Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. BÖLÜM

@yazarimsibirileri

Yorum bırakmayı unutmayınnn 🥰✨️

🪷

“Önemli olduğunu söylediğin şey sahile gelmek miydi?” dedi Tolga Zafer memnuniyetsiz ifadesiyle. Aracın arka koltuğunda yeğeni Hasan'la birlikte oturuyordu ve artık sinirlenmeye başladığı yüzünün her karesinden okunuyordu. Camını indirip içeriye taze havanın dolmasına izin verirken, “Sana diyorum,” dedi sabırsızca. Hasan sürekli camdan dışarısını kontrol ediyor, odak noktasını bir türlü dayısına yöneltmiyordu. Israrlarıyla onun peşinden buraya sürüklenmişti ve nedenini bile bilmiyordu.

“Biraz daha sabret dayı, bunu bizzat görmeni istedim,” dedi Hasan sağa sola eğilip görmek istediği manzarayı ararken. “Az daha ileri git,” diye öndeki adamına buyurduğunda araç birkaç metre ilerleyip yeniden durdu ve Hasan da ancak istediği manzarayı görebileceği konuma erişebildi.

“Bak dayı, işte!” dedi coşkuyla. “Şuraya bak!”

Tolga Zafer, yeğeninin işaret ettiği noktaya burnundan soluyarak baktı. Gördüğü kişileri diğer insanlardan ayırt ettiğinde emin olmak istercesine gözlerini kısıp inceledi. Öfkelenmeye başlayan çehresine önce donuk bir ifade yerleşti ve zaman sonraysa yeniden öfke çizgileri belirmeye başladı. Yeşil gözleri karanlık bulutlarla kuşanırken dudakları gerildi. Yolculuk boyunca nereye ve niye götürüldüğünü bilmemenin verdiği öfkeyle salladığı ayağının hareketleri ağırlaştı.

“Görüyorsun, Yiğit adam olmayacak,” dedi Hasan durum ciddi anlamda canını sıkıyormuş gibi bir yüz ifadesiyle. “Sana yüzlerce yemin etti, elini ayağını öptü ama yine ve yine ilk fırsatta o kadının peşinden gitti. Ona engel olmaya bile çalıştım, beni umursamadı.”

Tolga sessizliğini korudu. Tek varisinin asla yola gelmeyeceğini ve asla istediği gibi bir evlat olmayacağını çok önceleri kabullenmişti ama ondan başka çocuğa sahip olmadığı için Yiğit adına çabalayarak günlerini geçirmişti. O ise tüm bunların karşılığında başına buyruk davranmaya devam ediyordu. Aslında sorun sadece Nehir değildi, sorun başından beri Yiğit'ti. Her zaman asiydi, daima problem oluşturuyordu. Bu dünyaya ait olmak istemiyordu ama kopamıyordu da. İki arada mekik dokuması onun kadar Tolga'yı da yormuştu. Sürekli ardını toplamaktan, adam olmasını beklemekten usanmıştı. Nasıl ceza verirse versin Yiğit iki gün sonra yine aynı şekilde problem çıkartmaya devam ediyordu.

“Yazık, kadına zarar vermemen için daha dün işleri yoluna koyacağını söylüyordu,” dedi Hasan kafasını umutsuz bir vakayla karşı karşıya kalmışçasına iki yana sallarken. “Sözde onunla bir daha ne görüşecekti ne de onu arayacaktı. Senin oğlun hasta dayı,” dedi sesine hüzün karıştırarak. “Hiçbir zaman yola gelmeyecek. Bu kadın ondan bizi ortadan kaldırmasını istese onu bile yapar.”

“Ne zamandır görüşüyorlar?” dedi Tolga ölüm kadar soğuk bir tonla. Fırtınalar taşıyan bakışları hâlâ ok gibi saplandığı yerde, Yiğit ve Nehir'in üzerindeydi.

“Birkaç kaçamağı daha olmuştu ama ben uyarmıştım ve bir daha olmayacağına beni inandırmıştı. Yine de kontrolü elden bırakmamak gerektiğini düşünerek onu takip ettiriyordum. İşte, sonuç ortada.”

Tolga ağır ağır kafasını iki yana salladı. “Artık sabretmeyeceğim,” dediğinde Hasan'ı ne denli memnun ettiğinden habersizdi.

“Emin misin dayı? Sonuçta Yiğit senin tek oğlun.”

Tolga eğer yapabilseydi buna gülerdi. Yiğit hiçbir zaman onun evladı olabilecek kadar yeterli değildi. Hatta daima ikinci plandaydı. Onun gözdesi kızı Damla'ydı ve tüm umutları ondaydı. Çünkü kendisine benzettiği evladı oydu, hırslıydı, gözü karaydı, istediğini almasını bilirdi. Kızı sayesinde gücüne güç katmıştı. Oğlu sayesindeyse sadece millete madara olup durmuştu.

Tolga ilk hatayı Sevde'ye âşık olmakla yapmıştı, biliyordu. Ona kapılmış ve peşinden sürüklenmişti. Sorun şuydu ki Sevde yeraltından değildi, karanlığa yabancıydı. Belki de saflığı dolayısıyla Tolga ona tutulmuştu, bundan hiçbir zaman emin olamayacaktı. Hayatlarının çatışacağını bile bile onunla evlenmişti. Başta Sevde, yaşamını sessiz karşılamıştı, uğraştığı karanlık işleri sineye çekmişti ama bunun onu zamanla tükettiğini, ışığa muhtaç çiçek misali ağır ağır soldurduğunu çok sonradan fark edebilmişti. Damla doğduktan bir süre sonra kansere yakalanmış ve kısa sürede ebediyete uçmuştu. Tolga onu içten içe çürüttüğü için daima kendini suçlamıştı. Dışarıya ne kadar sert ve yıkılmaz görünse de Sevde karşısında zayıftı.

İşte Yiğit, Tolga'nın Sevde'ye karşı hissettiği her şeydi.

Zayıftı, onun gibi kırılgandı. Ait olduğu dünyaya itaat etmek istemiyordu ama ayağına vurduğu prangalar yüzünden çekip gidemiyordu da. Tolga kendine engel olamamıştı, ancak oğluna engel olabilmek için elinden geleni yapmıştı. Yıllarını onu biçimlendirmek için uğraşsa da istediği kalıbı alan Damla olmuştu. Bu yüzden Yiğit'i boşladığı bir zaman dilimi olduğunu da inkâr edemezdi. Damla’ya yöneymiş onu yerine geçirmek için hazırlamıştı ama planları istediği doğrultuda gitmeyince yeniden Yiğit'e muhtaç kalmıştı.

Ve Yiğit tıpkı bir zamanlar kendisinin düştüğü hataya düşerek dışarıdan bir kadının peşinde koşuyordu.

Ona engel olmak için her yolu denemişti. Hatta dostlarını elinden alarak terbiye etmeye bile çalışmıştı ama Yiğit akıllanmayacaktı, bunu kendinden biliyordu ve artık kabul ediyordu. Ona mecbur olmaya daha fazla katlanmayacaktı. Servetini bırakacağı adam bu kadar savsak, baştan salma, iş bitirmez biri olmayacaktı, oğlu bile olsa.

“Benim artık Yiğit adında bir oğlum yok,” dediğinde sesindeki netlik kan dondurucuydu. Yeşil gözlerini Yiğit'in üzerinden çekip yanındaki adama dikti ve sözlerinin devamını getirdi.

“Bundan sonra Hasan adında varisim var.”

Bu Tolga Zafer'in oğlu ve soyadı için savaşmayı bıraktığı andı.

Ve aynı zamanda Hasan'ın kalenin içine sızdığı ve hatta ele geçirmeye başladığı ilk büyük adımdı.

×××

Karşımdaki adama bakarken ikinci kez büyük bir şok yaşıyordum. İlki onun aslında kim olduğunu öğrendiğim andı, şimdiyse hiçbir şey olmamış gibi karşımda dikilmeye cesaret ettiğini görmekti. Bu aptal bir kâbus olmalıydı. Kafamı hafifçe iki yana sallayarak gözlerimin önündeki şaşkın yüzünün yok olmasını bekledim ama Yiğit hâlâ karşımdaydı. Her zamanki gibiydi. Yüzü temiz, saçları fırçalanmış, güzelce giyinmişti. Tek kusuru hâlâ tamamen iyileşmemiş yaralarıydı. Aldığı darbelerin solmuş, kaybolmaya yüz tutmuş izlerini görmekte zorlanmıyordum.

“Senin burada ne işin var?” dedim adeta tükürür gibi. Elim hızla belimdeki silahın üzerine kondu. Arada kazağım olsa da her an onu çekip alabilirdim.

Yiğit'in yeşil gözleri kısa bir anlığına karnımın üzerindeki elime değip yeniden yüzüme tırmandı, kaşları iyice çatıldı. “Nehir...ben... Asıl senin burada ne işin var?” dediğinde sinirle güldüm. Bana tıpkı benim gibi şokla bakıyordu ama bu umurumda bile değildi.

“Bu iş senin başının altından çıktı değil mi?” diye bağırdım öfkeyle. “Bilmeliydim! Senin hastalıklı aşkının peşini asla bırakmayacağını, senden nefret ettiğimi bildiğin hâlde peşimden geleceğini bilmeliydim!” Konuşmaya çalışmasına izin vermedim, söyleyeceği her neyse umurumda bile değildi. “Ne sanıyorsun sen? Onlarca insanın arasında olursak sana zarar vermem mi sanıyorsun? Korkarım mı sanıyorsun?”

“Nehir,” dedi yeniden, silahın kabzasını iyice tuttum. Gözlerinin bir kez daha elime kaydığını gördüğümde, “Adımı söylemeyi kes!” diye tısladım. “Hangi yüzle?” dedim hemen sonra inanamaz gibi. “Sen hangi yüzle karşıma çıkabilirsin? Senin yüzünden dostlarımı kaybettim! Utanmadan bir de Yavuz üzerinden beni tehdit mi ediyorsun? İyice delirdin değil mi? Çünkü bu boktan şeye başka açıklama getiremiyorum!” diye bağırdığımda etrafımızdakilerin kaçamak bakışları üzerimizdeydi. “Eğer bu kendini affettirme girişiminse senin gerçekten doktora ihtiyaç duyduğundan emin olacağım.”

“Ne affettirme girişimi? Ne diyorsun Nehir?” dedi yine aynı şokla. “Tamam elbette kendimi affettirmek istiyorum ama bunu ben planlamadım. Sikeyim! Burada en son görmeyi umduğum kişi sendin!”

Rengi atmış çehresindeki gerçek şaşkınlığa karşılık tereddüde düştüğümde bunu yine de ona belli etmemeye çalışarak, “Şimdi de yalan mı söylüyorsun? Hasan'la bana ulaşmaya çalışmadın mı? Doğrudan benimle konuşursan asla gelmeyeceğimi bildiğin için Hasan'ı devreye sokmadın mı?” dedim yine bağırmaktan kendimi alamazken.

Yiğit bir anlığına donakaldı, ancak bu o kadar kısa sürdü ki emin olamadım. Yeşil gözlerinden karanlık bir ifadenin geçtiğini yakalarken, “Hasan!” dedi kafasını şiddetle aşağı yukarı salladığı sırada. Eliyle yüzünü sertçe sıvazlayıp tonlarca küfür sıralamamak için kendini kasarak, “Hasan tabii!” dedi yeniden. Burnundan gürültülü bir soluk bıraktı. Yiğit yine yabancısı olduğum şekilde öfkeliydi. Rastgele etrafta dolanan gözleri birden üzerime mıhlandığında birkaç sert adım atarak aramızdaki mesafeyi hızla kapattı. Kendini sakin olmaya zorlar gibiydi ama bunda başarısızdı. Orantısız öfkesi yüzünden yüzü seğirip duruyordu.

“O piç kurusu sana ne dedi?”

“Sen...” Kafa karışıklığımı yüzüme bakan herkes anlayabilirdi. “Ne yani senin bundan haberin yok muydu?”

“Bunu yapacak kadar aklımı kaybetmedim,” dedi bağırarak, sonra dudaklarını birbirine bastırıp nefes almakta zorlanıyormuş gibi tişörtünün yakasına asıldı. Bağırmak istemediğini ama elinde olmadığını anlamak zor değildi. “Böyle aptalca bir şey yaparak seni geri kazanamayacağımı bilecek kadar aklım başımda,” dediğinde sesi daha makul bir tondaydı. Ardından yeniden tekrarladı.

“Ne dedi sana?”

“Beni buraya çağırdı. Yavuz'a zarar vermekle tehdit etti,” dedim ağzımda ekşi bir tat varmış gibi. “Sen nasıl olur da onun yerine burada olursun?”

“Bana da sıradaki işimiz için ortağımız olacak taraftan biriyle ön görüşmeyi burada yapacağımı söyledi,” dedi. Sonra birden elektrik akımına tutulmuş gibi irkildi ve deli misali sağa sola bakınmaya başladı. “Siktir! Siktir! Siktir! Orospu çocuğu bizi oyuna getirmiş, siktir!”

Endişe kâğıda yayılan mürekkep gibi kalbimi ele geçirmeye başladığı sırada, “Ne oldu? Ne oyunu?” dedim hızla.

Yiğit dört bir yanını kolaçan ederken ter içerisinde kalmıştı. Alnında oluşan tabaka ve şakaklarından kayan damlalar içimdeki endişe balonunu şişiriyordu. Sonunda yeniden bana odaklandığında yeşil gözlerinde saklı olan korkuyu fark etmek tüylerimin diken diken olmasına neden olmuştu.

“Sakın bir daha onun direktifleriyle hareket etme Nehir, sakın.”

“Ne oluyor, ne olduğunu bana da açıklayacak mısın?”

Yeniden sağa sola bakındı. “Beni seninle birlikteyken babama yakalatmak istiyor,” dediğinde bu cümlenin altında yatan tonlarca küfür olduğunu duymasam da anlayabiliyordum. Şokla karışık farkındalık yüzüme yayılırken, “Yavuz tehlikede değil, tehlikede olan benim. Hedefinde başından beri ben vardım,” dedim kendi kendime konuşurcasına. Bunu nasıl en başında anlayamadığımı düşündüğüm sırada Yiğit birden hâlâ karnımın üzerinde duran, silahtan ayırmadığım elime uzandı.

“Hedefinde ben varım,” dedi içimi rahatlatmak istercesine. “Beni babamın gözünde tamamen bitirmek istiyor piç herif. Sana zarar vermeyecek, yemin ederim. Onun belasını sikmezsem bana da Yiğit demesinler.” Elimi iyice kavradı ve sıktı. Dışarıdan bizi izleyen bir göz kavga edip barışan sevgililer olduğumuzu düşünebilirdi. Bu mide bulandırıcıydı, çünkü onunla adımın yan yana gelmesini bile istemiyordum. Dokunuşu midemi düğümlüyordu, ancak Hasan'ın bizi düşürdüğü durumun verdiği soğuk etki yüzünden onu itecek kadar aklımı toparlayamıyordum.

“Gitmem gerekiyor. Sen de hemen buradan gitmelisin,” dedi hızlı hızlı. Başka bir şey söylemek istese de sözlerini yutmayı seçti. “Kulübe dön, orada güvende olursun,” derken bundan nefret ettiğini anlamak zor değildi. Elimi bıraktı, elim cansızmış gibi aşağıya düştü ve Yiğit benden birkaç adım uzaklaştı, yeniden etrafına bakındı.

“Güvenli bir anda seni bulacağım,” dedi söz verircesine. “Bu kez zarar görmene izin vermeyeceğim Nehir, bu kez olmayacak.” Kafasını şiddetle iki yana salladıktan sonra, “Git buradan, hemen,” dedi ve hızla ardını dönüp uzaklaşmaya başladı. Giydiği hırkanın şapkasıyla kafasını saklamayı da ihmal etmedi. Bense sadece onu izlemekle yetindim, donup kalmış gibi. Kıpırdayamadım, uzaklaşamadım. Bu olay daha ne kadar büyüyecekti bilmek imkânsızdı. Yiğit sadece beni sevmişti ve bu bana dostlarıma, hayatımın tersine dönmesine mâl olmuştu. Tüm bunlar yeterli değil miydi? Babası daha ne kadar ileriye gidecek ve hayatı bana zehir etmeye devam edecekti? Ya da ben daha ne kadarına tahammül edecektim?

Orada öylece kaç dakika geçirdiğimi bilmeden bekledim. Sokak lambaları yanmıştı ama hava henüz tam anlamıyla kararmamıştı. Ardıma bakmadan gitmemiş olmamın hiçbir nedeni yoktu, boşlukta gibiydim. Yiğit'le yan yana geldiğimiz çoktan Tolga'nın kulağına uçmuş olmalıydı. Tehlike çanları bir kez daha benim için çalıyordu ve ne tuhaftır ki içimde korku yoktu. Hırs doluydum. Sırf oğlu beni sevdiği için canımı acıtmaktan geri kalmayan o adama karşı hissettiğim en büyük duygu buydu.

Sonunda yokluğumun fark edilmemesi gerektiğini hatırladığımda omuzlarımın düşmesine izin verdim ve geldiğim yere dönmek için ardımı döndüm. Uyuşuk, isteksiz adımlarla ilerlerken gelişen durumdan Cesur'a bahsedip bahsetmeyeceğimi düşünüyordum. Sanırım önümde fazla seçenek yoktu, onu durumdan haberdar etmeliydim.

Attığım ufak adımları takip eden gözlerim yolun sonuna ulaştığımı, parktan çıkmak üzere olduğumu fark ettiğinde ancak kafamı kaldırarak etrafa bakındım ve tam da karşımda gördüğüm kişi donakalmama neden oldu. Cesur buradaydı. Hemen birkaç adım arkasında, yolun kenarına park edilmiş araca sırtını yaslamış, kollarını da göğsünde birleştirerek çatık kaşlarla bana bakan Tuna da buradaydı. Gözlerim telaşla ondan koparak yeniden Cesur'u bulduğunda sertçe yutkunmak zorunda kaldım. Bana bakışı buz gibiydi. Koyu kahve gözleri ifadesiz, neredeyse donuktu. Ellerini pantolonunun ceplerine tıkmış, kazık yutmuş gibi dimdik karşımda duruyordu. Yüzünde okuyabildiğim hiçbir duygu yoktu. Kızgın mıydı, öfkelenmiş miydi, beni hangi durumda görmüştü anlayamıyordum.

Yiğit'le konuştuğuma şahit olmuş muydu?

İçime doluşan telaşla kesintiye uğrayan adımlarımı yeniden hareketlendirdim. Ona doğru ilerlemek hiç bu kadar zor olmamıştı. Attığım her adım gerginliğimin katlanmasına neden oluyordu. Sadece beni izliyor olması bile boğazımın kurumasına neden oluyordu. Ona her şeyi açıklayacaktım ama beni dinleyecek miydi? Düştüğüm durum iyice canımı sıkmaya başlamıştı. Onu umursamamam gerektiğini biliyordum ama kendimi suçluymuşum gibi hissetmekten de alamıyordum.

Aramızda tek adımlık mesafe bırakıp karşısına dikildiğimde konuşmak ve olan biteni açıklamak için kendimi cesaretlendirmek adına ciğerlerimi büyük bir solukla şişirdim. Ardından tam söze gireceğim sırada Cesur laflarımı duymak istemiyormuş gibi bana ardını dönüp arabaya doğru ilerlemeye başladı, arkasından bakakaldım. Tuna onun geldiğini gördüğü anda aracın arka kapısını açarak bekledi ve Cesur arkasına bir kez bile bakmadan araca bindi. Tuna’nın kapıyı gürültüyle kapatmasını ve sürücü koltuğuna geçip gaza basmasını beklerken o, Cesur'un yapmadığını yaparak dönüp bana baktı, gelmemi bekler gibi. Kapıyı hâlâ açık tutuyordu.

Biri beni sırtımdan itmişçesine hızla hareketlendim ve koşar adım araca ulaştım. Çabucak binip koltuğa yerleştiğimde gözlerim bana bakmayan Cesur'daydı. Dudaklarımı kemirmeye başladım, durum daha ne kadar gerilmeme neden olabilirdi emin olamıyordum. Tuna da araca binerek motoru çalıştırdı, gideceğimiz adres belliydi. Yokluğumu nasıl fark ettiğini düşünmekten kendimi alamazken hâlâ ısrarla bana bakmayan ve kafasını bile bana doğru çevirmeyen adamı izliyordum. Sonunda buna daha fazla tahammül edemediğimde, “Bir şey söylemeyecek misin?” diye sordum. Sesim dümdüzdü. Kendimi suçlu hissediyor olsam bile bunu ona belli etmeyecektim.

Cesur pencereden dışarısını izlemeye devam etti, ancak baldırının üzerinde duran elini sıktığını kaçırmadım. Bunu görmemle birlikte, “Pekâlâ,” diye ağzımın içerisinde geveledim ve ben de kafamı pencereye doğru çevirdim. Tuna bile ağzı mühürlenmiş gibi tek kelime etmiyordu. Dikiz aynasından sürekli bize baktığını fark ediyordum ama bu kadardı.

Sessiz ve gergin yolculuğumuz neyse ki fazla uzun sürmedi. Tuna aracı kulübün önünde durdurduğunda Cesur içeride kalmaya katlanamıyormuş gibi hızla kapıyı açıp dışarıya fırlarken ciğerlerime sıkkın bir soluk çekerek arkasından bakmakla yetindim. Ardından da gözlerim kayarak dikiz aynasını buldu, Tuna benimle göz göze gelmek istemiyormuşçasına direksiyona bakıyordu. Kendi kendime kafamı salladım. Tavırları dünyadaki en büyük suçu işlemişim gibiydi ve ister istemez kendimi bu hissin altında ezilmekten alamıyordum.

Tamam, gizli kapaklı iş çevirmiş olabilirdim, yalan söylemiş de olabilirdim ve hatta başımı belaya sokmuş bile olabilirdim ama... İrkildim. Sanırım yine sorun çıkarmaktan ileri gidememiştim ve sonuçlarının ne olabileceğini düşünmeden hareket etmiştim. Suçluluk duygusu iyiden iyiye beni ele geçirdiği sırada ben de aracın içerisinde nefes alamıyormuşum gibi birden dışarıya atladım. Tuna gaza basıp önümden çekildiğinde Cesur kapıdan içeri girmişti, hızla peşinden ilerledim. Bir an için korumaların beni içeri almayacağını, ne kadar bağırsam da Cesur’un duymazdan geleceğini düşünsem bile umduğum gibi olmadı, sorunsuzca içeri girebildim.

Cesur asansöre bindi, koşar adım yetişip asansöre bindim. Yüzü kapıya dönük kapıların kapanmasını bekledi, ben de onun gibi bekledim. Yan yana duran bedenlerimizin arasında minicik mesafe vardı ama yaydığı hissiyat uçurumdan farksızdı. Derken kapılar açıldı, Cesur dışarı çıktı, peşinden ben de çıktım. Kulüp bıraktığımdan daha kalabalıktı, gece için hazırlıklar sona gelmek üzereydi. Hâlâ etrafındakilere direktifler yağdırmaya devam eden Eva'yı görebiliyordum, henüz oradaki varlığımın farkında değildi. İki adım önümden ilerleyen adamı annesini takip eden ördekler gibi takip ederken bar kısmında takılan Özgür ve Akın'ın göz hapsinde olduğumu biliyordum. Meraklı görünüyorlardı ve bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamalarına elbette şaşırmamıştım. Sonuçta en son onlara yatmaya gideceğimi söylemiştim, şimdiyse dışarıdan geliyordum ve en can alıcı noktaysa normal bir şekilde çıkmadığımı anlamış olmalarıydı.

Cesur arka tarafa açılan kapıdan geçti, iç geçirip peşinden ilerlemeye devam ettim. Son anda göz göze geldiğim Eva'nın hızla kaşlarını çattığını, çehresinde soru işaretlerinin biriktiğini yakalasam da tek yaptığım adımlarımı hızlandırmak oldu. Cesur odasının bulunduğu koridora yöneldi, sanırım baş başa ve sessiz bir ortamda konuşmak istiyordu. Bu benim için daha iyiydi, çünkü başkalarının aptallıklarıma şahit olmasını istemiyordum.

Koridorun ucunda kalan odaya ulaştığında kendi odasına girmek yerine tam karşısında kalan kapısız girişten içeriye girdi. Orada duvardan başka bir şey olmadığına emin olduğum için kaşlarım çatılırken eşiğe ulaşmıştım. Cesur'un ışıklarını açtığı oda taze boya kokuyordu. Muhtemelen yatak başlığının geleceğini düşündüğüm duvarı kırmızıya, kalan kısımları daha açık, tatlı bir renge boyanmıştı. Tavana asılmış LED avize dışında henüz başka hiçbir eşya bulunmuyordu, kapısı bile takılmamıştı. Sadece birkaç karton üst üstte yığılı duruyordu.

“Burası ne için?” diye sordum birden. Cevap vermeyeceğini düşünsem de beni yanılttı.

“Burayı senin için hazırlatıyorum.”

Odanın içerisine girerek sanki değişik bir şey görecekmişim gibi etrafa baka baka Cesur'un önüne kadar ilerledim. Pek büyük değildi ama yine de bir köşesinde tuvalet ve banyo gideri açıldığını anlamakta zorlanmamıştım. Cesur bakışlarımı takip ederek giderlere baktığında, “Herkesin kullandığı lavaboyu kullanmanı doğru bulmadım. Kendine ait banyon olacak,” dedi. Aramızda hiçbir sorun yokmuş gibi odadan konuşmamız komikti, çünkü hâlâ bana bakarken gözleri buz gibiydi ve öfkesini ayırt edebiliyordum.

“Buna gerek yoktu. Üst kattaki odalardan birinde kalabilirdim,” dedim kısık çıkmasına engel olamadığım bir sesle. “Keşke bu kadar uğraşmasaydın-"

“Yakınımda olmanı istedim,” dedi birden.

Dudaklarım aralansa da diyecek tek kelimem yoktu. Saplantılı yönü bu gibi anlarda beni ürkütüyordu ve boyutlarını henüz bilmiyordum ama daha şimdiden sınırlarının geniş bir alana yayıldığını hissedebiliyordum. Benim için oda açmıştı. Hatta baştan yaptırmıştı; sırf yanında olayım diye. Bu beni korkutmalıydı, bu beni ciddi anlamda korkutmalıydı ama aklım o kadar doluydu ki şimdilik önemsememeyi seçiyordum.

Ellerini ceplerine tıkıştırmasını göz ucuyla takip ederken, “Başının ağrısı geçti mi Nehir?” diye sordu. Adıma yaptığı o tuhaf vurgu tüylerimin diken diken olmasına neden oldu. Ona bakmadan kafamı hafifçe iki yana salladım.

“Geçmedi.”

“Uyuyabildin mi?”

Dişlerimi sıktım. “Benimle alay mı ediyorsun?”

“Neden seninle alay edeyim?”

“Uyamadığımı biliyorsun,” dedim elimde olmadan biraz öfkeyle. Bu soğuk sessizliği beni feci geriyordu ve sanki bunu bilirmiş gibi asıl konuya değinmiyordu.

“Evet, biliyorum,” dedi. “Hava almak istediğini söyleseydin seni sahile götürürdüm.”

Birden ona doğru dönüp gözlerimi gözlerine diktim. “Benimle oynamayı bırak!”

“Hiç düşündün mü? Bu yaptığını kabullenmek istemiyor olabilir miyim?” dediğinde içime doldurduğum soluk zehirli duman misali ciğerlerime çöktü. “Evim olarak adlandırdığım mekânda özel bir oda yaptırdığım kadının benden gizli bir şeyler çevirdiğini, düşmanı olduğunu düşündüğüm adamla buluştuğunu,” derken buna tahammül edemiyormuş gibi kısa bir duraksama yaşayıp dişlerini sıktı. “...kabullenemiyor olabilir miyim?”

“Ne? Ben Yiğit'le-"

“Adını anma,” dedi hırlar gibi. “Bana o piçin adını anma.”

“Onunla buluşmadım,” dedim çabucak. Durumu farklı mı anlamıştı? Bunu düşündüğüne bile inanamıyordum, Yiğit'i bir daha hayatıma isteyebileceğim nasıl aklının kenarından geçebilirdi?

“Onunla buluşmadın,” diyerek kafasını salladı. Yüz ifadesi taş kadar sertti ve öfkesini kusmamak için kendisini kasıyor gibiydi. “Onunla buluşmadın ama elini tutmasına izin verdin, öyle mi?”

“Bak, her şeyi yanlış anlıyorsun-"

“Neyi yanlış anlıyorum?” diye birden bağırdığında yerimde sıçradım. Beni ürkütmüş olmak daha çok sinirlerini bozmuş gibi gözleri iyice karardı. Konuşmaya devam ettiğinde pantolonunun ceplerinden çıkarmadığı elleri yumruk şeklindeydi.

“Bana yalan söyledin, gizlice kulüpten çıktın ve gidip o piçle buluştun! Ne düşünmeliyim? Sen olsan ne düşünürdün söyle bana?”

“Dışarıdan bakıldığında boktan bir durum gibi görünüyor olabilir ama benim Yiğit'le,” dediğimde adını geçirmemle yüz ifadesinin bir ton daha sertleşmesi üzerine hızla düzeltip devam ettim. “Onunla buluşmak gibi bir niyetim yoktu. Sürpriz bir karşılaşmaydı, onu orada göreceğimi bilmiyordum, o da bilmiyordu.”

“Sürpriz bir karşılaşma, öyle mi? Şu anda aklımdan nelerin geçtiğini tahmin edemezsin.” Durdu, derin bir soluk aldı. “Fırtına kuşu,” dediğinde bunu ilk kez bu kadar soğuk dillendirmesi rahatsız hissetmeme neden olmuştu. “Beni sırtımdan vurmayacaksın, değil mi?”

“Öyle bir şey yapmayacağım. Zaten sana her şeyi anlatacaktım; orada beni görmemiş olsan bile.”

“Buna güvenmeli miyim?”

Kafamı sallayıp, “Yemin ederim,” dedim bana inanması için tüm içtenliğimle. “Yemin ederim her şeyi anlatacaktım.”

“Anlat o zaman.”

“Geçen gece Hasan beni aradı. Buluşma teklif etti ve eğer gitmezsem Yavuz'a zarar vereceğini söyledi-"

Cesur'un dudaklarından buz gibi bir kıvrım geçip gitti. “Bu seni korkuttu mu? Gerçekten de o kılkuyruğun Yavuz'a ulaşabileceğini düşünerek korktun mu?”

“Yavuz'u koruyacağını biliyorum,” dedim hızla. Kalbim nedensizce deli gibi atıyordu ve bu gerginliğin artık son bulmasını istiyordum. “Buluşma adresi herkese açık bir alan olduğu için kabul ettim, yoksa Yavuz'a zarar veremeyeceğini biliyorum. Derdinin konuşmak olduğunu düşündüm, beni başka şeylerle tehdit edeceğini ya da bir şeyler isteyeceğini sanıyordum. Neyin peşinde olduğunu öğrendiğimde sana söyleyecektim.”

“Eğer kendin halledebilseydin söylemeyecektin,” dediğinde sıkıntıyla soludum ve duymazdan gelmeyi seçtim, çünkü sonuna kadar haklıydı.

“Oraya gittiğimde Hasan ortalıkta yoktu ama... ama...” derken Yiğit'in adını geçirmeden ondan nasıl bahsedeceğimi seçmeye çalışarak saniyelerimi harcadığım sırada Cesur imdadıma yetişti.

“Piç kurusu oradaydı.”

Sessizce iç geçirdim. “Evet, oradaydı.”

“Bunu o mu planladı?”

“Onun da haberi yoktu. Eminim, yalan değildi. Onu tanıyorum, tavırları gerçekti.”

“Onu aslında hiç tanımadığını öğreneli çok olmamışken hâlâ onu tanıdığından mı bahsediyorsun?” dediğinde yüzüme sert bir tokat inmiş gibi irkildim, haklıydı. İtiraz etmek için aralanan dudaklarım kıpırdayamazken itiraz bile edemediğimi fark etmek içimi deşti. Yiğit, tanıdığım Yiğit değildi. Pekâlâ hepsi kurmaca da olabilirdi ve eğer gerçekten öyleyse ona dair içimde kalan ne varsa tüketmiş olurdu, nefreti bile.

“Hasan ona orada ortaklardan biriyle buluşacağını söylemiş. Yani onu da oraya Hasan göndermiş,” dedim yarım ağız konuşarak. Artık bunun gerçekliğinden şüpheliydim, Yiğit benim için tamamen şüpheden oluşuyordu.

“Ne konuştunuz?”

“Hiçbir şey. Onu beni kandırmakla suçladım, o ise Hasan'ın bizi oyuna getirdiğini, bizi babasına yakalatmaya niyeti olduğunu söyleyip hızla yanımdan uzaklaştı.”

“Tolga’nın bundan haberi olacaktır,” dedi bir süre sessizce beni izledikten sonra. Yiğit'in sahtekârlık yaptığını ileri sürmeyi bırakmış gibiydi. “Hasan'ın bir yerlere gelebilmek için kirli oynamaya başlaması beklediğim bir şeydi. Tolga'nın Yiğit'e son kez şans verdiğini duymuştum ve son şansını da Hasan mahvetmiş oldu. Tolga’yı biraz tanıyorsam artık oğluna rest çekecektir. Adının ayaklar altına alınmasına daha fazla katlanmayacak. Zaten oğlunu sevdiğinden bile şüpheliyim.” Gözlerimdeki soru işaretlerini gördüğünde sormama izin vermeden açıkladı. “Tolga’nın gözdesi kızı Damla'ydı. Oğlu hiçbir zaman umurunda olmadı.”

“Eğer öyleyse nasıl olur da kızını tehlikeye atar?”

“Babamın ölümünden sonra başa geçtiğimde beni kolayca ezebileceğini sandı. Ailemiz sarsılmıştı, dağılacağımızı düşünenlerden biriydi. Üstelik ben üveydim, kimse önceliği alacağımı ve kardeşlerimin bana sadık kalacağını düşünmüyordu. Bizi iyice dağıtmayı planlayarak saldırdı. Sonrasında birbirimize düşeceğimizi umsa da hata yaptığını ona gösterdik.”

“Peki neden hâlâ hayatta?” diye sormaktan kendimi alamadım.

“Bizi yıkmaya çalışırken kendi yıkılışına şahit olması için hâlâ hayatta. Oğlu onun sonunu getirecek. Hasan ikisini birden bitirmek için elindeki tüm kozları kullanmaya başladı. Baba oğlu birbirine düşürecek ve kendine yer açacak. Dayısının sahip olduklarına konmak için fırsatını arıyor, göreceksin, bunu başaracak da.”

Kendimi kafamı hafifçe iki yana sallarken buldum. “Bir şeye sahip olamamışsan başkasının sahip olduğuna konmak ne zamandan beri normal karşılanıyor?”

“Artık onurlu savaşanların sayısı azaldı.”

“Anladım,” diye mırıldandım iç geçirerek. Cesur kafasını omzuna doğru yatırıp beni inceledi. Gözlerinde yine beni çözmek isteyen bakışları asılıydı.

“Onurlu savaşanlardan biri miydin?”

Güldüm, dudaklarımdaki kıvrılma can alıcı soğukluktaydı. “Hem öyle hem değil. Çoğunlukla değil.” Cesur kafasını sallamak dışında tepki vermedi. Ne soru sordu ne de konuyu derinleştirmeye çalıştı. Merak ediyordu, biliyordum ama benden bir şeyler öğrenmeye çalışmıyordu, sanırım her şeyi öğreneceğinden o kadar emindi ki buna ihtiyaç duymuyordu.

“Hiç rahatsız olmuyor musun?” diye sordum birden. Sorum onu hazırlıksız yakalamış gibi kaşlarını kaldırdı.

“Neyden?”

“Evinde oda yaptırdığın kadının dipten tepeye bilinmezlikten oluşması seni huzursuz etmiyor mu?”

Bana bir adım yaklaştığında küçük odada artık dip dibeydik, sadece birbirimize değmiyorduk. Dudağının kenarında minik bir kıvrım yer edinmişti ve gözlerim sürekli ona düşüp duruyordu.

“Annesinin ölümüyle babasının bakmayı reddederek yetimhaneye bıraktığı, yetimhanede büyüyerek hayata karışan ve sadece yanlış arkadaş kurbanı olan kadın neden beni rahatsız etsin?” dedi. Sesinde saklı olan alay kırıntılarını yakalamak zor değildi. Herkesin bildiği hikâyeme inanmadığını zaten biliyordum. Yine de buna inanırmış gibi konuşması karşısında güldüm, bu gerçek bir gülüştü.

“Haklısın, rahatsız olma. En azından şimdilik,” diye eklediğimde o da kafasını iki yana sallayarak güldü. Sonra aynı tatlı gülümseme dudaklarında asılıyken, “Tehlikedesin fırtına kuşu,” dedi, yutkundum.

“Biliyorum. Tolga zaten peşimdeydi, sanırım artık tek hedefiyim.”

“Korkuyor musun?”

“Korkmuyorum.”

“Sana dokunamayacağını biliyorsun.”

Kafamı salladım. “Biliyorum.”

“Konuştuğun anda öleceğini bilsen bile bir daha benden bir şey saklama,” dediğinde çehresi yine aynı sert ifadeyle kuşanmıştı. “Kimsenin seni tehdit etmesine ya da kullanmaya kalkmasına izin verme. Yanımda olduğun müddetçe daima arkanı kollayacağım, bundan asla kuşkun olmasın.”

“Saklamam,” dedim, sakladıklarım zaten yeterliydi. “Nerede olduğumu nasıl anladın?” diye sordum hemen sonra.

“Bir şeyin seni rahatsız ettiğini anlamam zor olmadı. Artık seni tanımaya başladım,” dediğinde sertçe yutkunup esas şimdi tehlikedeymiş gibi hissetmekten kendimi alamadım. Cesur iyi analiz eden bir adamdı ve birlikte zaman geçirdikçe ondan saklanmak zorlaşacaktı, bunu netçe anlamıştım.

“Yavuz kulübe döndüğünde elinde o kaktüsü tutuyordu. Onunla karşılaştığını ve dahası konuştuğunu anladım. İyi olup olmadığını kontrol etmek için peşinden geldiğimde seni hiçbir yerde bulamadım ve aynı sırada Tuna senin arka çıkıştan çıktığını öğrenip yanıma geldi.”

“Sen de ne yapacağımı görmek için gitmeme izin verdin,” diye mırıldandım. Beni onaylamadı ama reddetmedi de. “Sanırım ne sen bana güveniyorsun ne de ben sana.”

“Ben kartlarım açık oynuyorum; hile yok, kazanma hırsı yok ama aynı özgürlüğü sen bana vermiyorsun.”

“Haklısın,” dedim derin bir soluk alarak. Kafamı sallayıp, “Haklısın, sana haksızlık ediyorum,” diye devam ettim. “Bir daha olamayacak.” Yeni bir anlaşma sunar gibi elimi ona doğru uzattım. “Bu iş bitene kadar düşmanım değilsin.”

Cesur elimi tutmak için elini uzatırken duraksadı. Koyu kahve gözleri yüzümün her karesinde gezinirken, “Beni aldatmazsın, değil mi fırtına kuşu?” dedi pamuğa sarılmış çelik kadar sert bir sesle.

Vücudumu ter bastığını hissettim. Cevap vermeden önce birkaç kez dudaklarımı yalayıp, “Aldatmam,” diye mırıldandım. Sonra Cesur elimi tuttu ve beni birden kendine çekti. Göğsüm göğsüne çarptığında ellerimiz bedenlerimizin arasında sıkışmıştı.

“Silah üzerinde,” dedi uzun boyundan dolayı kafasını eğerek bana bakarken. Tıpkı ellerimiz gibi ikimizin arasında sıkışan silahın sert hatlarını hissettiğini biliyordum.

“Neden onu kullanmadın?”

“Yiğit'e karşı mı?” diye şokla sorduğumda alnını alnıma bastırarak gözlerini yumdu. “Adını anma,” dedi yeniden. “Onun adını ağzından duymak istemediğimi fark ettim.” Yakınlığımız tüm bedenimin kasılmasına neden olurken, “Onu orada öldürmeliydim,” dedi kendi kendine. Yiğit'in kafeye geldiği andan bahsettiğini anlamam zor değildi.

“Pişmanlığını gördüm ama ne olursa olsun o artık benim dostum olamaz. Belki isteyerek belki istemeyerek hayatımı rayından çıkarttı, bunu affedemem, affetme şansım yok,” dediğim sırada kafamı hafifçe iki yana salladım, alnım alnına sürtünerek hareket etti. “Ayrıca onu vurabilirdim. Yemin ederim ki onu vurabilirdim. Çevredeki insanlar umurumda olmazdı, bana ne olacağını düşünmezdim. Sadece Hasan'ın hainliği beni afallattığı için hiçbir şey yapamadım.”

“Tanıkları sustururdum,” dedi, artık gözleri açıktı ve bu kadar yakından gözlerinin içine bakmak bedenimin iyice kaskatı kesilmesine neden olmuştu.

“Beni suça teşvik mi ediyorsun? Sen elini kana bulama ben senin için hallederim demek yok mu?” dediğimde alaycıydım.

“Kana bulanacaksın,” dedi ciddiyetle, yüzümdeki minik gülüş anında soldu. “Belki de seni kana bulayan ben olacağım.” Yutkunamadım. “O silahı sana boşuna vermedim, bir gün tetiği çekeceksin. Bunu kaldırabileceğini biliyorum. Sana baktığımda iki farklı kişiye bakıyormuş gibi hissediyorum. Bir tarafın kırılgan ve temiz ama diğer tarafınsa bir o kadar acımasız ve nefret dolu.”

Sonunda ondan biraz uzaklaşabilecek gücü kendimde bulabildiğimde kafamı geri çekerek ona baktım. Ten rengimin attığını hissedebiliyordum, çünkü beni iki cümleye sığdırmış olması afallamama neden olmuştu. Kabul etmeliydim ki kelimelerini çok doğru seçmişti.

“Bir gün yüzüme baktığında her şeyi anlayacağını görmekten korkuyorum,” diye mırıldandım. Kaşlarını çatarak o da benden uzaklaştı ve ellerimiz birbirinden ayrıldı.

“Seni çözecek olmamdan bu kadar rahatsız mısın?”

Hafifçe gülümsedim, bu öylesine bir gülüştü. “Annesinin ölümüyle babasının yetimhaneye bıraktığı ve yetimhanede büyüyen biri olarak kalmak istiyorum,” dedim sözlerine atıfta bulunarak. “Araştırmaya devam edersen kuşkulanırlar ve kuşkulanırlarsa ortaya çıkarım. Bu olduğunda bana ne olacağını anlıyorsun, değil mi?”

Ölürdüm.

Cesur dişlerini sıktı. Gözlerine konan karanlığa çekinmeden baktım. Beni anlamasını ve geçmişimin yakasını bırakmasını istiyordum. Bundan fazla açık olamazdım ve zaten o, ne demek istediğimi çok iyi anlamıştı. Rahatsızlığını görebiliyordum. Başıma gelebilecekler onu rahatsız etmişti. Ayrıca neyle karşı karşıya olduğunu bilmemek de onu rahatsız ediyordu.

İç muhasebesi sonunda bittiğinde kaç dakikayı o şekilde birbirimize bakarak soldurmuştuk haberim yoktu. Koyu kahve gözlerindeki savaş hâlâ sürerken, “Seni saklarım kimse bulamaz,” dedi, içime kesik bir soluk çektim. “Karşımda her kim varsa onunla savaşırım, gücümü hafife alıyorsun. Sana kimse dokunamaz.”

“Bu kişisel bir mesele, sadece beni ilgilendiriyor. Bu yüzden neden dâhil olasın?” dediğimde kaşları daha çok çatıldı ve dişlerini daha çok sıktı. Ona hayatımdaki konumunu sorgulattığım için bozulmuş ve öfkelenmiş görünüyordu.

“Madem istemiyorsun geçmişini daha fazla deşmeyeceğim,” dedi beklemediğim şekilde birden kabullenerek, ancak cümlenin devamı olduğunu tahmin etmem zor değildi ve devamının ama içereceği ortadaydı.

“Ama kendi isteğinle bana kendinden bir şeyler söylemeyi kabul edeceksen bunu yapacağım.”

Afalladım. “Bu ne şimdi? Ne farkı var?”

Ellerini yeniden ceplerine tıkıştırdı. “Zor yolu seçersen ortalığı ayağa kaldıra kaldıra arayışıma devam ederim ve kimin ayağıma takılacağı umurumda olmaz. Seni bu kadar geren her kimse ezmekten çekinmem. Ama kolay yolu seçersen kendin istediğin herhangi bir şeyi bana söylersin. Şöyle düşün her güne bir bilgi, zorlamadan, neyi istersen o.”

“Açığımı buldun şimdi de beni bunun üzerinden köşeye sıkıştırmaya mı çalışıyorsun?” dedim içime doluşan öfkeyle. Hata bendeydi ki anlayacağını ve geri çekileceğini düşünmüştüm. Sanırım başımdaki belalarda artış olacaktı.

“Avuçlarımın arasındasın fırtına kuşu. Seni köşeye sıkıştırmak istesem şimdiye kadar çoktan her şeyi öğrenmiştim, bunu anlayamıyor musun? Seni zorlamak istemiyorum ama hakkında bir şeyler bilmek de istiyorum. Kolay yolu seç; bana kendi istediğin herhangi bir şeyi söyle.”

“Herhangi bir şey, öyle mi?”

Kafasını salladı. “Yalansız. Her gün herhangi bir şey.”

“Her gün?” diye bunun fazla olduğunu belirtircesine konuştuğumda yumuşatmak ister gibi, “Herhangi bir şey,” dedi. Sıkıntıyla iç geçirdim. Bunu kabul edemezdim, kabul etmediğime dair birkaç cümle kuracağım sırada aklıma gelen fikirle duraksadım.

“Soru sormayacaksın, ben ne dersem o. Kurcalamak da yok.”

Bu kez o sıkıntıyla soludu. “Kabul.”

“Tamam,” derken kendimi de ikna etmek istercesine kafamı salladım. “Tamam, bunu ben de kabul ediyorum. Dürüst olacağım ve ne istersem onu söyleyeceğim.”

“Söyle,” dedi. “Bir şey söyle, şimdi.”

Hâlâ hızını düşürememiş kalbimin atışları biraz daha şiddetlendi, vücudumu ter bastı. Dudaklarım birkaç kez aralandı ama hemen geri kapandı. Açıkçası bunun bu kadar zor olacağını düşünmemiştim. Ona ne söyleyecektim ki? Sınırları kendim belirleyecek olsam da elektrik teli gibi gerilmiştim. Sanki ufacık bir şey söylesem geçmişimi hapsettiğim duvarda kocaman bir delik açılacaktı.

“Bu kadar mı zorlanıyorsun?” dedi, şaşkınlığını soludum. Sanırım hâlimin gayet farkındaydı.

“Daha önce kimseye kendimden bahsetmemiştim,” diye itiraf ettim. Yaşadığım stresle tırnaklarımı sürekli avuçlarıma geçirip duruyordum ve zihnimde sürekli aynı uyarılar dönüyordu.

Kimseye tek kelime etme.

Sakın, sakın konuşma, her şeyi unut, sen yeni birisin artık.

Birine tek bir şey söyleyecek olursan seni bulurlar.

Cesur anlayışla kafasını salladı ve dudağının kenarının kıvrıldığına şahit oldum. “Rahatla, bu bile ilk bilgi için yeterli. Demek kimseye kendinden bahsetmedin.” Gülüşü biraz daha şekil kazandı. “Rahatla fırtına kuşu, hepsi bu kadardı.”

Beni fazla zorlamadığı için minnetle ona bakmaktan kendimi alamadım. Aslında minnet duymaya gerek yoktu, çünkü beni bu duruma sokan zaten oydu ve kurtaran yine o olmuştu. Sakinleşmek ve beynimi ele geçiren kalıplaşmış, kâbusum olmuş uyarılardan kurtulmak istercesine kafamı şiddetle iki yana salladım. Derin bir solukla ciğerlerimi şişirdiğim sırada, “Şimdiden yarın ne söyleyeceğimi düşünmeye başladım,” diye homurdandım.

“Daha rahat hissedeceksen ben de sana kendimden bir şeyler söyleyebilirim.”

“Olur,” diye mırıldandım ve ona kendimi açacağım düşüncesinin yaydığı kaçma isteğiyle daha fazla baş edemeyip, “Bu kez cidden gidip yatacağım,” dedim ağzımın içerisinde geveleyerek.

Cesur yine anlayışla kafasını salladı. Koyu kahve gözlerindeki parıldamayı görmememin imkânı yoktu, bana hazine bulmuş gibi bakıyordu. Hatta bunun daha önce neden aklına gelmediğini düşündüğünü bile söyleyebilirdim. O, hâlinden memnundu. Gün arayla aptal saptal da olsa bir şeyler öğrenecek olmak onu heyecanlandırmıştı.

“İlaç ister misin? Başın için, hâlâ ağrıyor mu?”

Ağrıyordu. Kafamı iki yana sallayıp, “Gerek yok,” diye mırıldandım ve gitmek için hareketlendim.

“Bundan sonra yatağa fazladan bir saç telin düştüğünde bile beni durumdan haberdar edeceksin, unutma,” diye uyardı. Attığım adımlar ağırlaşırken eşikte duraksadım. Sözleri ne kadar engel olmaya çalışsam da içime işliyordu. Böylesine beni düşünüyormuş, önemsiyormuş gibi davranması karşısında daima savunmasız kalıyordum ve günün birinde bunun acısını çekeceğimi tahmin etmem zor değildi.

“Senden bir şey isteyeceğim,” dedim bir anda, bunu ben bile beklememiştim.

“Her ne istersen,” dedi yapmaya hazırmış gibi. Yavaşça ona doğru döndüm ve isteğimi ortaya sermeden önce sertçe yutkundum.

“Tolga’yı istiyorum.”

Cesur güldü. İşte bu sıcak bir gülüş değildi ama öylesine de değildi. Bu biraz bir babanın evladına karşı duyduğu gururu barındırıyordu ve biraz da acımasızlık saklıydı.

“Demek kana bulanacaksın,” dediğinde bir kez daha yutkundum. Buna hazır mıydım, o anla yüzleşene kadar emin olamayacaktım ama artık o adamdan kurtulmak istiyordum. Hayatımı daha fazla mahvetmesine izin vermeyecektim.

×××

 

 

 

Loading...
0%