlerim olabildiğince büyüdü. O ise yakaladığı deney faresini incelermiş gibi bakıyordu. Dipleri daha koyu, uçlarıysa griye çalan kaşları çatıktı. Karşısında kıpırdayamaz bir hâlde öylece dikilmeye devam ederken bu kez hedefini çıplak kollarıma yöneltip parmaklarının tersini dirseğimin biraz üzerine sürttü. Garip bir akımın tenime yayıldığını hissettiğimde ancak hareket edebildim ve biraz da olsa geri çekilmeyi başarabildim.
“Titriyorsun,” dedi düz bir bakışla. “Neden?”
“Ev çok soğuk, üşüyorum,” diye söylendim. “Ve üzerimde kahrolası bir gecelik var. Hayır, üşümüyorum, resmen donuyorum!”
“Durumun bu kadar kötüyse her şeye laf yetiştiren çenen bunu neden söylemiyor?”
Gözlerimi kısıp tıslama benzeri bir ses çıkardım. Burada kaldığım kısacık sürede yabanileşmeye başladığımı hissediyordum. Vahşi hayvanlar gibi hırlamak da neyin nesiydi?
Adrian, “Korkudan titrediğini düşünmüştüm,” diyerek bana ardını dönüp yeniden şömineye doğru ilerledi. “Şaşırtıcı ama cesursun, tüm zayıflıklarına rağmen, ilginç.”
Çıplak sırtına diktiğim gözlerimden ateş çıktığını ve tenini yaktığını hayal ederken Leo sırıtarak sessizliğini bozdu. “Pek sanmıyorum, Ad. Kalbinin delirmiş gibi atıyor olmasını duysaydın asla cesur olduğunu düşünmezdin. Bu yaralı kızıl feci ürkek.”
Yüzümü ekşittim. “Yani doğru, öyle mi? Her sesi duyabiliyorsunuz?” diye sorduğumda yine merakım ağır basmıştı. İşin aslı bir de konuyu kapatmak için bunu sormuştum.
“Hayır tatlım, bu da nereden çıktı? Her sesi duymak mümkün değil,” derken kafasını da omzunu yasladığı pervaza yasladı. “Ancak kan ile ilgili her şeyin kokusunu alabilir, sesini duyabilirim. Benim tek odak noktam kan, anlatabildim mi?”
Robot gibi kafamı sallamakla yetinirken üzerime gelen şeyi son anda fark ederek şoka uğradım. Yüzüme gelen kalın battaniyeyi havada yakalamak için geç kaldığım için doğruca suratıma çarpmasına engel olamamıştım ama hiç değilse yere düşmesine izin vermemiştim, çünkü yere düşen bendim ve battaniye de üzerime düşmüştü.
“Siktir, bu neydi?” diye bağırırken Adrian durumu beğenmediğini belli edercesine kafasını iki yana salladı.
“Reflekslerin çok zayıf.”
Ona düşmanca bir bakış atıp, “Çünkü kafam kıyak,” diye çıkıştım. “Verdiğin şu aptal içki yüzünden ayakta bile zor duruyorum.”
Beni umursamadan kalktığı yere geri oturdu. Tanrım, onu pataklamak istiyordum. Tırnaklarımı göğsüne geçirip boydan boya tenini ikiye yarmak istiyorum. Hırsla üzerime attığı ve yere düşmeme neden olan battaniyeyi çekiştirdim. Battaniyeyi Adrian'mış gibi hayal ettiğim için haddinden fazla sert davranıyordum. Normal bir anda olsaydık battaniyeyi yere atar ve üzerinde tepinirdim ancak şu anda ne yazık ki ona ihtiyacım vardı. Çünkü gerçek anlamda soğuktan donmak üzereydim ve uzuvlarımı vücudumdayken seviyordum, donduğu için kesilirken değil.
Ben ayağa kalmak ve battaniyeyi omuzlarıma dolamak için tepinirken Leo hâlime gülmekten çekinmiyordu. “Sanırım yakmak için odun bile alamıyorsunuz.” Kafasını ağır ağır iki yana salladı. “Aissa, Aissa... Seni küçük cadı.”
“Evet, bizim için biraz odun getirmeye ne dersin?”
“Ah, hiç sanmıyorum. Buradan bakınca çok sevimli duruyorsunuz.”
“Biliyor musun, sen de en az onun kadar götün tekisin!” dedim yüzüme düşen saçlarımı sertçe geri ittiğim esnada. Leo sanki ona iltifat etmişim gibi kahkahalara boğulurken köşedeki minderinin üzerinde yatan ve bana düşman bakışlarını atmayı ihmâl etmeyen köpekse hırladı.
“Şuna bakın hele. Bana korkuyla bakan insancık nereye kayboldu?”
Alayına karşılık sessizce homurdandım. Çünkü ne kadar sarhoş sayılacak olsam da hâlâ Leo'dan korkuyordum ve yüzüne yüzüne konuşmaktan çekiniyordum.
“Kan emici canavar.”
Adrian sanki dediğimi duymuş gibi bana yandan bir bakış attı. Hızla gözlerimi kaçırdım. Ve o an aklımda bir ampul yandı. Belki de asıl korkmam gereken kişi Leo değildi. Belki de henüz ne tür bir varlık olduğunu bile bilmediğim Adrian'dan korkmalıydım.
“Her neyse Ad, dediğim gibi kanı insan kanı gibi kokuyor ama o buraya, senin çevrene düştü. Soyundan olabilme ihtimali var mı? Çünkü bildiğim kadarıyla bu tarafa gönderilenler kendi soylarına yakın yerlerde bulunuyor.”
Adrian kendinden emin bir şekilde cevaplandırdı. “Hayır, bizden değil.”
“Belki de çatlak Sharon'la ilgilidir?”
“O insan,” diyerek keskin bir sınır çekti. “Sharon'la o yönden ilgisi olamaz.”
“Hmm insan olduğuna emin olmak için kanının tadına mı baksam?” dedi Leo dilini dudaklarının üzerinde gezdirerek. Şu anda oldukça sinsi ve tehlikeli görünüyordu. Ona dehşetle baktım.
“Asla olmaz! Unut bunu seni kaçık!”
“Leo,” dedi Adrian uslanmaz çocuğuna bıkmış bakışlar atan anneler gibi. “Neden gidip şu lanet cadılara yardım etmiyorsun? Ne kadar çabuk geri dönerlerse o kadar az arkadaş kaybetmiş olursun.”
“Tamam, tamam. O iki cadıyı senin ellerine bırakacak kadar kötü değilim,” dedi hızla. Bunu Adrian'a takıldığı için mi söylüyordu yoksa gerçekten mi bahsediyordu emin değildim. “Her ne kadar Aissa'ya beni beklemediği için kızgın olsam da ve Liya'nın yerinde durmak bilmeysen sivri dilini koparmak istesem de onları seviyorum. Bu yüzden,” diyerek yeniden şapkasını eline alıp bize reverans yaptı. “Size iyi geceler. Ve sen Bayan İsmini Hatırlamayan umarım geri döndüğümde hâlâ yaşıyor olursun.”
Aldığım nefes boğazıma tıkanırken Adrian, “Toz ol,” diye söylendi. Birden Leo'nun gitmesini istemediğimi fark ettim. Adrian benim için harekete geçse, Leo bana yardım eder miydi emin olamasam da yanımda bir başkasının varlığının olmasına ihtiyacım vardı. Ancak ben daha tek kelime edemeden Leo gözden kaybolmuştu. Gürültüyle yutkundum. İşte yine Adrian ile baş başaydık.
Tamam, onun tehlikeli biri olduğunu unutmak benim hatamdı. Bana zarar verecek bir şey yapmadığı için onu iyi biri olarak düşünmemeliydim. Her an her şeyi yapabilirdi ve işin kötüsü benden güçlüydü. Benden katbekat güçlüydü. Onun için kafasının etrafında uçuşan sinir bozucu sinek gibi bir şeydim. Kanatlarımı yolması ya da beni duvara yapıştırması tek hamlesine bakardı.
Adrian yerinden kalkıp dış kapıya doğru ilerledi. Bir kez daha o kapıyı tüm umutlarımı yıkarcasına gürültüyle üstüne vurup bana döndü. Artık karşılıklı duruyorduk. Bağladığı saçlarından bir tutam özgürlüğünü ilan etmiş ve yüzüne doğru düşmüştü. Gri saçları ve cam mavisi gözleriyle bütünleşen beyaz teni bile onun uzak durulması gerekilen bir varlık olduğunu belli eder nitelikteydi.
“Rheana ne düşünüyorsun?”
Ona bana bu isimle seslenmeyi kesmesini söylemek istesem de aralanan dudaklarımdan, “Etrafında uçuşan bir sinek olduğumu,” cümlesi döküldü. Kaşları havalandı.
“Ne?”
“Evet ve sen de beni ezeceksin, değil mi? Kanatlarımı kıracaksın.”
“Ne demek bu?”
Sakinleşmek adına derin bir solukla ciğerlerimi şişirdim. Omuzlarıma örttüğüm battaniyeye can simidimmiş gibi sarılmıştım. “Neden Leo senden korkunç biriymişsin gibi bahsediyor? Her an birini öldürecekmişsin gibi?”
Yüzü sertleşti. Çenesinin kasıldığını fark ettim. “Çünkü ben korkunç birisiyim. Her an birini öldürebilecek şeytanım,” dedi buz gibi bakarak.
Kafamı iki yana salladım. “Beni korkutmak için böyle söylüyorsun.”
“Gerçeği söylüyorum. Benden korkmana ihtiyacım yok, benden korkmalısın.”
Yeniden kafamı iki yana salladım. İşte yine gözlerim doluyordu ve bu elimde olmadan gerçekleşiyordu. “Sana inanmıyorum.”
“Neye güveniyorsun da inanmıyorsun?”
“Hislerime,” diye fısıldadım.
Güldü. “Hislerine mi?”
Kafamı sallamakla yetindim. O ise yine aramıza kilometrelerce mesafe sokmuştu ve bir buz parçası gibiydi. Bu gibi anlarda gerçekten de her şeyi ama her şeyi yapabilecekmiş gibi soyut duruyordu.
“O zaman hayal kırıklığına uğramanın tadını çıkaracaksın.”
Yanağımdan bir damla kaydı. Sanırım ben bu dünyaya göre fazla yumuşak yürekliydim. Hayal kırıklığına uğrayacağım konusunda haklıydı ve işin kötüsü bunu bile bile umut etmekten vazgeçmeyecektim.
×××
Yanmayan şöminenin önündeki ahşap sandalyelerden birinde oturuyordum. Omuzlarımdaki ağır battaniyenin altına sığınmıştım ve avuçlarımın arasında yine ahşap bir kupa vardı. Saatin kaç olduğundan haberim yoktu, ancak gece yarısına yaklaştığını düşünüyordum. Sadece ince bir tülle örtülmüş pencerelerden içeriye sızan ay ışığı havanın açık ve berrak olduğunu belirtir cinstendi. Yine de sıcaklık derecesi benim için fazla düşüktü ve altımda topladığım ayaklarımı hâlâ ısıtamamıştım.
Adrian sessizi oynuyordu. Odada bulunan çalışma masasına çekilmiş, bir şeyleri yontup duruyordu. Sırtı bana dönüktü, bu yüzden yüz ifadesini göremiyordum ama hâlâ ciddiyetini koruduğundan emindim. Ondan korkmamı istiyordu ve aynı zamanda bana çay yapıyor, hiçbir şey söylemeden yanıma bırakıyordu. Tuhaftı. Sanki iki uçta yaşıyordu ve ortası yoktu. Yine de onun kötü biri olmadığını düşünen tarafım şu an için daha kuvvetliydi. En azından kendimi bunu düşünmeye zorluyordum, çünkü eğer onun kötü biri olduğuna inanırsam yaşayacağım ne olacak endişesi yüzünden kimsenin dokunmasına gerek kalmadan ölebilirdim.
Avuçlarımın arasındaki ahşap kupanın içerisinde yüzen bitkilere gözlerimi gezdirdim. İlginç bir tadı vardı. Eğer sıcak olsaydı müptelası olabilirdim ama şartlar yüzünden ne yazık ki soğuk içmek durumundaydım. Adi Leo odun verme zahmetinde bile bulunmamıştı. Kendi kendime sessiz bir homurtu çıkardım. Hâlâ zihnimin bulanık olduğu su götürmezdi. İçtiğim şey nasıl bir ağırlıktaysa etkisi devam ediyordu. Beynim sis bulutunun altında kalmış gibiydi. Eğer hâlâ bedenimde varlığını sürdüren korku hissi bu kadar güçlü olmasaydı daha çok saçmalayabilir ya da ortalığı batırabilirdim.
Gözlerim uyku isteğiyle yanıyordu. Dalıp gitmeme engel olan tek şey soğuktu. Eğer birazcık bile kendimi ısıtabilmiş olsaydım günlerce uyanmayacağım uykuya yatabilirdim. Ancak soğuk öylesine içime işlemişti ki bundan kurtulabilmek için şöminenin içerisine girip kendimi ateşe versem yeriydi.
İç çektim. Sessizlik sinirlerimi bozuyordu. Benimle konuşmaya pek de niyeti olmayan adamın sırtına gözlerimi diktim. Tanrım, hâlâ üstü çıplaktı ve üşüdüğüne dair tek bir belirti bile vermiyordu. Hatta tenine dokunsam delicesine arzuladığım sıcaklığa erişebilirdim.
Köşesinden kalkmak gibi bir zahmette bulunmayan Gece'yse kara gözleriyle beni izliyordu. Kafasını öne uzattığı patilerinin üzerine yerleştirmişti ve alttan alttan bana bakıyor, sanki yanlış bir harekette bulunmamı bekliyordu. Hayvanlarla aram nasıldı pek hatırlayamasam da Gece'yle samimi olamayacağımı anlamak zor değildi. Beni sevmemişti ve ben de onu sevmemiştim.
“Giyebileceğim daha kalın bir şeyler var mı?” dedim birden. Gözlerimi köpeğin üzerinden çekip, dakikalar süren sessizlikten sonra konuşmamı beklemeyen ve bu yüzden duraksayan Adrian'a çevirdim. Cevap vermeden önce derin bir nefes alarak omuzlarını şişirdi. “Senin için sabah banyoya kıyafet bırakmıştım,” dedi kaldığı yerden elindeki ahşabı yontmaya devam ederken. Dönüp bana bakmamıştı bile.
“Soldaki kapı.”
Çayımdan son bir yudum alıp kupayı kenara bıraktım ve yavaşça ayaklandım. Battaniyeden ayrılmaya henüz hazır olmadığım için onu da peşimden sürükleyerek banyoya doğru ilerledim. İçeride beni neyin beklediğini bile bilmiyordum. Hangi çağdan kalma bir banyoya karşılaşacağımı düşünürken Adrian'ın konuştuğunu işittim.
“Yanına mumlardan birini al.”
“Tabii ya,” diye kendimce homurdandım. Elektriğin bile olmadığı bu yerden çok da umutlu olmamalıydım. Adrian'ın çalışma masasının yanındaki komodinin üzerinde duran muma doğru ilerledim. Hâlâ bana bakmamakta ısrarcıydı. Göz ucuyla ne yaptığını kontrol ettiğimde yeni bir kupa yapmak için avucundaki ahşabı yonttuğunu gördüm. Belki de bana verdiği kupadan başka kupası yoktu. Bu kadar mı yalnızdı? Sıradan arkadaşı bile yok muydu? Zihnim bana Leo'yu hatırlattı, ancak emin olamadım. O vampirdi ve pek de bitki çaylarıyla arasının olduğunu sanmıyordum.
Dilimin ucuna onlarca soru dizilmesine rağmen hepsini yutmayı seçerek yeniden banyoya doğru ilerledim. Elimdeki mumun aydınlattığı ışıkla banyoya girdiğimde kesinlikle beklemediğim bir manzarayla karşılaşmıştım. Çok daha eski ve berbat bir yerle yüz yüze geleceğimi düşünürken ortada bulunan büyük küvet beni şaşırtmıştı. Küvetin önünde hasır küçük halılardan vardı. Köşede üst üste yerleştirilmiş raflarda havluların bulunduğunu fark ettim. Büyükçe olan perdesiz pencereden içeriye vuran ay ışığının aydınlattığı yerde tabure benzeri bir şey vardı ve üzerinde Adrian'ın bahsettiği kıyafet yığını duruyordu. Ayrıca küvet su doluydu. Sabah bana bunu ayarladığını söylemişti ve o an gidip duş almadığım için çok pişman hissediyordum. Muhtemelen küvetten buharlar bile çıkıyor olabilirdi. Bunu kaçırdığım için şimdi temizlenemeyecektim.
Tuvalet banyodan ayrı yerde bulunuyordu. Birkaç kez kullandığım için yerini biliyordum ama banyodan da oraya bir kapı açıldığını yeni fark etmiştim. Durumdan memnundum, çünkü tuvalet ihtiyacımı da gidermem gerekiyordu. Omuzlarımdaki battaniyenin yere düşmesine izin verdim ve mumu bırakmadan tuvalete açılan kapıya doğru ilerledim. İçeride alışageldiklerime benzeyen sadece daha az gelişmiş klozet vardı. Kullanmakta zorlanmamıştım. İşimi bitirip çıktıktan sonra banyoya geri döndüm. Mumu kapının olduğu tarafa dikkatlice bıraktım. Oluşan rüzgârdan dolayı üzerindeki minik alev dalgalandı. Gölgem banyonun içerisinde sağa sola savrulurken bir mucize olmasını dileyerek küvetteki suya parmaklarımı değdirdim. Tanrım, eğer bu suya girmek gibi bir çılgınlık yaparsam içerisinde buzdan heykelim oluşurdu.
Sıkıntıyla iç çekip küvetten uzaklaştım. Artık üzerime ikinci bir deri gibi yapışan lanet gecelikten kurtulmak istiyordum. İp askılarının omuzlarımdan düşmesini sağlayıp, tenimden yağ gibi kayıp gitmesine izin verdim. Gecelik ayaklarımın dibine düşerken geriye tatlı bir ürperti bırakmıştı. Alt iç çamaşırımı çıkarma gereği duymadan soğuktan titreyen bedenimle hızla tabureye ilerleyip Adrian'ın bıraktığı kalın yün kazağı elime aldım, yumuşacıktı. Giymeden önce kazağı burnuma doğru yaklaştırarak kokladım. Bu istemsiz yaptığım bir hareketti ve genelde bunu yapardım. Temiz olduğunu belli eden hafif bir kokuyla kaplıydı. Yumuşaklığına dayanamayıp yüzümü kazağa bastırdığım sırada bir kurdun uluduğunu duydum.
Sesi çok yakından geliyordu.
Kafam hızla pencereye doğru döndü. Kalp atışlarım hızlandı. Oradaydı, orada olduğunu biliyordum. Kazağı çıplak göğsüme bastırarak pencereye doğru ilerledim. Artık bacaklarım soğuktan değil, korkudan titriyordu. Nefes almayı bile unutmuştum. Ürkek adımlarla pencereye iyice yaklaştım ve yanılmadığımı anladım. Kurt tam karşımdaydı. Havaya saldığı soluğu ardında buğu bırakıyordu. Doğrudan bana bakan gözleri vahşiydi.
Ve bu kurt o gece ormanda gördüğüm kurttu.
Dehşet damarlarıma hızlı girişler yaptı. Bana öyle bir bakıyordu ki aramızdaki camı her an parçalayabilecekmiş gibiydi. Aissa'nın yaptığı büyüyü hatırlamayacak kadar korkuyla dolduğum için boğazımı yırtan çığlığımın dudaklarımdan dökülmesine izin verdim. Kurdun kehribar rengindeki vahşi gözlerinden kurtulmak istercesine gerisin geri kaçarken muma çarptım ve devrildiğini işittim. Etraf bir anda karardı. Geriye pencereden içeriye dolan ay ışığı kaldı. Kurt bir kez daha uludu ve ben bir kez daha çığlık attım. Sonra banyonun kapısı açıldı ve o tanıdık ses kulaklarıma doldu.
“Rheana!”
Tek kurtuluşum oymuş gibi hızla Adrian'a atıldım ve tüm gücümle ona sarıldım. Beni anında kollarının arasına çekti. “Rheana,” dedi yeniden. Sesinde endişe vardı. “Neler oluyor?”
Kurt yeniden uludu, ancak bu kez sesi uzaktan geliyordu. Yine de tüm vücudumun kasılmasına ve sanki mümkünmüş gibi daha çok Adrian’a sığınmama neden olmuştu. Teni sıcaktı ve bir kaya kadar sertti. Gerginliğini hissettim. Olayı kavramakta zorlanmadığı açıktı.
“Şşş, sakin ol,” dedi beni yatıştırmak istercesine yumuşak bir sesle. Ama ben o sesin altındaki tehlikeyi sezmiştim. Evinin etrafına kadar sokulan kurt onu da rahatsız etmişti.
“Peşimde, Adrian, benim peşimde!”
“Rheana korkma, içeri giremez,” derken elini çıplak sırtımda kaydırdı. Benim aksime çok sakin görünüyordu ve bu sayede omuzlarıma binen dehşetten yavaş da olsa sıyrılmaya başlamıştım.
“Ayrıca içeri girebilse bile bana karşı şansı olamaz,” diyerek keskin bir çizgi çekti. Bu durumda daha çok korkmam gerekirdi, çünkü daha tehlikeli bir adamın kollarındaydım ama ben korkmak yerine güvende hissetmeye başlamıştım. Yine de kalbim hâlâ deli gibi atıyordu ve aldığım soluklar, yaşadığım dehşetten ötürü ciğerlerimi doyurmaya yetmiyordu.
Üstelik bu tehlikeli adamın kollarında çıplaktım.
Çıplak göğüslerim çıplak göğsüyle bütünleşmişti. Teninin sıcaklığı, tenimin soğukluğuna karışıyordu. Yutkunamadım. İçime çektiğim nefes boğazımda takılı kaldı. Başımdan aşağıya boşalan bir kova kaynar suyun geçtiği yerleri yaktığını hissettim. Titreyen bedenim var olan durumumuzun farkındalığıyla taş kesildi. Banyo karanlıktı, içeriden gelen zayıf mum ışığı ve pencereden vuran ay ışığı pek de işe yaramıyordu. Beni bir gölge gibi görmüş olabilirdi ancak şu an tüm ayrıntıları hissettiğine emindim, çünkü ben hissediyordum.
Adrian, “İzin ver,” diyerek benden uzaklaşmak istediğinde, “Lütfen beni bırakma,” diye karşı çıktım. Sanırım yere düşürdüğüm kazağı almak istemişti ama şu anda neredeyse çıplak olmama rağmen kısacık bir anlığına bile ondan ayrılamayacak kadar korku doluydum. Bana anlayış gösterdi.
“Dün geceki kurt muydu?”
Kafamı sallamakla yetindim. Alnım göğsüne sürtündü. Sırtımdaki elinin tenime battığını hissettim ve o an fark ettim ki Adrian kızgındı. Bunu sakinlik maskesi altında kamufle ediyordu. Kurdun bu ani ziyareti ve evine kadar sokulması onu öfkelendirmiş olmalıydı. Sonuçta kimse davetsiz misafirleri sevmezdi.
“O cadıyı beni buraya hapsettiği için öldüreceğim,” diye ağzının içerisinde homurdandığını işittim. Birini öldürmekten çok basit bir şeymiş gibi bahsetmesi karşısında ürperdim. Bendeki dalgalanmayı hissetmiş olmalıydı ki duraksadı, dişlerini sıktığını görmesem de biliyordum.
Sonra Adrian birden beni kucakladı. Kollarımla göğüslerimi gizleyerek ona sokulmaya devam ettim. İçmiştim, korkmuştum ve utanmıştım. Aynı anda yaşadığım bu duyguları kaldırması zordu. Gergindim ve fark etmiştim ki Adrian da gergindi. Yüzümü göğsünde sakladığım için verdiğim her soluk tenine çarpıyordu ve bu olay her tekrarlandığında teni kasılıyordu.
Daha önce hiç girmediğim odalardan birine girdiğimizi hissettim. Birkaç adım sonra beni yavaşça yumuşak bir yatağın üzerine bıraktı. Sıcak göğsünden ayrılıp yatağın soğukluğuyla kucaklaşmak beni titretti. Kollarımla kendimi saklarken pencereden vuran ay ışığının yetersiz ışığı altında hareket eden gölgesini izledim. Hafifçe üzerime doğru eğilip kenarda duran yorganı bedenime örttü. Geri çekilmedi, biraz sonra elini saçlarımda hissettim. Gözlerim kapanırken yatağa iyice gömüldüm.
“Korkma, Rheana,” dedi fısıltıyla. “Ben buradayım.”
Hiçbir şey söyleyemedim. O da cevap beklemeyerek yavaşça geri çekildi. Adımlarının kapıya doğru yöneldiğini duydum. Gök homurdanırcasına gürüldedi. “Gitme Adrian, lütfen,” dedim birden. Durdu. Omzunun üzerinden dönüp bana baktığını görmesem bile biliyordum. Kaşlarını çatmış olmalıydı.
“Bu gece yanımda kalır mısın?”
Gözlerimi daha sıkı yumdum ve beni reddetmesini bekledim. Bebek bakıcılığı yapmayı isteyeceğini sanmıyordum. Şu anda berbat bir hâldeydim yanımda birinin olmasına ihtiyacım vardı. Yarın olduğunda bugün olan her şey için pişman olabilirdim ama yarına kadar omuzlarımdaki yükün altında kalabilirdim.
Adrian hiçbir şey söylemedi. Umursamadan çekip gideceğine kanaat getirdiğim sırada adımlarının yeniden yatağa yöneldiğini işittim. Kendi kulaklarıma bile ulaşamayan bir sesle, “Teşekkür ederim yabancı,” diye fısıldadım. Olumlu karşılık almanın verdiği rahatlıkla vücudum gevşedi ve aynı esnada yatağın kenarı aşağı çöktü.
Adrian yanıma uzanmıştı.
×××
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |