Yeni Üyelik
keyboard_arrow_left 1.
Bölüm
keyboard_arrow_right
@yazarimsibirileri
Merhaba!

Yıllardır üzerinde çalıştığımız ve kendimizce hep bir kusur bulup daha iyi seviyeye getirmek için defalarca silip baştan yazdığımız kitabımıza hoş geldiniz.

Öncelikle bilmenizi isteriz  ki biz iki kişiyiz. Neredeyse 10 yıldır yazıp çiziyoruz, ancak paylaşmak şimdiye nasip oldu.

Atacağınız her yorumu heyecanla beklediğimizi belirtmek istiyoruz ve de daha fazla zamanınızı çalmadan bitiriyoruz.

Lütfen beğenseniz de beğenmeseniz de yorumlamayı ihmal etmeyin.

Keyifli okumalar!



👉🏻 Baş karakterler Nehir ve Cesur'dur.



Telefonuna gelen bildirimlerle ilgilenmeye daldığı esnada ardındaki araçlardan yükselen klakson sesleriyle kafasını ekrandan kaldırdı ve uzun süredir beklediği yeşil ışığın yandığını gördü. Bileğinde siyah, kalın taşlı bir tesbihin olduğu eliyle vitesi ileri itip, direksiyonu sola kırdı. Klakson seslerinin susmak yerine daha çok şiddetlenmesinin üzerine sol dikiz aynasından geriye kısaca göz gezdirdi. Yeniden kırmızı ışık yanmıştı. Kendisi kırmızı ışık yanmadan geçmeyi başaran sayılı kişilerden olduğu için nedensizce keyiflenip şarkı açmak için radyoya uzandı. Ancak arkada müşteri taşıdığını hatırlayınca duraksadı ve uykusuz gözlerini dikiz aynasına dikerek, “Radyoyu açmamda sakınca var mı?” diye sordu.

Genç kadın dalgın dalgın pencereden dışarıyı izlemeye devam ederken adamın isteğini onayladı. Birkaç saniye sonra radyodan İbrahim Erkal’ın Çare Gelmez adlı parçası yükselmeye başladı. İster istemez bakışlarını taksiciye çevirmekten kendini almadı. Adam keyifli keyifli şarkıyı mırıldanıyordu. Genç, cılız biriydi. Bu tarz şarkılardan hoşlandığı giyim kuşamından, duruşundan bile belliydi.

Onu fazla umursamayarak başını yeniden sağ tarafına doğru çevirdi. Bu sırada açık pencereden içeriye dolan rüzgâr dağınık topuzundan kaçmış saçları yüzünün etrafında uçuşturdu. Bu gece hava serindi. Omuzlarına örttüğü cekete biraz daha sığındı, fakat pencereyi kapatma girişiminde bulunmadı. Geçip gittiği sokakları tarayan tedirgin gözleri dışarıdaki kalabalığın üzerinde boş boş gezinmekteydi. Saatin gece yarısına yaklaşmasına rağmen sokaklardaki kalabalığın eksilmeyişi çoktandır alıştığı bir durumdu. Biliyordu ki İstanbul’da hayat gün ağarınca değil, karanlık çökünce başlardı.

Sorunsuz devam eden yolculuğu avucundaki telefonun titremesiyle sekteye uğradı. Sanki felaket çanları çalmaya başlamış gibi birden vücudundaki tüm tüyler diken diken oldu, ürperdi. Kalp atışlarının hızlanmasını görmezden gelmeye çalışarak gelen mesajı açtı.

“İçeride misin?”

Dişlerini sıkıp telefonu elinde çevirmeye başladı. Kalkıştığı iş bir an bile aklından çıkmadığı için düşüncelerini toparlayamıyordu. Tedirgin ve endişe doluydu. Bile bile belaya yürüdüğünü kulağına fısıldayan o ses yüzünden çelişki içerisindeydi. Fakat geri adım atma şansı olmadığının bilincinde olmak onu durduruyordu.

Bu gece hayatının dönüm noktası olacaktı.

Hata yapma şansı yoktu. Yakalanma seçeneğini düşünmek bile istemiyordu, çünkü sonuçları ağırdı. Verilen görevi kusursuzca yerine getirip bu işten kurtulma ve normal hayatına kaldığı yerden devam etme ümidi içerisindeydi. Bu yüzden kendini olabildiğince kontrol etmeye çalışıyor, soğukkanlı durmak adına elinden geleni yapıyordu.

Şoförün bir anda, “Abla,” diye seslenmesiyle irkildi ve irileşen gözlerini adamın yüzüne dikti.

“Geldik.”

Koyu kırmızıya boyalı dudaklarının arasından, “Ah,” diye kısa şaşkınlık mırıltısı çıktı. Arabanın durduğunu ancak fark edebilmişti. Cüzdana koyma gereksinimi duymaksızın öylece çantanın içine attığı parayı bularak bir kısmını adama uzattı. “Üstü kalsın,” dedikten sonra araçtan indi.

Bir yanı taksinin gitmesine izin vermeden yeniden ona binmeyi ve doğruca evine gitmeyi istiyor olsa da orada kalmayı başardı. Gaza yüklenen taksi şoförünün çıkarttığı ses bir müddet kulağında çınlarken, araç gözden kaybolana kadar bakışlarıyla onu takip etti. Ve taksi artık takip edemeyeceği kadar uzaklaştığında ancak bakışlarını ondan çekip etrafında gezdirdi. Beklediği gibi ıssız bir yerde değildi. Bulunduğu cadde vızır vızır işliyordu. Karanlık, kasvetli bir havası da yoktu. Etrafı ışıl ışıldı. Her şey beklediğinin aksine oldukça normal ve sıradandı. Bu durum bir nebze daha rahatlamasında faydalı oldu. Belki de kafasında kurduğu senaryoların aksine her şey daha kolay olacaktı, kim bilir?

Sonra tam da o minik rahatlık içine yerleşmeye çalıştığı sırada kafasını kaldırdı ve önünde indiği mekânın tabelasına gözlerini dikti. O tabelaya içerideki tehlikeyi yansıtırcasına kan kırmızısı LED ışıkla işlenmiş YERALTI KULÜBÜ yazısı ve o yazının bulunduğu tabelayı tutan arka ayaklarının üzerine kalkmış aslan figürleri sertçe yutkunmasına neden oldu. Tam o anda içindeki huzursuzluk arttı, esen rüzgâr sertleşip yüzüne çarptı.

Bu gece umduğu kadar kolay geçmeyecekti. 

Çünkü birazdan buradan içeriye girecek ve en ufak hatasında hayatını değiştirebilecek, belki de hayatının sonunu getirecek bir işe kalkışacaktı. Yutkundu. Ardından bordo renkli topuklu ayakkabılarını yere vura vura kulübün girişine doğru ilerleyip, hareketlerini açık seçik takip eden iki iri kıyım adamın tuttuğu kapıya yaklaştı. Ürkütücü gözüküyorlardı ve bundan memnun oldukları tepeden bakışlarından belliydi.

Nehir içinden sorunsuzca kapıdan geçmeyi dileyerek adamların tam karşısına dikildi. İşinin umduğu kadar kolay olmayacağını belli edercesine önünden çekilmek yerine öylece dikilmeye devam eden adamlardan biri, “Bu gece kapalıyız!” dedi kalın, boğuk sesiyle. Onunla göz göze gelebilmek için kafasını geriye atmak zorunda olmak Nehir’e çok küçükmüş gibi hissettiriyordu.

"Bu kartı sakın kaybedeyim deme! Orada sana her kapıyı açmanda yardımcı olacak.”

Bağdatlı’nın kulağına fısıldadığı cümleler usul usul zihninden akıp geçtiğinde artık sıradaki adımının ne olacağını biliyordu. Soğuk terler döktüğünü ustaca gizlemeyi başarırken küçük el çantasının içini karıştırıp kendisine verilen benzerlerinden bir nebze daha ağır ve daha gösterişli kartı gün yüzüne çıkarttı. Artık haftanın belirli günlerinde kulübün neden kapalı olduğunu ve bu özel günlerde içeriye nasıl girebileceğini biliyordu. Hayatının hiçbir döneminde öğrenmeyi tercih etmeyeceği bu bilgiler Bağdatlı tarafından aklına iyice kazınmıştı.

Mat siyah üzerine altın renginde kükreyen aslan başı kabartması bulunan ve kolaylıkla kopyası üretilemeyecek kadar ince işçiliğe sahip olan kartı geçit vermeksizin önünde dikilmeye devam eden adamlara uzattı. Bu kez diğer adam dövmelerle kaplı kolunu öne uzatarak kartı büyük avucuna aldı ve üzerinde şöyle bir parmaklarını kaydırarak gerçekliğini kontrol etti. Ayrıca bunu yaparken keskin bakışları kadının üzerindeydi.

Dudaklarında yamuk bir gülümseyiş kendine yer edindiği sırada, “Yeni,” dedi yanındaki dostuna hitaben. Nehir, bir an için adamın gözlerinin parladığına yemin edebilirdi. Diğer adam da hazine bulmuş korsan misali sırıttı.

Genç kadın sıradaki sorunun ‘bu karta nasıl sahip olduğu’ olmasından deli gibi korkarken ummadığı şekilde adamlar önünden çekilerek geçmesine izin verdi. İçeri girmenin bu kadar kolay olacağını hiç düşünmemiş olmanın verdiği şaşkınlığı ortaya seren yüz ifadesi suratında asılıyken kartı geri aldı ve yabancısı olduğu dünyaya ilk adımını attı.

Onu ilk karşılayan ağır sigara dumanı oldu. Sol tarafında bulunan ve ön kısmında tıpkı elindeki kartta ki gibi kükreyen aslan başı kabartması yer alan banka sırtını yaslamış, umarsızca sigarasından içen uzun boylu bir adam vardı. Bakışları elindeki telefonda ve parmağı sürekli ekranın üzerinde hareket hâlindeydi. Orada artık yalnız olmadığının farkında dahi değilmiş gibi gözüküyordu. Nehir onu telefonla uğraşırken gördükten hemen sonra taksideyken aldığı mesajı hatırlayarak hızla cevap yazdı.

İçerideydi.

Ünü çalıştığı küçük kafeye kadar gelmiş, neredeyse her gün magazin programlarını işgal eden ve birçok ünlünün kapısından çıkarken paparazzilere yakalandığı o meşhur Yeraltı Kulübü’ne sorunsuzca girmeyi başarmıştı. İç dizaynındaki şaşaa göz kamaştırıyordu. İnsanların neden burayı öve öve bitiremediklerini artık daha iyi anlayabiliyordu. Gösteriş ve ihtişam bu mekân için bulunmuş kelimeler olmalıydı. Farklı bir çekiciliğe ve aynı zamanda ağır bir havaya sahipti. İnsana kendini farklı bir dünyadaymış gibi hissettiriyor, sırf buraya girebildiği için dışarıdakilerden daha üst statüdeymiş düşüncesini salgılatıyordu. Üstelik tüm bunları daha yalnızca girişindeyken düşündürtmeyi başarıyor olması asıl önemli nokta olmalıydı.  

Nehir etrafının büyüsüne kapılmış olmanın verdiği huzursuzlukla yüzünü ekşitti. Dışarıdan göz kamaştıran, bir gelenin sürekli gelmek isteyeceği bu mekânın bir arka yüze sahip olduğunu artık biliyordu. Nasıl olur da bu kadar ün yapmış bir yerken, arka planında dönen işlerin hiç duyulmamış olmasına anlam veremiyordu. Aslında az çok durumun ne olduğunu kavrar gibiydi. Aptallığı ve saflığı karşısında güler gibi bir ses çıkardı. Zira mekân adından bile nereye ait olduğunu açıkça bağırır durumdayken o, bu ana kadar asla madalyonun diğer yönünden bakma girişiminde bulunmamıştı. 

Hâlâ omuzlarına örtülü biçimde duran ceketinin içerisine sığınırcasına sinip, artan heyecanı yüzünden titreyen bacaklarına ileriye gitme komutunu verdi. Ne kadar hızlı hareket ederse bu gece o kadar hızlı son bulurdu. Sağında yer alan gelenlerin bir nebze dinlenmesi için yerleştirilmiş birkaç fiskos koltuğunu geçerken tüm odak noktası ilerlediği yolun üzerindeki heykeldi. Diz kapağının seviyesindeki yuvarlak ve zeminle bitişik olan kısmının etrafı LED ışıklarla döşenmiş platformun üzerinde bir at misali şaha kalkmış aslan heykeli vardı. Altın rengindeki heykelin her ayrıntısı özenle işlenmiş olmalıydı. Yelesindeki ve sivri dişlerindeki detaylar oldukça ince ve dikkat çekiciydi. Havadaki ön ayak pençeleri tehditkâr duruyordu. Tıpkı yüz ifadesi gibi…

Nehir üç spot ışığının aydınlattığı ve yerini belli ettiği heykelin üzerinden gözlerini ayıramazken, “Sadece bir heykel. Ona her an üzerine atlayacak bir şeymiş gibi bakmayı kes,” diyen o sesi işitti. Omuzunun üzerinden sesin geldiği tarafa baktığında bankoya sırtını yaslamış adamı yine aynı şekilde telefonuyla ilgilenirken buldu.

Genç kadın onu umursamaksızın yeniden heykele döndü. “Çok gerçekçi,” dedi kendi kendine. Sahiden de her an canlanacak ve saldıracakmış gibi duruyordu. Vahşi ifadesi ve erişilmez duruşu emindi ki herkesi etkisi altına almaya yetiyordu. 

“Öyle,” dedi adam. Nehir sesin çok yakınından gelmesi üzerine yerinde sıçradı. Fark edemediği bir anda adam dibine kadar girmiş, tıpkı kendisi gibi heykeli izlemeye koyulmuştu. Amacının ne olduğunu çözmeye çalıştığı sırada onun uzanıp heykelin üzerinde okşar gibi parmaklarını gezdirmesini seyretti.

“Her ayrıntısını özenle işledim.”

Nehir, “Siz mi yaptınız?” diye sormaktan kendini alıkoyamadı. Nedense buraya gelip giden sıradan insanlardan biri olduğunu düşündüğü bu adamın böyle bir yeteneğe sahip olduğuna inanamamıştı.

Adam güldü. Evet, güldü. Ve bir an için kadının gözüne hiç olmadığı kadar sevimli ve ilginç bir şekilde çekici geldi. Gülünce iki yanağında oluşan çukurlar ona bambaşka bir hava katmıştı. İçten, cana yakın, sıcak… Ancak gözlerinde oynaşan parıltılar ona pek de kanmaması gerektiğini hatırlatır cinstendi.

“Evet, bu sihirli ellerden çıktı,” dedi adam sağ elinin parmaklarını havada oynatarak. Genç kadının dikkatli dikkatli havadaki eline bakıyor olması üzerine yeniden gülerken, “Burada sizli bizli konuşmayız,” diye de ekledi.

Nehir sertçe yutkundu. Adamın farklı şekillerdeki birçok dövmeyle kaplı elinde en çok gözüne ilişen yüzük parmağının üzerine kazılı olan kükreyen aslan başı dövmesiydi. Belli ki bu adam düşündüğü gibi buranın müdavimi olan diğer insanlar kadar sıradan biri değildi. Şöyle bir onu taramaktan kendini alamadı. Geniş omuzlarını saran tişörtü kol kaslarını kapatmaya yetmeyecek kadar kısaydı. Sağ kolu tişörtünden göremiyor olsa bile omzuna kadar dövmeyle kaplı olmalıydı. Kapıdaki adamlar kadar iri yarı değildi, daha dengeliydi. Başka zaman olsa, başka biri böylesine yapılı, emek harcanmış bir vücutla karşısına çıksa bu durumdan rahatsız olmazdı ama bu adam zaten el altından etrafına yeterince gerginlik yaymayı başarırken bir de bunu vücuduyla destekliyordu.

“Bazı şeyleri öğrenmek için zamana ihtiyacım olacak sanırım,” dedi gerginliğini gizleyemezken.

Adam göz kırptı. “Çabuk kapacak birine benziyorsun.”

Genç kadın gülümsemeye çalıştıktan sonra daha fazla bu yabancı adamla konuşmak istemediğini belli edercesine asansörlerin olduğu kısma bakındı. Zira onun yanında geçirdiği her saniye daha çok gerilmeye başlamıştı.

“Eğlenceyi daha fazla kaçırmak istemem, iyi geceler.”

Kaçarcasına heykelin etrafından dolandı. Nerelere ulaştığını bilmediği sağ ve sol köşelerde bulunan loş koridorları es geçerek iki asansörün bulunduğu kısma ulaştı. Çağrı düğmesine bastıktan biraz sonra açılan kapıdan içeriye girerken yeniden o adamın sesini işitti.

“Hey yeni!”

Dört bir yanı aynayla kaplı olan asansörün içerisinde onun yansımasını rahatlıkla görebiliyor olmasına karşın yüzünü adama doğru döndü. Elleri siyah pantolonunun ceplerindeydi ve bu kez omzunu yaptığı heykele dayamıştı. Arkasında ne olduğunu belli edercesine… Kendi ürkek mavi gözleri, adamın keyifli kahverengi gözlerine kilitlenmişken asansörün kapısı kapanmak için hareketlendi ve aynı anda onun esrarengiz bir tonla, “İyi eğlenceler,” dediğini işitti. Ardından kapı kapandı. Birkaç uzun saniye sonra asansör aşağıya doğru hareket etmeye başladı. Az öncesine kadar o adamın olduğu yerde artık duvardan başka hiçbir şey yoktu. Fakat etrafa buram buram yaydığı tehlike hâlâ orada asılı duruyordu.

“İyi eğlenceler.”

Bir ürperti baştan aşağıya tenini yalayıp geçti. O adamı ve sinsice yaydığı tehdidi düşünmeyi bırakıp hedefine odaklanması gerektiğini kendine hatırlattığı sırada, hiç hazır olmadığı o anda asansör yavaşladı. Durduktan yine birkaç saniye sonra kapılar ardına kadar açıldı ve anında geri planda kalan müzik sesi, insanların çılgınlar gibi tezahüratları kulaklarına doldu.

İşte Yeraltı Kulübü’nün gerçek yüzü tam da karşısındaydı.

modal aç
modal aç
modal aç