@yazarimsibirileri
|
Vızır vızır işleyen caddede gezinen gözlerim dalgındı. İnsanların aceleyle yürüyüp yanımdan geçmelerini, arabaların öne geçmek için birbiriyle yarışmalarını öylece izliyordum. Hayat hızlı akmaya devam ediyordu ama ben sanki olduğum yerde sayıyordum. Gözlerim Hümeyra ve Yonca'nın yığılıp kalkamadığı kaldırıma düştüğünde elimdeki dumanı usul usul tüten sigarayı dudaklarıma götürüp derin bir soluk çektim. Zehirli duman ciğerlerime yayılırken gözlerim hâlâ o noktaya çakılıydı. O gece yeri kızıla boyayan kan izlerinden eser bile kalmamıştı ama ben oraya baktığımda hâlâ o kan gölünü görebiliyordum. Hemen önüme yavaşça yanaşan araca bakmadım. Motoru hâlâ çalışıyorken kapısı açıldı ve çıkan kişi aralık tutmaya devam ettiği kapının orada dikilmeye başladı. Sigaradan yeni yudumumu aldığım sırada arkamdaki kapının açıldığını duydum. Önce üzerine boca ettiği pahalı parfümünün kokusu burnuma doldu, sonraysa sesi kulaklarıma dokundu. “Hava soğukmuş.” Kaybettiğim arkadaşlarımın akan kanı kadar soğuk değildi. Yerde yatan iki cansız beden arasındaki anlarım gözlerimin perdesinde canlanırken öylesine kafamı salladım. Cesur arabasını getiren çalışanından anahtarını alıp onu gönderdi ve ellerini ceplerine tıkarak sigaramı bitirmemi beklemeye başladı. Gözleri üzerimdeydi, emindim. O kadar dikkatli bakıyordu ki bakışlarının gezdiği yerler karıncalanıyordu. “Hiç yalnız takılamayacak mıyım?” diye sordum odaklandığım kaldırımdan gözlerimi ayırmadan. “Yalnız olan kolay avlanır.” “Bunu göze alıyorsam?” “Sen alsan bile ben almam,” dedi kesin bir çizgi çekerek. “Yanında olmamı istemezsen olmam, kimse olmaz ama daima peşinde benden birileri olur. Bu konu tartışmaya kapalı.” Ağır ağır kafamı sallarken sıkıntıyla soludum. Böyle bir cevap alacağımı tahmin ettiğim hâlde durum sinirlerimi bozmuştu. Ondan habersiz su bile içemeyeceğim ortadayken Hasan'ın verdiği adrese nasıl gidecektim? Kaşlarım derinden çatıldığı sırada dudaklarıma götürmek üzere olduğum sigarayı havada beklettim ve bir süre öylece düşünerek vakit harcadım. Hasan'ın beni tehdit ettiğini Cesur'a söylemeli miydim? Yavuz'u Hasan'dan koruyabilir miydi? Koruyamazdı. O akşam da koruyamamıştı. Havada beklettiğim sigarayı dudaklarımın arasında kıstırıp zehirli dumanını ciğerlerime doldurdum. Hümeyra ve Yonca'nın öylece yattığı zeminden sonunda kopabilen bakışlarım biraz ötemde dikilen Cesur'u bulduğunda gözlerimi hafifçe kısarak onu izledim, tıpkı beni izlediği gibi. “Yavuz'u koruyabilir,” dedi iç sesim usulca. “O gece onca kurşunun sana değmemesini sağlayan adam Yavuz'u da koruyabilir.” “Beni gerçekten koruyacak mısın?” diye sordum elimde olmadan. Cesur'un da kaşları çatıldı ve gözleri bunu neden bir anda ortaya dökmüş olmamı sorgularcasına yüzümde arayışa çıktı. “Şüphelerin mi var?” “Sadece... duymaya ihtiyacım var.” Bana bir adım yaklaştı, aramızda hâlâ mesafe olmasına rağmen sanki dibime kadar girmiş gibi gerildim. “Bir daha kimse sana bırak silahı parmağını bile doğrultamaz,” dedi kurşun geçirmez bir sesle. “Buradan yalnız gitmene izin versem bile kimse buna cesaret edemez.” Kafamı sallayıp gözlerimi parmaklarımın ucunda asılı duran sigaraya indirdim. Ağır ağır tüten dumanını izlerken, “Kimden korkuyorsun?” diye sordu. Sertçe yutkundum. Bazen ondan hiçbir şey saklayamayacakmışım gibi hissediyordum ve bu da o anlardan biriydi. “Tolga’dan mı? Yoksa onun yanaşma yeğeni Hasan'dan mı?” “Tek korkum Yavuz'a zarar gelecek olması,” dedim gerçeğin üzerini örtmeyi seçerek. “Gerekirse ben zarar göreyim ama o görmesin.” “İkinize de bir şey olmayacak,” derken bu konuşmadan duyduğu rahatsızlık yüzünden okunuyordu. “Benden bir şey saklamıyorsun, değil mi Nehir?” Adımı yine aynı o tuhaf vurguyla söylemesi tüylerimi diken diken etse de hafifçe gülümsemeyi başardım. Elimdeki sigarayı yere fırlatırken, “Senden ne kadar çok şey sakladığımı bilseydin...” diye yarım ağız mırıldanıp, düştüğü soğuk zeminde hâlâ tütmeye devam eden sigaranın üzerine basarak araca binmek için hareketlendim, beni kolumdan yakaladı. “Hepsini öğreneceğimi biliyorsun değil mi? Sonsuza kadar saklanamazsın.” Konuşmadan önce dudaklarımı yaladım. “Öyleyse sana kötü haberi vereyim; ben konuşmadığım sürece hiçbir şeyi öğrenemeyeceksin, yıllarca araştırsan bile.” “Umarım öylesine konuşmuyorsundur, çünkü beni bu kadar meraklandırdıktan sonra altının boş çıkması canımı sıkar.” “Üzgünüm ama o merak ömrün boyunca peşini bırakmayacak.” Güldü. “İlla ki hakkında bir şeyler bilen birilerini bulurum.” Güldüm. “Elbette bulursun ama bulacakların mezarlardan ibaret olacak, çünkü beni bilen herkes öldü.” Biraz daha geniş güldüm ama dudaklarımdaki kıvrılma buzdandı. Ona açıkça meydan okuyordum ve Cesur bunu tıpkı benim gibi daha çok genişleyen bir gülümsemeyle kabul ediyordu. Kendinden emindi ama ben onun kadar kendimden emin değildim. Şimdiden endişe içimi kemirmeye başlamıştı. “Göreceğiz, Nehir.” “Adımı imayla telaffuz etmeyi ne zaman bırakacaksın?” derken kolumu tutuşundan kurtararak yeniden arabaya yöneldim. Bu kez bana engel olmadı ve o da sürücü koltuğuna doğru ilerlediği esnada, “Adından hoşlanmıyorum,” diye homurdandı. Bunu daha önce de söylemişti. Gözlerimi devirdim, cidden takıntılı birine benziyordu ve onu tanıdıkça bahsedildiği kadar ciddi durumda olduğunu fark etmeye başlamıştım. “Ben de adımı bu şekilde imalı söylemenden hoşlanmıyorum,” dedim koltuktaki yerimi aldığım sırada. Cesur da sürücü koltuğuna oturup kapısını kapattı. Her şeyden önce aracın klimasını açarak içeriye sıcak hava dolmasını sağladığında bunu benim için yaptığını anlamam zor değildi, ellerim uzun süredir dışarıda durmamdan dolayı kızarmıştı. “Nereye gitmek istersin?” “Ne yani şimdi de şoförüm olacaksın öyle mi? Ringlerin yenilmez dövüşçüsüne de bakın.” Alayıma karşılık bana yandan bir bakış attı, dudakları muzip bir kıvrılmaya ev sahipliği yapıyordu. “Yenilmez olduğumu düşündüğünü mü düşünmeliyim?” “Cidden de hiç yenilmedin mi?” Gaza yüklenirken, “Tabii ki yenildim. Bugünlere gelebilmek için kaç kez yere serildiğimi tahmin bile edemezsin,” dedi, hâlâ keyifli görünüyordu. “Hmm... Bana biraz kendinden bahsetsene,” dedim bir anda. Dudaklarındaki minik sırıtış biraz daha büyüdü. “Sıra sana dönecek mi?” Omuz silktim. “Sanmıyorum.” Kafasını iki yana sallayarak güldü, sanırım benimle baş etmekte zorlanacağını o da anlamıştı. “On yıldır sıkı çalışıyorum ve son beş yıldır da kafes dövüşlerini yönetiyorum,” dediğinde yapılı vücuduna kaçamak bir bakış attım. Deri ceketinin içerisine giydiği tişört o kadar gergin duruyordu ki sanki her an patlayacakmış gibiydi. “Akın da senin gibi sanırım ama Özgür-" “Özgür yüzünün dağılmasını pek tercih etmez.” “Ailen?” diye sorduğumda dudaklarındaki yerini koruyan gülümseme yavaşça soldu ve böylece hassas bir noktaya değdiğimi anlamış oldum. “Babam üç sene önce öldü. Dört kardeşiz. Sena'yı biliyorsun.” Arabanın normal seyrinden çıkıp biraz hızlandığını fark ederken kafamı salladım. Aile konusundan uzaklaşsam iyi olacaktı, sanırım onun da pek güzel anıları yoktu. Annesinden hiç söz etmemiş olması zihnimin bir köşesinde cevaplanmamış soru olarak kalsa da şimdilik irdelememeyi seçtim. “En büyük çocuk sensin, değil mi?” “Evet. Akın ve Özgür’le aramda dört yaş var. Sena’yla ise yedi yaş.” “Kaç yaşındasın?” “Otuz dört.” “Bana yetimhanede büyüdüğünü söylemiştin,” diye hatırlattım. Ciddileşti. “On dört yaşıma kadar orada kaldım. Sonra babam beni buldu ve yanına aldı.” “Nasıl yetimhaneye düşebilirsin anlayamıyorum. Burada buna nasıl izin verirler?” “Annem hamile olduğunu sakladı,” dediğinde yolu izleyen gözlerindeki bakış donuktu. “Babamdan ayrılıp izini kaybettirdi. Bana bakmak zor gelince de bir yetimhanenin önüne bırakıp gitti.” Ağır ağır kafamı salladım. “Öyleyse onlar senin üvey kardeşlerin,” dedim yavaşça. “Akın, Özgür ve Sena.” Sadece kafasını sallamakla yetindi. “Sana değer veriyorlar. Onlar için önemlisin. Bunu gözlerinde görebiliyorum.” Yeniden kafasını salladı. İkizlerle aramda geçen konuşma aklımda dönüp dururken, “Neden sevgilin yok?” dedim bir anda. Anında bunu sorduğuma pişman olsam da iş işten geçmişti. Yanağımın içini ısırarak ona kaçamak bakışlar atarken takıntılarından bahsedip bahsetmeyeceğini düşünmeye başladım. Güldü ama bu keyifsiz bir gülüştü. “Aradığımı bulamadım.” “Daha önce olmuştur-" “Olmadı,” derken dönüp bana baktı. “Daha önce de kimse olmadı.” Dudaklarımı kemirmeye başladım. Oysaki Akın ve Özgür başkalarının olduğunu açıkça söylemişti. Cesur bana yalan mı söylüyordu? Yolu takip etmeye kaldığı yerden devam ederken uzun uzun onu izledim ve vardığım sonuç yalan söylemediğiydi. Ya çok iyi oynuyordu ya da gerçeği söylüyordu ve yalan söyleyen ikizlerdi. “Onlarca sevgilim olsaydı bunu normal görürdün ama olmaması sana tuhaf mı geldi?” “Aslında tuhaf değil. Benim de hiç sevgilim olmadı.” Yeniden bana doğru döndü. “Doğru kişiyi bulamamışsındır.” Kafamı salladım. “Galiba sen de öyle.” Cesur da kafasını salladı. Bu konudan uzaklaşmamın vakti gelmişti, çünkü üzerinde konuştukça gerginliğim artıyordu. Arabanın içerisinde elektrik hattı varmış ve o hattan çatırdamalar yükseliyormuş gibi hissediyordum. Boğazımı temizleyip tıpkı onun gibi yola odaklanırken, “E5’e çıkar mısın?” diye sordum. Cevap vermek yerine sola sinyal vererek aracın yönünü değiştirdi. “Nereye gitmek istiyorsun?” Sıkıntıyla göğsümü şişirdim. Sabah öylesine dışarı çıkacağımı söylemiş, nabız yoklamıştım ve şaşırmadığım gibi Cesur peşime takılmıştı. İşin aslı bu yüzden nereye gideceğimi bile bilmiyordum. Eğer peşime takılmamış olsaydı Hasan'la rahatça ilgilenecektim ama şimdi planı değiştirmem gerekiyordu. Tam da bu sırada kot pantolonumun arka cebine tıkıştırdığım telefonum çalmaya başladı. Çarpılmış gibi sıçrayarak telaşla telefona uzanmam Cesur'un ilgisini çektiğinde kendimi sakin olmaya zorladım. Arayanın Hasan olabileceği düşüncesi beni haddinden fazla geriyordu. Ancak neyse ki arayan o değildi, ev sahibiydi. Yandaki düğmeye basarak çağrının sesini kıstım ve kapanana kadar öylece ekrana bakmakla yetindim. Kirayı isteyeceğini biliyordum geciktirmiştim, neredeyse ay bitmek üzereydi. “Eve gitmek istiyorum,” diye mırıldandım. Cesur gaza biraz daha asıldı. Koltuğa iyice yapışırken telefonu elimde çevirmeye başladım. Düşünmem gereken tonlarca şey vardı ve artık kaçmayı bırakmalıydım. “İş ve kalacak bir yer bulsam iyi olacak. Artık o evde kalamam.” “Bunlara ihtiyacın yok,” dedi hızla. “Hepsini karşılarım.” Kaşlarım çatıldı. “İstemiyorum. Kendi başımın çaresine bakabilirim.” “Elbette ama artık aynı yolda ilerliyoruz, ortak sayılırız ve seni bu yola ben çektim. Bu yüzden bunları düşünmene gerek yok.” Durumdan hoşlanmadığımı belirten homurtular çıkardım, beni duymazdan geldi. “Kulüpte kalmaya devam edersin, orası her yerden daha güvenlidir.” “Orası senin odan,” diye itiraz ettim. “Artık senin odan olur.” Yanaklarımı şişirdim. “Bunları kabul edemem,” dedim karşı çıkarak. “Niyetim sorun yaratmak değil ama bunlar çok fazla.” “Bunlar benim için hiçbir şey,” dediğinde ona döndüm. Zenginliğini tartışmaya gerek bile yoktu, zaten ortadaydı. “Kendini daha iyi hissedeceksen Eva'ya yardım edebilirsin. Kulübün işleriyle ilgilenmek sana iyi gelir, kafanı dağıtmış olursun.” Kabul etmek istemiyordum ama her ne kadar istemesem de maddi durumum başka seçeneklere kapı aralayacak kadar yeterli değildi. Omuzlarımın düşmesine izin vererek, “Üst kattaki odalardan birinde kalırım,” dedim içime kaçan bir sesle. Bir şeylere mecbur kalmaktan nefret ediyordum. “Kabul.” “Bu iş bitene kadar. Sonra buradan gideceğim ve sen de peşimi bırakacaksın.” Bir süre sessiz kalıp düşündü. Ardından da konuşmak yerine geçiştirir gibi kafasını salladığında, “Söz ver,” diye üsteledim. “Söz,” dedi dişlerinin arasından. Ne zaman gitmekten bahsetsem sinirleniyordu, sanırım bu durum takıntılarıyla alakalı olmalıydı. “Son bir şey daha isteyeceğim.” “Benden dilediğini isteyebilirsin, asla çekinme.” Dünyaları istesem önüme sermekte tereddüt etmeyecekmiş gibi dursa da bu isteğimi reddedeceğini düşündüğüm için biraz çekinerek, “Bana silah verir misin?” diye sordum ve olumsuz cevabını beklemeye başladım. Dudağının kenarı kıvrıldı. “Hızlı ilerliyorsun.” “İhtiyacım olabilir,” diye mırıldandım, ona bakmıyordum. “İhtiyacın olmaz. Hiçbir zaman yalnız olmayacaksın,” dediğinde kabul etmeyeceğini anlayarak olduğum yerde sindim, yüzüm asıldı. “Ama madem istiyorsun, torpidodakini alabilirsin.” Doğru duyduğumdan emin olmak istercesine hızla ona dönüp, “Alabilir miyim?” diye sordum, dudaklarındaki kıvrılma biraz daha yer edindi. “Al.” Kabul edeceğine asla olur gözüyle bakmadığım için şaşkınlığımı gizlemeden torpidoya uzandım, dikkatle her hareketimi takip ediyordu. Birkaç belgenin üzerinde duran ve yüzeyi parıl parıl parıldayan silahı gördüğümde içime dolan o soğuk hisle ürperdim. Değil ona sahip olmak, ömrüm boyunca onu görmek bile istemiyor olsam da geldiğim noktada artık silahlara alışmak zorundaydım. Belki de onu kullanacaktım. İrkilsem de uzanıp silahı aldım, ağırdı. Pahalı bir oyuncak olduğu dış görünüşünden bile belliydi. Silahların isimleri ya da modellerini pek bilmezdim ama emniyetini açıp hedef alacak kadar bilgim vardı. Tek eksiğim bugüne kadar hiç tetik çekmemiş olmamdı, en azından canlı bir hedefe karşı. “Onu kullanmayı biliyorsun,” dedi Cesur hiç şaşırma belirtisi göstermeden, düşünceli görünüyordu. Parmaklarımın arasındaki aleti evirip çevirdikten sonra emniyetini açtım. “Dikkat et içi dolu.” “Seni vurmamdan hiç mi korkmuyorsun?” diye sordum gözlerim hâlâ silahın üzerinde gezinirken. Artık daha dikkatliydim, çünkü elimde patlamasını istemezdim. “Vurmayacağını biliyorum.” “Bana bu kadar güvenme,” dedim alayla. “Belki koynunda yılan besliyorsundur.” “Sen olsan olsan fırtına kuşu olursun,” dediğinde sesi keyifliydi. “Kanadın kırılmış, yolunu şaşırmışsın. Seni iyileştirmek için çabalayan denizciye zarar vermezsin.” “Denizciymiş,” diye homurdandım. “Korsansın bence. Herkesin korkulu rüyası, çirkin bir korsan!” Dudağının kenarı iyice kıvrıldı. “Fırtına kuşu korkmuyorsa diğerlerinin korkması önemli değil.” Bir şeyler homurdanıp silahın emniyetini kapattım. “Bunu almamda sakınca olmadığına eminsin değil mi? Sonradan başımın ağrımasını istemem.” “Sorun yok. Sadece dikkatli ol, kendini yaralamayacağını biliyorum, yine de her zamankinden daha dikkatli ol.” Hâlâ üzerimde duran kırmızı kazağı kaldırarak silahı pantolonumun beline sıkıştırdım. Çıplak tenime değen soğuk yüzeyi tüm vücudumun kasılmasına neden oldu. Silahın belimdeki varlığı kesinlikle rahatsız ediciydi. Aslında onu istemiyordum ama madem işler kızışıyordu elbette ihtiyaç duyacağım anlar olacaktı. “Birini öldürmek için değil, kendini savunmak için,” diyerek iç sesim beni telkin etmeye çalıştı. Ona inandım, çünkü ilk seçeneğin gerçekleşmesini asla arzulamıyordum. Geri kalan yolu neredeyse sessiz tamamladıktan sonra Cesur arabasını evimin hemen önündeki boş yere park edip motoru durdurdu. Ardından bakışlarını bana çevirdi, bense aracın camından evime bakıyordum. Zihnimin derinliklerindeki anı defterinin sayfaları hızla çevriliyor ve her saniye bir başka anıyı gözlerimin önüne getiriyordu. Pencereden baktığım ve Hümeyra'yı el sallayarak uğurladığım günlerden birinin anısı gözlerimin önüne düştüğünde yutkundum. “Bomboş hissediyorum,” diye fısıldadım hâlâ eve bakarken. “Hayatımdaki neşe onunla birlikte toprağa karışmış gibi. Sanki bir daha gülemeyeceğim, gülersem ona ihanet etmiş olacağım.” Elim yavaşça kapının koluna dolandı ama açamadım, cesaretim yoktu. Parmaklarım kapının kolundan kayarak düştü. “O kadar hayat doluydu ki sadece ona bakarak mutlu olabilirdin. En kötü anında o tüm dişlerini ortaya seren gülümsemesiyle karşına dikilir ve bir şekilde gülümseyişini sana bulaştırırdı. Çok özledim. Ben hep birilerini özlerim ama onu çok başka özledim.” Sesim acımı belli etse de gözyaşlarım geri duruyordu. Ağlamaya niyetim yoktu, artık ağlamayacaktım ama boğazım düğüm düğümdü. Cesur ise sessizdi. Uzun zaman sonra ilk kez içimi döküyordum ve birinin beni dinlediğini, yorum yapmasa bile anladığını bilmek iyi hissettiriyordu. “Yetimhanedeyken hep hayal kurardık, oradan çıktığımızda birlikte yaşamak bunlardan sadece biriydi. Önce ben çıktım, yaşımdan dolayı. İşe girdim, ev ayarladım. Sağ olsunlar yetkililer yardımcı oldu. Onu güzel bir yuvayla karşılamak istediğim için eğitimime devam edemedim, tamamen çalışmaya yöneldim. Yetimhaneden çıktığında aylar öncesinden onun için hazırladığım odayı görünce attığı sevinç çığlıkları hâlâ kulaklarımda,” derken hafifçe gülüyordum. “O benim kardeşimdi ama aynı zamanda çocuğum gibiydi. Belki de bu yüzden bu kadar acıtıyor.” Parmaklarım bir kez daha kapının koluna dolandı, ancak yine açamadım. Derin bir iç çekip, “Korsan,” dedim kırık sesimle. “Benimle gelir misin? Oraya tek başıma girmeye gücüm yok.” Cesur hiçbir şey söylemeden kapısını açtığında ondan güç alarak ben de kapımı açıp dışarıya çıktım. Sanki buranın havası bile farklıydı, ağırdı. Nefes aldıkça göğsüm daralıyordu. Düştüğüm yerde imdadıma koşacakmış gibi hemen bir adım ardımdan gelen Cesur'la birlikte binaya doğru ilerledim. Sessizlik hem rahatsız ediciydi hem de iyi hissettiriyordu. Bugün için hiç planlamadığım şekilde yolumun düştüğü apartmanımın merdivenlerini ağır ağır tırmandım. Her adımımda boğazımdaki düğüme ilmek atılıyordu, pes etmedim. Gerisin geri kaçmamak için paslanmış tırabzana yapışır gibi tutunarak dairemin bulunduğu kata ulaştığımda artık bacaklarım titriyordu. Kapının önünde birbirimizle itişip gülüştüğümüz, bazı anlarda dozunu iyice kaçırdığımız için epey gürültü çıkartıp komşularımızı rahatsız ettiğimiz günler çok eskide değildi. Koridorda yankılanan şen kahkahalarımızın hayaletleri kulaklarımda yankılanıyordu. Boynuma astığım küçük çantanın içerisindeki anahtarımı uzun uğraşlar vererek bulabildim. Ellerim titrediği için beceriksizleşmiştim. Açıkçası tüm cesaretim buraya kadardı, sanırım içeriye giremeden geri dönecektim. Zaten burada ne işim vardı ki? Pes ettiğimi belli edercesine omuzlarım düşerken Cesur'un yanıma yaklaştığını duysam da gözlerimi kapının üzerinden çekemedim. Bir metre uzağımdaki o kapının ardında binlerce anı saklıydı ve kilidi çevirdiğim an üzerime saldıracaklarını biliyordum. Tir tir titreyen ve kanı çekilmiş gibi buz tutan parmaklarıma dokunan parmakları hissettiğimde irkildim. Gözlerim hızla yanımda duran adamı bulurken o, elini usul usul elime doladı. “Fırtına kuşu,” dedi içimi delen yumuşacık bir sesle. “Ben yanındayım.” O an ağlamak üzereydim. Bunu ondan saklayamadığım için güçlü olmamı istercesine hafifçe elimi sıktı, hızla kendimi toparlamaya çalıştım. Koyu kahve gözleri yaramı tanır ve bilir gibi bakıyordu, buna dayanamayarak gözlerimi kaçırdım. Onun karşısında yelkenlerimi kolayca indirmek canımı sıkıyordu ama buna engel olamıyordum ve engel olamadığım için de kendime kızıyordum. Ellerimiz hâlâ birbirine kenetliyken diğer elimdeki anahtara gözlerimi düşürdüm. Biri dış kapının, diğer ikisi iç kapının olmak üzere üç anahtardan oluşan demir parçaları avucumun içerisinde alev topu gibi derimi yakıyordu. Yine de omuzlarımı dikleştirmeyi başardım ve o son adımı atarak kapının dibine kadar gidebildim, Cesur da benimle geldi. Anahtarı göbeğe yerleştirirken elini var gücümle sıktığımın farkında bile değildim, tırnaklarımı derisine geçiriyor olsam da sesini çıkartmamıştı. Biraz uğraşın ardından nihayet kapıyı aralamayı başardığımda tam da beklediğim gibi içeriye hapsolmuş anılar hızla üzerime yürüdü. Kahkahalar, neşeli haykırışlar, sesinin yetersiz olmasına rağmen şarkı söylemesi, derslerini yetiştiremediği günlerde isyan edercesine bağırmaları ve hatta Yavuz'un kız kardeşlerinden nefret ettiğine dair tatlı çemkirmeleri zihnimin içerisinde yankılanıp durdu. Bu sırada içeriye girdiğimin ve Cesur'un elini bıraktığımın farkında bile değildim. “Ev onun gibi kokuyor,” dedim sanki oksijeni bol yemyeşil bir ormandaymışçasına havayı ciğerlerime doldururken. “Biliyor musun, o gece ilk kez kulübe gireceği için çok heyecanlıydı.” Dudaklarım titredi. “O geceyi değerlendirmek istiyordu, hayatımızdaki en güzel gece gibi,” dedim, kalbim ağrıdı. “Beni hazırladı, Yonca'yı hazırladı, kendisi en güzel şekilde hazırlandı. Aslında bizi ölüme hazırladığını nerden bilebilirdi?” Koridorda ilerleyerek Hümeyra'nın odasının önüne kadar adımladım. Kapısı hafif aralıktı, içerisi az da olsa görünüyordu. Dağınık bıraktığı yatağını ve o gece için hazırlanırken üzerinden çıkartıp attığı pijamalarını görebiliyordum. Alnımı kapının pervazına yaslayarak öylece bekledim. Midem bulanıyordu, içimdekileri kusmak istiyordum. “Benim için bir şey yapmanı istesem yapar mısın?” “Yaparım,” dedi. Öyle net dedi ki sanki ne istesem yapmaya hazır gibiydi. “İçeride pencerenin önünde çiçekler duruyor. Aralarında küçük, tatlı bir saksı da minicik bir kaktüs var. Onu bana getirir misin? Ben... içeri giremeyeceğim.” Kapının önünden çekilip geriledim. Cesur bana kısa bir bakış attıktan sonra Hümeyra'nın odasına doğru yöneldiğinde içeriyi görmekten kaçar gibi kafamı başka yöne çevirdim. Sadece birkaç dakika içerisinde Cesur yeniden koridora çıktı ve ardından kapıyı sıkıca kapattı. İri avucunun arasında neredeyse kaybolan minik saksıya uzun uzun baktım. Hümeyra tüm çiçeklerin arasından en çok onu severdi. Okuldan eve dönerken çöp kutusunun dibine atılmış onlarca saksı arasından onu bulmuştu ve bu minik kaktüsü kendisine benzetirdi. Terk edilmiş ama yaşamaya hâlâ çabalayan kaktüs Hümeyra için aynada kendisini görmek gibiydi. “Gidelim lütfen,” dedim neredeyse yalvarırcasına. Kapıya yöneldiğim sırada Cesur beni durduracak o cümleyi kurdu. “Senin buradan almak istediğin bir şey yok mu?” Yoktu. Dışarı çıkmak için ilerlemeye devam ettim, sonra bir anda atacağım adım havada kaldı. Vardı. Benim için önemli bir şey vardı. Hızla geriye döndüm ve Cesur'un yanından geçerek kendi odama girdim. Şifonyerimin çekmecelerini karıştırıp takı kutumu bulduğumda içini açtım ve köşede duran küçük kutuya uzandım. Kaldığım ilk yetimhanedeki çocuktan kalan bu eski kolyeyi geride bırakamazdım. Yirmi yıl boyunca her yere benimle gelmişken onu asla tamamen yok olmaya mahkûm edemezdim. Kutunun kapağını açıp yüzeyi çiziklerle dolu, zamana yenilmiş kolyeye gözlerimi diktiğimde onu hatırladığım için memnundum. Kapıdaki hareketlilikle birlikte Cesur'un geldiğini anlasam da ona bakmadım. O da içeriye girmeyerek kapının ağzında dikildi. Ortamızda duran küçük kutunun içerisindeki kolyeye bakarken, “Bunu unutsaydım çok üzülürdüm,” diye mırıldandım. “O kadar önemli bir şey mi?” Kafamı salladım. “Aslında pek esprisi olmayan, fazlasıyla eskimiş bir kolye ama benim için anlamı derin. Çok önceleri tanıdığım bir arkadaşımın hediyesiydi.” “Artık onunla görüşmüyor gibisin?” dedi sorarcasına. “Görüşmüyorum,” derken kutunun kapağını kapattım. Belki de nasıl bir şey olduğunu merak etmişti ama o an için kolyeyi ona göstermek aklımın ucundan bile geçmemişti. “Neden?” “Çünkü onu kaybettim. Yani... izini kaybettim.” Omuz silktim. “Uzun yıllar geçti, belki de gerçekten onu kaybetmişimdir, bilmiyorum. Çıkalım mı?” “Buradaki eşyaları ne yapmayı düşünüyorsun?” Etrafıma şöyle bir göz gezdirdim. “Hiçbirini istemiyorum,” dedim donuk donuk eşyalarıma bakarken. “Ev sahibiyle konuşacağım. Son kirayı ödeyecek kadar hesabımda para var. Ona atacağım ve eşyalara istediğini yapmasını söyleyeceğim. İster atsın ister satsın isterse de bu şekilde millete kiralasın.” İtiraz etmek için dudaklarını aralasa da aklına her ne geldiyse susup kafasını salladı. Ben de kafamı salladım, bu daha çok verdiğim kararı kendime kabul ettirmek için yaptığım bir şeydi. Bugün burada geçmişimle arama çizgi çekmiştim. Ve benimle geleceğime gelen tek şey yine elimdeki kolyeydi. ××× Renkli ışıklara karışan sesi kısık tutulmuş eğlenceli müzik alana hâkimken benim yaptığım tek şey önümdeki kaktüsün sivri dalları üzerinde parmaklarımı gezdirmekti. Kulüpteydim, saat henüz öğleden sonra dört civarındaydı ve alan gece için hazırlanıyordu. Bu gece önemli birinin doğum günü kutlanacaktı, sanırım ünlülerdendi. Bundan dolayı süslemeler ve masalar şekillendiriliyordu. “Şu köşeye sarmaşıklarla ve LED ışıklarla güzel bir bölüm yapabiliriz, bence hoşlarına gider,” dedi Eva önündeki kâğıda bir şeyler karaladığı sırada. Yanındaki genç adamın canını almaya niyetliymiş gibi ona bin bir farklı komut sıralamıştı ve adamın gözlerinde tüm bunlar nasıl yetişecek korkusu hâkimdi. “Hâlâ Eva'yla çalışmak istiyor musun?” diye sordu Cesur, hemen yanımdaydı. Oturduğumuz loca ona ait olan locaydı ve tam ortada yer aldığı için tüm alan gözlerimin önündeydi. Geceyi bulmadan sarhoş olmaya niyetliymişim gibi önümdeki bardaktan yudumlarken omuz silktim. “Daha kötülerine de şahit oldum.” Onun beni eğlendirmeye çalışan sesine karşılık benim sesim ölü gibiydi. Stresle ayağımı sallayıp duruyordum. Saat ilerliyordu ve söylenen yere gitmek için sadece birkaç saatim kalmıştı. Akreple yelkovan döndükçe gerginliğim artıyordu. “Pasta hazır değil mi?” diye sordu Eva. Hiç susmadığı için sesi müziğe karışıyordu ve ara sıra ona odaklansam da çoğunlukla onu duymuyordum. “Mumlar? Güzel. İçecekler hazır mı? Güzel. Çıkacak sanatçının istedikleri ayarlandı mı? Güzel.” “Yeter artık adamı bir rahat bırak da nefes alsın,” dedi Akın sonunda patlayarak. “İki şarkı söyleyecek diye odasına Adana mutfağının tümünü isteyen sanatçı uğruna bizim adamımızı harcıyorsun.” Eva'nın zümrüt yeşili gözleri Akın'a döndüğünde hızla kısıldı. “İşimi yapıyorum Akın Bey,” dediğinde sesi resmi ve imalıydı. Özgür bunu duyduğu anda ağzındaki içeceği püskürterek gülerken Akın homurdandı. “İlla süründüreceksin değil mi, süründür bakalım. Sanki az süründük!” “Ben en iyisi başka yerde devam edeyim. Akın Bey'i rahatsız ettik sanırım,” dedi Eva bakır tonundaki saçlarını geriye doğru savurup locadan uzaklaşırken. Direktif verdiği adamı da ceketinden tutarak peşinden sürüklemişti ve adam kurtarıcısını ararcasına arkasına baksa da kimse ona yardım etmemişti. Sanki bilerek yapıyormuş gibi kırıta kırıta giden kadının arkasından Akın, hırsını çıkarmak istercesine Özgür'ün yakasına yapıştı. “Gülme lan! Dilini boğazına dolar seni öyle boğarım!” Özgür savrulan tehditten çekinmek bir yana dursun daha çok güldü. Yüzünde keyifli bir ifade asılıydı ve eğlendiği açıkça belliydi. Ellerini suçsuzmuş gibi havaya kaldırırken, “Akın Bey lütfen bana zarar vermeyin, benim günahım ne?” dedi sesini komik bir şekilde incelterek. Kaşlarını da Küçük Emrah misali çatmıştı ama dudakları her an kahkahayı basacakmış gibi kıpırdıyordu. Akın, “Zevzek!” diye homurdanarak kardeşini bıraktı. “Tüm bu bok senin başının altından çıktı.” “Ne oluyor?” dedi Cesur olaya dâhil olarak. Ona baktığımda kıvrılmış dudaklarını ve koyu kahve gözlerindeki eğlenmeyi görebiliyordum. “Abi bu it beni oyuna getirdi,” dedi Akın, sanki yaramazlık yapan kardeşini babasına ispiyonlar gibi hızla. “Akşam çıkacak sanatçının çok titiz olduğunu, resmiyete taptığını söylediği için adamın menajeriyle resmi dille konuştum-” “Hale Hanım, sizi Eva Hanım ile tanıştırayım. Bizim genel işlerden sorumludur. İstediğiniz her şeyi ona söyleyebilirsiniz,” dedi Özgür yine sesini inceltip bu kez Akın'ın taklidini yaparak. “Sonra kadının buna iş atası tuttu, resmiyet aşka dönüştü yani. Eva da bu olayın en büyük şahidi oldu.” Akın, “Si- Defol git lan,” diye çıkıştı. Küfredecekse bile benim orada olmamdan dolayı kendisini tutmuştu. İkizlerin birbiriyle atışmaları sürüp giderken gözlerim arada başka bir köşeye çekilmiş Eva'ya değiyordu. Hâlâ yanındaki adama bir şeyler söyleyip durması dışında kızgın gözleri sık sık bizim tarafımıza, daha da çok Akın’a dönüyordu. Cesur hiç ummadığım bir anda, “Fırtına kuşu,” dedi kulağıma doğru, ürperdim. “Bir sorun mu var?” Kafamı hafifçe iki yana sallarken bir yere tutunma ihtiyacıyla elimin altındaki kaktüse parmaklarımı sardım, minik dikenleri derimi deldi. “Gergin görünüyorsun,” dedi Cesur hemen sonra. Ondan uzaklaşmak istercesine geriledim. Bu kadar yakınımda olması diken üstünde durmama neden oluyordu. “Yorgunum sadece,” diye mırıldanmakla yetindim. “Duygusal olarak zor bir gündü.” Ortadaki şişeye uzanarak bitmek üzere olan bardağımı tazeledi. Sanırım böyle bir günün üzerine yapılacak tek şey hatıraları uyuşturmaktı. Bardağı dudaklarıma yaklaştırırken ve içerisindeki keskin sıvıdan yudumlarken Cesur'a bakıyordum, o da bana bakıyordu. Aramızda geçen bu tuhaf an elbette ikizlerin de dikkatinden kaçmamıştı. Hatta Özgür boğazını temizlemiş, Akın'sa başka yöne dönmüştü. “Bugün yanımda olduğun için-" diye başlamıştım ki ona teşekkür etmeme fırsat sunmadı, sesini sadece ben duyabildim. “Ne zaman istersen yanında olurum.” “İstemediğimde?” Derin bir nefes aldı. “İstediğin kadar olurum.” İçkimden yudumlayıp gözlerimi Cesur'un üzerinden çekerken ağır ağır kafamı sallıyordum. Sanırım bu şekilde kadınları kendine çekiyordu; ilgili davranarak ve önemliymiş gibi hissettirerek. İşin sinir bozucu yanı bu konu hakkında uyarıldığım hâlde davranışları bana sahte gelmiyordu. Numara yapmıyordu, emindim. Etrafta boş boş dolanan gözlerim asansörden çıkan Yavuz'a değip geçti ve anında yeniden ona geri döndü. O da tıpkı benim gibi etrafta gözlerini gezdiriyordu ve benimle bakışları kesiştiğinde duraksamıştı. Umutla oturduğum yerden kalktığımda yanıma gelmesini ya da yanına gitmem için bana minik bir seçenek sunmasını beklediysem de Yavuz kafasını başka yöne çevirdi ve arka kısma geçip gözden kayboldu. “Biraz daha zamana ihtiyacı var,” dedi Özgür sanki içime su serpmek ister gibi. Omuzlarımın düşmesine izin verirken yeniden onlara doğru döndüğümde artık hiç tadım kalmamıştı. Masanın üzerindeki minik kaktüsü alarak, “Ben biraz uyuyacağım, başım ağrıyor,” dedim, yalandı. Cesur uzun uzun bana baktı, arayışta gibiydi. Sanki uyumayacağımı ve ondan gizli işler çevireceğimi yüzüme bakarak anlayacağından korktuğumda hızla masadan uzaklaşıp arka kısma açılan kapıya yöneldim. Birkaç gün daha onun odasında kalacaktım, benim için bir oda hazırlattığını söylemişti. Ona Hasan'dan bahsetmek istiyordum ama sonra bunun benim problemim olduğu aklıma geliyordu ve vazgeçiyordum. Ayrıca olaya Cesur'u dâhil ettiğimde işler ciddileşecekti, emindim. Yavuz'u koruyacağına dair artık şüphelerim yoktu. Zaten Hasan'ın yanına Yavuz'a zarar vereceği korkusuyla değil, derdinin ne olduğunu öğrenme arzusuyla gidecektim. Üzerinde düşündükçe beni çağırmasının yüz yüze görüşme isteğinden ileri geldiğini fark etmiştim, niyeti zarar vermek değildi. En azından şimdilik değildi. Zarar vermek isteyen biri onlarca kişinin olduğu bir parkı buluşma noktası olarak ayarlamazdı. Beni Bebek Parkı'na çağırmıştı, orası kalabalık olurdu ve insanların içerisinde bana bir şey yapamazdı. Ayrıyeten beni kaçırmaya da teşebbüs etmezdi, çünkü Cesur arkamdaydı ve biliyordum ki Cesur, yeraltındakilerin karşısına almak istemeyeceği kişilerdendi. Bu yüzden kararımı vermiştim, onunla yalnız görüşecektim ve Cesur'u sonradan durumdan haberdar edecektim. İç sesim, “Kalabalığa güvenerek tek başına karşısına çıkmayı planladığın adam karakolda karşındaydı,” diye hatırlattı. “Artık Cesur var,” dedim kendi kendime ve buna ne kadar tutunduğumu o an fark edebildim. Bana öyle güçlü güven hissini aşılıyordu ki dokunulmaz hissediyordum. Bu kadar kendimi kaptırmamın doğru olmadığını biliyordum ama nasıl olduğunu bile anlamamıştım. Sanırım yaşadığım duygusal sarsıntılar onun hayatıma dâhil olmasını kolaylaştırıyordu. Odaya gitmek yerine soyunma kabinlerinin ve lavaboların bulunduğu koridora girdim. Eva akşamki doğum günü kutlaması için yoğun çalışıyordu, en azından birkaç saat içerisinde beni kontrol etmeye gelmezdi. Ayrıca henüz kulüp açılmadığı için güvenlik önlemleri minimum seviyedeydi. Cesur her yere yüzlerce adam yığan biri değildi, adıyla insanları geri püskürten birisiydi. Bu kadar etkili olması beni bazen beni ürkütüyordu. Bana iyi davranıyordu, ters yanını görmemiştim ama belli ki birçoğu görmüştü ve bundan dolayı da ona karşı mesafeli duruyorlardı. Koridorun sonunda dışarıya açılan bir alan vardı, genellikle kulüpte çalışanların sigara molası verdiği ya da öylesine hava almaya çıktıklarında kullandıkları fazla geniş olmayan bir yerdi. Üstü açık olsa da etrafı yüksek duvarlarla çevriliydi ve yukarıya tırmanan demir merdivenleri vardı. Oradan çıkıp gidebilir ve geri döndüğümde gizlice girebilirdim. Kameralar hareketlerimi kayıt altına alsa da aksi bir durum olmadıkça kontrol edilmeyeceğini bildiğim için rahattım. Bana kalan kimse yokluğumu fark etmeden geri dönmekti. Kafamda dönen tilkilerin hangi birini takip edeceğimi şaşırdığım için düşünceli bir ifadeyle ağır acil çıkış kapısını açarak kendimi küçük balkonvari alana attığımda orada birinin sigara içtiğini görünce adımlarım bıçak gibi kesildi, çünkü karşımdaki kişi Yavuz'du. Gözleri beni bulurken dudaklarına götürmek üzere olduğu sigara havada kaldı, kaşları çatıldı. Yavuz ne zamandan beri sigara içmeye başlamıştı? O, kokusundan bile rahatsız olan biriydi. Artık bana iyiden iyiye yabancı olan dostuma onu tanımak ister gibi bakarken, “Yavuz,” diye fısıldadım, kaşları daha çok çatıldı. Bitirmediği sigarayı yere atıp ayağıyla sertçe ezdiği sırada sanki beni ezmek istiyormuş gibiydi. Çıkmak için hareketlendiğinde, “Dinle, lütfen, konuşalım,” diye sayıkladım, beni duymazdan geldi. Yanımdan yıldırım misali geçip gidecekken, “Sana bir şey getirdim... Hümeyra’dan,” dedim hızla. Gözlerimi yumup bekledim. Durduğunu biliyordum ama sanki gözlerimi açsam onu göremeyecektim. Yine de bu hissi yenmeyi başararak gözlerimi araladığımda kapının önünde hızlı hızlı soluk alıp verirken onu yakaladım. Sırtı bana döküntü ve kapıyı tutan eli o kadar güç uyguluyordu ki parmak uçları bembeyazdı. Hışımla bana döndüğünde bir adım geri kaçmaktan kendimi alamadım. Bana vurmazdı, biliyordum ya da vururdu, bilmiyordum. Ezbere bildiğim bir yabancı gibi olduğu için artık ne yapacağını kestiremiyordum. Hoyrat bakan gözleri saldırgandı. Dilinin ucuna dizilen zehirli cümleleri ok gibi üzerime akıtmak istediğini anlayabiliyordum ama nedense kendini tutuyordu. Sadece ciddi derecede öfkelendiğinde ve öfkesini bastırmaya çalıştığında ortaya çıkan alnındaki damarın oluşturulduğu hat netçe seçiliyordu. Sonra gözleri avuçlarımın arasında sıkı sıkıya tuttuğum kaktüse düştü, nefes alışı yavaşladı, alnındaki çizgi kayboldu, öfkeli gözleri yatıştı, bakışları yumuşadı ve acı yüzüne yayıldı. Kaktüse iyice sarıldım, aynı acı benim kalbimi de ele geçirdi. Sonra gözleri yeniden gözlerimi buldu ve öfke anında eski yerini aldı. “Bir daha onu anma,” dedi hırlar gibi. “Bir daha onun adını ağzından duymak istemiyorum.” Ansızın gözlerim dolarken, “Lütfen böyle yapma,” dedim, sesim kırılmış ve daha çok kırılmaktan korkan kız çocuğu gibi çıkmıştı. “Benden nefret ediyormuş gibi bakma, Yavuz, buna dayanamıyorum. Biz... biz seninle abi-kardeş gibiyiz-" Öfkeyle gülercesine bir ses çıkardığında sustum. Buzdan farksız gözleri tepeden tırnağa üzerimde gezinirken iğrenç bir şeye bakıyormuş gibi yüzü ekşiydi. “Benim için artık Yiğit'ten hiçbir farkın yok. Tıpkı onun gibi yalandan ibaretsin! Her şeyin yalan Nehir,” dedikten sonra yine o gülmeye benzer sesi çıkardı. “Bekli de adın bile yalandır!” Kirpiklerimin arasından sıyrılan sıcak damla yanağımdan yuvarlandı. Yavuz başka bir şey söylemeden ve söylememe de izin vermeden kaktüsü elimden çekip alarak beni orada öylece bırakıp gitti. Kapının sertçe üzerine vurmasıyla kendime geldiğimde artık yalnızdım ve kulaklarımda son sözü yankılanıyordu. “Belki adın bile yalandır!” Adım bile yalandı. ××× Bebek Parkı sahil kenarındaydı ve havanın serin olmasına rağmen çevrede birçok kişi vardı. Saat öğleden sonra beşi yeni yeni geçmişti. İşten çıkan insanların oluşturduğu kalabalık, parkın etrafından geçen yolu tıkatmıştı. Ağır ağır ilerleyen araçlardan sık sık korna sesleri yükseliyordu. Buluşma saatine girdiğim için adımlarım hızlıydı. Sürekli etrafımı kolaçan etsem de peşimden gelen birileri olduğunu sanmıyordum, kimse dışarı çıktığımın farkında değildi. Hasan'ın derdinin ne olduğunu çabucak öğrenip geri dönmek zorundaydım. Karın ağrısı her neyse sıradaki planımı ona göre yapacak; ya onunla başa baş gitmeye devam edecek ya da Cesur'u dâhil edecektim. Cesur tüm bunları öğrendiğinde belki de bana kızacaktı ama bunu şimdilik düşünmüyordum. Silah yanımdaydı, pantolonumun beline sokmuştum ve bol kazağımın altında onu gizliyordum. Oradaki varlığını saklama dürtüsüyle elim sürekli karnımın üzerindeydi Ayrıca yüzümde ekşi bir ifade vardı. Dışarıdan bakan biri tavırlarımdan midemin bulandığını düşünebilirdi, ki zaten midem bulanıyordu. Her an dizlerimin üzerine çömelip içimdekileri çıkartabilirdim. Hasan'ın bana bu kadar insanın içerisinde zarar vermeyeceği ortadaydı, peki benim ne yapacağım belli miydi? Kusma isteğiyle dolmama neden olan her adımımda karnıma baskı uygulayan silahı kullanmayı düşünüyor olmamdı. Bu düşünceden her ne kadar kaçmaya çalışsam da sık sık zihnimi dürtüyordu. Ona acı çektirmek istiyordum, öldüğünü görmek istiyordum. Hümeyra ve Yonca'yı benden alanlardan biri olduğunu bildiğim için belki de onu bizzat ben öldürmek istiyordum. Silahı sözde kendimi korumak için yanıma almıştım, kendimi o şekilde yatıştırmıştım. Ancak işlerin değişmesi fazla uzun sürmemişti. Çünkü, ben hiçbir zaman temiz biri olmamıştım. Zihnimin derinliklerinde bu karanlığı hep taşımıştım ve şimdi artık uyanıyordu, onu bizzat ben uyandırıyordum. Gözümü karartmıştım. Birini öldürmem mi gerekiyordu, öldürecektim. Tepeden tırnağa kana bulanmam mı gerekiyordu, bulanacaktım; zaten bulanmıştım. Her ne kadar her şeyi göze almış olsam da asıl yanım bunu kabullenmediği için vücudum tepkisini ortaya koyuyordu. Terliyordum, aynı zamanda titriyordum, midem bulanıyordu, beynim uyuşuyordu ve doğru düşünemiyordum. Hasan'a saldırabilirdim, belki de saldırmazdım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Beni kışkırtmaya kalkarsa çevrede insanların olmasını onun kadar umursamayacağımdan emindim. Eğer biraz aklı varsa karşımda Hümeyra ve Yonca'dan bahsetme hatasına düşmezdi. Belki de onu öldürme zevkini bizzat yaşamak için Cesur'a durumdan bahsetmemiştim, artık neyi ne için yaptığımı bile kestiremiyordum. Parkta bulunan Fuzuli heykelinin oraya ulaştığımda zihnimdeki sesleri sustururken adımlarım yavaşladı. Pug cinsi köpeğini gezdiren adam yanımdan yavaşça sıyrılıp gittiği sırada gözlerim köpeği takip ederek ilerlediği tarafa doğru döndüm. Henüz görünürde kimse yoktu. Giydiğim ceketin içerisine biraz daha sığınarak, coşkuyla etrafı koklaya koklaya giden köpeği izlemeyi bırakıp çevrede gözlerimi gezdirdim. Yoldayken Hasan bir mesaj daha atmış, heykelin orada beklememi söylemişti. Sabit durdukça soğuğu daha net hissettiğim için olduğum yerde hareket etmekten kendimi alamıyordum. Korkmadığımı söylemem yalan olurdu, korkuyordum. Fakat içimde kaynağını çözemediğim özgüven vardı. Kendimi güçlü ve yıkılmaz hissediyordum. Hasan’la ilk kez karşılaşan ve tıpkı o günlerdeki gibi kolayca kullanabileceği o zayıf kadın değildim. Duruşum bile değişmişti. Daha saldırgan, daha sivriydim. Tüm gemileri yaktığım için ve artık düşünmeyi bıraktığım için artık her şey daha kolaydı. Orada öylece kaç dakika dikildiğimi takip edemezken onlarca gürültünün ve sesin içerisinde bana yaklaşan ayak seslerine odaklanmayı başardım. Arkamdan birinin yaklaştığını fark etmek ensemden aşağıya soğuk bir ürpertinin kaymasına neden olurken hızla yüzümü döndüm. Gözlerim tanıdık yeşil gözlerle buluştu. Gelen Hasan değildi. Gelen Yiğit'ti. ×××
|
0% |