@yazarimsibirileri
|
“Bazen uçurumun kenarına sürükler seni hayat. Bedenini boşluğa bırakmak da sana kalır, hırsla tutunmak da.” ××× Uçurumun kenarındaydım. Kendimi aşağıya bırakırsam bedenimi parçalayacak kayalıklar benden geriye hiçbir şey bırakmayacakmış gibi sivriydi. Esen sert rüzgâr yüzüme tokat gibi çarpıyordu. Saçlarım ve giydiğim beyaz elbisenin etekleri uçuşuyordu. Rüzgârı kucaklayan kollarım iki yana açıktı ve rüzgâr, kulağıma kendimi kollarına bırakmamı fısıldıyordu. “Gel, tüm acın dinecek, gel. Özgür kalacaksın, seni özgür kılacağım.” Uçurumun ucuna iyice yaklaştım. Ayaklarımın altındaki derinlik uçsuz bucaksızdı. Bana huzur vaat ediyordu ve bunun için benden ölümü seçmemi istiyordu. Atlayacak mıydım? İçinde bulunduğum aracın radyosu açıldı, çalan arabesk müzik kulaklarıma ulaştığında kapalı olan göz kapaklarım usulca birbirinden ayrıldı. Taksici müziğin sesini biraz daha yükseltirken aracı sıkışık trafikte ilerletmeye devam ediyordu. Ekim aynın serin İstanbul gecelerinden birinde, beni geçmişime götüren aracın içerisindeydim. Gözlerimi yeniden kapatıp başımı aracın camına yaslamaya devam ettim. Aralık bıraktığım camdan içeriye dolan rüzgâr dağınık topuzumdan kaçan saçları yüzümün etrafında uçuşturdu. Omuzlarıma örttüğüm cekete biraz daha sığındım ama camı kapatma girişiminde bulunmadım. Dalgın gözlerim taksinin geçip gittiği Beşiktaş sokaklarındaki kalabalığın üzerinde boş boş geziniyordu. Saat on bire yaklaşıyordu ve bu saatlerdeki yoğunluğun derecesi yüksekti. Parmaklarımın arasındaki telefon titredi. Sanki felaket çanları çalmaya başlamış gibi birden vücudumdaki tüm tüyler diken diken oldu, ürperdim. Hâlâ düzenini sağlayamamış kalp atışlarım yeniden hızlandı. Bu heyecandan değil, saf korkudandı. Gözlerim yavaşça aralanırken ciğerlerime titrek bir soluk çekip gelen mesajı açtım. “İçeri girdin mi?” Telefonuma kayıtlı olmayan bu numaranın kime ait olduğunu biliyordum. Dişlerimi sıkarak telefonu elimde çevirmeye başladım. Sağ ayağımı stresle salladığımın farkında bile değildim. Tedirgin ve endişe doluydum, çünkü ilerlediğim yolun sonu karanlıktı. Üstelik bu yolda ilerlemeye mecburdum. Ya o uçurumdan atlayacaktım ya da savaşmaya devam edecektim. Ben savaşmayı seçmiştim. Bu benim için fazlasıyla zordu. Yıllarca kaçtığım geçmişime doğru kendi ayaklarımla gittiğimin bilincinde olmak ödümü patlatıyordu. Sıradan bir hayat sürüp, sıradanlaşarak izimi kaybettirsem de o korku hâlâ içimdeydi ve ondan hiçbir zaman kurtulamamıştım. Bu gece hayatımın dönüm noktası olacaktı. Hata yapma şansım yoktu. Yakalanma seçeneğini düşünmek bile istemiyordum, çünkü sonuçları ağırdı. Benden istenilen tek seferlik işti ve bunu hatasız yerine getirip yakamı kurtarmak zorundaydım. Aksi hâlde... irkildim. Olumlu düşünerek kendimi dizginlemek zorundaydım, yoksa yüksek doz korkudan her şeyi elime yüzüme bulaştırabilirdim. En ufak hata hayatıma mâl olurdu. Üstelik kendimle birlikte Hümeyra'yı, aile bildiğim tek kişiyi de ateşe atacağımı bilmek bu işe kalkışmamın en büyük nedeniydi. Ona zarar gelsin istemiyordum ve o, şu anda ipin ucundaydı. Taksicinin beklemediğim bir anda, “Abla,” diye seslenmesiyle yerimde sıçradım. Korkuyla irileşen gözlerim dikiz aynasından adamın yorgun gözlerini bulduğunda, verdiğim ani tepkiyi sorguladığını kaçırmadım. “Geldik abla. Burasıydı değil mi?” Arabanın durduğunu bile anlayamamış olmanın verdiği şaşkınlıkla binlerce ışıkla aydınlatılmış sokakta hızla gözlerimi gezdirdim. Burası Kuruçeşme'nin en gözde kulübünün olduğu sokaktı. Yutkunup gözlerimi kaçırmakla kurtulabilecekmişim gibi önüme döndüm. Taksimetrede yazan ücreti çıkarmak için çantama uzandığım sırada, “Evet burası,” diye yarım ağız mırıldandım. Kol çantamın içine gelişigüzel attığım parayı bulabilmek için uğraşırken varlığını bir an bile unutamadığım o küçük paketle göz göze geldim. Karnıma saplanan ağrıyla inlememek için dudaklarımı birbirine bastırırken arkamızdaki araçlardan yükselen sabırsız korna sesleriyle kendimi toparlamaya çalıştım. Çantamın derinlerinde bulabildiğim parayı hızla adama uzatıp üstünü almayı beklemeden araçtan aşağıya fırladım. Taksi gaza yüklenmekte gecikmeyerek beni orada tek başıma bıraktı. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki kaburgalarım ağrıyordu. Aldığım her nefes ciğerlerime kıymık gibi batarken çevreye bakındım. Mekân umduğum gibi ıssız bir yerde değildi. Karanlık, kasvetli bir havası da yoktu. Bulunduğum cadde vızır vızır işliyordu. Sahilden vuran serin rüzgâr oldukça iç açıcıydı ve etrafım ışıl ışıldı. Her şey beklediğimin aksine normal ver sıradandı. Bu durum bir nebze rahatlamamı sağladı. Belki de kafamda kurduğum senaryoların aksine her şey daha kolay olacaktı, kim bilir? Sonra tam da o minik rahatlık içime yerleşmeye çalıştığı sırada kafamı kaldırdım ve önünde indiğim mekânın tabelasına gözlerimi diktim. O tabelaya içerideki tehlikeyi yansıtırcasına kan kırmızısı ışıkla işlenmiş YERALTI KULÜBÜ yazısı ve o yazının bulunduğu tabelayı tutan, arka ayaklarının üzerine kalkmış aslan figürleri sertçe yutkunmama neden oldu. Tam o anda içimdeki huzursuzluk arttı, esen rüzgâr sertleşip yüzüme çarptı. Bu gece umduğum kadar kolay geçmeyecekti, bunu hissedebiliyordum. Çünkü birazdan karşımdaki kapıdan içeriye girecek ve en ufak hatamda hayatımı değiştirebilecek, belki de hayatımın sonunu getirecek bir işe kalkışacaktım. Korku yeniden kalbimi yokladı, mideme yeni bir ağrı saplandı. Kuruyan boğazımı ıslatma umuduyla yutkundum. Ardından geri dönme seçeneğimin üzerini çizerek; bordo renkli topuklu ayakkabılarımı yere vura vura kulübün girişine doğru ilerleyip, hareketlerimi açık seçik takip eden iki iri kıyım adamın tuttuğu kapıya yaklaştım. Ürkütücü görünüyorlardı ve bundan memnun olduklarını bana odaklı tepeden bakışlarından bile okuyabiliyordum. İçimden sorunsuzca içeriye girebilmek için dua ederken korumaların karşısına dikildim. İkisinin de kulaklarında kulaklık vardı ve kabloları takım elbiselerinin içerisinde kayboluyordu. Kapının sağ tarafında bulunan kel ve gür kaşlı adam, “Bu gece kapalıyız,” dedi oradan derhâl toz olmamı belli edercesine. Onunla göz göze gelebilmek için başımı geriye atmak zorunda kalmak bana çok küçükmüşüm gibi hissettirmişti. Aslında kısa da sayılmazdım, boyum 1.70’di. “Sana verdiğim kartı sakın kaybedeyim deme Nehir. Orada sana her kapıyı açmanda yardımcı olacak. Her Perşembe orayı halka kapatır ve sadece bu karta sahip olanları içeriye alırlar. Artık sen de o şanslı kişilerdensin.” Bağdatlı lakabıyla tanıdığım adamın pis sırıtışı gözlerimin önüne geldiğinde yüzümü buruşturmamak için kendimi kasmak zorunda kaldım. İğrenç biriydi. Onunla tanıştığım güne lanet ediyordum. Hümeyra aracılığıyla beni parmağında oynatabileceğini keşfettiği andan beri suratındaki pis, sinsi sırıtışla yüzleşmek zorunda kalıyordum ve benimle oynamaktan zevk aldığından emindim. Bu kez diğer adam, “Hâlâ ne bekliyorsun, kaybol!” diye homurdandı. Başka zaman olsa arkama bakmadan buradan kaçabilirdim, ancak şimdi ne yazık ki böyle bir şansım yoktu. “Sakin olun beyler,” dedim soğuk terler döktüğümü fark etmemeleri için olabildiğince dik durmaya çalışırken. “Özel misafirlerinize böyle davrandığınızı bilseydim gecemi burada geçirmeden önce bir kez daha düşünürdüm.” İki adam birbirine kısa bir bakış attı. Kendi aralarında geçen sözsüz konuşmayı sabırla beklerken yanağımın içini kemiriyordum. Yeniden bana döndüklerinde sözü yine kel olan adam aldı. “Kartınızı görebilir miyim?” “Tabii,” diyerek çantamı karıştırdım. Ön gözüne yerleştirdiğim kartı gün yüzüne çıkartıp adama uzattım. Standart kredi kartı büyüklüğünde, üzerinde pek esprisi olmayan, bana göre sıradan bir karttı. Pek tabii karttaki en önemli ayrıntının mat siyah yüzeyine kazınmış kükreyen aslan başı kabartması olduğunun bilincindeydim. Artık perşembe geceleri kulübün neden kapalı olduğunu ve bu özel gecede içeriye nasıl girebileceğimi biliyordum. Hayatımın hiçbir döneminde öğrenmeyi tercih etmeyeceğim bu bilgiler Bağdatlı tarafından aklıma kazınmıştı. Kel adam kolayca kopyasının üretilmeyeceğinden emin bir şekilde gözlerini üzerimden ayırmadan sadece baş parmağını kartın yüzeyinde kaydırdı. Orijinalliğini teyit ettikten sonra, “Yeni,” dedi yanındaki diğer adama hitaben. Bir an için adamın kara gözlerinin parladığına yemin edebilirdim. Sıradaki sorunun karta nasıl sahip olduğumla ilgili olabileceği düşüncesi beni iyiden iyiye gererken, ummadığım şekilde adamlar önümden çekildi. “İçeri geçebilirsiniz.” Yüz hatlarıma sinen şaşkınlığı saklayamayarak kartı geri aldım ve kaçar gibi içerideki dünyaya ilk adımımı attım. Açıkçası Bağdatlı'ya pek güvenmediğim için sözlerinin doğru çıkması beni şaşırtmıştı. Sorgulanmayı beklerken sorgusuz sualsiz içeri alınmıştım. Yeraltı Kulübü'nün sahibi kendisine fazla mı güveniyordu yoksa pek dikkatli değil miydi emin olmam şu an için imkânsızdı. Şu an için emin olduğum tek şey Bağdatlı'nın üçkağıtçı şerefsizin teki olduğuydu. Ondan her şeyi bekliyordum ve söyledikleri doğru çıksa bile ona hâlâ güvenmiyordum. İçeriye girdiğimde beni karşılayan ilk şey sigara dumanı oldu. Kartı çantama geri tıkarken girişin sol tarafında bulunan ve ön kısmında tıpkı karttaki gibi kükreyen aslan başı kabartması yer alan banka kalçasını yaslamış, umarsızca sigara içen uzun boylu bir adamla karşılaştım. Bakışları elindeki telefonda ve parmağı sürekli ekranın üzerinde hareket hâlindeydi. Benim oradaki varlığımdan bihaber gibi duruyordu ya da umursamadığı için ilgilenme gereği duymamıştı. Kapalı alanda sigara içme yasağının burayı da kapsadığından emindim ama bu onun ya da başkasının umurundaymış gibi görünmüyordu. Telefonundan gözlerini ayırmayan adamı kaçamak bakışlarla izleyerek içeriye birkaç adım attım. Bu sırada aklıma taksideyken aldığım mesaj geldi ve hemen telefonuma sarılarak cevap yazdım. İçerideydim. Ünü çalıştığım küçük kafeye kadar gelmiş, neredeyse her gün magazin programlarını işgal eden ve birçok ünlünün kapısından çıkarken paparazzilere yakalandığı o meşhur Yeraltı Kulübü'ne sorunsuzca girmeyi başarmıştım. İç dizaynındaki şaşaa göz kamaştırıyordu. İnsanların neden burayı öve öve bitiremediklerini artık daha iyi anlayabiliyordum. Gösteriş ve ihtişam bu mekân için bulunmuş kelimeler olmalıydı. Farklı bir çekiciliğe ve aynı zamanda ağır bir havaya sahipti. İnsana kendini farklı bir dünyadaymış gibi hissettiriyor, sırf buraya girebildiği için dışarıdakilerden daha üst statüdeymiş düşüncesini salgılatıyordu. Üstelik tüm bunları daha yalnızca girişindeyken düşündürtmeyi başarıyor olması asıl önemli nokta olmalıydı. Etrafın büyüsüne kapılmış olmanın verdiği huzursuzlukla yüzümü ekşittim. Dışarıdan göz kamaştıran, bir gelenin sürekli gelmek isteyeceği bu mekânın bir arka yüze sahip olduğunu artık biliyordum. Sadece nasıl olur da bu kadar ün yapmış bir yerken arka planında dönen işlerin hiç duyulmamış olmasına anlam veremiyordum. Aslında durumun ne olduğunun farkındaydım. Zira mekân adından bile nereye ait olduğunu açıkça bağırıyordu. Hâlâ omuzlarıma örtülü biçimde duran ceketin içerisine sığınırcasına sinip, artan heyecanım yüzünden titreyen bacaklarıma ileriye gitme komutunu verdim. Ne kadar hızlı hareket edersem bu gece o kadar hızlı son bulurdu. Sağımda yer alan gelenlerin bir nebze dinlenmesi için yerleştirilmiş birkaç berjeri geçerken tüm odak noktam ilerlediğim yolun üzerindeki heykeldi. Diz kapağımın seviyesindeki yuvarlak ve zeminle bitişik olan kısmının etrafı LED ışıklarla döşenmiş platformun üzerinde bir at misali şaha kalkmış aslan heykeli vardı. Altın rengindeki heykelin her ayrıntısı özenle işlenmişe benziyordu. Yelesindeki ve sivri dişlerindeki detaylar oldukça dikkat çekiciydi. Havadaki ön ayak pençeleri ise tehditkâr duruyordu. Tıpkı yüz ifadesi gibi... Üç spot ışığının aydınlattığı ve yerini belli ettiği heykelin üzerinden gözlerimi ayıramazken, “Sadece heykel. Ona her an üzerine atlayacak bir şeymiş gibi bakıyorsun,” diyen o sesi işittim. Omuzunun üzerinden sesin geldiği tarafa baktığımda bankoya kalçasını yaslamış adamı yine aynı şekilde telefonuyla ilgilenirken buldum. “Çok gerçekçi,” dedim yeniden önümdeki heykele dönerken. Sahiden de her an canlanacak ve saldıracakmış gibi duruyordu. Vahşi ifadesi ve erişilmez duruşu emindim ki herkesi etkisi altına almaya yeterdi. “Öyle,” dedi adam. Sesinin ummadığım kadar yakınımdan gelmesi üzerine yerimde sıçradım. Fark edemediğim bir anda dibime kadar girmiş, tıpkı benim gibi heykeli izlemeye koyulmuştu. Amacının ne olduğunu çözmeye çalıştığım sırada onun uzanıp heykelin üzerinde okşar gibi parmaklarını gezdirmesini seyrettim. “Her ayrıntısını özenle işledim.” “Siz mi yaptınız?” diye sorarken sesimdeki şaşkınlık açıkça okunuyordu. Nedense buraya gelip giden sıradan insanlardan biri olduğunu düşündüğüm bu adamın böyle bir yeteneğe sahip olduğuna inanamamıştım. Adam güldü. Evet, güldü. Ve bir an için gözüme hiç olmadığı kadar sevimli geldi. Gülünce iki yanağında oluşan çukurlar ona bambaşka bir hava katmıştı. İçten, cana yakın, sıcak… Ancak gözlerinde oynaşan parıltılar ona pek de kanmamam konusunda beni uyarır cinstendi. “Evet, bu sihirli ellerden çıktı,” dedi adam heykele dokunan elinin parmaklarını havada oynatarak. Gözlerim elinin üzerindeki dövmelere takıldı. Derisinde boş tek bir nokta bile bırakmamıştı ve giydiği tişörtün açıkta bıraktığı kolunun tamamı dövmeyle kaplıydı. Göremesem de dövmelerin omzuna kadar uzandığından emindim. “Burada sizli bizli konuşmayız,” diye eklediğinde gülümsemeye çalıştım. Buranın müdavimi olan diğer insanlar gibi sıradan biri miydi yoksa burada çalışanlardan mıydı emin olamamıştım. Şöyle bir onu taramaktan kendini alamadım. Geniş omuzlarını saran tişörtü kol kaslarını kapatmaya yetmeyecek kadar kısaydı. Kapıdaki adamlar kadar iri yarı değildi, daha dengeliydi. Başka zaman olsa, başka biri böylesine yapılı, emek harcanmış bir vücutla karşıma çıksa bu durumdan rahatsız olmazdım ama bu adam nedensizce beni rahatsız etmişti. “Bazı şeyleri öğrenmek için zamana ihtiyacım olacak sanırım,” dedim gerginliğimi gizleyemezken. Adam göz kırptı. “Çabuk kapacak birine benziyorsun,” diyerek bana elini uzattı. “Akın.” “Nehir,” dedim tereddütte kalsam da elini sıkarak. “Gece için gelenlerden misin yoksa...” Devamını getirmedim, zaten getirmeme de izin vermedi. “Burada çalışıyorum.” “Ah, ne güzel,” dedim zoraki bir gülümsemeyle. “Eğlenceye birinci sınıf bilet.” Daha fazla onunla konuşmak istemiyordum. Beni sorgulayabilirdi ve açıkçası ona nasıl yalan söyleyebilirdim bilmiyordum. Şimdiye kadar buraya yabancı olduğumu anlamamış olmasına bile şaşırıyordum. Belki de arka planda çalışanlardan biriydi ve içeriye kimin girip çıktığıyla pek alâkası yoktu. Ayrıca nedenini anlayamadığım bir şekilde beni geriyordu. Onda beni neyin rahatsız ettiğini henüz çözememiştim. “Kesinlikle, birinci sınıf biletim olduğu doğru.” Kafamı sallayıp, “Eğlenceyi daha fazla kaçırmak istemem, sana iyi geceler Akın. Tanıştığıma memnun oldum,” dedim heykelin ardında kalan çift asansöre bakarken. “Sana bir içki ısmarlamak isterdim ama burada işlerim var,” dediği sırada çalan telefonunun ekranına bakmak için kafasını hafifçe öne doğru eğdi. Bu sırada kulağının hemen arkasındaki dövme dikkatimi çekti, kükreyen aslan başı şeklindeydi. İrkildiğimi ona belli etmemeye çalışırken istemsizce bir adım ondan uzaklaştım. Çalan telefonun ekranını söndürürken, “Aşağıya indiğinde bardakilere benden bir içkin olduğunu söyle. Sana eşlik edemediğim için özür mahiyetinde,” diyerek beklenti dolu bakışlarını üzerime dikti. Ondan bir an önce uzaklaşmak adına hızla kafamı salladım. “Peki, öyle olsun. İyi geceler.” Kaçarcasına heykelin etrafından dolandım. Asansörün çağrı düğmesine bastıktan biraz sonra açılan kapıdan içeriye girerken Akın'ın sesini işittim. “Hey yeni!” dedi kanımın donmasına sebep olarak. Dört bir yanı aynayla kaplı olan asansörün içerisinde onun yansımasını rahatlıkla görebildiğim için yüzümü dönme gereği duymadım. Elleri siyah pantolonunun ceplerindeydi ve bu kez omzunu yaptığı heykele dayamıştı. Arkasında ne olduğunu belli edercesine… Yakalandığımı haykırmasını beklerken güç almak istercesine yumruklarımı sıktım ve gözlerimi yumdum. İşte şimdi işim bitmişti. Ama umduğum gibi olmadı. Asansörün kapısı kapanmak için hareketlendi ve aynı anda Akın'ın esrarengiz bir tonla, “İyi eğlenceler,” deyişi kulaklarıma çalınırken kapı kapandı. Birkaç uzun saniye sonra asansör aşağıya doğru hareket etmeye başladı. Az öncesine kadar o adamın yansımasının düştüğü aynada artık kendimden başka kimsenin gölgesi yoktu, fakat etrafa buram buram yaydığı tehlike hâlâ orada asılı duruyordu. “İyi eğlenceler.” Bir ürperti baştan aşağıya tenimi yalayıp geçti. “Sorun yok,” dedim kendi kendime. “Sorun yok, sorun yok. Belli ki içeriye kimin girip çıktığını takip eden biriymiş. Sorun yok, sakin ol. Hümeyra'nın iyiliği için, sakin ol. Bunu yapabilirsin.” Ciğerlerime derin bir soluk çektim. Akın’ı ve sinsice yaydığı tehdidi düşünmeyi bırakıp hedefe odaklanmam gerektiğini kendime hatırlattığım sırada, hiç hazır olmadığım o anda asansör yavaşladı. Durduktan yine birkaç saniye sonra kapılar ardına kadar açıldı ve anında geri planda kalan müzik sesi, insanların çılgınlar gibi tezahüratları kulaklarıma doldu. İşte Yeraltı Kulübü’nün gerçek yüzü tam da karşımdaydı. Mekânın tam ortasına, bir metrelik standın üzerine yerleştirilmiş kafeste iki adam çılgınlar gibi dövüşüyordu. Beklediğim kadar tıklım tıklım bir kalabalık olmasa da kafesin etrafındaki insan yığını azımsanmayacak kadar fazlaydı. Dehşetle ortada dönen vahşi sahneyi izlerken, adamlardan biri diğerini elli kiloluk un çuvalıymış gibi kaldırıp kafesin tellerine fırlattı. Etraftaki insanlar bu hamlenin üzerine delirmişçesine bağırdığı sırada ayakta kalan adam ellerini havaya kaldırıp ağzından tükürücükler saça saça tüm gücüyle kükredi. Terli vücudu kan içerisindeydi ancak rakibini yere sermiş olmanın verdiği haz onu öylesine ele geçirmişti ki gözünün hiçbir şeyi görmediği açıkça belliydi. “Evet millet, görüyorsunuz Felix bu gece galibiyete doymuyor! Rakiplerine şans tanımaya niyeti yok. Bu gece onun gecesi!” Tüm mekânda yankılanan sesin sahibinin kim olduğunu yakalayamadım. Heyecanlı, izlediği maçtan keyif alan bir adamın sesiydi. Yorumuyla birlikte seyircilerin destekleyici çığlıkları bir anlığına kulaklarımı sağır edecek kadar yükseldi. Anladığım kadarıyla Felix bu işte fazlasıyla iyiydi ve destekçilerine iyi kazandırıyordu. “Daha fazlasını istediğinizi görebiliyorum,” dedi aynı ses. Adamı göremiyor olsam da sırıttığına bahse girebilirdim. “Paranızı kime yatıracağınızı iyi seçin derim dostlarım, çünkü henüz sıradaki adamı yere serebileni görmedi bu gözler. Evet, evet, hepinizin yakından bildiği isim; Reşat geliyor! Felix’in işi artık çok zor.” Sonra adı anılan adam insanların çığlıkları ve hep bir ağızdan adını haykırmaları eşliğinde birkaç basamaklık merdiveni çıkarak kafesin içerisine girdi. Üzerinde sadece şort vardı. Her hareketinde oynayıp duran kasları etrafına tehlike saçıyordu. Uzun boyuna ve iri vücuduna bakılacak olursa Felix’in gerçekten de pek şansı yoktu. Çok geçmeden dövüşün başladığını belli eden o zil sesi duyuldu ve adamlar tüm vahşilikleriyle saldırmaya başladı. Felix’in yediği ağır yumruktan sonra kan kusarcasına tükürmesinin ardından devamını izlemeyecek kadar rahatsız olmuştum. Derhâl önüme dönüp yüzümü buruşturdum. Bu adamların acıması yoktu. Ölümüne oynuyorlardı ve bunu para uğruna yapıyorlardı. İşte bu mükemmel gece kulübünün ardındaki dehşet tam olarak buydu. Her perşembe gecesi bahis üzerine kafes dövüşü yapılıyordu. Karnıma bıçak saplandığını hissettim. Korku iyice içime yerleşirken tıkanan boğazımı ovaladım. Artık yakalanmamam gerektiğinin netçe farkındaydım. Zira yakalanırsam bu vahşi insanların arasından çıkamayacağım ortadaydı. Başıma aldığım belanın ağırlığı altında ezildiğim sırada buz tutmuş ayaklarımı oynatarak kalabalık insan grubunun sardığı kafesin etrafından dolandım. Her an midemdekileri çıkartacakmış gibi hissediyordum. Bir yerde oturmaya ve soluklanmaya ihtiyacım vardı. Vücudumu tepeden tırnağa ter bastığı için omuzlarımdaki ceketten kurtulup onu bar kısmındaki yüksek koltuklardan birinin üzerine attım. Ardından da yandaki diğer koltuğa bedenimi yığıp, beni fark etmeyen ve düşünceli düşünceli elindeki bezle bardakları silen barmene, “Miller lütfen,” dedim hızla. Bir şeyler içerek kanımdan gittikçe eksilen cesareti canlandırmayı umuyordum. Tam da bu sırada arka taraftan başka bir barmen çıktı ve göz göze geldiğimiz an ıslık çalıp genişçe gülümsedi. Arkamda dönen tüm vahşiliği gölgeleyecek kadar içten bir gülümsemeydi. Yaklaşıp hâlâ bardakları silmekle uğraşan diğer barmenin omuzlarına ellerini bastırdı. “Nedim, görmüyor musun oğlum uzun zaman sonra aramızda yeni biri var.” Adam ağzının içerisinde mırıldandı, küfrettiğini anlamam zor değildi. “Affedersin abi, fark edememişim. Hemen ilgileniyorum,” dedi daha sonra. Tam da bu sırada yan tarafıma gelen kadın, “Bir cin daha!” diye seslendi. Sarhoşluğu dudaklarından peltek peltek dökülen kelimelerden anlaşılıyordu. Ardından orada kimlerin olduğunu yeni fark etmiş gibi, “Ooo Özgür görüşemiyoruz,” dedi imayla. “Telefonlarıma cevap dahi vermiyorsun.” Özgür pek de istemediği bir karşılaşma olduğunu belli edercesine göğsünü havayla şişirdikten sonra Nedim’i omuzlarından tutarak kadına doğru itti. “Onunla ilgilen ve sorun çıkartmamasını sağla.” Nedim denileni yerine getirmek üzere kadını yanımızdan uzaklaştırdığında baş başa kaldığım Özgür’ü dikkatle süzdüm. Askılı pantolonun içine giydiği beyaz gömleğinin kollarını birkaç kat kıvırmış, vücudunu saran gömleğin üstten birkaç düğmesini açık bırakmış bu adamdan yayılan sıcaklığı hissettim. Dost canlısı ve zararsız birine benziyordu. Yine de yüzüne dikkatle baktığımda bana Akın'ı andıran izlere rastlamıştım ve bu beni oldukça germişti. Sanki ona benziyor gibiydi, emin olamıyordum. “Beni heyecanlandıran bu güzel kadının adıyla şereflenebilir miyim?” “Nehir,” dedim kendimi gülümsemeye zorlayarak. “Ben de Özgür, burası benden sorulur,” derken bar kısmını işaret etti. “Ne içmek istersin güzelim? Şanslısın ki en iyi kokteylleri hazırlayan adam tam karşında duruyor.” “Miller.” “Yumuşak bir giriş olsun istiyorsun ha? Hemen geliyor,” dedi kirli sakallı, uzun boylu adam. Biçimli dudakları güzel bir gülümsemeyle şekilliydi. “Uzun zamandır aramıza yeni biri katılmamıştı. Bu arada kime oynadın merak ediyorum?” Gerginliğimi ve stresimi bastırmaya çalışarak bağından kaçıp öne düşen saçlarımı geriye ittim. Yaşadığım adrenalin yüzünden saç diplerim terden ıslanmıştı ve onları bağladığım için mutluydum, en azından sırtıma değerek bana daha fazla rahatsızlık vermiyorlardı. Omzumun üzerinden bakarak ardımda kalan kafesi ve içerisinde birbirini hırpalayan iki adamı gözden geçirdim. Reşat, Felix’i alt etmiş, sıradaki rakibiyle resmen oynuyordu. Sertçe yutkundum ve yeniden Özgür’e döndüm. “Bu gece sadece izleyiciyim.” “Ah, tabii. İlk gecende ortamı çözmeye çalışman normal,” dedi anlayışla. Ardından hazırladığı içkiyi önüme itti ve kendisi için doldurduğu viskiyi şerefe dercesine havaya kaldırdı. Aynı onun gibi bardağımı havaya kaldırırken ben daha ilk yudumumu bile almadan onun viskisinin tamamını tek dikişte bitirmesi ve yenisini doldurmaya koyulması karşısında kaşlarım havalandı. Bu kadar hızlı olmasını beklememiştim. “Zamanla kime oynayacağını öğrenirsin ama benden sana altın tavsiye; burada belli bir kazanan yoktur. Yani kimseye kesin gözüyle bakıp paranı sürekli ona yatırma hatasına düşme, üzülürsün.” “Hmm... Peki bu gece sen kime oynuyorsun?” Yeniden doldurduğu bardaktan yudumladı. “Tabii ki Reşat'a. Bu gece için onu abim çalıştırdı. Kazançlı çıkacağım.” Bana göz kırpmasından aslında bunu zevk için yaptığını anladım. Pek de paraya ihtiyacı olan bir tipmiş gibi durmuyordu. Daha çok har vurup harman savuran, elindeki tüm parayı içkiye ve kadına yatıranlardan olduğunu hissediyordum. Kucağımdan bir an olsun indirmediğim ve sanki biri gelip çalacakmış gibi boştaki elimle kendime bastırdığım çantanın içerisindeki telefonumun titrediğini fark ettim. Henüz ikinci yudumumu aldığım içkimi kenara bırakıp çabucak telefonuma ulaştım. Kalbim yine dehşetle atıyordu. Mesajın Bağdatlı'dan gelmediğini görünce ancak rahat bir nefes alabildim, Hümeyra’ya aitti. “Hey, ne zaman döneceksin? Sence de geç olmadı mı?” Neredeyse gece yarısı olmak üzereydi ve ben çok nadir durumlarda bu saate kadar dışarıda kalırdım. Eve döndüğümde sağlam bir yalan bulmak zorundaydım. Onu kuşkulandırmak istemiyordum. Başıma dolanan belalardan haberi yoktu ve olmasına da müsaade etmeyecektim. Bana verilen paketi denilen yere bırakıp bu işten sıyrılacaktım ve Hümeyra'nın üzerindeki tehdit de kalkmış olacaktı. “Bir saate evde olurum. Beni bekleme, uyu sen,” diye mesaj attım. Cevap çok hızlı geldi. “Sensiz gözüme uyku girmeyeceğini biliyorsun.” Güldüm. “Eminim bu mesajı yazarken esniyorsundur.” “Evet ve şu anda da horlamaya başladım. Çabuk dön.” Dudaklarımı gıdıklayan kıkırtımı bastırmak zorunda kaldım, çünkü telefondan gözlerimi ayırdığım anda Özgür'le göz göze gelmiştim. Bana merakla bakıyordu ve elinde ben geldiğimden beridir ikinci kez doldurduğu bardağını tutuyordu. Gözlerimi kısıp, “Çalışırken içmemen gerekmiyor mu?” diye öylesine sordum. Özgür güldü. “Burada sadece bir kural vardır ve o da bu kısmı kapsamıyor,” dediği sırada ardındaki içki şişelerini gösterdi. Bahsettiği kuralı bilmediğimi fark ettim. Hümeyra'nın üzerimde bıraktığı tatlı etkinin yerini yeniden endişe alırken, “Kural mı? Bana kimse bundan bahsetmemişti,” dedim kendi kendime. Her adımımın nasıl olacağını tek tek anlatan Bağdatlı bana buranın kuralı olduğunu söylememişti. Özgür, “Cidden bilmiyor musun?” diye sordu. Sakallı yüzü şaşkınlıkla şekillendi, bunu beklemediği ortadaydı. Kafamı iki yana salladığımda, “Hiçbir şeyi bilmemeni anlarım ama bunu bilmiyor olman...” dedi cümlenin ucunu açık bırakarak. Bu durum korkumun katlanmasına neden oldu, zira burnuma hoş kokular gelmiyordu. “Bu kadar önemli olan ne Özgür? Lütfen söyle, hata yapmak istemem.” Özgür'ün sevecen ifadesinin anbean ciddileşmesine tanık oldum. Sanki içinden başka bir adam çıkmış gibi bana karanlığın esiri olmuş gözlerle bakıyordu. Viskisini tezgâhın üzerine bıraktı. Ardından da kollarını iki yana açıp bankoya yaslarken sır verecekmiş gibi öne doğru eğildi. “Uyuşturucu,” dedi yutkunmama neden olacak kadar değişik, soğuk bir tonla. “Buraya uyuşturucu sokmak, satmak ya da kullanmak bile bile ölüme yürümektir.” Bir kez daha sertçe yutkundum ve kucağımdaki çantayı sıktım. Güçbela, “Anladım,” diye mırıldandıktan sonra içkimden yudumlamaya koyuldum. Keşke daha sert bir şeyler istemiş olsaydım. Çünkü böylece öğrendiğim bilgi ve çantamdaki küçük paket arasında bir bağ olduğunu düşünmeyecek kadar aklım bulanık olurdu. “Korkmuş gibisin?” İri iri açtığım gözlerimi yeniden ona çevirirken, “Ölüme yürümek derken neyi kast ettin?” diye sordum. Konuyu başka noktaya taşıyarak korkumun asıl kaynağını maskelemiştim. Özgür gülümsedi ama bu gülümseme gözlerine ulaşamadı. “Aklına ne geliyorsa o.” Kafamı salladım. Buranın karanlık bir dünya olduğu gerçeği açık seçik yüzüme çarparken midemin bulandığını hissettim. Belli ki bu özel geceye gelen herkesin durumdan haberi vardı ve bunu normal karşılıyorlardı. Aniden karanlık bir çukurun içerisine düşmüş gibi hissettim. Sanki etrafımda eğlencenin dibine vuran insanlar bana bakarken sinsi sinsi sırıtıyor gibiydi. Hoparlörden aynı adamın sesi yükseldiğinde kendimi toparlamaya çalıştım. Son dakika karar değişikliğiyle bir başkasının kafese gireceğinden bahsediyordu ve bunu duyan insanlar mekânı yıkmak istercesine haykırıyordu. Tezahüratlar dinmeksizin devam ederken daha fazla vakit harcamanın gereksiz olduğunu fark ettim. İçki içmek için bara uğramam hataydı, çünkü rahatlamak yerine daha çok gerilmiştim. Üstelik tüm içgüdülerim buradan ardıma bakmadan kaçmam gerektiğini fısıldıyordu. Ancak öyle bir seçeneğim olmadığı için, “Lavaboya nasıl gidebilirim?” diye sorarak zoraki ilerlemek mecburiyetinde bırakıldığım yolu takip ettim. “Bu dövüşü kaçırmak istediğine emin misin? Aslan pek sahnelere çıkmaz.” Özgür'ün heyecanlı ve oynanacak maç dolayısıyla hevesli sesi dikkatimi çekince yeniden omzumun üzerinden ardıma döndüm. Reşat adlı adam hâlâ sahnedeydi. Boynundaki kaslar kabarmış, terli vücudu gergindi. Rakibi ise onla aynı boyda olsa da yapılı olmasına rağmen daha zayıftı. Reşat maçı verecekmiş gibi durmuyordu ve kaba vücuduna bakarak kazanacağından emindim. Bu yüzden Özgür'ün sesindeki heyecanı yadırgamıştım. “Tüh, iddiayı kaybettim ama olsun. Bu maçı izlemek kaybettiğim paraya değer.” Zil sesiyle başlayan kapışmayı izlerken Özgür'ün kaybetmekle ilgili sözlerine kaşlarımı çattım. “Neden yenildiğini düşünüyorsun ki? Bence Reşat onu fena haklayacak gibi. Baksana ne kadar iri, diğeri ona göre çelimsiz duruyor,” dedim sanki uzman alınımmış gibi yorum yaparken. Reşat yeri döven adımlarla rakibinin üzerine yürüyor, ona ölümcül darbelerini sallıyordu. Bu sırada Özgür'ün kahkaha attığını işittim. Meraklı gözlerimi ona çevirdiğimde neye bu kadar güldüğünü anlamaya çalışıyordum. “Senin cidden hiçbir şeyden haberin yok,” dedi gülmeye devam ederek. “Eğer buranın bir yıldızı varsa o da Aslan’dır. Bugüne kadar bir kez bile yenilmedi.” “Ya öyle mi?” dedim şaşkınca kaşlarımı kaldırarak. Bozuntuya vermemeye çalıştım. “O zaman her geldiğimde ona oynarsam kârlı çıkarım desene.” “Kesinlikle kârlı çıkarsın ama sıradan gecelerde dövüşe pek çıkmaz.” “Peki bu gecenin önemi ne?” Özgür yenilediği içki bardağını dudaklarına götürdü. Yudumlamadan önce, “Hiçbir şey,” dedi tuhaf bir tınıyla. “Sanırım üzerindeki gerginliği atmak için ringe çıktı. Bugün sinirlerini geren bazı olaylar yaşadı.” Durumu anlamış gibi kafamı sallarken arkamdaki kalabalıktan büyük bir haykırış koptu ve aynı sırada Özgür'ün, “Siktir, bu çok sertti,” dediğini duydum. Hızla kafam ringe döndüğünde Reşat'ın yediği yumruktan dolayı tellere savrulmasını izledim. Kendini toparlamaya çalışken o koca bedeninin ayakta yalpalanması ve ancak birkaç saniye üzerine ayakta kalmayı başarabilmiş olması gözüme inanılmaz geliyordu. Gücün dış görünüşle alakalı olmadığını kanlı canlı teyit ettikten sonra gözlerim kafes tellerinin arasından Aslan’ı buldu. Zorlanmadığı ortadaydı. Delice saldırmıyor, sert ve keskin hareketlerle işini görüyordu. Pistin tozunu yuttuğu ve ustası olduğu açıkça belliydi. Birkaç oyalanıcı hareketlerden sonra Aslan, Reşat’ı köşeye sıkıştırıp ölümcül yumruklarını peşi sıra sallamaya başladı. Hiç durmuyor, adeta hırsını çıkartıyor gibiydi. Reşat’ın artık kendini toparlamasının imkânı bile yoktu. Yüzü kan revan içerisinde kalmıştı. Hatta aldığı son yumrukta dişinin kırıldığını havaya savrulan kan yığınından anlamıştım. Yüzüm ekşirken Reşat’ın sırtını tellere sürte sürte yere kaymasını ve yığıldığı yerde kalmasını izledim. Aslan bir süre yere serdiği adama bakarak kalkmasını bekledi, ancak Reşat'ta en ufak kıpırdama bile olmadı. Bunun üzerine Aslan yavaşça kafasını kaldırdı. Seyircilerin haykırışları kulaklarımı uğuldatırken onunla göz göze geldim. Onca insan yığınının arasından doğruca bana baktığına yemin edebilirdim. Kalbim dehşetle çarpmaya başladığında onun keskin bakışından kaçmak istercesine hızla önüme döndüm ve Özgür’ü beni izlerken yakaladım. Bu beğendiğin bir kadını izlemek gibi değildi, daha çok çözmek ister gibiydi. Rahatsızca yerimde kıpırdanırken gülümsemeye ve heyecanlı görünmeye çalıştım. “Ah, çok iyiydi. Yenileceğini düşünmüştüm ama kazanması beş dakikasını bile almadı.” “Sana söylemiştim. Bir içki daha?” diyerek elindeki şişeyi ne ara bitirdiğimi anlamadığım bardağıma doğru uzattı. “Teşekkür ederim ama önce lavaboya gitmeliyim,” diyerek ayaklandım. Yan sandalyedeki ceketimin varlığını bile unuttuğum için sadece çantamı almıştım, ki içindeki paket yüzünden onu unutmam imkânsızdı. Özgür bana kafasını sallayıp lavaboların olduğu kısmı gösterdi. Mekân düşündüğümden daha büyüktü. Bunu içerisinde dolanmaya başladığımda netçe anlamıştım. Lavaboyu bulmak için girdiğim koridor oldukça uzundu ve ikiye ayrılıyordu. Bir tarafında lavabolar ile soyunma ve dövüşe hazırlanma kabinleri bulunurken diğer tarafa uzanan koridor kızıl loş ışıkla aydınlatıldığı için nereye açıldığı hakkında tahmin yürütememiştim. Tabelaları takip ederek kabinleri geçtim. Birinin kapısı aralıktı ve içerisinde az önce Reşat'ın yıktığı adamın, Felix'in olduğunu fark ettim. Burnundaki kanamayı kesmek için tıkıştırılmış mendiller yüzünden burnu şiş duruyordu ve gözleri kapalı yatıyordu. Sedye benzeri yatak iri cüssesinin altında ufacık kalmıştı. Gözlerimi kaçırarak oradan hızla ilerledim. Dikkat ettiğim kadarıyla bu kısımda hiçbir kamera görememiştim ve Bağdatlı’nın söyledikleri bir kez daha doğru çıkmıştı. Yakalanmak istemediğimi söyleyince endişemin yersiz olduğuyla ilgili uzun cümleler kurmuştu. Yeraltı Kulübü'nün sahibi güvenlik açığının farkında değil miydi? Açıkçası adıyla ülke genelinde ün yapmış bu mekândan daha iyisini beklediğim yalan değildi. Sola doğru döndüğümde lavaboları bulabildim. Yan yana duran iki kapının üzerinde birinin kadınlara diğerinin de erkeklere ait olduğunu belli eden çizimler vardı. Yine sol tarafta yer alana yaklaştım ve arkamdan herhangi birinin gelip gelmediğini kontrol ettikten sonra çabucak içeriye girdim. Lavabonun içerisinde rujunu tazeleyen ultra kısa elbiseli bir kadın ve onun yanında ellerini yıkayan bir başkası vardı. Dört tuvalet kabininin dördü de boştu, kapılarının hafif aralık olmasından bunu anlayabilmiştim. Vakit kazanmak ve ikilinin dışarı çıkmasını beklediğimi çaktırmamak adına boydan boya aynayla kaplı lavaboya yaklaşıp ellerimi yıkamaya koyuldum. Kadınların ayna aracılığıyla beni şöyle bir süzmelerini görmezden geldim. Onlarla yarışamayacak kadar sıradandım. Dağınık topuz yaptığım kumral saçlarımdan kaçan birkaç tutam yüzümü çevrelemişti, doğal duruyordu. Boyasız dudaklarımın pek ilgi çektiğini söyleyemezdim. Ayrıca giydiğim elbisenin seksi olan hiçbir yanı yoktu. Siyah, dizlerimin biraz üzerine kadar uzanan, kolsuz ve yakası en ufak dekolteye yer vermeyecek şekilde kapalı bir elbiseydi. Bağdatlı'nın özellikle seksi kıyafetler tercih etmemi istemesi sinirlerimi bozduğu için tam aksi şekilde giyinmiştim. İşin aslı seksilik hiçbir zaman benim tarzım olmamıştı. Ben daha çok sıradan ve gösterişsiz takılanlardandım. Ne kadar maskelemeye çalışsam da mavi gözlerimdeki korku taneleri orada parıldıyordu. Ayrıca sanki kilometrelerce yol koşmuşum gibi hızlı hızlı nefes alıp veriyordum. Yaşadığım adrenalin yüzünden bacaklarım titriyordu. Neredeyse sona yaklaşmıştım ve hem kurtulacak olmanın heyecanı hem de sanki son dakika pürüz çıkacakmış korkusu birbirine karışmıştı. Ben kendi ayaklarımla belaya yürüyen biri değildim. Daha çok beladan kaçandım. Ömrüm peşimdeki karanlık hayattan kendimi koruyarak geçmişti ama şimdi olduğum yer yine o karanlıktı. Tek umudum yolumu kaybetmeden buradan çıkacak olmamdı. Yaptığıma karşılık ödeyeceğim bedelin tek seferlik olması belki de en büyük şansımdı, çünkü karanlık işlere bulaşanların kolayca yakasını kurtaramayacağını bilecek kadar bu dünyayı tanıyordum. Ve benim bu işten sıyrılmam için yapmam gereken tek şey vardı. Yan tarafımdaki ikilinin kendi aralarında sohbet ederek lavabodan çıkmasıyla hemen harekete geçtim. Çantayı tezgâhın üzerine koyup kurulamadığım ellerimin titrediğini görmezden gelerek karıştırmaya başladım. Etrafı bantlanmış beyaz paketi gün yüzüne çıkarttığımda nefesimi tuttum ve Özgür'ün söylediklerini kafamdan atmaya çalıştım. Pek tabii pakette ne olduğunu biliyordum ve yakalanırsam başıma ne geleceğini de öğrenmiştim. “Tuvaletlerden birine gir ve paketi klozetin rezervuarına bırak.” Bağdatlı'nın dediğini yapmak için paketle birlikte en baştaki tuvalete ilerledim. Aniden birinin gelmesi söz konusu olduğu için hızlı olmak zorundaydım. Paketi içeriye bıraktığım anda bu iş bitmiş olacaktı. Gerisinde ne olacağı beni ilgilendirmiyordu. Bağdatlı kimsenin benim peşime düşmeyeceğinin sözünü vermişti. Problem neyse bunu mekânın sahibiyle halledeceğini söylemişti. Pek güvenilir biri olmasa da elimde ona güvenmekten başka seçenek yoktu. Tuvaletin aralık kapısını ardına kadar itip içeri girdiğimde gördüğüm görüntü duraksamama neden oldu. Kaşlarım çatıldı, devamında göz bebeklerim korkuyla irileşti. Soluklarım hız kazanırken tekrar tekrar kabinin içerisinde göz gezdirdim. Bu tuvalette denildiği gibi paketi içine koyabileceği bir rezervuar bulunmuyordu! Belki de diğer üçü içerisinde rezervuarı olan vardı. Bir umut tanesiyle hızla diğer tuvalete girdim. Hayır, onda da rezervuar bulunmuyordu. Hızla diğerlerini de kontrol ettim ve gerçek çok geçmeden yüzüme çarptı. “Siktir,” dedim kendi kendime. Neler oluyordu? İşlerin yolunda gitmediğini hissederken, zaten böyle bir mekânın eski usul klozetlere sahip olmayacağını daha en başında düşünmem gerektiği zihnime düştü. Burnuma kötü kokular gelmeye başladığı sırada Bağdatlı'nın söylediği her kelimeyi tekrar tekrar zihnimden geçirdim. Bana söylediği her adım bir bir çıkmışken bu ne demek oluyordu? Belki de koyacağım yeri şaşırmıştı, olabilir miydi? Akın akın kanıma karışan dehşeti bastırmaya çalışarak, altından başka bir şey çıkmaması umuduyla hızla tezgâhtaki çantama koştum. Ellerim titrediği ve şokla sarsıldığım için telefonumu bir türlü bulamayınca çantanın içerisindekileri lavabo tezgâhına boşalttım. Dökülen yığının içerisinde telefonu bulabilmek için tüm eşyaları öteye beriye savururken dehşet tüm bedenimi ele geçirmişti. “Hadi, hadi,” diye söylendiğim sırada telefonu bulabildim ve hızla Bağdatlı'nın numarasını çevirdim. Telefon çaldı, çaldı, çaldı. Tam umudu kestiğim ve çağrının düşmesini beklediğim anda telefon açıldı. Bağdatlı, “Nehir?” dedi sigara içmekten çatallaşmış kalın sesiyle. "Sorun yok ya?” “Paketi bırakacak yer bulamadım,” dedim nefes nefese kalmış bir hâlde. Aklım o kadar birbirine girmişti ki olayın üzerinde düşünemeyecek kadar korkuya kapılmıştım. Bir şey yediğini belli edercesine ağzını şapırdattı. “Öyle mi? Rezervuara bırakmanı söylemiştim.” “Tuvaletlerde rezervuar bulunmuyor.” “Hmm... o zaman ne yapsak bilemedim ki.” “Sen benimle dalga mı geçiyorsun?” diye elimde olmadan bağırdım. “Her an biri gelebilir ve yakalanabilirim. Bana uygun bir yer söylemezsen işi yarım bırakıp çıkıp giderim anladın mı? Paketini de çöpte bulursun!” Yine ağzını şapırdatıp, “Bana posta mı koyuyorsun?” dedi beni delirtecek sakinlik ve yavaşlıkla. Kendime sakin olmayı emrettim. Onunla sürtüşmek bana zarardan başka bir şey getirmezdi. “Bak,” dedim derin bir soluğu ciğerlerime çekerken. “Rezervuar yok, başka bir yer söyle. Başka nereye koyabilirim?” “Şöyle yap Nehir,” dedi parmaklarını yaladığına emin olduğum bir ses çıkartarak. Yüzüm ekşidi, iğrenç biriydi. “Sen en iyisi o paketi gidip doğrudan Cesur Çağlayan'a ver.” “O kim?” diye sordum anlık saflıkla. “Mekânın sahibi.” “Sen... sen... piç kurusu,” dedim öfkeyle. “Kafayı yemiş olmalısın. Kendi ayaklarımla ölüme gitmemi mi istiyorsun adi herif?” “Evet,” dedi pişkince. “Ve sana bir sır vereyim mi Nehir, sen çoktan kendi ayaklarında ölüme gittin.” Farkındalıkla sarsıldım. Birden elim ayağım boşalır gibi olduğunda lavabo tezgâhına tutunarak ayakta kalmayı başardım. “Başından beri oyundu, değil mi? Beni buraya ölüme gönderdiniz. Yakalanmamam gerektiğiyle ilgili nutukların palavraydı, yakalanacağım değil mi?” dedim sersem bir şekilde. “Neden? Neden bunu yaptın? Anlaşmıştık Allah'ın belası, neden?” “Yaptığın hatanın bizim kitabımızda telafisi yok. Cezanı biz kesmediğimiz için şanslısın. Senin için farklı planlarım olabilirdi ama ne yazık ki şartlar bunu getirdi. Nehir,” diyerek biraz soluklandı. Göremesem de yüzünde o pis sırıtışının asılı olduğuna yemin edebilirdim. “Oradan ölün bile çıkamayacak.” Sonra telefon yüzüme kapandı. Başımdan aşağıya kaynar sular dökülürken paketten derhâl kurtulmam gerektiğini düşünebildim. Onu tuvalete atıp üzerine sifonu çekersem tüm sorun biterdi ve yakalansam bile elimde mal olmadığı için suçlanamazdım. Yakamı kurtarabilmek adına tek şansımdı, ancak daha paketi yeni elime almıştım ki lavabonun kapısı gürültüyle açıldı. Yerimde sıçrayarak kapıya döndüğüm anda Tibet Mastifi cinsi fazlasıyla kızgın bir köpeğin üzerime doğru geldiğini gördüm. Korkuyla çığlığı basıp kaçabildiğim kadar geriye kaçtım. Ancak kalçam hemen ardımdaki lavabo tezgâhına dayandığında anladım ki fazla gidecek mesafem bile yoktu. Tek yapabileceğimi yaparak kollarımı yüzüme siper ettim ve gelecek darbeye kendimi hazırladım. Fakat köpek deli gibi havlamaktan başka hiçbir şey yapmayınca sıkıca yumduğum gözlerimi korka korka araladım. Kollarım hâlâ yüzüme siper şekilde duruyorken gördüm ki köpekle aramda yarım metrelik bir alan vardı. Hayvan her ne kadar üzerime atlamak için debeleniyor olsa bile boğazındaki tasma ona engel oluyordu. Ve o tasmayı tutan kişiyse Özgür’den başkası değildi. Evet, evet, biraz öncesine kadar yüzüme dostça gülümseyen, bana kulüp hakkında nasihatler veren Özgür’dü. Ancak şimdi bakışları tehlikeliydi. Dudaklarındaysa ürkmeme neden olan yamuk bir sırıtış vardı. Üstelik Özgür yalnız da değildi. Yanında iki adam daha vardı ve biri girişte tanıştığım, bana içki ısmarlayan Akın'dı. ××× |
0% |