8. Bölüm

7. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Dokuz yaşlarındaydım. Büyükannemin çiftlik tarzı evi vardı ve her hafta sonunu orada değerlendirmeye bayılırdım. Benim için yaban mersinli kek yapardı. Ayrıca yatağa girdiğimde bana kendi uydurduğu masallardan anlatırdı. Bilinçaltıma yerleşen tatlı masallarıyla uykuya dalardım ve rüyamda o masalın içerisinde olurdum.

Birlikte öğlen yemeğini yiyeli çok olmamıştı ama ben bir an önce gece olmasını ve yatağıma girip büyükannemi dinlemek istiyordum. Hevesim yüzümden okunuyordu. Sıcak yaz günlerinden birindeydik ve erkek kardeşim Lucas ile büyükannemin arka bahçesinde, elma ağacının altında oynuyorduk. Babam evin çatısındaki çatlakları onarıyordu ve annemse ona yardım ediyordu. Büyükannem de yanlarındaydı. Dedem çok uzun zaman önce aramızdan ayrılmıştı.

Oyun oynamaktan sıkılmaya başlamıştım. Sürekli kontrol ettiğim güneş bir türlü batmıyordu. Kendime vakit geçirecek bir şeyler bulmam gerektiğini düşünerek etrafımı kolaçan ettiğimde tepemdeki ağacın dallarından sarkan kızıl elmalar dikkatimi çekti. Babam işi bittiğinde onları toplayacağını söylemişti. Ona yardım edebileceğimi ve bu işi yapabileceğimi düşünerek ağaca yaklaştım. Lucas da durmuş ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu.

“Sepeti getirebilir misin Luci? Biraz elma toplayacağım.”

“Ama bu tehlikeli. Annem uyarmıştı,” diyerek bana hatırlattı. Henüz altı yaşındaydı ve onunla pek iyi anlaşabildiğim söylenemezdi. Beni anneme ispiyonlamasını istemiyordum.

“Hadi bir tane elma seç ve onu senin için alayım.”

Lucas'ı kandırmak işte bu kadar kolaydı. Hızla ayağa fırlayıp gözüne kestirdiği elmayı işaret etti. Biraz uzak daldan seçmişti. Yine de bozuntuya vermeyip ağaca tırmanmaya başladım. Bu işte pek iyi sayılmazdım, daha önce sadece birkaç denemem olmuştu. Ama hevesliydim ve bunu başarmak istiyordum. Ağaç ince gövdesine rağmen sık dallıydı ve beni biraz yormuştu. Sürekli ya tişörtüm ya da saçlarım dallarına takılıp duruyordu. Yılmadım, bunu aklıma koymuştum.

Lucas'ın işaret ettiği elmayı alabilmek için ince dalın üzerine basarak ilerledim. Bir başka ince dala tutunup dengemi sağlamaya çalışıyordum. Yeterince yaklaştığımı düşündüğümde ellerimden birini çözüp elmayı almak için uzandım ve işte bu hareket bana pahalıya patladı. Dengemi kaybettim, ayağım kaydı ve kendimi düşerken buldum. Bedenimi çizen dalların acısıyla inlerken benim çığlıklarıma karışan annemin çığlıklarını işittim.

“Kiara! Aman tanrım, Kiara!”

Kiara...

Oksijen tüpü olmadan suyun altında uzun süre nefessiz kalmış ve mucizevi şekilde birden yukarı çıkmayı başarmış gibi ciğerlerimi havayla doldurarak gözlerimi açtım. Yerdeydim ve Adrian'ın kucağındaydım. Kalbim dehşetle atıyordu ve olanları kavramakta zorlanıyordum. Sesler hâlâ karmaşıktı, kimin konuştuğunu ayırt edemiyordum. Tek seçebildiğim Adrian'ın sesiydi. Beni kendime getirmek için uğraşıyordu.

“Rheana, hey, beni duyuyor musun?”

Ona sadece baktım. Yüzünü hatırlıyordum, rüyayı hatırlıyordum. Hepsini, her şeyi hatırlıyordum. Farkındalık tepeden tırnağa titrememe neden oldu. Bana bakan endişeli cam mavisi gözleri biraz sonra Victoria'yı bulduğunda, oradaki endişenin yerini vahşi bir öfke aldı. Yutkundum. “Adrian,” dedim sesimi kaybetmiş gibi fısıltıyla. Tüm o gürültüde beni duydu ve hızla bana döndüğünde gözlerinde yine endişe vardı. Gördüğüm o vahşi canavar geri çekilmiş, perdenin ardından bana bakıyordu.

“İyi misin? Dur, hemen kalkma,” diyerek beni sabit tutmaya çalıştı. “İyiyim,” dedim sesimi bulabilmek için birkaç kez öksürerek. “Kalkmama yardım et lütfen.”

Doğrulmamı sağladı, artık yerde oturuyordum. Etrafımdaki kalabalığın meraklı gözleri üzerimdeydi ve nihayet hepsi susabilmişti. Ancak Liya'nın Aissa'yla tartışması, Esta'nın Victoria'ya saldırgan sözleri hâlâ kulaklarımda uğulduyordu.

Esta, “Eee nedir durum? Hatırlayabildin mi?” diye sordu. Sesinde içten bir merak yoktu. Bana ne olduğu veya olacağıyla pek ilgilenmediği açıkça ortadaydı.

Adrian'a bakmamaya özen göstererek kafamı salladım. Onunla rüyada bile olsa biraz fazla yakınlaşmıştık ve bu sanki yeni olmuş gibi aklımdaydı.

“Adın ne?”

Aissa'nın sorusuna başka zaman olsa gülerdim ama şu an pek de gülecek hâlim yoktu. “Kiara.”

“Ohh, sonunda. Adını hiçbir zaman öğrenemeyeceğimi sanmıştım.”

Victoria beklemediğim bir anda, “Buraya nasıl geldiğini hatırlıyor musun kızım?” diye sordu. Hâlâ elinde tuttuğu kolyenin aşağı sarkan zincirine gözlerimi gezdirdim.

“Kasabamızda tuhaf şeylerle ilgilenen ve herkesin cadı gözüyle baktığı bir kadın vardı. Onun torunu benim arkadaşımdı,” dedim Danika'yı hatırlayarak. Tanrım, o bu işin neresindeydi? “Son görüşmemizde yanıma geldiğinde o kolyenin aynısından takıyordu ve ben üzerindeki kızıl taşın parladığını görmüştüm. Bunu ona söyleyince apar topar evden çıktı. Gece olduğundaysa Bayan Leanna tepemdeydi. O kolyeyi alnıma bastırdı ve gerisini hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda buradaydım.”

“Yani tüm bu tantananın kaynağı aptal bir iki dünya arası yolculuk muydu?” Esta gözlerini devirdi. Durumdan hoşnut olmadığı yüz ifadesinden belliydi. “Altından ciddi bir şeyler çıkmasını beklemiştim. Hâlâ sana baktığımda bir şey beni rahatsız ediyor.”

Onu umursamadım, kimse umursamadı. Victoria’nın donuk bakan gözlerine odaklandım, bana doğru düzgün açıklama yapmalıydı. Aklım iyice karışmıştı ve gerçeklikler sırayla yüzüme çarpıp duruyordu. Ah, ailemin yüzünü sonunda hatırlayabiliyordum. Ama bu iyi miydi emin olamamıştım, çünkü özlem bedenimi hızla sarmıştı.

“Elçilerden birine denk gelmişsin kızım,” dedi Victoria. “Seni ait olduğun yere, buraya göndermiş. Diğer dünyada bu kolyenin gücünü senin gibi sadece buraya ait olanlar görebilir.”

“Saçmalık, ben insanım!” diye çıkıştım. Hâlâ yerde oturuyordum ve Adrian da yanımdaydı. Ayağa kalkabilirdim. Tanrım, ayağa kalkabiliyordum! Ellerimle bacaklarıma dokundum ve parmaklarımın soğukluğunu hissedebildim. Çorabın ve giydiğim kazağın örtemediği diz kapaklarım oturduğum zemine değiyordu, zeminin soğukluğunu bile hissediyordum. Ben daha bunun şokunu dahi atlatamamışken Victoria’nın konuştuğunu işittim ve söyledikleri beni beynimden vurulmuşa çevirdi.

“Sen insan değilsin, cadısın,” dedi sıradan bir şeyden bahseder gibi. “Üzerinde yedi soyla mühürlenmiş büyü var, bu yüzden kimliğinin farkında değilsin.”

Esta, “İşte beni neyin rahatsız ettiğini anladım. Kahrolası cadılar,” diye homurdandı. Tyler ifadesizdi, sanki hiçbir şey onu şaşırtmaya yetmezmiş gibiydi. Aissa'nın heyecanını yüzünden okuyabiliyordum ve Liya sonunda bana ucubeymişim gibi bakmıyordu. Adrian ise... yanımdaydı ama yanımda değil gibiydi. Bana karşı soğuklaştığını hissettim, yine buz dağlarının ardına geçmişti.

Ayaklarımı yeniden hissedebiliyor olmanın verdiği şoku hızla üzerimden atıp ayağa fırladım. Tanrım, yeniden ayağa kalkmak müthiş hissettirmişti. “Benimle dalga geçiyor olmalısın,” dedim kavga ister gibi. “Cadı falan değilim ben.”

“Mührü çözersek bunu anlayacak-"

“Ben sadece geri dönmek istiyorum,” dedim elimde olmadan bağırarak. “Beni sadece geri gönder tamam mı? Lütfen, başka bir şey istemiyorum.”

Aissa merakla sordu. “Geri gidebilir mi? Bu mümkün mü?”

Hepimiz merakla Victoria'nın cevabını bekledik. Donuk bakışlarından geçenleri anlamak imkânsızdı. Kırışıklarla dolu yüzünde ne düşündüğüne dair en ufak bir iz bile yoktu. Sıradan bir günde onunla karşılaşsam yüzüne bakmaktan çekinirdim, sanki gözleri yüzyılları görmüş geçirmiş gibi ürkünçtü.

“Onu geri gönderebilirim,” dedi bir an sonra. Kalbim heyecanla çarptı. Ancak rahat bir soluk alabildim. “Ama bu büyüyü yapabilmem için üzerindeki kalkanı kaldırmam gerekiyor. Aksi hâlde sana büyüm etki etmez.”

Aissa hepimizin aklındakini sordu. “Bu kalkan olayı da neyin nesi? Kim ona böyle bir şey yapmış olsun ki?”

“Bunun cevabını ancak kalkanı kırınca öğrenebiliriz,” dedikten sonra Adrian'a döndü. “Ve şeytanla ne gibi bir bağı olduğunu da ancak o zaman öğrenebiliriz. Sizi birbirinize çeken bir şey olmalı, yanına düştüğüne göre.”

Hatırladığım rüya yüzünden yanaklarım ısınırken Adrian'ın yumruklarını sıktığını fark ettim. Durum hoşuna gitmemişe benziyordu. “Sana neden güveneyim?”

“Ben benden olanı korurum,” dedi Victoria arkamda olduğunu hissettirerek. “O, benim soyumdakilerden ve benim soyumdan olan herkese yardım ederim.”

“Her zamanki sikik cadı zırvalıkları,” dedi Esta kendi kendine. Kısık sesle söylese de yanımda olduğu için onu duyabilmiştim.

Yaşlı kadın, “Yedi soyu temsil edecek yedi cadıya ihtiyacım var,” diye devam ederek bu kez Aissa'ya döndü. “Biri de senin soyun kızım.”

Liya sanki ona küfredilmiş gibi birden öfkelendi. “Asla olmaz, izin vermiyorum, asla!”

“Liya sakin ol lütfen-"

“Hayır, Aissa! Bu kadarına izin veremem. Sen Grilfin’lerin sonuncularındansın. Kendini düşünmüyorsan yok olmak üzere olan soyunu düşünmek zorundasın. Ne zamandan beri üç kız kardeşten birine güvenecek kadar aklını kaybettin?”

“Yardım etmek istiyorum-"

“Asla olmaz!”

Victoria ikili arasındaki çekişmeyi sonlandırmak istercesine, “Kalan altı soydan birilerini ben ve kız kardeşlerim bulacağız Aissa,” dedi topu ona atarak. “Yarın gece Ancumah Tapınağı'nın orada sizi bekliyor olacağım.” Başka bir şey söyleme gereği duymadan ağır adımlarla ve asasını yere vura vura evden çıkıp gitti. Ben öğrendiğim şeylerin şokunu yaşarken Aissa ve Liya hâlâ tartışıyordu. Liya onu bu işe sokmamakta kararlıydı ve anlam veremediğim şekilde Aissa yardım etmekte ısrarcıydı. Sonunda tartışmalarının sona ermeyeceğini anlayarak Aissa özür dileye dileye Liya'yı da peşinden sürükleyerek evden çıkardı.

Esta, “Sorunlu sürtük,” derken Liya'dan bahsettiğini anlamıştım. "Oyuncağını elinden alacağız diye ödü patlıyor.”

“Aissa kadim soylardan gelen bir cadı ve Grilfin'lerin sonuncusu sayılır. Ben ondan başka Grilfin'le tanışmadım. Bu yüzden Liya'nın endişesini anlayabiliyorum,” dedi Tyler sakinliğini bozmadan.

“Bana Liya'yı mı savunuyorsun?”

“Ne? Hayır. Tepkisi anladığımı belirtmek istemiştim.”

“Baksana, sen zaten herkesi anlıyorsun,” dedi Esta homurdanarak. Devamında getirdiği cümlede ses tonu düşük, sanki kırgınlık doluydu. “Benden başka herkesi.”

Tyler çaresizce, “Esta,” diye sayıklamıştı ki Esta elini kaldırarak onu durdurdu. “Burada işim bitti. Yarın gece toplanılacaksa bana haber verirsin Adrian.”

Başka bir şey söyleme gereği duymadan evden çıkıp gitti. Tyler'ın gözlerindeki hüzün boğazımı düğümlerken onun da hızlı adımlarla evden çıkışını izledim, Esta'ya yetişmek ister gibiydi. Giderken Adrian'la göz göze gelmiş ve aralarında geçen sözsüz muhabbetten sonra Adrian kafasını sallamıştı. Birbirlerini bu kadar iyi anlıyor olmaları bana uzun zamandır dost olduklarını düşündürtmüştü.

Sonunda yeniden Adrian'la baş başa kalmış olmak beni nedensizce tedirgin etmişti. Yanımdaki varlığından akan soğukluğu hâlâ hissedebiliyordum. Üstelik artık gitmem gerekiyordu, burada daha fazla kalamazdım. Tırnaklarımı avuçlarıma bastırdım, hissettiğim en baskın duygu endişeydi.

“Cadı,” dedi dudaklarında saklı olan iğrenmeye. Üzerime alınmamak için diretsem bile tepeden tırnağa titredim. “Demek cadısın.”

“Değilim.”

“Üçlüler sahtekâr olabilirler ama bu konuda yalan söylemezler.”

“Ne hissediyorsam onu söylüyorum. Benim dünyamda nasılsam bu tarafta da öyleyim. Tek fark... yürüyebiliyor olmam,” dedim sona doğru kısılan sesimle. Doktorlar bir daha asla ayağa kalkamayacağım hakkında kesin konuşmuştu. Tanrım, bu mucize olmalıydı. İşin kötüsü var olan karışıklık nedeniyle buna gerektiği kadar sevinemiyordum bile.

“Neden bir şeyler sakladığını hissediyorum?”

Bana kuşkuyla bakmasına katlanamıyordum. Ne saklayabileceğimi düşünüyordu? Bu dünyadaki çoğu şeyden haberim bile yoktu ve o beni içten içe suçluyor gibiydi.

“Saklamıyorum,” diye direttim. “Victoria'yı duydun işte, Sharon'la falan ilgim olmadığını hâlâ anlamadın mı?”

“Sharon umurumda bile değil,” diye birden yükseldi. Sesindeki sertlik kan akışımın yavaşlamasına neden olurken öfkesinin kaynağını anlamaya çalıştım. “Her şeyi hatırladığına göre artık beni nasıl tanıdığını söylemenin vakti geldi,” dedi sertliğinden taviz vermese de daha sakince. Yanaklarıma ateş bastığını hissettim. Ellerimle oynayıp bakışlarımı ondan kaçırırken yaramazlık yaptığında yakalanan küçük kız çocuğu gibi göründüğümü biliyordum.

“Şey... seni rüyamda gördüm.”

“Rüyanda gördün?”

“Evet, Bayan Leanna evime ve dahası odama izinsizce girip beni uyandırmadan önce rüyamda seni görüyordum, adını oradan biliyorum.”

Çenesi kaskatıyken kısaca kafasını salladı. Üstelemediği için memnundum, çünkü rüyamın anlatılacak bir tarafı yoktu. Resmen sevişiyorduk. Tepeden tırnağa tüylerim diken diken oldu. Tanrım, Adrian'ın lanet olası sıcak tenini hâlâ hissedebiliyordum.

“Üzerindeki kalkanı nasıl açıklayacaksın?”

“Açıklamayacağım, çünkü böyle bir şey olduğundan haberim bile yok,” dedim homurdanır gibi. “Bence hepsi birer saçmalık ama eğer eve dönüş yolum bundan geçiyorsa katlanacağım.”

“Biri seni lanetlemiş olabilir mi?”

Kafamı iki yana salladım. “Lanetlenmiş olsam bunu nasıl anlardım?”

“Bilmiyorum. Hissedersin? Ya da bizzat şahit olursun?”

“Hiçbir şeye şahit olmadım ve hiçbir şey de hissetmiyorum. Adrian, ben... ben uzun zaman sonra çok iyi hissediyorum. Kendi başıma ayağa kalkabiliyorum, yürüyebiliyorum,” derken dünyadaki en mutlu kız çocuğuymuş gibi sevinçle birkaç adım odanın içerisinde yürüdüm. “Keşke annem ve babam da bunu görebilseydi. Tanrım, Lucas beni kızdırdığında eskisi gibi onu kovalayabileceğim. Bu inanılmaz bir şey.”

“Bekle, oradayken yürüyemiyor muydun?” diye sorduğunda kaşları çatılmış, cam mavisi gözlerine merak yerleşmişti.

Hatırladığım o acı anıyla birlikte soğuk bir dalga yüzüme çarptı. “Kaza geçirmiştim. Doktorlar bir daha yürüyemeyeceğimi söylemişti. Yani evet, hayatımın son bir yılını bacaklarımı hissetmeden geçirdim.”

“İşte bu neden yerde yuvarlanıp durduğunu açıklıyor,” dedi kendi kendine. Gözlerimi devirip, “Ama burada nasıl yürüyebiliyorum bilmiyorum. Aslında bu çok da önemli değil,” derken omuz silktim. “Yürüyor olmam bile yeterli.”

“Ya geri döndüğünde eski hâline dönersen?” diye sorarak benim hiç düşünmediğim bir noktaya ışık tuttuğunda hızla yüzüm asıldı. Bu mümkün olabilir miydi? Tabii ki olabilirdi.

“Bilmiyorum, sence öyle mi olur?” dedim Adrian’a tek çarem oymuş gibi bakarken. Bana çıkış yolu göstermesi için ona yalvarabilirdim.

“Bilmiyorum,” dedi dürüstçe. “Bu tarafta nasıl yürüyebildiğin konusuna gelirsek bence cadı olmanla alakalı olabilir. Büyüyle ya da lanetle baskılanmışsın ama bu asıl kişiliğinin önüne geçememiş gibi.”

Sıkıntıyla saçlarımı karıştırırken hâlâ alışamadığım kızıl rengi dikkatimi çekince, “Belki saçlarım da bu yüzden renk değiştirmiştir,” diye geveledim. Kafamı iki yana sallayıp zihnimi meşgul eden düşüncelerden kurtulmaya çalıştım. “Boş versene, ne olduğu umurumda değil. Geri dönmek istiyorum.”

Adrian bana bakmadan önümden geçerek çalışma masasına ilerledi. Yarım bıraktığı kupayı oymaya kaldığı yerden devam ederken bense yürüyebilmenin tadını çıkartmak istercesine odanın içerisinde dolanıyordum. Öyle ki Gece bile köşesinden beni tuhaf bakışlarla izliyordu.

“Üçlülere güvenmiyorum,” dedi hiç beklemediğim bir anda. Yavaş adımlarla yanına yaklaştım ve ilgilendiği şeye bakınırken tavırlarını izledim. Tam da şu an istediği olmayan somurtkan oğlan çocuğu gibiydi.

“Neden onlarla sorunun varmış gibi hissediyorum?”

Oyduğu bardağı ve ıskarpelayı sertçe masanın üzerine bırakıp bana döndü. Kaynağını anlayamadığım bir şekilde sinirliydi ve beni geriyordu. “Üçlüler dünyayı ikiye bölen ve bizi burayla sınırlı kılan kadim soyun devamı, onları kimse sevmez,” derken bir şeyi unutmuş gibi duraksadı. “Aslına bakarsan genel olarak cadıları kimse sevmez. Yalan söylerler ve sadece kendi çıkarları varsa hareket ederler. Bu yüzden, evet, onlarla sorunum var, hem de düşündüğünden daha fazla.”

Ellerimin ve ayaklarımın buz tuttuğunu hissettim. Bana nefretini kusar gibiydi. Üstelik cadı olduğum söylendiğine göre sanırım nefret ettikleri listesinde artık ben de vardım. Bu durum anlamsızca canımı sıktığında yüzümün asılmasına engel olamadım.

“Anladım,” diyerek kafamı sallarken gözlerimi kaçırdım ve dış kapıya diktim. Yeterince oyalamıştım, artık gitmenin vakti gelmişti. “Başını ağrıttığımı biliyorum. Aptal bir rüyada seni gördüğümü de hatırladığıma göre benimle bir derdin kalmış olamaz,” diye konuştum, ancak bana cevap vermedi. Ona kaçamak bir bakış attığımda cam mavisi gözlerine yayılan tuhaf bir bakışla beni izlediğini gördüm. “Aramızda bağ olduğunu düşünmüyorum. Victoria bence bu konuda yanılıyor. Sıradan bir rüyaydı, bunun aramızda bağ olmasıyla ne gibi bir ilgilisi olabilir, saçmalık işte.” Daha fazla saçmalamamak için tırnaklarımı avuçlarıma geçirerek kendimi uyardım. “Her neyse, yani söylemek istediğim... başını daha fazla ağrıtmak istemiyorum. Artık bu işle ilgilenmek zorunda değilsin. Bana Victoria'nın söylediği tapınağa nasıl gideceğimi anlatırsan gerisini halledebilirim. Sen ve arkadaşların da huzura ermiş olursunuz.”

“Huzura erebilmem için bundan daha fazlası gerek.”

Bir robot gibi kurduğu cümle tüy köklerimin donmasına neden olurken, “Ne mesela?” diye sordum. Benden başka bir şey mi isteyecekti? Kafasını iki yana salladı. Sanki aklından geçen düşünceleri dağıtmak ister gibiydi. Önüne dönüp yeniden ahşap kupayı yontmaya devam ederken artık daha sakin görünüyordu.

“Ancumah Tapınağı buradan yarım gün uzaklıkta. Oraya tek başına canlı gidebilmenin imkânı yok.”

Gerçeği çırılçıplak yüzüme vurması karşısında sarsıldığımı belli etmemeye çalıştım. “Giderim, denemek istiyorum,” dedim cesareti solgun bir sesle.

Hareket ettirdiği ıskarpela duraksadı ama dönüp bana bakmadı. “Kaybolursun.”

“Ben zaten kayboldum,” diye mırıldandım. “Yani sorun olmaz.”

“Kurt peşinde olacak,” dedi yeniden kupayı oymaya devam ederken. Hareketleri hızlı ve sertti. Üstelik ısrar etmemden rahatsız gibiydi ya da bu rahatsızlığın kaynağı yine başına kalacağım içindi, emin olamıyordum.

Kurdu hatırladığımda korku kalbimi avucunun arasına aldı. “Gündüz yürür, gece saklanırım,” dedim sanki çare olacakmış gibi. Omzunun üzerinden dönüp bana kısa bir bakış attığında kendimi aptal gibi hissetmeme neden olmuştu.

“Eğer peşindeki Leo olsaydı şansın olabilirdi ama peşindeki kurt ve gündüz de gezebilir gece de. Kokunu adım adım takip eder.”

“Ondan kaçmam bu kadar mı imkânsız?” diye sordum umutsuzca. “Bir yolu olmalı, her zaman vardır.”

“Senin için yok.”

Elimde olmadan, “Neden cesaretimi kırıyorsun?” diye çıkıştım. “Hem beni evinde istemiyorsun hem de gitmek istediğimde bana engel çıkartıyorsun.”

Parmaklarının arasındaki ıskarpela bir kez daha duraksadı. “Seni evimde istemediğimi de nereden çıkardın?”

Bocaladım. “Cadıları sevmediğini söyledin.”

Tümüyle bana döndü. “Cadı olduğunu kabul ediyorsun, öyle mi?”

“Evet. Ne? Hayır,” diye saçmaladım. “Cadı değilim, bunu kabul etmiyorum.”

Cümlemin devamı olduğunu hissetmiş gibi tek kaşını kaldırarak, “Ama?” diye sordu.

“Ama iddialar ortada işte.”

“İddialar gerçek oluncaya kadar insansın ve ben insanlardan nefret etmem. Onlar zararsızdır.”

“Size göre zayıflar diye, değil mi?”

“Bizim kadar vahşi değiller diye,” dedi, ürperdim. “Ayrıca buradaki insanlar zayıf değiller, kendilerini eğitip geliştirdiler. Cadılara ve kahinlere karşı kullandıkları güçlü tılsımlar var. Vampirleri nasıl öldüreceklerini biliyorlar. Kurtları avlamak ise onlar için çok kolay. Tüm varlıklara karşı kendilerini savunmayı öğrendiler. Ama sen... sen onlara göre çok zayıfsın. Yıllarca çalışsan bile onlar gibi olamazsın, çünkü onların evrilmesi ve bugünkü hâllerini alması yüzyıllar sürdü.”

“Ben onlar gibi olmak istemiyorum,” diye yakındım. “Savaşmak, yaşamak için vahşileşmek ve canavarlaşmak istemiyorum. Tek istediğim evime dönmek Adrian, tek istediğim bu.”

Birden koluma sarılıp beni kendisine doğru çektiğinde çığlık atmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Neredeyse kucağına çıkmış kadar yakınındaydım. Nefeslerimiz birbirine karışıyordu. Sınırları dağıtan yakınlığımız rüyamdaki gibi tenimi karıncalandırmak yerine beni geriyordu, çünkü Adrian'ın cam mavisi gözlerinde patlayan yanardağlar vardı.

“Bir kez daha o kelimeyi kullanırsan sana gerçek canavarı gösteririm,” dedi beni on parçaya bölen sert bir sesle. Yutkunamadım. Çok tehlikeli görünüyordu ve sanki en ufak hatamda beni paramparça edecekmiş gibiydi.

“C-canımı yakıyorsun,” dedim korkumu saklayamadan. Cam mavisi gözlerinde patlayan ve yer yer kırılan duvarları gördüm. Hâlâ koluma sarılı olan eline ve etime geçercesine gömülmüş parmaklarına baktı. Ne yaptığını yeni fark ediyormuş gibi irkildiğini yakaladım. Kolumu sanki ateşe tutmuş gibi hızla bıraktı. Sert ifadesi hâlâ yerini koruyordu ama gözlerindeki bakış dağılmıştı. Orada kanayan bir yaraya rastlamıştım ancak bu o kadar kısa bir andı ki kaybolması çok uzun sürmemişti.

Sonra Adrian aniden ayağa fırlayarak benden uzaklaştı. Elim acıyan tenime sarıldığında onun da bakışları oradaydı ve dişlerini sıkıyordu. Ayrıca elleri yumruk şeklindeydi. “Bu gece burada kal. Yarın seni tapınağa götürürüm,” dedi beni şaşırtarak. Bir şeyler daha söylemek için ağzını aralamış olsa da geri kapatması uzun sürmedi. Sessizliğe sığınarak kendisini evden dışarıya attı ve ardından kapıyı gürültüyle kapattı.

×××

Perdesiz pencereden içeriye vuran ay ışığının tenimde bıraktığı izleri hissedebiliyordum. Gözlerim kapalıydı, uyumak üzereydim. Adrian'ın büyük yatağında tek başımaydım ve itiraf etmeliydim ki o yanımda yokken bir türlü ısınamıyordum. Boğazıma kadar çektiğim kalın yorgan bana yetmiyordu, sanki tüm uzuvlarım donmuş ve onun sıcaklığına muhtaçtı.

Huzursuzca sağa sola dönüp en nihayetinde sırtüstü kalarak uykunun beni ele geçirmesini bekledim, ancak tıpkı dün geceki gibi bu kadar üşürken uykuya dalmakta güçlük çekiyordum. İçeride şömine yanıyordu, belki de içeri gitmeliydim. Adrian'ın aramıza soktuğu mesafeyi hatırlayınca bu düşünceden vazgeçtim. Gece kalabileceğimi söyledikten sonra bir daha benimle konuşma girişiminde bulunmamıştı ve ben de erkenden yatmak istemiştim. Belki de beni üşüten soğuk değildi, onun bana olan uzaklığıydı, bilemiyordum. Anlam veremediğim şekilde onunla aramın iyi olmasını istiyordum.

Adrian tuhaftı. Bazen çok yakındı, bazense çok uzaktı. Bazen onunla anlaşabildiğimi düşünüyordum, bazense benden nefret ettiğini hissediyordum. İşin kötü yanı benden nefret ettiğini hissettiğim anlarda canım sıkılıyordu. Nedensizce içim sızlıyordu ve garip bir hisle kuşanıyordum. Sanki kimsesiz kalmış gibi...

Birine sarılma ihtiyacıyla üzerimdeki yorgana sarıldım. İçten içe onun burada olmasını diliyordum ve bunu yaptığım için kendime kızıyordum. Ne zamandan beri ona bu kadar bağlanmıştım? Yokluğu ne zamandan beri beni rahatsız etmeye başlamıştı? Stockholm sendromu benzeri bir şey yaşıyor olmalıydım, çünkü elimde başka açıklamam yoktu ve benim bir açıklamaya ihtiyacım vardı. Aksi hâlde ona kapılmam çok kolay olacaktı ve sonunda kalbi kırılan ben olacaktım. Daha en başında bana farklı gözle bakmayacağını açıkça belirtmişti. O, muhtemelen buraya özgü savaşçı kadınlardan hoşlanıyor olmalıydı. Belki bu yüzden benim zayıf olmamdan hoşlanmıyordu.

Kapının yavaşça itildiğini işittiğimde nefesimi tutarak dinlemeye koyuldum. Gelen yine Gece olabilir miydi? İçeriye dolan ayak sesleri köpeğe ait olamayacak kadar farklıydı. Birden bedenimi bastıran heyecanla savaşırken gözlerimi kapalı tutmaya ve uyuyor gibi görünmeye devam ettim. Bu biraz zordu, hele de yanıma yaklaşanın Adrian olduğunu düşündükçe kendimi her an ele verebilirdim.

Sessiz adımlar yatağın hemen yanında durdu. Ne yapacağını merakla beklerken yatağın çöktüğünü hissedince az kalsın gözlerim açılacaktı, ancak son anda buna engel olabilmiştim. Burnuma Adrian'ın ezberlediğim kokusunun dolmasını beklerken içki kokusu geldi. Kaşlarımı çatmamak için kendimle savaştığım sırada yastığın üzerinde dağılmış saçlarımda gezen elini fark ettim. Saçlarımı okşuyordu, zarar vermekten korkar gibi.

“Rheana,” diye fısıldadı. Sesi o kadar yakınımdan geliyordu ki gözlerimi açsam onunla burun buruna geleceğimi düşünüyordum. Sıcak nefesi dudaklarıma dökülüyordu. Heyecana karışan telaş damarlarımda dolaşırken, “Kalbin o kadar hızlı atıyor ki onu duyuyorum,” diyerek nefesimi kesti. Burnunu hafifçe burnuma sürtünce elektrik akımına tutulmuş gibi çarpıldım.

“Güneş gibi parıldayan o gözlerini aç. Uyumadığını biliyorum.”

Karşı koyamıyormuş gibi dediğini yaptım. Yavaşça aralanan gözlerim biraz uzağımdaki cam mavisi gözlerine odaklandı. Gerçekten de çok yakınımdaydı, hafifçe öne uzansam onu öpebilirdim. Ay ışığının doğrudan vurduğu teni ışıl ışıldı. Gri saçları bağlı, yüzü pürüzsüzdü. Kahrolası adam çok güzeldi.

“Ateş parçası... Beni nasıl böyle yakabiliyorsun?”

Boğazımın kuruduğunu fark ederken, “Adrian,” diye fısıldadım. O da tıpkı benim gibi fısıltıyla karşılık verdi.

“Rheana.”

“Kiara,” diye düzelttim. “Artık adımı hatırlıyorum.”

İsimlerin hiçbir önemi yokmuş gibi burnunu yeniden burnuma sürttü. “Çok sıcak değil mi? Sıcağı hissedebiliyor musun?”

Kafamı hafifçe iki yana salladım. “Ben... üşüyorum.”

Bana kararan gözlerle bakarken, “Seni ısıtmamı ister misin?” diye sordu. Tanrım, ses tonu bacaklarımı birbirine bastırmama neden olmuştu. Gürültüyle yutkundum ve gittikçe daha çok karardığına şahit olduğum gözlerine bakarak kafamı salladım.

“Söyle, ateş parçası, duymam gerek.”

İçime titrek bir soluk çekip, “İstiyorum,” dedim, mideme saplanan heyecan krampını görmezden gelerek. Üzerimdeki yorganı kaldırıp altına girmesini ve beni kendisine çekmesini beklerken Adrian çok daha başka bir şey yaptı.

Beni öptü.

Dudaklarını dudaklarıma açlıkla bastırıp beni şoka uğrattığını görmezden gelerek öpüşünü derinleştirdi. Saçlarıma kayan eli oradan boynuma yerleşirken beni daha özgürce öpebilmesi için başımı geriye itip, çenemi öne çıkartacak ufak bir baskı uyguladı. İstilacı dili ağzımın içini ele geçirdiğinde yapabileceğim hiçbir şey yoktu, ona uydum. Karşılık vermem onu daha da coşturmuştu. Hayatım aldığım en arzulu ve gerçek öpücüktü. Kelimenin tam anlamıyla ruhum dudaklarımdan dudaklarına akıyordu.

Nefes bile almadan öpüşüyorduk. Sorular aklımdan silinmişti veya nedenleri umursamıyordum. Sadece o ve ben vardık. Beş dakika öncesine kadar buz kayası kadar soğuk olan tenim ısınmaya, çözülmeye başlamıştı. Hatta terlediğimi bile söyleyebilirdim. Heyecandan ve beni ele geçiren karanlık arzudan dolayı dilim damağım kurumuştu. Sanki hayatta kalma kaynağımmış gibi dudaklarını kana kana içiyordum. Bu yanlış mıydı? Yanlıştı. Ama umurumda da değildi.

“Rheana,” diye fısıldadı hafifçe geriye çekilip. Nefesi ıslak dudaklarıma dökülüyordu. “Güzel Rheana... Seni istiyorum.”

Tanrım, sanki nefes borumu bıçakla koparıp atmış gibi nefes alamadım. Cevap vermemi beklemeden üzerimdeki yorganı odanın köşesine savurdu. Dizlerinin üzerindeydi ve doğrudan üzerine vuran ay ışığının altında mükemmel görünüyordu. Kusursuz teninin çıplaklığı gözlerime takıldığında bir kez daha nefesim boğazıma kaçtı.

“Ç-çıplaksın,” dedim aşağıya kayan bakışlarımı hızla yüzüne taşırken. Şok ve heyecandan dolayı kekelemiştim. Üstüne bir şey giymemesine alışıktım ama şu anda tamamen çıplaktı. Onu örten hiçbir şey yoktu ve bunu bilmek damarlarımın içerisindeki kanın alev almasına neden olmuştu.

“Evet,” diyerek beni onaylarken elleri yukarı kayan kazağımın altına, bacaklarıma gitti. “Ve şimdi seni de soyacağım.” Titredim. Kocaman açtığım gözlerle onu izlerken nefes nefeseydim. Adrian ise avladığı avının keyfini sürmeye hazırlanan vahşiler gibi aç bakışlarını üzerime dikmiş, bana sinsice sokuluyordu. Baldırımda kayan sıcak parmaklarının iç çamaşırıma dokunduğunu hissedince ürperdim. Tam da şu an onu tekmelemem gerekiyordu, bunu biliyordum ama ben bunun yerine onu davet edercesine bacaklarımı aralamak üzereydim. İstekle kavrulan bedenimin farkındaymış ve buna daha fazla dayanamıyormuş gibi birden sertleşerek iç çamaşırıma pençelerini geçirip asıldı. Yırtılan çamaşırın çıkardığı iç gıdıklayıcı ses kulaklarımda uğuldarken çarşafa tırnaklarımı geçirdim.

“Şeytan cennetten kovuldu ama kendine yeni bir cennet bulacağını kim bilebilirdi,” dedi çıplak bıraktığı tenimde gözlerini gezdirirken. O cam mavisi gözleri öylesine koyuydu, öylesine karanlıktı ki başka zaman olsa ondan korkar ve ardıma bakmadan kaçardım, ancak şu an onun kontrolüne girmiş itaatkâr bir köle gibiydim. Tek yaptığım ona karşılık vermekti. Tıpkı şu anda bacaklarımı iki yana açarak kendimi ona sunmam gibi...

Adrian beklemedi, hızla bana doğru atıldı. Bu kez dişlerimiz birbirine çarpacak şekilde sertçe dudaklarımız birleşti ve aynı esnada kuvvetle bir inledim.

Ve gözlerim açıldı.

Yutkunup birkaç kez gözlerimi kırptım. Ay ışığının aydınlattığı odanın tavanıyla olan bakışmam uzayıp giderken bana ne olduğunu anlamaya çalıştım. Yorganın altındaki vücudum terden sırılsıklamdı ve ellerim yatağa geçercesine çarşafa gömülmüştü. Bacaklarım hafif iki yana açık, bedenim gergindi.

Ayrıca Adrian burada değildi.

Gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu kestiremediğim o anların canlılığı hâlâ gözümün önündeydi. Sık nefes alıyordum ve damarlarımda gezen kör tutkuyu netçe hissediyordum. Bu kadar gerçek hissettiren rüya görmem normal miydi? İşin aslı rüya olduğundan bile emin değildim. Sanki gerçek gibiydi ve bu beni dehşete düşürüyordu.

Kuruyan boğazımı ıslatmak umuduyla etrafıma bakındığımda su içmek için mutfağa gitmem gerektiğini hatırladım. Hâlâ nefes nefese bir hâldeyken yatakta doğrulup ayaklarımı aşağıya sarkıttım. Gidip biraz su içtikten sonra elimi yüzümü yıkasam iyi olacaktı. Kalçalarıma kadar çıkan kazak ayağa kalktığımda yeniden aşağıya kaydı. Neyse ki iç çamaşırım hâlâ sağlamdı ve yerli yerindeydi. Odanın soğukluğunun beni etkilemediğini fark ettim. Çünkü hâlâ damarlarımda gezen ateş beni yakmaya devam ediyordu.

Kapıya doğru birkaç adım atmıştım ki ancak oradaki gölgeyi fark edebildim. Nefesim boğazıma kaçarken, “Adrian!” dedim şokla ve biraz da korkuyla. Gözlerim irileşti. Kapının oradaydı. Sırtını duvara yaslamış beni izliyordu. Ay ışığı oraya kadar ulaşamadığı için karanlıkta kalsa da karanlığa alışan gözlerim onu seçebilmişti.

“Neler oluyor? Neden buradasın?” diye sordum kalbimin kan pompalayışı kulaklarımı uğuldatırken. Hayal mi gerçek mi emin olamadığım bir andaydım ve onun burada olması yaşadıklarımızın gerçek olabileceğini düşünmeme neden oluyordu.

“İnliyordun,” derken sırtını dayadığı kapıdan ayırarak bana doğru yaklaşmaya başladı. İstemsizce o bana yaklaştıkça ben geri geri gittim. “Zevkle,” dediğinde içime kesik bir soluk çektim. Bana eşlik mi etmişti yoksa beni o hâlde izlemiş miydi? İki seçenek de utanç vericiydi.

“Ve adımı sayıklıyordun, zevkle.”

Sırtım pencerenin yanındaki duvara değdiğinde dudaklarım aralandı ama diyecek bir şey bulamadım. Aramızda sadece bir adımlık mesafe kalacak kadar yanıma yaklaştığında artık ay ışığı keskin yüz hatlarına vuruyordu. Üstü her zamanki gibi çıplaktı, saçları bağlıydı ve o da tıpkı benim gibi hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Tanrım, gözlerindeki bakış karanlıktı, tıpkı rüyamda ki gibi. Yoksa... rüya değil miydi?

“Adrian,” dedim isminden başka söyleyecek bir şeyim yokmuşçasına. Bunu yaptığım anda boyun kaslarının gerildiğini gördüm. Vücudu terliymiş gibi parıldıyordu.

“Bana gördüğün rüyadan bahset.”

Kafamı iki yana salladım. Her şey açıkça ortadayken bir de bunu anlatmamı nasıl isteyebilirdi? İri iri açılmış gözlerim yatağa kaydığında yutkundum. Ah, çıplaklığı hâlâ gözlerimin önündeydi ve beni kavuruyordu.

Kalan son adımı da atarak iyice dibime girdi. Bedenlerimizin arasında en ufak bir boşluk bile kalmadığı için nefes alamaz hâldeydim. Şu durumda en son isteyeceğim şey onunla temasta bulunmaktı ama bu Adrian'ın pek de umurundaymış gibi görünmüyordu. Üstelik tıpkı gördüğüm rüyadakine benzer şekilde içki kokuyordu.

“Bacaklarını benim için mi aralamıştın?” diye sordu. Tanrım, tam da şu an ölmek istiyordum. Ellerimi sert göğsüne yerleştirerek onu itmek istedim ama bunu yapmama izin vermeden ellerimi yakaladı ve anlayamadığım bir hızla ellerimi arkamda birleştirip tek eliyle bileklerimi kavradı. Çırpınsam da ondan kurtulmayı başaramadım. Üstelik mümkünmüş gibi artık daha da yakınımdaydı.

“Rheana,” diye fısıldadı. “Baştan çıkarıcıydın.”

“Rüyaydı,” dedim çaresizce ve rüya olduğundan emin olmak istercesine.

Kafasını salladı. “Rüyaydı. Aksi hâlde hâlâ yatakta olurdun ve ben de üzerinde olurdum.”

Duymayı beklemediğim sözler karşısında dudaklarım şaşkınlıkla aralandığında bakışları oraya kaydı. Dudaklarıma onlarca iğnenin battığını hissettim, istekle sızlamalarına şahit oldum. Bu dehşet vericiydi. Bedenimin ona verdiği tepkiler dehşetten de öteydi.

“Sarhoşsun,” derken rahatsızca kıpırdandım. “Neden bu kadar içtin?”

“Senin yüzünden.”

“Benim yüzümden mi?”

“Evet, senin yüzünden. Bir daha bana korkuyla bakma,” dediğinde içimde bir şeylerin yer değiştirdiğini, bir şeylerin yıkıldığını hissettim.

“Bazen beni korkutuyorsun.”

“Biliyorum,” diye kabullendi. “Şeytan bazen kendine engel olamıyor.”

Kaşlarım çatıldı, ellerimi kurtarmak için çırpınsam da beni bırakmadı. “Sen şeytan değilsin, kendinden böyle bahsetmen sinirlerimi bozuyor.”

“Sana bir şey söylemem gerek,” dedikten sonra dudaklarını yaladı ve sır verecekmiş gibi iyice bana doğru sokuldu. “Ben şeytanım ve senin bunu görmeni istemiyorum.”

Ne yaparsam yapayım onu bu düşüncesinden geri alamayacağımı fark ettiğimde sadece iç geçirmekle yetindim. Tam da şu an göğsündeki yarasından kanlar akan çaresiz bir oğlan çocuğu gibiydi.

“Bu kadar yakın durmamız doğru değil,” diye sızlandım, çünkü yakınlığı başımı döndürüyordu. Etkisine çok kolay kapılabilirdim ve bunun sonucu kötü olurdu.

“Benden etkileniyor musun?”

“Uykum var,” diyerek sorusundan kaçmaya çalıştım. “Lütfen.”

“Rheana, geldiğin yerde buranın,” derken çenesiyle kalbimi işaret etti. “Şu anki gibi hızlı atmasına neden olan biri var mıydı?”

Sorusu beni hazırlıksız yakaladı, bocaladım. Aslında cevap açıkça ortadaydı. Bugüne kadar kimse benim için ölesiye sevgi beslememişti. Yaşadığım birkaç ilişki içerisinde elle tutulan birini seçemiyordum, hiçbiri kalıcı olmamıştı. Hatta bir keresinde aldatılmıştım bile. Ben çevremde pek seçilen ya da sevilen kız değildim, hiçbir zaman öyle olmayacağımı da biliyordum.

“Yok,” dedim önemsemiyormuş gibi omuz silkerek. Gözlerimin içine uzun uzun baktı, sanki durumun bir zamanlar beni çok yaraladığını yüzümdeki defterden okuyordu.

“Oradakilerin aptal olduğunu daha önce duymuştum.”

“Önemi yok, bana ailemin sevgisi yetiyor.”

“Gerçek olmayan ailenin mi?”

Afalladım. “Ne demek bu? Bu da nereden çıktı?”

“Onlar gerçek ailen olsaydı seni buraya gönderen elçi onları geride bırakmazdı, bunu fark etmedin mi? Anne babandan birini ya da kardeşini de gönderirlerdi, aksi hâlde soy orada kalmaya ve nesilden nesle akmaya devam ederdi.”

Yüzüme çarpan gerçeği kabullenemedim. Kafamı şiddetle iki yana sallayıp bunu reddettiğimi belli ederken düşünüyordum. Ailem beni evlatlık almış olabilir miydi? Eğer öyleyse bundan benim neden haberim yoktu? Tanrım, bana söyleyebilirlerdi, yeterince büyümüştüm, bunu kaldırabilirdim ama bunu bu şekilde öğrenmeyi kaldıramazdım.

“Ah, ben... bu... gerçek olabilir mi?”

Kafasını sallamakla yetindi. “Ben... buna inanamıyorum,” dedim şokla. Ellerimi nihayet serbest bıraktığında hızla yüzümü ovuşturarak düşünceler âleminde dolanmaya devam ettim. “Bana hiçbir şey söylememişlerdi. Gerçekten... bu mümkün olabilir mi?”

“Gözlerinden hayal kırıklığı taşıyor.”

“Bana söyleyebilirlerdi, Adrian. Bunu burada, onlardan çok uzakta öğrenmek zorunda değildim. Gerçek ailem olmamaları umurumda bile değil ama bunu bilmeye hakkım vardı.”

“Onları seviyorsun,” dedi sanki bunu yeni fark etmiş gibi.

“Tabii ki seviyorum! Beni doğurmamış olması onun annem olduğu gerçeğini değiştirmez. Bana hep sevgiyle baktı, ilgisini esirgemedi. Tekrar ayağa kalkamayacağımı bildiği hâlde hep yanımda durdu, bana destek oldu.”

“Ve sen yeniden yürüyemeyeceğini bile bile, gerçek olmayan ailene dönmek istiyorsun,” dedi bu kez anlayamadığım garip bir tonlamayla.

“Evet, öyle. Ben buraya ait değilim.”

“Sana bir şey daha söyleyeceğim,” dedi uzun bir sessizlikten sonra. “Cadının da söylediği gibi seninle benim aramda anlayamadığım bir bağ var.”

Gözlerim şokla irileşti. “Bunu da nereden çıkardın?”

“Çünkü seni burada bulmadan önce rüyamda görmüştüm, tıpkı bu gece olduğu gibi, Kiara.”

×××

 

 

 

Bölüm : 22.11.2024 20:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...