Yeni Üyelik
keyboard_arrow_left keyboard_arrow_left2.
Bölüm
@yazarimsibirileri
+++
İşte Yeraltı Kulübü’nün gerçek yüzü tam da karşısındaydı.

Mekânın tam ortasına yerleştirilmiş kafesin telleri, üzerine fırlatılan adamın bedeni altında titredi. Etraftaki insanlar delirmişçesine bağırmaya devam ederken kafesin içerisindeki diğer adam ellerini havaya kaldırıp ağzından tükürücükler saça saça tüm gücüyle kükredi. Terli vücudu kan içerisindeydi ancak rakibini yere sermiş olmanın verdiği haz onu öylesine ele geçirmişti ki gözünün hiçbir şeyi görmediği açıkça belliydi.

“Evet millet, görüyorsunuz Felix bu gece galibiyete doymuyor! Rakiplerine şans tanımaya niyeti yok. Bu gece onun gecesi!”

Ses tüm mekânda yankılanırken Nehir kimin konuştuğunu yakalayamadı. Heyecanlı, izlediği maçtan keyif alan bir adamın sesiydi. Bu sırada seyircilerin destekleyici çığlıkları bir anlığına kulakları sağır etti. Belli ki Felix bu işte fazlasıyla iyiydi ve destekçilerine iyi kazandırıyordu.

“Daha fazlasını istediğinizi görebiliyorum,” dedi aynı ses. Adamı göremiyor olsa da sırıttığına bahse girebilirdi. “Paranızı kime yatıracağınızı iyi seçin derim dostlarım, çünkü henüz sıradaki adamı yere serebileni görmedi bu gözler. Evet, evet, hepinizin yakından bildiği isim; Reşat geliyor! Felix’in işi artık çok zor.”

Sonra adı anılan adam insanların çığlıkları ve hep bir ağızdan adını haykırmaları eşliğinde birkaç basamaklık merdiveni çıkarak kafesin içerisine girdi. Üzerinde sadece şort vardı. Her hareketinde oynayıp duran kasları etrafına tehlike saçıyordu. Uzun boyu ve iri vücuduna bakılacak olursa Felix’in gerçekten de pek şansı yoktu.

Çok geçmeden dövüşün başladığını belli eden o zil sesi duyuldu ve adamlar tüm vahşilikleriyle saldırmaya başladı. Nehir, Felix’in yediği ağır yumruktan sonra kan kusarcasına tükürmesinin ardından devamını izlemeyecek kadar rahatsız olmuştu. Derhal önüne dönüp yüzünü buruşturdu. Bu adamların acıması yoktu. Ölümüne oynuyorlar ve bunu para uğruna yapıyorlardı. İşte bu mükemmel gece kulübünün ardındaki dehşet tam olarak buydu. Haftanın belli günlerinde bahis üzerine kafes dövüşü yapılıyordu. Karnına bıçak saplandığını hissetti. Korku iyice içine yerleşirken tıkanan boğazını ovaladı. Artık yakalanmaması gerektiğinin netçe farkındaydı. Zira yakalanırsa bu vahşi insanların arasından çıkamayacağı ortadaydı.

Başına aldığı belanın ağırlığı altında ezildiği sırada buz tutmuş ayaklarını oynatarak kalabalık insan grubunun sardığı kafesin etrafından dolanmaya başladı. Her an midesindekileri çıkartacakmış gibi hissediyordu. Bir yerde oturmaya ve soluklanmaya ihtiyacı vardı. Bar kısmına ilerleyerek elindeki bezle bardakları silen barmenin önündeki yüksek koltuğa oturdu.

“Miller lütfen,” dedi hızla. Bir şeyler içerek kanından gittikçe eksilen cesareti canlandırmayı umuyordu. Tam da bu sırada arka taraftan bir başka barmen çıktı ve göz göze geldikleri an ıslık çalıp genişçe gülümsedi. Arkasında dönen tüm vahşiliği gölgeleyecek kadar içten bir gülümsemeydi. Yaklaşıp hâlâ bardakları silmekle uğraşan diğer barmenin omuzlarına ellerini bastırdı.

“Nedim, görmüyor musun oğlum bu gece aramızda yeni biri var!”
Adam ağzının içerisinde mırıldandı. Küfrettiğini anlamak zor değildi. “Affedersin abi fark edememişim,” dedi.

Tam da bu sırada Nehir’in yan tarafına gelen bir başka kadın, “Bir cin daha!” diye seslendi. Sarhoşluğu dudaklarından peltek peltek dökülen kelimelerden anlaşılıyordu. Ardından orada kimlerin olduğunu yeni fark etmiş gibi, “Ooo Özgür görüşemiyoruz,” dedi imayla. “Telefonlarıma cevap dahi vermiyorsun.”

Özgür pek de istemediği bir karşılaşma olduğunu belli edercesine göğsünü havayla şişirdikten sonra Nedim’i kadına doğru itti.

“Onunla ilgilen ve sorun çıkartmamasını sağla.”

Nedim denileni yerine getirmek üzere kadını yanlarından uzaklaştırdığında Nehir, baş başa kaldığı Özgür’ü dikkatle süzdü. Askılı pantolonun içine giydiği beyaz gömleğinin kollarını birkaç kat kıvırmış, vücudunu saran gömleğin üstten birkaç düğmesini açık bırakmış bu adamdan yayılan sıcaklık biraz da olsa rahatlamasına yardımcı oldu. Bu çok iyiydi. Yoksa gerginlikten ve yüksek dozda heyecandan her şeyi eline yüzüne bulaştırması an meselesiydi.

“Adınla beni şereflendirecek misin?”

“Nehir,” dedi genç kadın.

“Ben de Özgür, burası benden sorulur,” derken bar kısmını işaret etti. “Ne içmek istersin güzelim?”

“Miller.”

“Yumuşak bir giriş olsun istiyorsun ha? Hemen geliyor,” dedi kirli sakallı, uzun boylu adam. Biçimli dudakları güzel bir gülümsemeyle şekilliydi. “Uzun zamandır aramıza yeni biri katılmamıştı. Bu arada kime oynadın merak ediyorum?”

Nehir gerginliğini gizlemeye çalışarak öne düşen saçını geriye attı. Omzunun üzerinden ardında kalan kafesi ve içerisinde birbirini hırpalayan iki adamı gözden geçirdi. Reşat, Felix’i alt etmiş, sıradaki rakibiyle resmen oynuyordu. Sertçe yutkundu ve Özgür’e döndü.

“Bu gece sadece izleyiciyim.”

“Ah, tabii,” dedi anlayışla. Ardından hazırladığı içkiyi Nehir’in önüne itti ve kendisi için doldurduğu viskiyi şerefe dercesine havaya kaldırdı.

“Çalışırken içmemen gerekmiyor mu?”

Bu soru Özgür’ü güldürdü. “Burada sadece bir kural vardır ve o da bu kısmı kapsamıyor,” dediği sırada ardındaki içki şişelerini gösterdi.

Genç kadın bu kuralın ne olduğunu bilmediğini fark etti. Bozuntuya vermeksizin, “Ah, yeni olduğumu çok belli ediyorum, değil mi?” diye sordu gülümsemeye çalışarak. Adamın vereceği tepkiyi soluğunu tutarak beklerken içkisinden ilk yudumunu aldı.

“Hem de çok. Adeta ben yeniyim, buradaki ilk gecem, diye bağırıyorsun.” 

“Öyle mi?” Kendine sakin olmayı emretti. “Burada herkes birbirini tanıyor sanırım.”

“Elbette. O karta sahip olmanın bir ayrıcalığı olmalı, değil mi?”

“Elbette,” dedi Özgür gibi gülümsemeye çalışarak. Ardından konuyu değiştirmesi gerektiğine kanaat getirdi. Zira Özgür karta nasıl sahip olduğunu sorarsa verecek cevabı yoktu.

“Merakımı mazur gör, burayı öğrenmek için biraz zamana ihtiyacım var,” diyerek konuya girdi. Özgür önemli olmadığını belli edercesine omuz silkti.

“Bahsettiğin o kural nedir?”

“Hiçbir şey bilmemeni anlarım ama bunu bilmiyor olman…” Özgür cümlesinin devamını getirmeden önce içki bardağını bar bankosunun üzerine bıraktı ve sevecen ifadesi ciddileşti. Kollarını iki yana açıp bankoya yaslarken sır verecekmiş gibi öne doğru eğildi.

“Uyuşturucu,” dedi Nehir’in yutkunmasına neden olacak kadar değişik, soğuk bir tonla. “Buraya uyuşturucu sokmak, satmak ya da kullanmak bile bile ölüme yürümektir.”

Genç kadın bir kez daha sertçe yutkundu ve kucağında duran çantayı sıktı. Güçbela, “Anladım,” diyebildikten sonra içkisinden yudumladı. Keşke daha sert bir şeyler istemiş olsaydı. Zira bu sayede öğrendiği bilgi ve çantasındaki küçük paket arasında bir bağ olduğunu düşünemeyecek kadar aklı bulanık olurdu. 

Hoparlörlerden aynı adamın sesi duyuldu. Son dakika karar değişikliğiyle bir başkasının kafese gireceğinden bahsediyordu ve bunu duyan insanlar mekânı yıkmak istercesine haykırıyordu. Tezahüratlar dinmeksizin devam ederken Nehir daha fazla vakit harcamanın gereksiz olduğunu fark ederek ayaklandı.

“Lavaboya nasıl gidebilirim?”

“Bu dövüşü kaçırmak istediğine emin misin? Aslan pek sahnelere çıkmaz.”

Nehir yeniden omzunun üzerinden ardına döndü. Reşat hâlâ sahnedeydi. Boynundaki kaslar kabarmış, terli vücudu gergindi. Rakibi ise ona göre daha kısa ve yapılı olmasına rağmen daha zayıftı. Kimin kazanacağını önceden görebiliyorken Özgür’ün sesindeki heyecanı yadırgamıştı. Reşat bu maçı verecek gibi durmuyordu.

“Hiç şansı yok,” dedi Özgür keyifle.

 “Evet, Reşat onu fena haklayacak gibi.” Nehir neye yorum yaptığının farkında dahi olmaksızın başlayan çekişmeyi izliyordu. Reşat yeri döven adımlarla rakibinin üzerine yürüyor, ona ölümcül darbelerini sallıyordu. Özgür’ün kahkaha attığını işitince ancak kendine gelip soran bakışlarını ona dikti. Ortada bu kadar gülünecek ne vardı anlayamıyordu.

“Senin cidden hiçbir şeyden haberin yok,” dedi Özgür kahkahalarının arasından. “Eğer buranın bir yıldızı varsa o da Aslan’dır. Bugüne kadar bir kez bile yenilmedi.”

Genç kadın yeniden kafesten tarafa döndüğünde Reşat’ın yediği yumrukla sarsılmasını yakaladı. O koca bedenin ayakta yalpalanması ve ancak birkaç saniye üzerine kendini toparlayabilmesi gözüne inanılmaz geliyordu. Gücün dış görünüşle alakalı olmadığını kanlı canlı teyit ettikten sonra mavi gözleri kafes tellerinin arasından Aslan’ı buldu. Zorlanmadığı ortadaydı. Delicesine körlükle saldırmıyor, sert ve keskin hareketlerle işini görüyordu. Pistin tozunu yuttuğu ve ustası olduğu açıkça belliydi. Bunu görebilmek için onu dikkatle izlemek gerekiyordu.

Birkaç saniye sonra Aslan, Reşat’ı köşeye sıkıştırıp ölümcül yumruklarını peşi sıra sallamaya başladı. Hiç durmuyor, adeta hırsını çıkartıyor gibiydi. Reşat’ın artık kendini toparlamasının imkânı bile yoktu. Yüzü kan revan içerisindeki kalmıştı. Genç kadın bu kanlı sahneleri daha fazla izlemeye tahammül edemedi. Ardını dönerek Özgür’e hitaben, “Lavabo-” diye söze girmişti ki onun pür dikkat kafeste olanları izlediğini görünce cümlesini yarıda bırakıp kendi işini kendi halletmek için oradan ayrıldı.

Lavaboların bulunduğu kısmı bulması zor olmadı. Adımladığı koridor ikiye ayrılıyordu ve sol tarafta lavaboların bulunduğuna dair işaretler yer alıyordu. Bu yüzden sola döndü. Yan yana duran iki kapının üzerinde birinin kadınlara diğerinin de erkeklere ait olduğunu belli eden çizimler vardı. Yine sol tarafta yer alana yaklaştı ve arkasından herhangi birinin gelip gelmediğini kontrol ettikten sonra çabucak içeriye girdi.

İşte sona gelmişti.

Lavabonun içerisinde kimse yoktu. Müzik sesi ve içerideki insanların haykırışlarından başka herhangi bir ses de gelmiyordu. İçeride dört tane tuvalet vardı ve dördünün de kapısı hafif aralık kalmıştı. Buradan içlerinin boş olduğunu rahatlıkla anlayabiliyordu. Heyecandan bayılabilirdi. Kalbi deli gibi atıyordu ve aldığı soluklar ona yetmiyordu. Biraz sakinleşmek zorundaydı. Gittikçe yükselen adrenalin yüzünden ısınan tenini serinletmek ona iyi gelebilirdi. Bu doğrultuda hızla lavabo tezgâhına ulaştı. Sensörlü musluğa elini uzattığı anda akan suyla önce ellerini yıkadı sonra da ıslak ellerini boynuna ve ensesine bastırdı ve bir süre öylece elleri ensesinde, gözleri kapalı kaldı. Su ona iyi gelmişti. Hiç değilse iyiden iyiye çılgına dönen hislerini az da olsa yatıştırmaya yetmişti. Fakat her an biri gelebilirdi. Bir de gelen kişinin işini bitirmesini ve def olup gitmesini beklemeyi kaldıracak sabrı yoktu. Bu yüzden işe koyulmalıydı.

Gözlerini açtı. Ve harekete geçmeye dair her şey aklından uçup gitti. Aynadaki kadın, yansıması, mükemmel gözüküyordu. Dağınık topuz yaptığı saçlarından kaçan birkaç tutam yüzünü çevrelemişti, çok doğal duruyordu. Koyu kırmızıya boyalı dudakları fazlasıyla ilgi çekiciydi ve kumral saçlarının yaydığı sıradanlığı seksiliğe taşıyordu. Giydiği hafif dekolteli elbiseyi kusursuzca kaldırmış, hakkını vermişti.

Dış görünüşüne baktığında hiçbir pürüz göremiyordu ancak gözlerinin içine baktığında oradan taşan korkuyu zorlanmadan görebiliyordu. Bakıştığı kadının tek kusuru gözlerindeki korku değildi. Yaşadığı adrenalin yüzünden şiddetle inip kalkan göğsü, titreyen dudakları da buna dâhildi.

Yansımasına bakmaya dayanamıyormuş gibi kafasını sağ tarafına çevirip gözlerini kapattı. O bugüne kadar bile bile belaya yürüyen, gizli kapaklı işler çeviren biri olmamıştı. Elbette tehlikeye girdiği zamanlar vardı ancak şu anda içinde bulunduğu durum çok farklıydı. Buradaki tehlike fazlasıyla büyük ve belalıydı. Bunu iliklerine kadar hissedebiliyordu.

Kapalı gözlerini daha çok sıkıp, kafasını şiddetle iki yana salladı. Rahatlamasında bu hareketin herhangi bir yararı olmamıştı ama en azından kafasını toplaması gerektiğini kendine hatırlatmasında yardımcı olmuştu. Bunları şimdi düşünerek sadece vakit kaybedip, kendini tehlikeye atmaktan başka bir şey elde etmezdi. Son bir işi kalmıştı ve onu da yerine getirdikten sonra burada fazladan bir saniye daha duracak değildi. Bu yüzden kendini toparlamaya çalıştı. Hâlâ korkuyla bakan gözlerini aralayıp, boyalı dudaklarını birbirine bastırdı ve çantasını tezgâhın üzerine koydu. Titreyen elleriyle içini açtıktan sonra karıştırmaya başladı. İşte oradaydı. Etrafı bantlanmış beyaz bir paketti. Ağır ağır ona doğru uzandı. İçerisinde ne olduğunu tahmin etmesi zor değildi. 

“En sağdaki tuvalete gir ve paketi klozetin rezervuarına bırak.”

Bağdatlı’nın dediğini yapmak için paketle beraber sağdaki tuvalete doğru ilerledi. Paketi bıraktığı anda bu işten kurtulmuş olacaktı. Sonrası yoktu. Yeni bir görev verilmeyecekti. Buraya gelmeden önce bundan emin olmuştu.

Sona gelmenin verdiği rahatlık hissi usul usul içine yayılmaya başladığı sırada tuvaletin aralık kapısını ardına kadar açtı ve neredeyse aynı saniyede adımları bıçak gibi kesildi. Önce birkaç saniye nefes dahi almadı, ardından kaşları çatıldı. Devamındaysa göz bebekleri korkuyla irileşti. Solukları hız kazanırken tekrar tekrar boş tuvaletin içine baktı.

Bu tuvalette denildiği gibi paketi içine koyabileceği bir rezervuar bulunmuyordu!

“En sağdaki tuvalete gir…”

Doğru tuvaletteydi. Belki de yanılan Bağdatlı’ydı? Belki de soldakine koyması gerekiyordu? Bir umut tanesiyle hızla diğer tuvalete girdi. Hayır, onda da rezervuar bulunmuyordu. Hızla diğerlerini de kontrol etti. Dördü de gömme rezervuara sahipti. Bir küfür savurdu. Zaten böyle bir mekânın eski usul klozetlere sahip olmayacağını daha en başında düşünmesi gerekmez miydi? Şimdi ne yapacaktı? Bağdatlı’yla karşılaştığından beridir söylediği her kelimeyi yeniden zihninden geçirdi. Buraya kadar her şey kusursuzca ilerlemişti. Adamın her söylediği bir bir çıkmıştı. Öyleyse bu ne demek oluyordu?

“…paketi klozetin rezervuarına bırak.”

Şokla irkildi. Bağdatlı’nın dudaklarına yerleşmiş sinir bozucu gülümseyişin nedenini artık kavrar gibiydi. Bir küfür daha mırıldandı ve hızla tezgâhın üzerinde bıraktığı çantasına yöneldi. Titreyen ellerle aradığı telefonu bir türlü bulamayınca çantanın içindekileri lavabonun üzerine boşalttı. İçinde fazla bir şey yoktu ancak yine de dökülen yığının içerisinde telefonu bulabilmek için tüm eşyaları öteye beriye savurdu. Aradığını bulduğu anda da vakit kaybetmeden Bağdatlı’nın numarasını çevirdi. Telefon çaldı, çaldı, çaldı ancak cevap veren olmadı. Nehir lavabo tezgâhının önünde bir aşağı bir yukarı volta atmaya başladı. Bunu yaparken tekrar tekrar Bağdatlı’yı arıyor, cevap alamadığı her saniyede daha çok çıkmaza düşüyordu.

En sonunda ona bu şekilde ulaşamayacağını kabullendiğinde telefonu ağır ağır lavabo tezgâhının üzerine bıraktı. İşler ters giderse araması için ona bu numaradan başka hiçbir şey verilmemişti. Zonklayan şakaklarını ovaladı. En iyisi ardına bakmadan buradan çıkmaktı. Sonuçta adam ona yanlış bilgi vermişti. Yakalanmamak için kaçmış olmasına kızmaya hakkı yoktu. Bir dakika, bir dakika… Ona buradan nasıl çıkılacağı söylenmemişti ki! Ona sadece nerden ve nasıl gideceği, emaneti nereye bırakacağı söylenmişti. Bağdatlı’nın sözlerini tekrar tekrar kendine hatırlattı. Hayır, neredeyse her adımının nasıl olacağını anlatan adam buradan nasıl çıkacağını söylememişti.

Belki de buradan çıkmasını istememişti.

Farkındalığın yarattığı şok ile bir an nefes dahi alamazken, mavi gözleri kurulmuş oyuncak gibi ona verilen emaneti buldu. Paket hâlâ avucundaydı. Korku dolu bakışları paketin üzerindeyken aklından birçok soru geçiyordu. Neden ona yanlış bilgi vermişti?

Belki de elinde bu paketle yakalanması için…

Neden buraya gönderilmişti?

Belki de öldürülmesi için…

Belki de ölümünün bir başkasının üzerine yıkılması için…

Lavabonun üzerinde bıraktığı telefon birden çalmaya başladı. Nehir hâlâ şokla bakan gözlerini telefonun ekranına düşürdüğünde arayanın Bağdatlı olduğunu görünce hızla atıldı. Telefonu açar açmaz, “Bana yalan söyledin! Kandırdın beni aşağılık herif!” diye bağırdı.

“Ah, demek yakalandım.” Telefonun diğer ucundan şapırtı sesleri duyuldu. “Kabul et ama fena tongaya geldin güzelim.” İğrenç bir kahkaha attı. “Umarım rezervuar arayarak fazla vakit kaybetmemişsindir.”

Nehir, adamın keyifli sesi karşısında iyice sinirlendi. “Şerefsiz piç kurusu! Ne istiyorsun benden?!”

“Çok önemli bir şey değil,” dedi adam. Yine şapırtı sesleri yükseldi. Belli ki umarsızca yemek yiyordu. “Sadece ölmeni istiyorum.”

“Sen… Sen piçin tekisin! Bu oyunlar kuralına göre oynanır!”

“Bak sen… Neler de bilirmiş,” dedi eğlenir gibi. Bu kez sesi bir nebze daha ciddiydi.

“Bana hemen buradan nasıl çıkacağımı söyle! Hemen!”

Bağdatlı güldü. Öyle ki bu gülüş Nehir’in tüm tüylerini diken diken etmeye yetmişti.

“Oradan ölün bile çıkamayacak.”  

Adamın bu vurucu cümlesi zihninde vuku bulduktan hemen sonra tam karşısında kalan lavabo kapısı gürültüyle açıldı. Genç kadın yerinde sıçrayarak kapıya döndüğü anda Tibet Mastifi cinsi fazlasıyla kızgın bir köpeğin üzerine doğru geldiğini gördü. Korkuyla çığlığı basarak kaçabildiği kadar geriye kaçtı. Ancak kalçası hemen ardındaki lavabo tezgâhına dayandığında anladı ki fazla gidecek mesafesi yoktu. Bunun üzerine kendini korumak istercesine kolunu yüzüne siper etti ve birkaç saniye gelecek darbeyi bekledi. Fakat köpek deli gibi havlamaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. Yüzüne kapadığı kolunu yavaşça indirdiğinde gördü ki köpekle aralarında yarım metrelik bir alan vardı. Hayvan her ne kadar üzerine atlamak için debeleniyor olsa bile boğazındaki tasma ona engel oluyordu.

Ve o tasmayı tutan kişiyse Özgür’den başkası değildi.

Evet, evet, biraz öncesine kadar yüzüne dostça gülümseyen, gerginliğini bir kenara bırakmasını sağlayan Özgür’dü. Şimdi ise bakışları tehlikeliydi. Dudaklarındaysa ürkmesine neden olan yamuk bir sırıtış vardı. Üstelik Özgür yalnız da değildi. Yanında iki adam daha vardı ve biri girişteki heykelin mimarı olan adamın ta kendisiydi.

modal aç
modal aç
modal aç