
Soluk sarı kamyonetin açık olan kapısını kapattıktan sonra iki saattir hiç durmadan yağan yağmurun altında adımlarını hızlandırdı. Montunun şapkasını yüzüne siper ederken, eski postallarından içeri sızan yağmurun soğukluğu iliklerine kadar işlemişti. Nihayet benzin istasyonunun market kapısına ulaştığında, titreyen buruşuk ellerini montunun ceplerinden çıkarma zahmeti göstermeyerek sağ omzuyla kapıyı sertçe ittirdi ve yüzüne göre oldukça büyük olan kıllı burnundan akan yağmur damlalarını kafasını silkeleyerek gidermeye çalıştı. Kasiyer kadın tarafından izlendiğini fark ettiğinde bir şeyler homurdanarak, uyuşuk adımlarla kasaya doğru ilerlemeye başladı. Kadın, iğrenç bir şeye bakıyormuş gibi yüzünü hafifçe buruşturunca, iki elini havaya kaldırıp sinirden gerilen dudaklarını araladı.
"Domuzlar aşkına, Emily! Bu lanet olasıca yere her gelişimde aynı tepkiyi vermek zorunda mısın?"
Aslında bu tuhaf bakışların sebebini çok iyi biliyordu ama buna pek aldırdığı söylenemezdi. Gittiği her yerde başına gelen sıradan bir olay için kimi suçlayabilirdi ki? Çukurlarına gömülmüş bir çift göz, normal boyutlarından oldukça büyük kıllı bir burun, sigara içmekten yarısı sararmış yarısı çürümüş dişler ve yıllar öncesinden kalma, yüzünün büyük bir kısmını kaplayan yanık izleri... Bunlar her insanın dikkatini çekebilecek nitelikteydi. Aslında Emily'ye bugün için şans verebilirdi, çünkü yağan yağmur son insan görünümü kırıntılarını da beraberinde götürmüştü. Kelimenin tam anlamıyla yürüyen buruşuk yaratık şu anki durumuna mantıklı bir açıklama getirebilirdi.
Hemen tepesinde asılı bulunan hoparlöre sinirle kaşlarını çatarak baktı. Yine aynı kıytırık fon müziği kulaklarına doluyordu. Keman ve gitarın o gıy gıy uyumsuzluğu... Müziğe duyduğu tutkunun yalnızca küfürden ibaret olması elbette ki onun suçu sayılmazdı. Neticede tam da şu an kulaklarına ulaşan iğrenç tınının iyi bir küfre ihtiyacı vardı.
Emily'nin hafifçe öksürmesiyle, müziği bastıran küfürlerine ara vererek bakışlarını kasaya çevirdi.
"Ne istemiştin, Richard?"
Sorudan çok yürüyen pislik torbası, alacağını al ve marketimden hemen defol, imasını taşıyan sözde nezaket cümlesine aldırmadan ileri doğru birkaç adım attı. Kemiklerinin taşımayı reddettiği omuzlarını dikleştirmeye çalışarak, hafif aralık tuttuğu ağzından dışarı üflediği pis nefesi dolayısıyla yüzünü buruşturan kadına sırıtarak bakmaktan kendini alamadı.
"Üzgünüm," derken dişlerini işaret ederek konuşmasına devam etti. "Fırçalamayı unutmuşum."
Emily'nin kusmamak için kendini tuttuğu her ne kadar belli olsa da, lanet olası müşteri daima haklıdır ilkesi gereği zorla gülümsemeye çalıştı. Yalnız bu ihtiyar pisliğin o kategoriye girip girmediğini yıllarca tartışılabilirdi. Gün doğumundan gece yarısına kadar çalışmak yetmiyormuş gibi bir de Richard ile uğraşmak kelimenin tam anlamıyla işkence sayılırdı.
Ağrıyan başını sol eliyle sıvazlarken, sakinliğini korumaya çalışarak, "Sana nasıl yardımcı olabilirim?" diye sordu.
"Sevgili, Emily... Gülümserken bile bakışlarınla beni öldürmek için can atıyorsun. Mesela ilk olarak yaratık görmüş gibi bakmayı kesebilirsin."
Yaratık... Evet, bu o yaşlı pisliği tanımlamak için mükemmel bir kelimeydi. Silahı olsa işkenceden farksız olan şu dakikalara bir son verebilirdi. Tam kafasına tek bir kurşun... Sonrada onu marketin arkasındaki büyük çöp konteynırında yakardı. Kısa günün büyük kârı, diye düşündü. Ama lanet olsun ki silahı yoktu!
Richard, "İki şişe bira istiyorum," dedikten sonra görüş alanını kısıtlayan montunun şapkasını sol eliyle geri itti. Ortaya çıkan üç beş beyaz kıl yumağı yüzüne gülünesi bir hava katmıştı. Öyle ki, dişleri ve koca burnu sayılmazsa bu haliyle Noel Baba olmaya aday bile gösterilebilirdi.
Yaşlı adam, bira şişelerini sertçe kasaya okutan kadına tiksinerek baktı. Her organı kilodan yağ bağlamış ve küçük burnu tombul yüzünün içinde kaybolmuştu. Aynaya hiç bakmadığı ise dağınık saçlarından ve gelişigüzel sürdüğü rimelden anlaşılıyordu.
"Tanrım... Kendine bakmadan başkalarını yargılayan insanlar beni öldürüyor!" diye homurdanmadan edemedi.
Emily'nin fiyatı söylemesinin ardından asıl rengi mavi olan ama kirden soluk siyaha dönen pantolonunun cebindeki bütün bozukluklarını çıkartıp demir masaya bıraktı. Çıkan şangırtı bir anlığına hoparlörden yükselen kıytırık müziği bastırırken yere saçılan paralar bir süre kendi eksenleri etrafında döndükten sonra turlarını tamamlayıp yerde sabit bir hale geldiler.
"Üzgünüm, yaşlılık işte... Rica etsem bu kimsesiz adama ufak bir iyilik yapabilir misin?"
Kadın sabrının tükenmek üzere olduğunu vurgulamak istercesine içine sert bir nefes çektikten sonra, "Tabii!" dedi dişlerinin arasından. Paraya ihtiyacı olmasa ilk işi süslü ve sanatlı bir istifa mektubu yazmak olurdu ama şimdilik bunu düşünmesi bile yanlıştı. Evinin kirasını geciktirmesi demek; ıslak, soğuk ve ıssız sokaklar demekti. İçten içe yaşlı sürüngene bildiği bütün küfürleri sıralamayı ihmal etmeyerek, paraları toplamak için yere eğildi. Belki de bu haliyle Richard'ın en besili domuzu Boo'ya benzediğini bilse, yapacağı son şey yaşlı pislik torbasının önde eğilmek olurdu.
Bu kısa gösteri Richard'ı fazlasıyla memnun etmişe benziyordu. Öyle ki bira şişelerini fermuarını açtığı montunun içine tıkıştırırken dudaklarında insanın midesini bulandırabilecek iğrenç bir sırıtma hâkimdi. Nihayet işini bitirdiğinde adımlarını marketin çıkışına doğru yönlendirdi. Paslanmış demir kapının önüne geldiğinde boğazını büyük bir gürültüyle temizlerken bir süre öylece bekledi.
"Sana ufak bir sır vereyim mi, Emily? Eğer en sevdiğim domuzum Boo'ya benzemek istemiyorsan aynaya daha sık bakmalısın."
Kısa bir sessizliğin ardından ağzında biriken iğrenç sıvıyı karşısındaki cama tükürdü. "Sigaranın zararları işte... Umarım anlayışla karşılarsın," dedikten sonra yavaşça dışarı çıktı. Kulaklarına kadar ulaşan metalin sesini duyduğunda, kadının sinirden bir yerleri tekmelediğini anlaması fazla zamanını almamıştı. Yağan yağmura adım attığı sırada yağ tulumunu bir kez daha iyi benzettiği için kendiyle gurur duydu.
Kamyonetine vardığında öncelikle montunun içerisindeki bira şişelerini arka koltuğa bıraktı. Ardından kasayı örten yeşil brandayı kontrol etti ve daha fazla ıslanmamak adına hızla şoför koltuğuna oturdu. Ayaklarında hissettiği o iğrenç ıslaklık dayanılmaz bir hâl almaya başlamıştı. Homurdanıp, postallarını çıkartarak yan koltuğun üzerine bıraktı. Aynı şekilde montunu çıkartırken, bir ara dikiz aynasına kayan bakışları memnuniyetle parıldamada gecikmemişti. Sevgili Emily, gidişini görmek için o tombul kollarını göğsünde birleştirmiş, sanki her an patlamaya hazır bomba gibi bir sağa bir sola gidip geliyordu.
Yaşlı adam olanca gücüyle cırtlak kornaya asılırken aşağıya indirdiği camdan dışarıya kafasını çıkartıp, "Kendine iyi bak bebeğim! Çok yakında görüşmek dileğiyle," diye bağırdı çatallaşmış sesiyle.
Beş dakikalık bir uğraşın ardından nihayet kamyoneti çalıştırmayı başarmıştı. Bu hurda yığını bazen kendinden bile daha inatçı olabiliyordu. Yola girdiğinde sisin giderek artması gözünden kaçmamıştı. Sileceklerin camı döven yağmur damlalarını temizlemek için verdikleri savaş ise elbette ki takdire layık olsa da yaptıkları işin pek yarar sağladığı söylenemezdi.
Gaz pedalının üzerindeki ayağının ağırlığını azalttığında arabanın motoru tuhaf homurtular çıkartarak sarsılmaya başladı. Bütün dikkatini yola vermişti. Sonuçta uçurumun dibinde zebanilerle dans etmek istemiyor olması onun korkak biri olduğu anlamına gelmezdi.
"Domuzlar aşkına! Bu sis de neyin nesi?" diye homurdandı, önünü görmesine engel olan yoğun sis yığınının üzerinde bıraktığı etkiyi yok saymaya çalışarak.
Tuhaf bir melodiyle çalan telefonunun sesi kulaklarına ulaştığında istem dışı olarak yerinde sıçradı. Sağ eliyle montunun cebinde bulunan telefonu almaya çalışırken dikkatinin dağılmaması için büyük çaba sarf ediyordu. Gecenin bir vakti onu arayan üstün zekâlının kim olduğu hakkında fikir yürütmeye çalıştığı o anlarda yolun ortasında bir anda beliren silüetle birlikte hızla frene asıldı. Ancak fazlasıyla ıslak ve kaygan zemin yüzünden kamyonetinin lastikleri bu ani frene hazırlıksız yakalanarak kontrolden çıkıp yoldan saptı.
Yaşlı adam onlarca küfür eşliğinde tıpkı bir yaban domuzu gibi böğürerek kamyonetin içerisinde savruldu. Yan yatan araç sonunda sabit kaldığında motorundan yükselen homurtu artık duyulmuyordu. Şiddetini arttıran yağmur haricinde duyulan hiçbir şey yoktu. Ve bir de adamın acı çığlıkları dışında... Kemer takmadığı için kamyonetin içerisinde savrulmuş ve bacakları sıkışmıştı. Kaza dolayısıyla başına aldığı darbe keskin bir acıyı da beraberinde getirmişti. Soluklarını düzene sokmaya çalışarak diğerine göre biraz daha sağlam olduğuna kanaat getirdiği sol elini yavaşça alnına doğru götürdü. Parmaklarına bulaşan sıcak ve yapışkan sıvının ne olduğunu çok iyi biliyordu. Acıdan sonra hissettiği en yoğun hissin panik olması, aklını toparlamasını imkânsız hale getiriyordu. Kamyonetten gelen tiz ses gözlerini dehşetle açmasına sebep oldu. Sesin kaynağını görmek için başını hareket ettirdiği sırada omuriliğine saplanan ağrıyla nefesi kesildi ve hemen ardından olanca gücüyle bağırdı. Arabadan gelen ses şiddetini artırmıştı. Üstelik ön kaputtan siyah dumanlar yükselmeye başlamıştı.
Hızlı düşünüp bir an önce karar vermek zorunda olduğunu biliyordu. Eğer hemen bu lanet olasıca arabayı terk etmezse havaya uçması an meselesiydi. Boynunu kıpırdatmaya cesaret edemediği için önceliği kâğıt gibi katlanan ön panele sıkışmış ayaklarını hareket ettirmeye çalışmak oldu. Birkaç başarısız ve acı dolu girişiminden sonra boşa kürek çektiğini anlaması fazla zamanını almamıştı. Birden bulunduğu yer ona dar gelmeye ve nefesini sıkmaya başladı. Kapalı alan fobisi yoktu ama sanki bu iki kat duran arabanın içerisinde hava bitmiş gibiydi. Alnından sızan kan yüzüne yayıldıkça görüş alanını kısıtlıyordu.
Hızlı düşünmek zorunda olduğunu kendine hatırlattı. Durum değerlendirmesi yapmak için olası seçenekleri göz önüne getirmeye çalıştı. Issız bir yerde iki kat olmuş kamyonetin içerisinde sıkışmıştı. Ayaklarını hiçbir şekilde hareket ettiremiyordu ve sağ kolunun da durumunun pek iyi olduğunu sanmıyordu. Alnında boyutunu tahmin edemediği bir yara vardı ve sürekli kanıyordu. Üstelik başını da hareket ettiremiyordu. Şu an için tek iyi gibi görünen şey sol kolunun kullanılır durumda olmasıydı.
"Lanet olsun! Lanet olsun! Lanet olsun!"
Birinin yardımı olmadan bu lanet olasıca yerden çıkamayacağının farkındaydı. Fazla zamanı yoktu. Eğer şans eseri araba patlamazsa zaten kan kaybından ölecekti. Her iki durumda zebanilerle güzel bir akşam yemeği demekti.
"Tanrım, ölmek istemiyorum."
Çaresizce dudaklarından dökülen kelimelerin anlamını kavradığında bulunduğu durumun ciddiyeti kanını dondurmuştu, çünkü Richard tanrıya inanmazdı.
Ona sonsuz kadar uzun gelen çaresizliği, kendisine doğru yaklaşan silueti fark ettiğinde umuda dönüştü. Zebaniler akşam yemeğini ertelese iyi olacaktı.
"Hey, sen! Buradayım. Hey! Beni duyuyor musun? Yardıma ihtiyacım var."
Üzerinde pelerin benzeri bir kıyafet bulunan ve örtülü şapkası yüzünden yüzü görünmeyen gölge çok geçmeden yaşlı adamın tepesine dikildi, ancak yardım için gelmediği her hâlinden belliydi.
"Richard Anderson, sende bana ait bir şey var."
"Ne? Domuzlar aşkına bana yardım eder misin? Sıkıştım ve yaralıyım."
Yaşlı adam bir anda çakan şimşeğin yeri titrettiğini hissetti. Gözleri çukurlarında büyürken kısa bir anlığına aydınlanan gökyüzü sayesinde ölüm meleği misali tepesindeki dikilen gölgenin yüzünü görür gibi oldu. Sadece burnundan aşağısı görünen kadının tanıdık gelen hiçbir yanı yoktu ve yardım etmeye niyeti de yok gibiydi.
"Onu bana geri ver."
"Ne? Neyden bahsediyorsun? Bana yardım etmen lazım. Başım kanıyor ve daha fazla dayanabilir miyim bilmiyorum."
Kadın bu kez sesini yükseltti. Öyle ki yaşlı adamın aynı anda sanki on farklı kişi bağırmış gibi kulaklarının uğuldamasına sebep olmuştu. "Onu bana geri ver!"
Kadının söylediği şeyi idrak etmesi biraz zamanını almıştı. Ölümle yüz yüzeyken odaklanamaması onun suçu sayılmazdı. Birden beyninde şimşek çakmasına sebep olan ve kadının ısrarla istediği şeyin ne olduğunu anladı.
Kolye...
Çaldığı ve satmak için şehre gitmeye karar verdiği kolye.
"Lanet olsun!"
Dudaklarından fısıltı şeklinde dökülen kelimeler kulaklarına ulaşamadan karanlıkta kayboldu. Nasıl bir pisliğin içerisine düşmüştü böyle? Eğer kamyonet patlamaz ve bir şekilde kan kaybından ölmezse, biliyordu ki bu kadın hiçbir şekilde yaşamasına izin vermezdi.
"Pekâlâ pekâlâ," dedi korkunun yer edindiği bir sesle. Zaman azalıyordu. Eğer ona istediği şeyi verirse belki kadın da ona yardım ederdi. Saçma bir düşünce olduğunun farkındaydı ama elinde olan en iyi seçenek başkası gelene kadar, gelirse tabi, kolyesini çaldığı ve onu kurtarmaya niyeti olmayan kadını zebani değil de melek gibi hayal etmekti.
"Ne istediğini biliyorum," derken acıyla buruşturduğu yüzünü hiçe saymaya çalışarak sol elini pantolonunun cebine soktu. Soğuk parmaklarına değen metal zinciri kavrayarak gün yüzüne çıkarttığında, "Onu yerde buldum yemin ederim," diye atıldı.
Yalandı.
Ve Richard yalancının tekiydi.
"Sahibini bulmak için polise teslim etmeye götürüyordum. Al, senin olsun."
Kadın kolyeyi aldı. Bir süre üzerindeki kızıl taşa baktı. Richard o minik kızıl taşın değerli olabileceğini ve iyi para edeceğini düşünerek onu çalmıştı. Ancak kadının avucunda bir ateş böceği gibi aniden ışık saçabileceğini hiç düşünmemişti. Bütün bu saçmalıkların bir an önce son bulması için her şeyini vermeye hazırdı.
"Hey," diye boğuk bir ses çıkardı. "Buradan kurtulmama yardım et."
Kadın sanki hiçbir şey söylenmemiş gibi ve orada yardıma ihtiyacı olan biri yokmuş gibi hızla ardını dönüp sis yumağının içerisinde kayboldu. Yaşlı adamın boğuk haykırışlarına kulaklarını tıkarken, avucundaki kolyeye parmaklarını sararak kızıl ışığını söndürdü.
Ve aynı saniyede Richard'ın külüstür kamyoneti birden alev aldı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |