@yazarimsibirileri
|
Hayat sürprizleri severdi. Bazıları yüz güldürür, bazılarıysa yüz soldururdu. Ve beni genellikle ikincisi bulurdu. Üzerimden atamadığım ve kolayca atamayacağım şokla Yavuz'u izliyordum. Kulaklarım yanlış mı duymuştu yoksa Cesur'a abi diye mi seslenmişti? Aralarındaki bu samimiyet ne zaman ve nasıl gerçekleşebilirdi? “Hoş geldin,” dedi Cesur elini birkaç kez Yavuz'un omzuna vurarak. Bana olan öfkesini öyle güzel maskelemişti ki Yavuz'la ilgilenirken kimse onun aslında beş dakika öncesine kadar öfkeden çıldırmak üzere olduğunu düşünmezdi. “Tuna sana kalacağın odayı göstersin. İyice dinlen, gücünü toparla. Sonrasına beraber bakacağız.” “İyiyim ben, beklemek istemiyorum,” dedi sanki yürürken karnındaki yarayı tutan o değilmiş gibi. Cesur kaşlarını çattığında az önceki öfkesinin yerini koruduğunu fark ettim. “Doktor sana bakacak ve o ne derse o olacak,” dedi itiraz istemeyen bir tonla. “Nasıl anlaştığımızı unutma.” Yavuz'un dişlerini sıktığını anlamak zor değildi, bir süre sessiz kaldı ama sonunda konuştuğunda istemeye istemeye kafasını sallayarak, “Tamam abi,” dediğini duyunca kendimi tutamadım. “Ne abisi Yavuz? Ne diyorsun sen? Ne abisi?” Yavuz sözlerimi duymazdan geldi ve bahsedilen odaya gitmek için Tuna'nın yanına döndü. Çaresizlikten ve sinirden ağlayacaktım, neden beni yok sayıyordu? Tuna da benimle hiç göz teması kurmadı, bunu sorularımdan kaçmak için yaptığını anlayabiliyordum. Yavuz, Tuna'nın ardından yeniden asansöre yönelirken engel olma niyetiyle atılıp kolunu yakaladım. “Allah’ını seversen... sen ne yapıyorsun Yavuz? Burada işin ne? Bunlarla işin ne senin?” Öylece durdu. Ne bana baktı ne de cevap verdi. Şimdiye kadar yüzleşmekten korktuğum ve kaçtığım adam, artık tarafıma bile bakmıyordu. Ben sanki yoktum, ölmüştüm. Sanki sesim kulaklarına ulaşmıyor, havada parçalanıyordu. “Yavuz,” dedim fısıltıyla. Bağırışımı duymadı, yakarışımı duyar sandım ama tek yaptığı kolunu çekerek tutuşumdan kurtulmak oldu. Ardında bıraktığı beni umursamadan sarsak adımlarla asansöre ulaştı ve sırtı dönük şekilde kalarak kapıların kapanmasını bekledi. Göğsüme ok fırlatılmış gibi sarsıldım, ellerim sızlayan kalbimin üzerine konarken başımdan aşağıya soğuk suların boşaldığını hissettim. Hemen sonra ayağımın altındaki yer sarsıldı, dengemi kaybettim. Sesler teker teker silinirken netliği bozulan gözlerim hâlâ Yavuz'un üzerindeydi. Uzuvlarıma olan hâkimiyetimi kaybettiğimde bedenim çuval gibi yere yığıldı. Kafamı çarpacağımı biliyordum ama kendimi koruyamayacak kadar kayıp bir hâldeydim. Sadece acıyı hissedeceğim anı beklerken bir el kafamla zeminin arasına girerek beni asıl darbeden korudu. Kim olduğunu göremesem de oydu, biliyordum, Cesur'du. Eva'nın anlık çığlığı uzaklarda çalınan bir müzik gibi kulaklarımı yokladığı sırada artık açık tutmakta zorlandığım gözlerim hâlâ Yavuz’daydı. Asansördeki aynadan neler olduğunu görmüş, çıkan seslerden anlamıştı ama bir kez bile ardına dönüp bakmamıştı. Elini yumruk yapıp deli gibi sıktığını ayırt edebilmiştim ama hepsi buydu, bundan ibaretti. Yanıma ilk koşan Cesur olmuştu, Eva olmuştu ve hatta ne ara geldiğini anlamadığım Akın bile başımdaydı. Ancak Yavuz oralı bile olmamıştı. Sonra Tuna sorun olmadığından emin olunca düğmeye basarak kapıların kapanmasını sağladı. Gözümden kayan bir damla yanağımdan süzüldü, yere düştüğünde çıkardığı o minik ses kulaklarıma ulaşan son ses oldu. ××× Beyazıt Yetimhanesi kaldığım bir önceki yetimhaneden biraz farklıydı. Burası daha küçüktü ve sadece kız çocuklarına özeldi. Artık on bir yaşındaydım, her şeye rağmen büyümüştüm. Buradaki annelerin ve öğretmenlerin gözdelerinden biriydim, çünkü hiç sesim çıkmazdı ya da hiçbir şeye itiraz etmezdim. Ne denilirse yapardım, gürültü çıkarmazdım, çoğunlukla konuşmazdım, hatta ara sıra kurduğum kelimeler cümle olmaya bile yetmezdi. Tamam, evet, teşekkürler... Hiç arkadaşım yoktu. Bazen etrafımdaki kalabalığa imrenen gözlerle bakardım. Sek sek oynayan, ip atlayan ya da bebekleriyle evcilik oynayan minik grupların arasında olmanın nasıl olacağını hayal eder dururdum. Normal bir çocuk olsam acaba nasıl olurdu? Kalbim yalnızlıkla büzüşmüştü, geride bıraktığım o çocuktan, Sarp’tan sonra hiç arkadaşım olmamıştı ve kimsenin benimle arkadaş olmayacağı da belliydi. Kafam yavaşça öne doğru düştüğünde sımsıkı bağladığım saçlar canımı acıttı. Ellerimle oynamaya başladım, çünkü oynayabileceğim oyuncağım yoktu. Bahçenin en köşesindeki bankta tek başıma oturuyordum. Güneş tam tepemdeydi, yerdeki gölgem bile yalnızdı. Sanki hastalıklıymışım gibi herkes benden uzak dururdu. Orada öylece otururken yetimhanenin bahçeye açılan kapısındaki bağrışlar dikkatimi çektiğinde kafamı yavaşça kaldırdım. Yemekhane görevlilerimizden biri olan Aslıhan abla nefes nefese merdivenlerden iniyor ve elindeki kepçeyi tehditkâr bir şekilde kendisinden kaçan çocuğun peşinden sallıyordu. Biraz kilolu olduğu için hem hızlı koşamıyor hem de nefesi ona yetmiyordu. Sonunda pes ederek durduğunda ellerini dizlerine bastırıp birkaç saniye soluklandı. Yorgun mavi gözleri ateş saçıyordu ve başındaki örtü neredeyse düşmek üzereydi. “Kız zilli seni elime geçirmeyecek miyim ben? Bak bir de bana gülüyor! Kepçe kafana gelecek şimdi! Sen hele bir daha o mutfaktan içeri gir, hele bir gir... ben sana sorarım o zaman. Kız hâlâ gülüyor musun utanmaz? O marul saçlarından tavana asarım seni!” Onu bu kadar delirten yedi yaşlarındaki kız çocuğuydu. İki elindeki çaldığı koca kek dilimlerinden hem ısırıp hem de Aslıhan ablayı iyice çıldırmak ister gibi dans ediyordu. Kısa kesilmiş kıvırcık saçları her havaya zıplayışında salınıyordu. Üst başı düzensiz görünse de yüzündeki gülümseme ışıl ışıldı. Yetimhanenin belki de en yaramaz çocuğuydu. Adını biliyordum. Adı Hümeyra'ydı. - Göz kapaklarımı açmak için bir süre savaşmak zorunda kaldım, sonunda galip geldiğimde birbirine geçmiş kirpiklerim yavaşça açıldı. Nerede olduğumu kavramakta zorlanmadım ama ne olduğunu anlamak birkaç uzun saniyemi aldı. Titreşimde olan telefonum kendini duyurabilmek için var gücüyle savaşıyordu. Üzerinde bulunduğu ahşabı delmek istercesine titremesine daha fazla kayıtsız kalamayıp yattığım yatakta yavaşça doğruldum. Yine Cesur'un odasındaydım, etraf loş gece lambalarıyla aydınlatılmıştı ve bu kez yanımda kimse yoktu. Telefonum sustu. Yüzümü ovalayıp en son ne olduğunu hatırlamaya çalıştım, sanırım üst üste gelen yoğun duygu çöküşlerini kaldıramamıştım. Koluma açılmış damar yolu ancak dikkatimi çekebildiğinde komodinin üzerindeki bitmiş serum paketiyle karşılaştım. Yenisine ihtiyaç olabileceği düşünüldüğü için damar yolunu kolumda bırakmış olmalıydılar. Yüzümü buruşturup fark ettiğim andan itibaren içimdeki rahatsızlık hissini körükleyen damar yolunu, sabitlemek için yerleştirilen bantlara asılıp kolumdan çekip aldım. Geriye ince sızısı kaldığında damar yolu artık yerdeydi. Hâlâ üzerimde olan kırmızı kazağın kolunu aşağıya doğru sıyırdım. Düşünceler bana saldırmak için an kolluyordu ve ben henüz gardımı alamadığım için şimdilik ertelemeyi seçiyordum. Rüyamda Hümeyra'yı gördüğüm anlar henüz çok tazeydi. Gözlerimi kapattığımda hâlâ onu hissedebiliyordum. Ele avuca sığmayan halleri, şen kahkahaları dudaklarıma buruk bir kıvrım katmıştı. Onu özlemiştim. Onu şimdiden o kadar çok özlemiştim ki kalbimdeki çukur kapanmak bir yana dursun gittikçe büyüyordu. Odada boş boş göz gezdirdiğim sırada telefonumun çaldığını ancak hatırlayabildim. Olaylardan sonra pek de elime almadığım ve bir köşeye atıp varlığını dahi unuttuğum telefonum komodinin üzerinde şarja takılıydı. Ona ihtiyacım olabileceğini düşünen Eva'nın bunu hallettiğini düşünürken lila rengindeki kapla oluşabilecek vuruklardan korumaya çalıştığım telefona uzandım. Dokunduğum anda içinin bakmam gereken bildirimlerle dolu olduğunu anlatmak istercesine avucumdayken bir kere titredi. Arkasındaki bölmeye işaret parmağımı okuttuğumda açılan ekrandaki uygulamaların onlarca bildirimle beni beklediğini gördüm. Ayrıca birden fazla cevapsız çağrı vardı. Çoğu Yavuz'un annesine ve kız kardeşlerine aitti, ancak son arayan numara kayıtlı değildi. Yavuz’u hatırlamak boğazımın düğümlenmesine neden olurken mesajlaşma uygulamasına girdim. Çalıştığım kafenin eski patronu birkaç mesaj atmıştı, baş sağlığı diliyordu. Onun dışında ev sahibimiz ve yakın olduğumuz komşulardan biri de aynı mesajın benzerlerini atmıştı. Yonca'nın görmeye bile tahammülüm olmadığı kuzeni Erdem'in de mesaj attığını gördüğümde kaşlarım hızla çatıldı. Ekrana dokunarak mesajı açtım. “Tüm taşaklıların gittiği kulüpte ne bok yediğinizi elbet öğreneceğim. Karıştırdığınız boklar yüzünden sizi kurşuna dizdiler dimi lan? Kimlerin orospuluğunu yaptığınızı bir öğreneyim hepsinin hesabını senden soracağım. Sessiz kalmamı istiyorsan hesap numaram belli.” Yüzüm tiksinç bir ifadeyle şekillendi, dişlerimi sıktım. Yonca ölmüştü ama Erdem'in derdi hâlâ paraydı. Yonca'dan söğüşlediği para akışı kesildiği için bana saldırmaya çalışıyordu. Bilmediği şeyse benim Yonca gibi ona boyun eğmeyeceğim ve de tehditlerinin gözümü korkutmayacağıydı. Bu işe bulaşmak mı istiyordu, bulaşabilirdi. Öleceğini bilsem ne engel olurdum ne de buna üzülürdüm. Sinirlendiğim için hızlı hızlı soluk alıp verirken diğer mesajlar arasında göz gezdirmeye devam ettim. Yavuz'un kız kardeşlerinden onlarca mesaj vardı ve içerikleri neredeyse hep aynıydı. “Nehir, Yavuz'a ulaşamıyoruz, nerede olduğunu biliyor musun?” “Telefonu kullanım dışı görünüyor, endişelenmeye başladık.” “Evinin önündeyim lütfen kapıyı aç.” “Telefona bak Nehir, size bir şey olmasından korkuyoruz. Nerelerdesiniz? Annem perişan oldu.” “Abim kaç gündür okula uğramıyor, aldığı izin bitti ama o dönmedi. Herkes sorup duruyor Nehir. Neler oluyor?” “Hiç değilse iyi olduğunu bilelim lütfen berbat hâldeyiz.” “Polisi aradık. Nehir?” Hızla ekranı kapatarak telefonu yatağın üzerine bıraktım. Ondan kurtulmam gerekiyordu, hattımı yok etmeliydim. Polis elbette yine beni bulurdu; zaten benim kaçmak istediğim polis değildi, Yavuz'un ailesiydi. Onlara açıklama yapamazdım ne diyecektim ki? Oğlunuz, benim yüzümden ölen sevgilisinin intikamını almak için karanlık işlere bulaştı mı diyecektim? Gevşediği için çözülen saçlarımı karıştırarak uyuşmaya başlayan başıma masaj yaptım. Gittikçe batıyordum ve bu iş çığırından çıkmaya başlamıştı. Olayların önüne geçmem artık neredeyse imkânsızdı ve şu durumda kaçmayı aklımın ucundan bile geçiremezdim; Yavuz'u düşünmek zorundaydım. İlerleyeceğim yol ateşler içerisinde olacaktı ve her adım atışımda ayaklarım köz parçalarına iyice girecekti, biliyordum ama artık yeni bir yaşam kurmaya gücüm kalmamıştı. Kalıp elimdeki için çabalayacaktım. Telefonum yeniden çalmaya başladığında aynı yabancı numaranın aradığını görünce kuşkuyla omuzlarım dikleşti. Ancak saati kontrol etmeyi akıl ettiğimde gecenin ikisine yaklaştığını görmem gerilmeme neden oldu. Yavuz'un kız kardeşlerinden biri olabilir miydi? Nedense içimden bir ses onlar olmadığını söylüyordu. Telefonu yeniden avucuma alırken açmak ve açmamak arasında uzun süre gidip geldim, çağrı düştü, ardından yeniden çalmaya başladı. Gerginliğin yanına endişe de eklendiğinde parmağım yeşil rengine kaydı ve telefonu yavaşça kulağıma yaklaştırıp bekledim. Bir süre ses gelmedi, sadece nefes alıp verişini duydum. Sonra derin bir soluk aldığını işittiğimde gözümün önünde sigara içen birinin gölgesi belirdi, bana bunu çağrıştırmıştı. “Güzellik uykunu mu böldüm güzelim?” Alaycı ses kulaklarıma dolduğunda hızla zihnimi tarayıp onunla daha önce nerede karşılaştığımı hatırlamaya çalıştım, çünkü tanıdıktı. Cevabı bulmam çok uzun sürmedi, ten rengimin attığını hissederken çarşafı avucumun arasına sıkıştırdım. Arayan Bağdatlı yani Hasan'dı. “Yoksa seni uyandırdığım için kızgın mısın? Hadi güzelim kendine gel, seninle işimiz var.” Dudaklarının pis bir sırıtışla şekillendiğine yemin edebilirdim. Yumruğumu yüzüne geçirme isteğimi bastırmak istercesine çarşafı iyice avucumda ezdim. “Ne istiyorsun?” diye sorduğumda sesim ters ve öfkeliydi. Çıkardığı seslerden sigara içtiğine artık emindim, konuşmadan önce ağzına doldurduğu kirli dumanı havaya bıraktı. “Neler neler istiyorum bir bilsen,” dedi iç çeker gibi. Gözünün önünde canlanan hayallerin pisliğini tahmin etmek zor değildi. “Siktir git piç kurusu,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. “Bir daha beni ararsan telefona dokunan o pis parmaklarını kopartır sana yediririm!” Tehdidim karşısında gür kahkahası kulaklarımı çınlattı. Telefonu yüzüne kapatmayı düşündüğüm sırada, “Cesur’un yanında kalmak seni asileştirmiş,” diyerek beni durdurdu. “O yabaniden de bu beklenirdi zaten. Ama ben seni yeniden ehlîleştirebilirim. Yeniden,” derken sona doğru sesi hayal ettiklerinin gerçek olmasını umarcasına daha kısık, daha vurguluydu. “...yeniden beni ilk gördüğün günkü gibi karşımda tir tir titremeni sağlayabilirim.” “Beni sakın bir daha arama,” diye tısladım ve bir kez daha telefonu kapatmak için hareketlendim, ancak sözleri yine beni durdurdu. “Yoksa ne yaparsın? Haa... telefona dokunan parmaklarımı kopartacaktın değil mi?” Güldü. “Seni öyle bir yola getireceğim ki bırak telefonu, parmaklarım teninde gezse dahi sesini çıkartamayacaksın.” “Orospu çocuğu! Ne istiyorsun sen benden? Derdin ne senin?” Çıldırmış gibi bağırmama karşılık, “Yerinde olsam kelimelerimi dikkatli seçerdim,” dedi buzdan bir alayla. “Çünkü kalbim kırılabilir ve kalbim kırıldığında gerçekten kötü bir adam olurum.” “Git başkasına maval oku! Beni bir daha rahatsız edersen-" “Cesur’a mı güveniyorsun?” dedi birden. Kaşlarımı daha çok derinden çattım. “Bir başkasına güvenmeye ihtiyacım yok!” Dediğimi umursamadan devam etti. “Seni sadece takıntıları uğruna yanında tutan adama güvenmen aptallık olur, ben uyarayım da yine sen bilirsin. Kapı dışarı edildiğinde seni karşılayan ben olacağım ne de olsa.” “Saçmalamayı-" “Cesur bugün var yarın yok,” dedi. Sesindeki keyfi görmezden gelmek çok zordu. “Ama ben hep varım. Bu yüzden yerinde olsam benimle hemen anlaşırdım, aksi takdirde senin için ölüm çanları çalmaya başlayacak.” Sanki Hasan karşımdaymış gibi gözlerimi kıstım. “Ölmekten korktuğumu mu sanıyorsun? Elinden geleni ardına koyma.” Kıkırdadı. “Hep böyle asi miydin yoksa orada kalmak sana yaramadı mı emin olamıyorum. Hoşuma gitti, asilere diz çöktürmeye bayılırım.” Bir kez daha kıkırdadıktan sonra kendini toparlamak istercesine boğazını temizledi, ancak konuştuğunda görmesem bile dudaklarının hâlâ yamuk bir sırıtışla şekilli olduğuna yemin edebilirdim. “Ölmekten korkmuyor olabilirsin, pekâlâ, bunu normal karşılayabilirim. Peki şu arkadaşının...neydi adı... hah! Yavuz'un ipin ucunda olması fikrini değiştirir mi?” Damarlarımdaki kanın çekildiğini hissederken aralanan dudaklarımdan tek kelime dökülemedi. Beni tehdit ediyordu, yine yakınlarımdan biriyle beni tehdit ediyordu. “Bu anı bir yerden hatırlıyorsun değil mi güzelim? Daha önce Hümeyra için bizim istediğimizi yapmıştın. Şimdi bir düşündüm de bunu neden yeniden yapmayasın değil mi? Yavuz için? Onun sağ kalması başta çok sinirlerimi bozmuştu ama şimdi önüme baktığımda aslında benim için büyük bir fırsat olduğunu anlamam zor olmadı.” “Seni öldüreceğim,” dedim ant içercesine öfkeyle. “Seni öldüreceğim piç kurusu, çabuk bitirmem için bana yalvaracaksın! Yemin ederim ki seni öldüreceğim! Herkes sana yaptıklarımdan ibret alacak!” “Vay! Cidden de az kalsın korkuyordum,” dedi yine alayla, ancak bu kez ses tonundaki ciddiyeti fark etmiştim. “Şu son lafı bir yerden hatırlıyorum ama neyse,” dediğinde kalbim deli gibi atıyordu. Gözümü o kadar öfke bürümüştü ki babamın aklıma kazınan meşhur sözü dudaklarımdan dökülüvermişti. Yeraltındakilerin bu söze aşina olmalarını yadırgamazdım, çünkü söylediğini kanıtlamak istercesine öyle şeyler yapmıştı ki duymayan kalmamıştı. Sadece hâlâ biliniyor olması beni germişti. “Sadede gelecek olursak sevgili Nehircik; istediğim her şeyi harfiyen yapacaksın. Sana bir konum atacağım, yarın orada ol. TEK BAŞINA,” dedi altını çize çize. “Aramızdaki minik anlaşmayı Cesur'a yumurtladığını öğrenirsem Yavuz'u da senden alırım. Tıpkı diğer iki kızı aldığım gibi.” İğrenç kahkahası telefondan yükseldi. “Bilirsin sevenlerin ayrı kalması doğru olmaz onu sevgilisinin yanına postalarım. Yarın. Tek başına.” Telefon suratıma kapandı ve takriben hemen sonra konum bilgisi atıldı. Mesajı hiç açmadan telefonu öfkeyle yatağa savurdum ve hırsımı çıkarmak istercesine yorganı yumrukladım. Onu öldürecektim, benimle alay eden ağzı tek kelime edemeyecek hâle gelecekti. Pis aklından her ne geçiyorsa gerçekleştiğini görmeyecekti, izin vermeyecektim. Yorgana bir yumruk daha savurup odada nefes almakta zorlanıyormuşum gibi hızla yataktan fırladım. Hışımla kapıdan çıktığımda sertçe çarpıştığım bedenle bir adım geriye savrulurken kapıya tutunarak ayakta kalabildim, ancak başımı çarptığım için can acısıyla yüzüm buruşmuştu. “Ah, Nehir,” diye inledi Eva. Kafa kafaya tokuştuğumuz için onun da yüzünde ekşi bir ifade asılıydı. “Tanrım, bu cidden acıttı. Kafan ne kadar büyükmüş.” İstemsizce buna güldüm, belki de sinirden güldüm ama dudaklarım az da olsa kıvrıldı. Eva bunu fark ettiğinde beni daha büyük bir gülümsemeyle karşıladı, eli hâlâ kafasındaydı ve acısını azaltmak istercesine ovalıyordu. “Ben de sana bakmaya geliyordum. İyi misin? Odadan çok hızlı çıktın, bir şey olmadı ya?” Dudaklarımdaki emanet gülümseme birden yerini gittikçe sertleşen bir çehreye bıraktığında, “Kötü bir rüya gördüm,” diye mırıldandım. Yalan söylemek rahatsız ediciydi, ancak ben vicdanımı susturmayı seçiyordum. “Biraz hava almak istemiştim.” “Dışarıda yağmur yağıyor, yazı özledim,” dedi iç geçirerek. “İstersen kulüpte takılabiliriz hem kafan dağılmış olur.” Yatak odasındayken boğuk bir şekilde duyduğum müzik kapı açıldığı için artık netçe kulaklarımdaydı. İçeride insanlar çılgınlar gibi eğleniyor olmalıydı. Bense içinde cesetler taşıyan, ruhu ölü ama bedeni hâlâ nefes alan biriydim. Kısacası onların arasında bana yer yoktu. Eva, “Ah, bir dakika, bir dakika!” diye telaşla bağırdığında unuttuğu bir şeyi yeni hatırlamış gibiydi. “Uyandığında yemek yiyeceğine dair emir aldım. Yüksek ihtimalle açtıktan bitkin düştüğün için bayılmışsın, bu yüzden her şeyden önce yemek yemen şart. Gel benimle,” diyerek koluma girip beni çekiştirdi. İtirazlarımı da duymazdan geldi. Kızıl ışıkla aydınlatılmış koridorda bir başka odayı ardımızda bıraktıktan sonra önümüze çıkan ilk kapıdan içeriye girip beni de peşinden çekti. “Burası bizim büro gibi kullandığımız bir alan ve bunlar ise...” Yanaklarına hava biriktirip gözüme bir sincap gibi göründükten sonra tavla oynayan ikiliyi eliyle işaret etti. “Akın ve Özgür, biliyorsun işte.” Akın homurdandı. “Tanıtım mı geçiyorsun?” “Evet. Beyler ben onun için yiyecek bir şeyler hazırlayana kadar lütfen ona güzel ve kibar davranın.” Saniyeler içerisinde odada Akın ve Özgür'le baş başa kaldım ve Eva kapıyı arkasından kapatmayı ihmal etmedi. Ciğerlerime derin bir soluk çekip omuzlarımı dikleştirirken gözleri üzerimde olan ikiliye yavaşça döndüm. Köşede duran çalışma masasının karşısına konumlandırılmış deri chester koltuk takımında karşılıklı oturuyorlardı ve ortadaki sehpada duran tavla onları bekliyordu. “Gel, Nehir, bize katıl,” dedi Özgür, Akın ile arasında kalan tekli koltuğu gösterdiği sırada. Kollarımı göğsümde bağlayarak omuzlarımın düşmesine engel oldum. Sanki her şey yolundaymış gibi ve Akın'ın konuşmalarını hiç duymamış gibi birkaç adım onlara yaklaşarak tepelerine dikildim. “Solgun görünüyorsun. Kendine biraz daha dikkat etmelisin,” dedi Akın, bir an için buna gülecektim. Beni düşünüyormuş gibi davranmasına gerek yoktu, benden haz etmediğini biliyordum. Özgür ise, "Zor bir süreçten geçiyorsun, seni çok iyi anlıyorum ama Akın haklı, böyle yaparak hiçbir şey elde edemezsin. İyi olmalısın, çünkü hayat devam ediyor ve hep edecek,” diyerek Akın'a destek çıktı. İyi olmalıydım ve böylece bir an önce buradan gidecek duruma gelmeliydim. Gözlerim ikisinin arasında bir süre mekik dokudu. Geçen her sessiz saniyede ortadaki gerilimin çatırdamalarını duyabiliyordum. Oyun oynamayı bırakmışlardı ve bakışları hâlâ üzerimdeydi, gözlerindeki soru işaretlerini görebiliyordum. Nitekim Akın fazla dayanamadan, “Bir sorun mu var?” diye sormakta gecikmedi. Oturmam için gösterilen tekli koltuğun koçağına kalçamı dayayıp ağırlığımı hafifçe ona verirken, “Siz kardeş misiniz?” diye sordum birden. İkisinin de gözlerine rahatlama yayıldı. Özgür elindeki zarları sonunda atarak sırasını oynadığı esnada cevap verdi. “İkiziz.” “Çift yumurta ikizi, öyle mi? Hem benziyorsunuz hem de benzemiyorsunuz.” Akın'ın güldüğünde insanı yüzüne hayran hayran baktıran derin gamzeleri vardı. Sakalsızdı ve dövmeleri sevdiğini anlamak zor değildi, dirseğine kadar kıvırdığı gömleğinden görünen kolları dövmelerle kaplıydı. Saçları da pek uzun sayılmazdı. Göz rengi ilk bakışta kahverengi gibi görünse de elaydı. Vücudu oldukça yapılıydı. Sahip olduğu kasları zevkine yapmadığını anlayabiliyordum, o da tıpkı Cesur gibi dövüşüyor olmalıydı. Akın'a karşın Özgür ise onun kadar vücuduna emek harcamamıştı, hatta hiç harcamamıştı. Akın'ın yanında oldukça zayıf ve çelimsiz duruyordu. Minik bira göbeği olduğunu bile söyleyebilirdim. O da güldüğünde sağ yanağında gamze beliriyordu, ancak hafif uzattığı sakalları yüzünden bunu anlamak için dikkatli bakmak gerekiyordu. Saçları Akın'a göre daha uzundu. Ayrıca göz renginin ela olduğunu anlamak çok daha kolaydı. “Aynen öyle,” dedi Özgür. “Cesur size hiç benzemiyor?” diye sorarcasına konuştuğumda ikisi de Cesur'un adını geçirmemden rahatsız olmuş gibi birbirine baktı. Daha sonra Akın bana cevap verirken aynı esnada sırasını da oynadı. “Her kardeş birbirine benzeyecek diye bir şey yok sonuçta.” “Bana yetimhanede büyüdüğünü söyledi,” dedim onlarla aramda oluşan soğuk savaşa ivme kazandırarak. Cesur hakkında konuştukça geriliyorlardı ve bu durum sinirlerimi bozmaya başlamıştı. Kendimi Cesur'a zorla yamanmaya çalışan biriymişim gibi hissetmeme neden oluyorlardı ama aslında burada olmamın tüm nedeni Cesur'du, ben istememiştim. “Bu biraz karışık. Ailevi meseleler, boş ver,” dedi Özgür konuyu irdelememin önüne sert bir çizgi çekerek. Zarları eline alırken kafasını tavladan kaldırarak bana baktı. “Söylesene, ileriye yönelik bir planın var mı? Ne yapmayı düşünüyorsun?” Çok hafifçe gülümsedim, bunu fark etmiş bile olamazdı. Açıkça burada kalıp kalmayacağımı merak ediyordu ve bunu dolaylı yoldan sormayı tercih etmişti. Akın'ın da bana bakmasa bile cevabımı beklediğinden emindim. Gitmemi istiyorlardı. “Kaderin beni ısrarla çektiği yöne yöneleceğim,” dediğimde aslında bu cevap daha çok kendimeydi. İlk kez açıkça söylemiş olmak omuzlarımdan bir yükün kalkmasını sağlarken bunu tamamen kabul ettiğimi fark ettim. Artık direnmiyordum. “İntikam,” dedim fırtına bulutlarıyla kuşanan mavi gözlerimi ikisinin arasında gezdirirken. “Herkesten intikam alacağım.” Özgür elindeki zarları savurur gibi attıktan sonra, “Bak Nehir, bunu istemeni anlarım ama-" diye hızla söze girmişti ki lafını bölmekte gecikmedim. “Beni burada istemediğinizi biliyorum,” dedim birden. Artık Akın da bana doğru dönmüştü. Doğrudan onun kahve-ela gözlerine odaklıyken devam ettim. “Bana bakarken bir soruna bakıyormuş gibi bakıyorsunuz. Başınızı ağrıttım, sorun çıkardım, biliyorum. Böyle düşündüğünüz için sizi suçlayamam.” Akın müdahale etti. “Seninle kişisel bir sorunumuz olduğunu düşünme. Yaşananlardan sonra iyi olmanı isterim ama-" “Ama buradan uzakta, değil mi?” diyerek onun da sözünü kestim. “Gitmemi istiyorsunuz.” “Senin iyiliğin için. Burada kalmamalısın,” dedi Özgür açıklamak istercesine. Onları dikkatle izliyordum ve sözlerinde ya da ifadelerinde herhangi bir art niyete rastlamamış olmak beni düşündürüyordu. “Neden?” “Bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum; abimin bazı takıntıları vardır ve bu takıntılar bazen çığırından çıkabiliyor,” dedi Akın çabucak. Stresli olduğunu ayağının tekini şiddetle sallamasından anlamıştım. “Yeni takıntısı sensin. Bu yüzden gitmeni istiyoruz, çok geç olmadan.” Özgür ise, “Sana iyice kafayı takmadan,” diye ekleme gereği duydu. Hasan'ın, “Seni sadece takıntıları uğruna yanında tutan adama güvenmen aptallık olur,” deyişi kulaklarımda çınladı. Hemen sonraysa Yiğit ile Cesur'un karşılaştığı o an gözlerimin önünde canlandı ve Yiğit'in sözleri zihnime sızdı. “Onun hayatına asla dâhil olmayacaksın beni duydun mu? Siktiğimin takıntılarını git başkasında ara! Onu sana yem etmem!” İrkildim. Vücudumdaki tüm tüyler diken diken olurken, “Ne demek takıntılı? O... hasta mı?” “Hayır, sadece bazı şeylere zaafı var,” dedi Özgür, bu konuşmayı yapmak onun için zordu, bunu alnında biriken ince ter tabakasından anlayabiliyordum. Sertçe yutkunup yeni sorumun dudaklarımdan dökülmesine izin verdim. “Mesela nelere?” “Orijinal sarışın ve mavi gözlü kadınlara,” dedi Akın, sıkkın bir solukla yapılı göğsünü şişirdiği sırada. “Yani senin gibilerine.” “Bu... bu takıntı durumunun boyutu ne?” Sesimdeki korku ortadaydı, gizleyememiştim. Anlık bir şok yaşıyordum ve bunu saklamak zordu. Akın bombayı kucağıma bırakır gibi, “Ona aşık olursun,” dedi. Bir kez daha sertçe yutkundum. “Sana öyle güzel davranır ki kendini kaptırırsın ama sonunda senin o olmadığını-" Özgür hızla Akın'ın lafını böldü. “Sonunda bu heves geçtiğinde hissettiklerinin tek taraflı olduğunu anlarsın, kalbin kırılır. Bunu daha önce yaşadık, artık yaşamak istemiyoruz.” İkisi kısa bir bakışma yaşadı, birbirlerine gözleriyle cevap veriler ve ben hiçbir şey anlamadım. Özgür yeniden konuştuğunda alnındaki ter tabakası iyice belirginleşmişti. “Yani üzülürsün Nehir. Buradan ağlaya ağlaya giden kadınları biliyorum.” Yeni bir bakışma yaşadılar, Özgür'ün hafifçe omuz silktiğini yakaladım. Ardından yeniden bana döndü. “Yaşadıkların ortada, daha fazlasını yaşamanı istemem.” Ortada bir tersliğin olduğunu hisseder gibi olsam da üzerine düşemeden kapı açıldı ve Eva elindeki yemek dolu tepsiyle içeriye girdi. Akın onu gördüğünde sanki saniyeler öncesine kadar ciddi bir konu konuşmuyormuşuz gibi, “Umarım bana da bir şeyler getirmişsindir,” diye takıldı. “Getirdim tabii, bunu isteyeceğini tahmin etmiştim,” dedi Eva geniş gülümsemesiyle. Özgür sırıttı. “Gemi kadar oldun hâlâ derdin yemek. Oturduğun koltuğun yayları imdat diye çığlık atıyor be oğlum.” Akın’ın Eva'ya bakarken yüzünde oluşan gülümseme Özgür'e döndüğünde yerini kısılan gözlere ve tehditkâr biçimde kıvrılan dudaklara bıraktı. “Üzerine otururum ikiz, bu kez çığlık atan sen olursun. Ne dersin?” “Sıra sendeydi derim. Oyna hadi,” dedi Özgür anında geri adım atarak. Yüzündeki sırıtış iyice büyüdü. Orada tek yüzü kireç gibi duran bendim. Onları boş gözlerle izliyordum ve az önce öğrendiklerimi hazmetmeye çalışıyordum. Eva elime getirdiği sandviçleri tutuştururken de bana bir şeyler sorarken de aslında kafa olarak orada değildim. Aklımda kırk tilki dönüyordu ve bu yüzden odaklanmakta zorlanıyordum. Cesur'a âşık olacağımı düşünüyorlardı. Ona baktığımda içimde öfke ve nefretten başka hiçbir duygu uyandırmayan adama nasıl âşık olabilirdim? Bazı mecburiyetler olmasa ona katlanacağımı bile düşünmüyordum. Yine de ikizler içime kuşku tohumlarını ekmişlerdi ve bundan dolayı durum canımı sıkmaya başlamıştı. Gözlerim belirsiz bir noktaya dalmış hâlde ikinci sandviçimden sıradaki ısırığımı aldığım sırada Eva, Akın ve Özgür’le sohbet etmeyi bırakarak yanıma sokuldu. “İyi misin?” diye sesini bir nebze kısık tutarak sorduğunda aslında iki kardeşin bizi duyduğunu biliyordum ama sanırım rahat hissetmem için kendi aralarında konuşmaya ve tavla oynamaya devam ediyorlardı. Eva'ya cevap olarak kafamı salladım. Ardından da bitmek üzere olan sandviçimi hafifçe havaya kaldırarak, “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım. Gerçekten de ciddi anlamda acıkmıştım ve bunu ancak anlayabiliyordum. “Ah, önemli değil. Yüzüne renk geldi resmen. Ne zamandır yemiyordun kim bilir.” Bunu hatırlamıyordum bile. Geçirdiğim son günler karadelik gibiydi ve hatırlamaya çalıştığımda gözümün önünde tek canlanan karanlıktan ibaretti. Eva bana biraz daha sokulup, “Yavuz da iyi merak etme,” dediğinde çiğnediğim lokma ağzımda taşa dönüştü, yutmakta zorlandım. Sandviçten kalan küçük parçayı artık yiyemeyeceğimi anladığımda onu tabağa geri bıraktım. “Nerede şimdi?” “Cesur abi ona üst kattaki odalardan birini ayırdı, sanırım uyuyor,” dedi. Ona garip garip bakmış olacağım ki hemen ardından, “Üst kattı otel gibi düşünebilirsin, birkaç oda bulunuyor. Benim, Akın'ın, Özgür'ün ve Tuna'nın şahsi odalarımız var ve ayrıca birkaç boş oda daha. Sadece Cesur abinin odası alt katta,” diyerek açıklama gereği duydu. Kafamı sallamakla yetindim. Eva ise sohbet etmeye meraklıydı. “Doktor gelip kontrol etti, hiçbir sorun yok. Sadece bir süre kendisini yormaması lazım hepsi bu. Durumundan endişen olmasın o iyi.” Yeniden kafamı salladım. İçim yine sıkıntıyla dolmuştu. Yavuz'la konuşmak istiyordum hem de istemiyordum. Bana olan soğuk tavrını hatırladıkça tüylerim diken diken oluyordu. Bir yabancıya bakar gibi bakmıştı. Neden buna alınıyordum ki? Ben zaten onun için bir yabancıydım. Hakkımda hiçbir şey bilmiyordu, yalanlarla kendimi sevdirmiştim. Şimdiyse o yalanlar gün yüzüne çıkmaya başlamıştı ve gerçek benle ilk kez karşılaşıyordu. Gerçek benden nefret etmesini yadırgamaya hakkım yoktu. Gözlerim belirsiz bir noktaya dalmışken, “Ne kadarını biliyor?” diye sordum. Eva'nın gerildiğini anlamam için ona bakmama gerek yoktu. “Sanırım birçok şeyi biliyor. Saldırıyı, kimin yaptığını-" “Saldırının nedenini biliyor mu?” diye sorduğumda Eva sessiz kalmayı tercih etti. Ağır ağır kafamı sallarken dudaklarımı birbirine bastırdım. Benim yüzümden bunların yaşandığını biliyordu. Hümeyra ve Yonca'nın benim yüzümden öldüğünü, o gece benim yüzümden ölümden döndüğünü biliyordu. Göz kapaklarımı acıyla örterken akmak için an kollayan yaşları bastırdım. “Benden nefret ediyor,” diye mırıldandım dudaklarımda acının ev sahipliği yaptığı kırık tebessümümle. “İkiniz de kolay şeyler yaşamadınız. Zamana ihtiyacınız var.” Eva'nın yatıştırıcı sözlerini duymadım. “Biraz kafamı dağıtmak istiyorum,” diyerek oradakilerle bir kez olsun göz göze gelmeden kapıya yöneldim. Eva'yla konuştuğum anlarda kendi hâllerinde takılan ve bizi duymuyormuş gibi yapan Akın ve Özgür’ün bakışlarını sırtımda hissederken adımlarımı hızlandırıp oradan çıktım. Kendimi kızıl ışıkla aydınlatılmış hole attığımda elim hızla kalbimin üzerine gitti ve acısını dindirmek istercesine bastırdım. Sol omzumu holün duvarlarına sürte sürte kulüp kısmına doğru ilerlerken dışarıdan bakan biri acı çektiğimi kolaylıkla anlayabilirdi. Müziğin yoğun sesine karışan insanların neşeli çığlıkları kulaklarıma doluşurken üst üste binen sıkıntılarımla kulüp alanına çıktım. Etrafta boş boş göz gezdirirken aklımda kırk farklı konu dolanıyordu. Hasan'la ne yapacaktım? Yavuz'la konuşmak zorundaydım. Cesur... Gözlerim bar kısmında arkası dönük oturan bedeni hemen tanıdı. Herkesten bağımsız, sanki dünya kadar derdi varmış gibi oturmuş içki içiyordu. Mekânın sahibinin yanı boş kalmaz diye bilirdim, onun yanı boştu. Sanki uyarılmışlar gibi bırak adamlardan birini, hiçbir kadın bile yanına sokulmuyordu. Adımlarım ona doğru yöneldiğinde gözlerimin hedefinde sadece Cesur vardı. Yanından geçtiğim birkaç yüz beni tanımış gibi kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı, bunu gizleme gereği dahi duymadıkları için onları duymuştum. Daha yeni burayı birbirine katmış kadının hâlâ burada olması onları şaşırtmışa benziyordu. Hepsi öleceğimden emindi, zaten ben de öyle olmasını umduğum için bu aptal girişimi sergilemiştim. Hatırlamak bile istemediğim anları hızla zihnimden def ederken çoktan bar kısmına ulaşmıştım. Herkesi oynamaya davet eden kıpır kıpır bir müzik çalıyordu. Yerinde sabit duran sadece iki kişi vardı. Biri bendim, diğeriyse Cesur'du. Barmenler bile içki servis ederken minik hareketlerle müziğe ayak uyduruyorlardı. Ancak Cesur ve ben bu coşturucu ortamdan çok uzaktaymış gibiydik. İki büyük basamaklık platforma çıkarak Cesur'un yanına ulaştım. Sol tarafındaki bar taburesine otururken dönüp bana bakma gereği bile duymadı. Önünde duran içinde tek yudumluk içki kalmış bardağı iki eliyle kavramıştı ve bakışları da kehribar tonlarındaki sıvının üzerindeydi. Birden kendimi ne düşündüğünü merak ederken buldum. Onun gibi birini bu hâle düşüren neydi? Yan tarafımızdaki iki bargirl servis edecekleri içkilerin hazırlanmasını beklerken bizi göz hapsine almışlardı. Kendi aralarında fısır fısır konuştuklarını anlamak zor değildi, hatta bana bakarak sırıtan kızıl saçlı kadın sinirlerimi bozmak için bunu yapmış gibiydi, aldırmadım. Yeniden gözlerimi Cesur'a sabitlediğim sırada onun, iki elinin arasında küçücük kalan ama aslında ebatları pek de küçük olmayan bardaktaki son yudumu kafasını geriye atarak midesine göndermesini izledim. Yutkunurken aşağı yukarı hareket eden belirgin ademelmasını izlemek vücuduma onlarca iğnenin batmasına neden olurken kafamı hafifçe iki yana sallayarak etkisinden sıyrılmaya çalıştım. Cesur bitirdiği bardağı barmene doğru itti. Adının Nedim olduğunu unutmadığım genç adam hızla bardağı yenileyip servis ettiğinde aynısından bir tane daha hazırlamıştı ve onu da benim önüme bırakmıştı. Zayıfladığım için iyice incelen parmaklarımla büyük bardağı kavrayıp kendime doğru çekerken Cesur çoktan ilk yudumunu almış, yarıladığı bardağı vurur gibi tezgâhın üzerine bırakmıştı. “Gideceğini söylemeye mi geldin?” Sanki hiç konuşmayacakmış gibi durduğu için sorusu beni ani yakaladı. Gözlerim üzerinde gezinmeye devam ediyordu, o ise hâlâ dönüp bana bakmamıştı, bakışları yine içki bardağındaydı. “Kafamı dağıtmaya ihtiyacım var,” dedim yavaşça. “Sarhoş olana kadar.” Başını sallamak dışında hiçbir tepki vermedi. Garip hâli beni geriyordu. Sanırım gitmemi istememesinin nedeni ikizlerin bahsettiği takıntı muhabbeti olmalıydı. Henüz beni kaybetmek istemiyordu, çünkü henüz beni kazanamamıştı. Nedense bu durum bana olması gerektiği kadar rahatsız hissettirmiyordu. Akın ve Özgür gözümü korkutmak ister gibiydi, ancak şimdi bunun pek de umurumda olmadığını anlamıştım. Cesur benim âşık olacağım bir adam değildi. Cesur benim ardıma bakmadan kaçacağım bir adamdı. Bana istediği kadar güzel muamelede bulunsa da ona baktığımda canımı yakan hayatı görüyordum. Beni istemeyen, reddeden ve dışlayan her şey onun arkasındaydı. Bu karanlık dünyadan birine âşık olacak kadar aklımı kaybetmemiştim. Ben asla birini sevemeyecek olanlardandım. Aşkın hayatımda yeri yoktu, benim tüm savaşım sakin ve temiz yaşamaktı. Ancak bunu da elimden almışlardı. Şimdiki savaşımsa bedel ödetmek üzerineydi. Buna Cesur da dâhildi. Saçma sapan takıntıları uğruna beni ayrıcalıklı tuttuğunu öğrenmek canımı yakmıştı, çünkü eğer hayatıma hiç dâhil olmasaydı zarar gören sadece ben olacaktım. Ama arkamda olup, beni kolladığını belli ettiğinde, onu karşısına almak istemeyen ama canımı yakmaktan da geri kalmamaya niyetli olanların hedefi dostlarım olmuştu. Bu yüzden şu anda öncelikli olmasa da Cesur intikam alacağım biriydi. Ve ben intikam alacağım birine âşık olacak kadar aptal değildim. “Yavuz'un olaya dâhil olması kontrolüm dışında gerçekleşti,” dedi aramıza sinen uzun sessizliği bölerek. “O geceki saldırının peşinde düşmüş, sağdan soldan bir şeyler öğrenmiş. Dedesinin ruhsatlı silahını almış, önünü ardını düşünmeden Tolga'nın mekânlarından birine dalmış.” İçkisinden büyük bir yudum aldıktan sonra devam etti. “Son anda haberim oldu, onu ikna etmek zor olsa da artık burada, benim kontrolüm altında olacak.” Sertçe yutkundum. Yavuz kadar gözümü karartamamış olmak içimi deşerken, “Neden ona sahip çıkıyorsun?” diye sordum önüme döndüğüm sırada. Artık ben de onun gibi içki bardağıma bakıyordum. “Senin için önemli biri.” “Yani bunu benim için mi yapıyorsun?” sorusu dudaklarımdan dökülüverdi. Derin bir solukla omuzlarını şişirmesini göz ucuyla takip ettim. “Diğer ikisinin zarar görmesine engel olamadım ama bu kez işimi sağlama alıyorum.” Kendisini suçlu hissettiği için mi bunu yapıyordu yoksa beni kendine çekmek için miydi emin olamıyordum. Sanırım bu ikilem hiçbir zaman peşimi bırakmayacaktı, çünkü ikizler ciddi anlamda kafamı karıştırmıştı. Bardağı dudaklarıma yaklaştırıp içmeden önce kokusunu ciğerlerime doldurdum, değişikti. Boğazımdan aşağıya kayan sıvı yakıcıydı, geçtiği yerlerde tatlı sızlamalar bırakmıştı. Sert bir içki olduğunu anlamam zor değildi, bardağın dibini görmeden sarhoş olacağımdan emindim. Cesur ise geldiğim andan itibaren ikinci bardağını bitirmek üzereydi ve öncesinde kaç tane içtiği tam bir muammaydı. Sanırım o da benim gibi bu gece düşünemeyecek hâle gelmek istiyordu. “Yavuz’un ailesi polise haber vermiş,” dedim yavaşça. Yine bana bakmadan kafasını salladı. “Haberim oldu, halledeceğim. Ailesiyle vedalaşacak.” “Vedalaşacak derken? Bu da ne demek şimdi? Onlarla daha görüşmeyecek mi?” “Belki sen de farkındasındır Yavuz zaten o gece öldü,” dedi. Birinin bu gerçeği açıkça yüzüme çarpması olduğum yerde irkilmeme neden olmuştu. “Geriye kalan kabuktan ailesine fayda gelmez. O, bir daha asla eskisi gibi olmayacak. Bazıları için sadece bir kişi vardır ve o kişi gittiğinde onun dünyası da dönmeyi bırakır. Başka birini sevemez, bakamaz bile.” “Sanki...” Yutkundum. “Sanki senin için de durum böyleymiş gibi konuştun,” dediğimde ilk kez kafasını çevirerek bana baktı ve ben de yavaşça ona doğru döndüm. Koyu kahve gözlerine yayılan kızıl damarlar belirgindi. Sanırım kafası şimdiden iyiydi ama yine de hâlâ falso vermemişti. Ne dili sürçüyordu ne de saçmalıyordu. Uzun uzun beni izledi. Yüzümün her bir karesinde gezinen gözleri ara sıra açık bıraktığım saçlarıma tırmanıyor sonra yeniden yüzüme iniyordu. Sanki ezberlemek ister gibi bakıyordu ya da bir şey arar gibi... Nihayet yeniden konuştuğunda artık yine bana bakmıyordu, önüne dönmüştü. “Yavuz ailesiyle olan bağlarını kopartacak, bunu kendisi istedi. Tek istediği intikam almak.” “Onunla konuşmam gerek,” dedim bardağımdaki içkiyi sallayıp dalgalanışını izlerken. “Hazmetmesi için ona biraz zaman ver.” “Ona da intikam alması için yardım edeceğini mi söyledin?” Kalan içkiyi tek içişte bitirip yenisini istedi. Dolusuyla değişen bardak yine iri avuçlarının arasındaki yerini aldığında, “Tıpkı sana söylediğim gibi,” dedi. “Neden bana yardım etmek için bu kadar isteklisin? Senin başını ağrıtmaktan başka bir şey yaptığım yok. Yerinde başkası olsaydı şimdiye ölüydüm ama sen... farklı davranıyorsun. Nedenini bilmek istiyorum,” dedim. Vereceği cevabı gözlerimi kısarak ona bakarken bekledim. Bu sırada ikizlerin söyledikleri zihnimde dönüp duruyordu. “Kız kardeşim Tolga Zafer yüzünden öldü,” dediğinde bunu hiç beklemediğim için yüzüm şaşkınlıkla gerildi. Bardağın etrafını saran elinin sıklaştığını fark ettim. “Karşılığında ben de onun kızını öldürdüm,” dedi, sesinden akan soğukluk hızla bana saldırdı. Herhangi bir pişmanlık aramadım, çünkü bu dünyada pişmanlığa yer yoktu. Daha çok yaptığı ona yetmemiş gibiydi, daha fazlasını istiyordu. “Kardeşim burada öldü,” diye devam ettikten sonra sanki daha çok uyuşmaya ihtiyacı varmış gibi bardaktaki tüm içkiyi bitirdi ve yine yenisini istedi. “Burada uyuşturucu neden yasak diye hiç düşündün mü Nehir?” Adıma yaptığı tuhaf vurgu tüylerimi diken diken ederken, “Çünkü kardeşin uyuşturucu yüzünden öldü,” diye mırıldandım kendi kendime. Beni duymuş gibi kafasını salladı. Diğer bağlantıyı keşfetmem çok uzun sürmezken, “Ve Tolga da uyuşturucu satıyor,” dedim, yeniden kafasını salladı. “Sena, kardeşim,” dediğinde sesinden akan sahiplenme ve özlemi hissetmekte zorlanmadım. “O itin kızıyla arkadaştı. O ise babasının hırsları uğruna arkadaşını zehirlemekten çekinmedi. Karşılığını aldı Nehir, karşılığını misliyle aldı.” Tolga'nın kızına ne olduğunu düşünme fikrini hızla aklımdan def ettim, çünkü Cesur'un ses tonu bile dehşeti hissetmemi sağlamıştı. Yüzümü sıvazlayıp içkimden yudumlarken rengimin atmış olduğunu görmesem de biliyordum. Bu gece benim açımdan fazla inişli çıkışlıydı. “O günden beridir Tolga fırsatını bulduğu anlarda bize saldırmayı huy hâline getirdi. Seni buraya uyuşturucuyla gönderip, yakalanman için milletin kulağına geleceğini fısıldamak gibi. Şimdi bir kez daha karşılığını alacak,” dedi yemin edercesine. “Zamanında ciğerini söktüm, şimdi de nefesini keseceğim.” İrkildim. Yine de kendimi kafamı sallarken buldum. Cesur, kardeşlerinin düşündüğünün aksine bana beni takıntı hâline getirdiği için yardım etmiyordu, bunu kendisi de istiyordu ve hedefe giden yolda birlikte hareket etmeyi teklif ediyordu. İçimi kemiren farklı düşünceler böylelikle yokluğa karıştığında ona doğru dönüp bardağımı havaya kaldırırken, “Öyleyse intikamımıza,” dedim. Cesur önce omzunun üzerinden bana baktı, sanki duyduğundan emin olmak ister gibiydi. Ardından da bedenini yavaşça bana doğru döndürüp bardağını havadaki bardağımla tokuşturdu. “Şerefe,” dedi. “Şerefe,” dedim. O ve ben artık aynı yolda yürüyorduk. ×××
|
0% |