@yazarimsibirileri
|
Malikânenin dış kapısında dikilen ikiliden biri sağına soluna kestin bakışlar attıktan sonra ceketinin cebindeki sigara paketine uzandı. Sol tarafında kalan nöbet arkadaşına ikram etmeyi ihmal etmedi, ancak arkadaşı teklifini geri çevirdi. Bunun üzerine omuz silkerek paketten çıkarttığı dalı dudaklarının arasında kıstırıp elini siper ederek çakmağı çaktı. İçine çektiği ilk soluk burun deliklerinden dışarı sızarken bulunduğu kapıya tırmanan kıvrımlı yola giren aracın farları yüzüne çarpıp geçti. Yaklaşan aracın çıkardığı huysuz homurtuları dinlerken dönüp yanındaki adama kısa bir bakış attı. Gösterge panelindeki ibreyi sonuna kadar zorlayarak yolu adeta ağlatan aracı kimin kullandığı hakkında tahminleri vardı. Sanki gecenin sakinliği hiç bozulmamış gibi sigarasından ikinci yudumunu aldı. Farlar bir kez daha yüzünü yalayıp geçtikten sonra araç virajı alarak açığa ulaştı. Tahmininde yanılmadığını anlamak dudaklarının sinsi bir kıvrımla şekillenmesine neden olurken araba biraz önlerinde acı bir frenle durdu. Yiğit Zafer’in hışımla dışarıya fırlamasını üçüncü yudumunu aldığı sigarayı dudaklarından uzaklaştırırken izledi. Başka zaman olsa onu gördüğü anda sigarayı atması gerekirdi, ancak Yiğit artık gözden düşmüştü, patronu değildi. Yiğit aracın kapısını kapatmakla bile vakit kaybetmek istemezmişçesine hızla kapıya ulaştı. Kapının önünde dikilen ikiliyi gördüğü söylenemezdi, aklında dönen tek şey Hasan'ı bulmak ve hainliğinin hesabını sormaktı, bu yüzden korumaların ona olan kayıtsız tavırlarını fark etmemişti. Çift kanatlı büyük kapıyı tüm gücüyle itip içeri girerken, “Hasan!” diye haykırmayı da ihmal etmedi. Sesinin gürlüğünden öfkesi kolayca anlaşılıyordu. Geniş bahçede gezinen birkaç korumanın odak noktası olduğunu umursamadan evine doğru yeri döven adımlarla ilerledi. “Hasan! Çık lan dışarı!” diye bağırdı. Ağzından saçılan tükürücükler havaya karıştı, boğazındaki damarlar patlayacakmış gibi şişti. “Sığıntı orospu çocuğu çık lan!” Eve tırmanan birkaç basamaklık merdivenlere yöneldiği sırada bahçedeki korumalar hızla etrafını sararak daha fazla ilerlemesine izin vermediler. Yiğit bu durum karşısında çılgına döndü, dilinden tonlarca küfür döküldü, bedenini tutan ellerin arasında çırpındı. Ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktu, adamlar onu olası bir kavgayı önlemek adına tutuyor olamazlardı, buna yetkileri yoktu. Hatta onlara sıraladığı emirleri yerine getirmek dışında hiçbir söz hakları yoktu, ancak hiçbiri onu dinlemiyordu. Yiğit yaka paça tutulmaya çalışıldığı ve etrafındaki adamlara bırakmaları için emirler yağdırdığı sırada nasıl olduysa evin kapısının açıldığını duydu ve birden susarak gözlerini oraya dikti. Onunla birlikte etrafındaki dört adamın başları da kapıya dönmüş hâldeydi. Hasan evden çıkarken elleri ceplerindeydi. Yüzünde sinsi bir sırıtış saklıydı ve dudaklarının arasında kıstırdığı kürdan her zamanki yerindeydi. Çıkardığı keyifli mırıltılar sevdiği bir şarkıyı içinden tekrar ediyormuş hissi yaratıyordu. Üzerinde olan gözlerin altında ağır, insanı daha çok sinir eden adımlarla ilerledi ve birkaç basamaklık merdivenlerin önünde durdu. Aşağıda kalan ve korumalar tarafından zapt edilen Yiğit'e tepeden bakışlar atarken, “Gece gece kapıma dayanman bana olan sevginden diye düşünmek istesem de birbirimizden hoşlanmadığımızı cümle âlem biliyor,” dedi alayla. “Kapına mı?” dedi Yiğit dişlerinin arasından tükürür gibi. “Burası benim evim lan, benim kapım!” “O köprünün altından ne sular geçti haberin bile yok.” “Sikerim köprüsünü de suyunu da! Sen ne yapmaya çalışıyorsun lan?” derken vücuduna sarılı kollardan kurtulmak için çırpındı. “Bırakın lan! İt oğlu itler bırakın beni!” “Bırakın,” dedi Hasan yavaşça müdahale ederek. Korumalar hızla emrine uydu ve Yiğit'in olası saldırısını engellemek istercesine Hasan'ın önüne, merdivenlerin en alt basamağının orada yan yana dikildiler. Yiğit onların bu hâlini gördüğünde ufak bir irkilme yaşadıysa da öfkesi yüzünden durumun üzerine pek de yönelemedi. “Ne planladığını biliyorum! Nehir'i oraya bilerek çağırdın, beni oraya bilerek gönderin! Seni hesapçı pezevenk!” derken hırsla parmağını havada sallandırdı. “Rezil oyunların peşindesin ama beni kandıramazsın!” “Ben kandırmak istediğimi zaten kandırdım,” dedi Hasan çekinmeden ve güldü. Yiğit'in yumruklarını sıktığını fark ettiğinde daha çok güldü. “Senin saf kızı parmağımda oynatmak ne kadar kolay oldu bilemezsin. Birilerine bağlı yaşamaya devam ettikçe devamlı kaybedecek ama güzel yanından bakarsak neyse ki sana dair hiçbir bağı kalmamış. Ölsen canı yanmaz, bak, bu gerçekten iyi bir nokta.” “Senin gelmişini geçmişini si-" “Evet, evet, son bir saattir tek söylediğin bu,” dedi Hasan alayla kafasını sallarken. “Sen hep busun işte, laf var icraat yok, görüntü var faaliyet yok. Boşsun. Nehir'in seni neden sevmediği ortada be kuzen, fazla düşünmeye gerek yokmuş aslında.” “Ulan piç kurusu onun adını ağzına almayı bırak! Çenenin yayını kırarım senin! Geberteceğim seni lan yeter yaptıkların!” Yiğit belindeki silaha davranacağı sırada arkasından aniden yaklaşan başka bir adam tarafından yakalandı ve ne olduğunu bile anlayamadan silah belinden çekilip alındı. Bunun üzerine öfkesi katbekat artarken, “Lan şerefsizler ölmek mi istiyorsunuz lan? Siktirin gidin başımdan! Defolun hepiniz!” diye haykırdı. “Artık senden emir almıyorlar,” dedi Hasan dudaklarının arasındaki kürdanla oynadığı sırada. “Artık benden emir alıyorlar kuzen. Senin devrin kapandı, ben kapattım.” “Ne diyorsun lan? Ne saçmalıyorsun? Babam nerede? Ona yediğin bokları anlatacağım teker teker!” “Ona hâlâ baba diyorsun öyle mi?” diye sordu Hasan, güler gibi bir ses çıkarmayı da ihmal etmedi. “Oysa o, artık seni oğlu olarak görmüyor.” “Sen-” “Ben senin adını bu aileden sildim,” dedi böbürlenmeyle, büyük başarı elde etmiş gibi göğsünü kabartarak. “Sen artık hiçsin. Dayım seni bundan sonra yok sayıyor.” “Ben onun tek oğluyum-” “Oğluydun,” diye düzeltti. “Artık bu aileden değilsin. Artık Tolga Zafer'in oğlu da değilsin. Yerine kim geçti tahmin et bakalım,” derken kollarını hafifçe iki yana açarak kendisini takdim etti. “Gün benim günüm be kuzen. Sığıntıydım ev sahibi oldum. Çok yakında her şeyin sahibi de olacağım ve sana sadece izlemek düşecek.” “Kandırdın,” dedi Yiğit şokla. “Babamı kandırdın! Bizi oyuna getirip onun kanına girdin. Sen yaptın! Her şeyi sen planladın,” diyerek yeniden Hasan'a saldırmak için atıldı, ancak adamlar yine onu tuttu ve bırakmadı. “Baba!” diye bağırdı bu kez, boğazı adeta patlayacak gibiydi. “Baba bu piç seni kandırdı! Yemin ederim ki bizi oyuna getirdi! Seni kullanıyor, tek hedefi yerine geçmek! Onun oyununa gelemezsin! Baba! Sikeyim! Baba!” “Yalanlar, yalanlar, yalanlar,” derken Hasan ağır ağır kafasını iki yana salladı. “Sözlerinin burada hiçbir değeri kalmadı. Kimse sana inanmıyor ve inanmayacak da. Elinle tonlarca kanıtla gelsen bile çok geç kaldın kuzen. Artık burada yerin yok ve için rahat olsun babanla aranı pek uzak tutmayacağım.” Göz kırptı. “Yakında o da yanına gelecek.” “Seni gebertmezsem adam değilim lan! O zevki sana tattırsam şerefsiz olayım! Bu burada bitti mi sanıyorsun? Hepsini burnundan getireceğim!” Hasan aldığı tehditleri zerre kadar önemsemediğini belli edercesine kafasını sallamakla yetindi. Ardından da “Atın dışarıya şunu,” diye emir verdi. “Bir daha da evime girmesine izin vermeyin.” Yiğit yaka paça dış kapıya doğru sürüklenirken küfrediyordu. Delirmiş gibi etrafta gezinen gözleri kısa bir anlığına üst kattaki dipten tavana uzanan büyük camlara değdiğinde oraya yansıyan adamın gölgesini görünce duraksadı ve hemen sonra, “Baba!” diye haykırdı. “Beni dinle! Beni dinlemek zorundasın! Ona inanamazsın! Ona güvenemezsin! Bitirecek bizi, o piç kurusu bitirecek her şeyi!” Sözlerinin önemsiz olduğunu belirtircesine pencerenin önündeki yansıma çekildi. Bu Tolga Zafer’in verdiği kararın arkasında durmakta zorlandığı ilk andı ve son olacaktı. Zafer ailesi için Yiğit defteri tamamen kapanmıştı. ××× Matkabın duvarı delen gür sesiyle gözlerimi açtığımda yüzüm ekşidi. Işığa alışmak adına sürekli kırpıştırdığım gözlerimin arasından tepemde dikilen kişinin kim olduğunu seçtiğimdeyse kafamı gömer gibi yastığa bıraktım. Bu sırada Eva, “Günaydın,” diye şakıdı. “Günaydın ve iyi geceler. Uykum var Eva.” “Ah, ciddi misin? Saat neredeyse öğlen iki olmak üzere. Benimle alışverişe gelip gelmeyeceğini sormak için yanına uğrayayım demiştim ama onlarca kez kapıyı çalmama rağmen cevap alamayınca endişelenmeye başladım ve sen bana hâlâ uykunun olduğunu söylüyorsun.” “Tüm gece uyuyamadım,” diye homurdandım. “Seslerden dolayı mı?” “Cidden... Bu sesler de neyin nesi?” “Yeni yapılan odanın bir an önce bitmesi için ustalar geceden beri çalışıyor.” Yastığa gömdüğüm kafamı kaldırarak Eva’nın içeri girerken açık bıraktığı kapıdan dışarıya baktım. Koridorda birçok malzeme vardı ve matkap seslerine karışan konuşmaları duyabiliyordum. Ayrıca gece uyuyamamamın sebebi kesinlikle onlar değildi, seslerini bile duymamıştım, çünkü oda ses geçirmiyordu. Saçma sapan şeyler düşünüp durduğum için saatleri devirmiş, sabah etmiştim. “Bu sanırım sana ait,” dedi Eva ben hâlâ tam karşıda kalan odaya bakarken. Gözlerim yavaşça onu bulduğunda elindeki tanıdık küçük kutuyu görünce doğrulup hızla elimi uzattım. “Ver bana.” Tatlı kaçamağı yaparken annesine yakalanmış çocuklar gibi kutuyu avucuma bırakıp ellerini arkasında bağladı ve bana mahcupça baktı. “Komodinin üzerinde duruyordu. Sadece merak etmiştim, içini açmadım.” Kafamı sallarken kutunun kapağını kaldırıp içerisindeki kolyeyi uzun uzun taradığım sırada, “Benim için önemli bir şey,” diye mırıldandım. “Cesur abinin hediyesi mi?” Kolyenin üzerinde gezinen gözlerim ok gibi Eva'nın yüzüne saplandığında söylediğinden pişman olduğunu anlamam zor olmadı. “Hayır, onun hediyesi değil. Benim için çok değerli olan birinin hediyesi.” “Anladım. Karıştırdığım için üzgünüm.” Onu kırmayı ve güzel yüzünün asılmasını istemeyen yanım beni ele geçirdiğinde, “Bakmak ister misin?” dedim birden, bunu ben bile beklememiştim. Eva hevesle kafasını salladı ve bunun üzerine Sarp'ın yıllar önce bana bıraktığı o kolyeyi gün yüzüne çıkardım. Gerçekten eski duruyordu. “Çok şirin,” dedi havada sallanan aslan ayağını andıran kolye ucuna bakarken. Sonra zümrüt yeşili gözleri kolyenin zincirine kaydı. “Ama biraz bakıma ihtiyacı var gibi görünüyor.” “Neredeyse yirmi yıllık.” “Ah, öyleyse bu hâle gelmesi çok normal. İstersen onu senin için yeniletebilirim. Bu işin ustası olan birini tanıyorum, onu tıpkı ilk aldığındaki hâline döndüreceğinden şüphem yok.” Hümeyra da bunun için ısrar edip dururdu. Hatırladığım anılar canımı yaktığında kolyeyi kutuya atıp kapağını kapattım ve onu yatağın yanındaki komodinin üzerine bıraktım. Gözlerimi kaçırırken, “Onun bu şekilde kalmasını istiyorum,” diye mırıldandım. Eva ısrar etmedi, belki de tavrımın sertleşeceğini düşündüğü için ısrar etmek istemedi. Benimle ters düşmek istemediğini anlamak zor değildi. O daha çok iyi anlaşmamızı temenni ediyor gibi görünüyordu. Matkap bir kez daha çalıştığında ikimizin bakışları da hummalı çalışmanın sürdüğü odaya döndü. “Cesur abi geçen gün siz dışarıdayken yeni bir oda istediğini söyledi ve bu geceye kadar bitirmeleri için talimat verdi. Bu yüzden sıkı çalışıyorlar,” dedikten sonra gözleri yeniden beni buldu. “Sanırım orada sen kalacaksın.” Sırtımı yatağın başlığına dayarken, “Ondan böyle bir şey istememiştim, haberim olsaydı engel olurdum,” diye keyifsizce mırıldandım. Hakkımda Eva'nın ya da bir başkasının ne düşündüğünü umursamak istemesem de ne yazık ki bunun önüne geçemiyordum. “O, böylesini daha uygun görmüş olmalı.” “Bundan rahatsız olmuyor musun?” diye soruverdiğimde meraklıydım. Akın ve Özgür'ün tavrı belliydi, kartlarını açık oynuyorlardı. Eva ise sanki beni yıllardır tanırmış ve çok değer verirmiş gibi davranıyordu. Yüzü şaşırmış gibi gerildi. “Neden rahatsız olayım ki?” “Bir anda hayatınıza dâhil oldum. Bir anda olan çoğu şey sevilmez,” derken omuz silktim. “Burada istenmediğimi biliyorum. Gerçek hislerini saklamana gerek yok.” Bu kez gözleri kocaman açıldı. “Bence yanılıyorsun. Bir anda olan şeyler daha çok sevilir,” dedi hızlı hızlı, yine aksanı kendini belli etmeye başlamıştı. Ayrıca durumu açıklayamayacağından korkarcasına endişeli görünüyordu. “Baksana, Cesur abi de sevmiş olmalı ki seni ayrı tutuyor. Bundan asla rahatsız olmam. Sana karşı gerçek hislerimle bakıyorum Nehir, ciddiyim.” Soğukça gülüp, “Cesur'un kafasındaki kadın kriterine uyduğum için böyle,” dediğimde Eva ne diyeceğini bilemeyip sağa sola bakınmaya başladı. Bunun üzerine kafamı salladım. “Evet, biliyorum, evet, farkındayım. Mide bulandırıcı bir şey,” diyerek yüzümü ekşittim. “Ama bazı çıkarlarımız doğrultusunda bir süre buna katlanacağım.” “Peki... o süre dolunca... o zaman ne yapacaksın?” “Gideceğim,” dedim iç geçirerek. Aslında ne yapacağımı tam olarak düşünmemiştim, aklımda gitmekten başka hiçbir şey yoktu. “Muhtemelen farklı bir şehre taşınırım, zaten bunu daha önce yapmadığım için pişmanım,” derken yeniden iç geçirdim. Ve belki de, eğer başarabilirsem ismimi dahi değiştirirdim. Bir kez daha. “Bir gün gideceğini bilmek üzücü,” dedi Eva. Yatağın kenarına oturup ayaklarını birbirinin üzerine atarak öne doğru uzattı ve ellerini de açarak yatağa dayadı. Zümrüt yeşili gözleri yüzümü birkaç kez turladı. “Sanırım sana alışmam çok kolay oldu. Gitmeni istemezdim.” Birden, “Bana samimi davranmandan hoşlanmıyorum,” dedim, ona her daim sıcak yaklaşmak isteyen ve kırmaktan çekinen yanımı bastırarak. Bana Hümeyra'yı hatırlattığı için istemsizce onu sarıp sarmalayasım geliyordu ama Hümeyra'nın sonu bir an bile aklımdan çıkmıyordu, bu yüzden hayatımda yeni birine yer yoktu. “Beni sevme, Eva, benden nefret et.” Güzel yüzü yine şokla dalgalandı. “Ah, sanırım... sanırım beni sevmiyorsun,” derken diken batmış gibi hızla ayağa fırladı. “Sana karşı yanlış bir şey mi yaptım?” “Hayır, bana buradaki herkesten daha iyi davrandın,” dedim çabucak, böyle düşünmesini istememiştim. “O zaman sorun ne? Arkadaş olabileceğimizi düşünmüştüm-" “Sorun da bu, olamayız,” dedim örtüyü parmaklarımın arasında sıkarak. “Bunu sana daha önce de söylemiştim. Seninle arkadaş olmayacağım. Asla.” Keskin tavrım karşısında afalladı. Zümrüt yeşili gözlerindeki kırılmayı görmememin imkânı yoktu. Sert sözlerim benim bile kalbimi kanatmıştı. Eva ise bakır tonundaki uzun saçlarını kulağının arkasına sıkıştırarak dudaklarını birkaç kez açıp kapattı, ne diyeceğini bilemezmiş gibiydi. “Pekâlâ,” dedi geçen uzun saniyelerin ardından, belli etmemeye çalışsa da yüzü asıktı. “Arkadaş olmak istemiyorsan... tamam. Seni buna zorlayamam.” Yüzü biraz daha asıldı. “Her neyse... seni yalnız bırakayım.” Gitmek için ardını döndüğünde onu durdurmak adına dudaklarımdan firar edebilecek sözleri engellemek istercesine yüzümü ellerime gömdüm. Boğazım sızlamaya başlamıştı ve günüm daha ne kadar kötü başlayabilirdi bilmiyordum. Eva sevimli, cana yakın, iyi biriydi. Tüm bu olaylar yaşanmadan önce onunla tanışmış olsaydım kırmaktan korkacağım insanlardan biri olacağına şüphem yoktu. Fakat değer verdiklerimle sınandıktan sonra hayatıma yeni birini sokamazdım, artık bunu yapamazdım. Çünkü birini daha kaybetmeyi kaldıracak gücüm kalmamıştı. Yataktan çıktığımda aradan kaç dakika geçtiğinden habersizdim ama saate kısa bir bakış attığımda öğleden sonra üçü geçtiğini görmek irkilmeme neden olmuştu. Dakikalarca düşünceler âleminde dolanmış ve çıkış yolunu yine bulamamıştım. Eva'nın kalbini kırdığım için yüzüm düşüktü ama böyle olması gerektiğine kendimi inandırmayı seçmiştim. Bunu onun iyiliği için yapmalıydım, çünkü ben lanetli biriydim ve çevremdekiler de bu lanetten paylarına düşeni alıyorlardı. Cesur'un dolabında şahsım için ayrılmış bölümdeki kıyafetleri karıştırırken onları Eva'nın aldığını düşünmemeye çalıştım. Aralarından kot pantolon ve üzerine de bir kazak çekip alarak çabucak giyindim. Odadan çıkarken saçlarımı tepemde sıkıca bağlıyordum. Cesur'un odasının tam karşısında kalan odama hiç bakmadan koridoru dönüp kulüp kısmına çıktım. Bu yeni oda açma olayı ciddi anlamda beni rahatsız etmeye başlamıştı ve sanırım benim kadar ikizleri de rahatsız ediyordu. Bar kısmına en yakın masalardan birine oturan Akın ve Özgür’ün bakışları üzerimdeydi. Belli etmiyor olsalar da gözlerinin derinliklerinde saklı olan hoşnutsuzluğu seçebiliyordum. Beni istemediklerini bilmek diken üstünde hissetmeme neden oluyordu. Açıkçası ben de burada olmayı istemiyordum ama bazı mecburiyetlerim vardı. Bunlar onların pek de umurundaymış gibi görünmüyordu. Sadece abilerine saygılarından sorun çıkartmıyorlardı, en azından öyle olduğunu düşünüyordum. İkilinin ortasında oturan bir kadın vardı ve her ne kadar güzel giyinmiş, makyajını eksik etmemiş olsa da yüzü yaşını ele veriyordu. Akın ve Özgür’le olan benzerliği dikkat çekiciydi. Akın gözlerini, Özgür'se yüzünün genel şeklini ondan almış gibiydi. Grilerin karıştığı incelmiş saçları dümdüz ve kısaydı. Taktığı gözlüğün renkli çerçevesi ve boynuna geçirdiği taşlı ipi vardı. Ona baktığımda ilk hissettiğim şey ciddiyet ve ağırlık olmuştu. Öylesine biri olmadığından emindim. Tıpkı benim onu keşfettiğim gibi beni keşfe çıkmasını izlerken sertçe yutkundum. Kendimi daha ne kadar rahatsız hissedebilirdim bilmiyordum. Eva da Akın'ın yanındaki sandalyeye oturuyordu ve alana ilk girdiğimde beni gördükten sonra önüne dönmüştü, sanki beni rahatsız etmekten çekinir gibiydi ve kırgın gibi. Onlara doğru ilerleyen adımlarım birden yönünü değiştirip asansörün bulunduğu tarafa kaydı. Eva hariç diğer üçünün beni izlediğini bile bile hızlı adımlarla kaçar gibi kendimi asansörün içine attım. Burada yaşamak gittikçe zorlaşacağa benziyordu ve ben altından kalkabileceğimi sanmıyordum. Şimdiden su koyuvermeye başlamıştım. Asansör üst kata ulaştığında ve kapı ağır ağır iki yana açıldığında hemen yan tarafta bulunan diğer asansörün de kapısının açıldığını işittim. Kabinden çıktım, Cesur da çıktı. Hızla onu bulan ve incelemeye başlayan gözlerim tepeden tırnağa üzerinde gezindi, çünkü onu ilk kez takım elbisesiyle görüyordum. Siyah takımının içerisine gömlek yerine beyaz polo yakalı tişört giymişti. Saçları fırçalanmış, sakalları kısaltılmıştı. Podyuma çıkan mankenlerden tek farkı ceketinin içerisine zorla sıkıştırılmış gibi duran kaslarıydı. “Fırtına kuşu,” dedi dikkatli bakışları içimden geçenleri görmek istercesine yüzümde gezinirken. “Bir yere mi gidiyordun?” “Sadece...” Engel olmaya çalışsam da omuzlarım hafifçe düştü. “Hava alacaktım,” dedim çenemin ucuyla kapının önünü göstererek. Ardından dudaklarımı yaladım. “Ama galiba sen bir yere gidiyorsun?” derken odasını işgal ettiğim için üst kattaki odalardan birinde hazırlandığını düşünmekle meşguldüm. Kafasını sallamakla yetindi. “Bir sorun yok değil mi?” Ona sürekli dert yanmak istemiyordum. Bu yüzden yüzümdeki asık ifadeyi silmeye çalıştım. “Hayır, yok. Seni tutmayayım,” diyerek yanından ayrılacağım sırada, “Benimle bir kahve iç,” dedi birden. Yeniden ona doğru döndüğümde kaşlarım havaya kalkmıştı. “Havanın değiştirilmeye ihtiyacı varmış gibi görünüyor.” Dudaklarım aralandı. Beni bu kadar kolay okumasına her defasında şaşırmadan edemiyordum. Bu durum her geçen gün beni daha çok korkutuyordu. Ona karşı savunmasız hissetmekten kendimi alamıyordum. Sanki herkese karşı gelebilir, herkesin ve her şeyin karşısında dik durabilirdim ama o karşıma geçtiğinde küçük bir kız çocuğuna dönüşüyordum. “Ayağına dolanmak istemem. Halletmen gereken işlerin var sanırım,” diye mırıldanırken bir kez daha giyimini incelemekten kendimi alamadım. Cesur ise hafifçe güldü. “Ayağıma dolanalı bayağı oldu. Hadi, benimle gel.” Onun şıklığına karşılık üzerimdeki kıyafetlerin sıradanlığını hatırladığımda kafamı iki yana salladım. “Keyfine bak, ben buralarda takılsam daha iyi.” “Gel, gece olmadan önce kafanı dağıtalım,” diye ısrar etti. “Gece olduğunda ne olacak ki?” “Sana beğeneceğinden şüphemin olmadığı bir hediye sunacağım.” Kaşlarım havalandı. “Bu kadar iddialı olman-" “Beklentini mi yükseltir?” diye cümlemi tamamladı. Ellerini ceplerine tıktığında yeniden onu izlerken kendimi buldum. Kabul etmeliydim ki takım elbiseyle çok farklı duruyordu. “Beklentini yüksek tutabilirsin fırtına kuşu, bunu karşılayacağına eminim. Şimdi benimle gel, hadi.” Kendimi kafamı sallarken buldum. Sözleri büyülüymüş gibi etrafımı sarmış ve beni etkisi altına almıştı. Şimdiden geceyi düşünmekle kafamı yormaya başlarken teklifini kabul etmem çok kolay olmuştu. Cesur önden benim ilerlememi istercesine elini ileriye doğru uzattığında yine ona uydum ve önünden ilerlemeye başladım. Dışarıya çıkmak için kapıya yaklaştığım sırada içeriye geçenlerde Tuna'nın emir yağdırdığını gördüğüm adamlardan biri girdi. Bakışları önce bana sonra da ardımdaki adama değip yeniden bana döndüğünde saygıyla kafasını hafifçe eğerek selam verdi. Ardımda Cesur varken güçlüydüm. Kimse beni istemese de o varken saygı görecektim. Bunu en net hissettiğim andı. Güçlükle yutkunarak dışarıya çıktığımda hazırda bekletilen geniş aracın arka kapısı bizim için açıldı. Krem tonlarındaki deri koltukta kayarak Cesur'a yer açtım, çok geçmeden yanımdaki boşluğu iri bedeniyle doldurdu. Aracın kapısı kapandı ve hemen sonra ön koltuğa bize kapıyı açan adam oturdu. “Nereye gidiyoruz?” diye sordum kurumuş boğazımı temizleyerek. “Kahve içebileceğimiz güzel bir yere.” “Bu hazırlığın sadece kahve içmek için yapıldığına inanmamı bekleme,” diye homurdandım giyimini ima etmekten kendimi alamayıp. “Eğer başından beri seninle kahve içeceğim kesin olsaydı çok daha özen gösterirdim,” dedi takılır gibi. Birden gerilmekten kendimi alamadım ve onun takıntılarının kurbanı bir adam olduğunu hatırlamakla yüzleştim. Sanırım bunu asla unutmamam gerekirdi. Hatta ona baktığımda içimden sürekli bu adam takıntılı diye tekrar etmeliydim. Aracın arka kısmını ön kısımdan ayıran paneldeki açık pencereden Tuna'nın da ön yolcu koltuğuna yerleştiğini gördüğümde, “Beni karanlık işlerinden birine götürdüğünü düşünmeye başlıyorum,” diye mırıldandım. “Sadece kahve içeceğiz,” diye telkin etti. İnanırmış gibi yaptığımı belirtircesine kafamı sallamakla yetindim ve yolculuğumuz başladı. Sarıyer'deki boğaza sıfır, adını sağda solda duyduğum lüks mekâna gidene kadar kahve konusunda benimle alay ettiğini düşünüyordum ama sırf bunun için planını değiştirmiş gibiydi, çünkü Tuna’ya gideceğimiz mekânı söylediğinde Tuna birkaç telefon etmek ve ayarlamayı düzeltmek zorunda kalmıştı. Araçtan indiğimde ona inanmaz gözlerle bakmaktan kendimi alamazken Cesur tavrım karşısında hafifçe gülüp, “Buraya daha önce gelmiş miydin?” diye sordu. Buraya gelebilmem için olduğumdan on kat daha zengin olmam gerekiyordu. “Gelmemiştim,” dedim önümde dikilen yapıyı incelerken. Tek katlı, pek büyük olmayan bir yerdi ama masalarının denize sıfır olduğunu biliyordum, daha önce birkaç yerde fotoğraflarına denk gelmiştim. Dünya mutfağından lezzetler sunuyorlardı ve şeflerinin önemli kişiler olduğuna dair bir haber yapıldığından emindim. Bizi karşılamaya çıktığını düşündüğüm bir adam güler yüzüyle yanımıza yaklaşırken Cesur’un elini belimde hissettiğimde kazık yutmuş gibi gerildim ve nefesimi tuttum. Kafam kurulmuş oyuncak misali ona doğru döndü, o ise bana bakmıyor, yanımıza gelen adamla konuşuyordu. Bir şeyler söylerken kıpırdayan dudaklarında saklı olan memnuniyeti görebiliyordum ve hatta şaşkın tepkime karşılık gizli bir tebessüm barındırdığına bile yemin edebilirdim. Cesur, karşısındaki adam her ne dediyse yavaşça kafasını salladı ve sonra bana doğru döndü. Onu izlemekten ne konuştuklarını dahi duymamıştım. “İçeri geçelim,” dediğinde boğazımı temizleyerek kendimi toparlamaya çalıştım ve belimdeki elinin varlığını bir an bile unutmadan girişe doğru ilerledim. İçerisi kalabalık sayılmazdı ve mekânın her köşesinden şıklık akıyordu. Havası ağırdı, öylesine takılmaya gittiğim kafelere asla benzemiyordu. Bizi karşılayan adam, boğaza sıfır olan masalardan birine yerleşmemizi sağladığında Tuna ve aracı kullanan diğer adam ortalıkta görünmüyordu. “Hava serin, üşüyor musun?” Kısaca kafamı salladığımda Cesur tepemizde dikilmekte olan adama gözlerini çevirdi ve adam aldığı sözsüz emirle, “Sizin için şal getirtelim,” dedi. Onun hemen arkasında duran yardımcılarından biri anında ortalıktan kayboldu ve çok geçmeden geri döndüğünde elinde koyu gri tonlarında kalınca bir şal bulunuyordu. Onu açarak omuzlarıma bıraktı ve ben de üst bedenimin tamamını altında gizledim, çünkü hava açık görünüyor olsa da soğuktu ve çıkarken paltomu yanıma almamıştım. Cesur isteklerini sıraladıktan sonra nihayet yalnız kalabildiğimizde, “Buraya sıklıkla gelir miydin?” diye sormaktan kendimi alamadım. Sanırım çalışanlar tarafından tanınıyordu, hatta mekânın sahibi tarafından da tanınıyordu. Bizi karşılayan adam şu anda mekân sahibinin burada olmadığından bahsetmişti, yarım yamalak da olsa onu duymuştum. “Sahibi sıkça kulübe gelir, aslında oradan tanışıyoruz.” “O da... sizin gibi mi yoksa?” “Sizin gibi mi?” Keyfi yerine gelmişçesine güldü. “Kendini neden bizden ayrı tutuyorsun ki? Ben aramızda fark olduğunu düşünmüyorum.” “Ne demek istediğimi anladın. Konuyu sağa sola çekmeye çalışıyorsun,” diye homurdanmaktan kendimi alamadım. “Evet, anladım ve cevap olarak hayır o bizim gibi değil,” derken kelimeye yaptığı vurguyu fark etmemek imkânsızdı. “Kulübe gelen herkes bizim gibi olmak zorunda değil, çoğunlukla bizim gibi olmayanlar gelir. Sadece perşembe geceleri gelenler bizim gibidir.” “Yarın perşembe,” dedim aydınlanma yaşamış gibi birden. “Sen ringe çıkacak mısın?” “Akın çıkacak, ben çıkmayacağım.” “Yoksa sen her zaman çıkmayan şu burnu havada olanlardan mısın?” diye laf attım biraz alayla, aslında öyle biri olmadığı ortadaydı. Kafasını hafifçe iki yana sallayarak güldü. “Sadece canı istediğinde istediğini yapanlardanım.” “Peki hiç kadın çıktığı oluyor mu?” “Elbette oluyor ama pek sık değil.” Anladığımı belirtircesine hafifçe kafamı salladım. Bu esnada Tuna beraberinde yabancı bir adamla birlikte içeriye girdi ve bize birkaç masa uzaktaki köşede oturdular. Yabancı adam tıpkı Cesur gibi takım elbisesinin içerisindeydi ve yüz ifadesi resmiydi. Elindeki evrak çantasını hayatının en değerli eşyasıymış gibi tutuyordu. Cesur durumu sorgulayacağımı hissetmiş ve bunu geçiştirmek ister gibi, “Halide Hanım'la tanıştın mı?” diye sordu. “O kim?” “Üvey annem,” dediğinde ikizlerin ortasındaki sandalyede oturan kadının yüzü gözlerimin önünde belirdi. Sanki hâlâ karşımdaymış ve dikkatle beni inceliyormuş gibi ürpermekten kendimi alamadım. “Sanırım onu gördüm. Barın orada Akın ve Özgür’le oturuyordu, Eva da yanlarındaydı.” “Seni merak ettiği için geldiğinden emindim ama şahsen tanışmamışa benziyorsunuz.” İki görevlinin isteklerimizle birlikte bize doğru yaklaşmasını göz ucuyla takip ederken, “Tanışmadık, sadece birbirimizi gördük hepsi bu,” diye mırıldandım. “Hem... beni neden merak etmiş olsun ki?” Görevliler masamızın önünde durdular. Birinin elindeki tepside olanları diğeri masamıza servis etmeye başladı. Beyaz porselen fincanda gelen kahvelerden biri benim önüme, diğeri Cesur’un önüne bırakıldı. Ayrıca sadece benim önüme şekli enfes görünen bir pasta dilimi de koyuldu. “Kulüpte olanlardan her zaman bir şekilde haberdar olur. Senin kalıcı olduğunu duymuş olmalı ve bu yüzden merak etmiştir,” dedi Cesur yeniden yalnız kaldığımızda. “Kalıcı falan değilim.” “Bir süreliğine,” diye düzeltti ama sesinden bu durumu kabullenmediğini sezmiştim. Yine de fazla üzerinde durmadı. “Bugün Eva'yla alışverişe çıkacağınızı sanıyordum.” “Bundan benim neden haberim yok?” dedim kaşlarımı çatarak ve hemen sonra yanıma geliş nedeninin aslında bundan dolayı olduğunu kavradım. Hatta sanırım bundan bahsetmişti de. “Sana söylemedi mi? Yeni odan için gerekli eşyaları almaya çıkacaktı ve seninle birlikte giderse seçimleri daha doğru yapacağını düşünüyordu. Seni memnun etmek istiyor.” Boğazımdaki kuruluk yeniden kendini belli ettiğinde önümdeki kahveden hızlı bir yudum aldım. Sıcak sıvı yemek borumu yakarak ilerledi, tatlı aromasının lezzetine dahi varamadım. “Ona benimle samimi olmasını sen mi söyledin?” “Ne? Bu da nereden çıktı? İnsanları seni sevmeye zorlayacağımı mı düşünüyorsun?” “Bilmiyorum,” dedim kafamı şiddetle iki yana sallayarak. Onu kırdığım için vicdanım hiç rahat değildi. “Bilmiyorum, bana çok iyi davranıyor, çok yakın. Beni doğru düzgün tanımıyor bile.” “Eva hep sıcakkanlı biri olmuştur. Herkesi kalbine sığdırmaya çalışır,” dedi sanki kız kardeşinden bahsediyormuş gibi samimiyetle. “Bana çalışan herkes sana saygı gösterecek evet, bunu istedim ama seni sevmek onların tercihi. Eva da kendi tercihleri doğrultusunda hareket ediyor.” Vicdanım iyice boğazıma çöküp tırnaklarını geçirdi. “Ben... ona...” Derin bir soluk alarak aklımdakileri toparlamaya çalıştım. “Ona beni pek önemsememesini söyle,” dedim hissettiklerimi yüzüme yansıtmamaya özen göstererek. “Çünkü onunla arkadaş olmaya niyetim yok.” Cesur'un çehresi beklemediğim şekilde hızla sertleşti. “Aranızda olmaması gereken bir şey mi geçti?” “Hayır-" “Sana yanlış bir şey yaptıysa bunu asla saklama-" “Dinle, Cesur, Eva hiçbir şey yapmadı. Sorun bende. Sevilmek istenmeyen benim. Bir daha arkadaşım olmayacak, anladın mı? Bir daha kendime arkadaş edinmeyeceğim. Sadece Yavuz var ve daima sadece Yavuz kalacak.” Cesur’un birden sertleşen yüz hatları yavaşça gevşedi ve koyu kahve gözleri uzun uzun yüzümü taradı. Neden böyle olmasını istediğimi anladığından emindim. Gözlerinin derinliklerine yayılan o şefkati görmüştüm. “Onunla konuşurum,” dedi, konuyu daha fazla eşelemediği için minnetle iç geçirdim. “Lütfen kalbini kırmadan bunu yap.” Dudaklarında yamuk bir tebessüm yer edindi. Kafasını sallayıp önündeki fincandan içmek için hareketlenirken, “Çoktan arkadaşın olmuş gibi,” dedi kısık sesle ama onu duymuştum ve duymamış gibi yapmış, ben de kahvemden yudumlamıştım. Ancak cümlesinin göğsüme bıçak gibi saplandığını saklamak biraz zor olmuştu. “Bu gece kendi odanda uyuyacaksın fırtına kuşu,” dedi fincanı masada duran altlığına geri bıraktığı sırada. “Tüm hazırlıklar akşama bitmiş olur.” “Aslına bakarsan bu yeni oda işinden gittikçe rahatsız olmaya başladım. Bence kulübe yakın bir yerde kiraya çıkabilirim böylesi daha iyi olur.” “Sana ayrı bir ev açmamı mı istiyorsun?” diye sordu ve yemin edebilirdim ki ses tonu beklediğimin aksine keyifliydi. “Hayır elbette, kendim karşılayabilirim-" “Biliyorum, yaparsın, altından kalkamayacağını düşünmüyorum. Ama bu dediğinin olması için güvenliğini sağlamak zorundayım. Ayrı ev ayrı düzen ve koruma ister.” “Güvenliği sağlayamayacağını mı düşünüyorsun?” dedim tek kaşımı kaldırarak. Dudaklarımda sinir bozucu minik bir kıvrılma vardı ve ona sataşıyordum. O ise bunu aynı rahatlıkla karşılıyordu. “Ülke değiştirsen bile güvenliğini sağlarım fırtına kuşu,” dedi, sesinden akan kendine güveni ta en derinimde hissetmiştim. “Ama neden bunun için uğraşayım? Zaten yeterince korunan bir yerde kalacaksın, kendi odan olacak, kimse seni rahatsız etmeyecek, sana istediğin gibi yaşama özgürlüğünü veriyorum. Bunu daha önce de konuşmuştuk ve konunun kapandığını sanıyordum. Şimdi seni rahatsız eden ne?” Birçok şey sıralayabilirdim. “Üst kattaki odalardan birinde kalabileceğim konusunda anlaşmıştık,” diye hatırlattım. “Yeni oda açmaktan bahsetseydin asla kabul etmezdim. Bu durum herkesin gözüne batıyor.” “Sen sadece beni önemse,” dediğinde ne diyeceğimi bilemedim. Ağzım birkaç kez aralansa da tek kelime bile çıkartamadım. “Çünkü ben ne dersem o olur. Ayrıca gözümün önünde olmanı istedim. Orası mutfağa dâhil olan depoydu ve fazlaydı. Birazının oda için ayrılması sorun olmadı. Sanki kulübün içinde sana yeni bir ev dikmişim gibi buna takılmayı bırak.” “Ama neden?” dedim bu sorunun cevabını bizzat ondan duyabilmek için yakasına yapışmamak adına kendimi tutarak. “Neden tüm bu zahmetlere giriyorsun?” Arkasına yaslanıp, “Şartlarını iyi tutmak istiyorum hepsi bu,” dedi. “Sonuçta misafirimsin, değil mi? Misafir en iyi şekilde ağırlanır.” Sorularımı mükemmel savuşturuyordu. Parmaklarım bir şeyi kavrama ihtiyacıyla masanın üzerine gezindiği sırada pasta için getirilen çatalı buldu. Onu kavrayıp sıkarken, “Evet,” dedim kafamı sallayarak. “Evet, haklısın, ben sadece misafirim. Tüm bunlar bittiğinde gideceği-" “Pastanın tadına bak,” dedi birden sözlerimi bıçak gibi keserek. Gözlerime odaklı olan gözlerine yayılan sis tabakasını seçebiliyordum. Gitmekten bahsetmemi istemiyordu, hatta tepkileri gün geçtikçe daha belirgin olmaya başlamıştı. Başlarda bundan rahatsız olsa bile saklayabiliyordu ama artık bunu başaramıyordu. Sertçe yutkunmaktan kendimi alamadım. Şaşkın kalan yüz ifademden rahatsız olmuş gibi cümlesini biraz yumuşatarak tekrarladı. “Burada çok ünlüdür, seveceğinden eminim. Mutlaka tadına bakmalısın.” Parmaklarımın arasında sıktığım çatalı gözlerimi ondan ayırmadan pastaya geçirip kopardığım dilimi ağzıma götürdüm. Hissettiklerimden dolayı çamur çiğniyormuşum hissiyatı veren lokmayı ağzımda sağa sola çevirip dururken bu hastalıklı durumun Cesur'u gittikçe ele geçirdiğini fark etmeyi sindirmeye çalıştım. Sanırım tüm bunlar bittiğinde ve gitme vakti geldiğinde sorun çıkartacaktı, belki de engel olmaya kalkacaktı. İç sesim hemen, şimdi ardıma bakmadan kaçmam için çığlık atıyordu ama ben onu susturmayı seçtim. Çünkü Cesur mantığını kaybettiğinde onu durduracak iki kardeşi vardı. Akın ve Özgür gitmem için her şeyi yaparlardı. Onlara güveniyor olmam saçma olsa da önce hedeflerimi yerine getirmek istiyordum ve bu yolda Cesur'a ihtiyacım vardı. “Yüzün bu yüzden mi asıktı?” “Anlamadım?” dedim düşünceler âleminden hızla sıyrılarak. “Oda mevzusu yüzünden mi yüzün asıktı?” diye yineledi. “Rahatsız hissettiriyor.” “Hissetme,” dedi altını çizer gibi. “Senin için daha birçok şey yapacağım. İntikamını almana yardım ettiğimde de böyle rahatsız hissedecek misin?” “Ama bu aynı şey değil-" “Aynı şey. Odayı senin için istedim. Tolga'yı, Hasan'ı, Yiğit'i de senin için isteyeceğim. Aynı şey. Bu yüzden rahatsız hissetme.” Diyebileceğim tüm kelimeleri yutmayı seçip kafamı salladım. Sorun çıkartmayı bir kenara bıraksam iyi olacaktı. Hedefime odaklanmalı ve işim bittiğinde geçip gitmeliydim. Üstelik bu hemen olmalıydı. “Dün gece senden bir şey istemiştim,” dedim sanki az önceki konuşmalar hiç olmamış gibi. “Ne zaman gerçekleşir?” Her şeyi kabullenmiş gibi görünmem karşısında memnunca soluğunu dışarıya saldığını yakalarken, “Sabırlı ol, ayarlayacağım,” dedi sadece. Kafamı sallayıp soğumaya yüz tutmuş kahvemden yudumladım. Günüm kötü başlamıştı ve aynı tempoda devam ediyordu. Kendimi ait olmadığı bir köşeye terk edilmiş, güneşsiz yapamayan kırılgan bir çiçek gibi hissediyordum. Işığa, nefes almaya ihtiyacım vardı ama bulunduğum yer bana uygun değildi. Cesur ise köklerimin kurumasına izin vermiyordu, toprağımı suluyordu ama güneşi göstermiyordu ve bunun beni usul usul çürüttüğünü anlayamıyordu da. “Bugün bana kendi hakkında söyleyeceğin bir şey yok mu?” diye sorduğunda sanki yıllar yıllar üzerine konuşmuş gibi hissetmekten kendimi alamadım. Sıkıntıyla iç geçirirken, “Unutacağını sanmıştım,” diye yakındım. “Asla,” dedi, kafamı salladım. Ölüm döşeğinde bile olsa o gün ona vereceğim bilgiyi duymak isteyeceğinden emindim. “Pekâlâ, tamam, söylüyorum. Bir zamanlar bu dünyanın içerisindeydim,” dedim ezberden bir metin okur gibi hızlı hızlı. “Kirli oynuyorsun, bunu zaten biliyordum,” derken yeni bilgi kapamadığı için huysuzdu. “Sadece tahminlerin vardı, ben de sana kesin bilgi vermiş oldum. Oyunbozanlık yapma.” “Neyse ki önümüzde daha çok gün var,” dedi sanki uzunca bir süre birlikte olacağımızdan eminmişçesine. Üstüne bir de bana göz kırptı. “Hiç tahminimin olmadığı şeyleri duyacağım günler de gelecek.” Sertçe yutkunup konudan kaçma girişiminde bulundum. “Neden burada olduğumuzu ne zaman açıklayacaksın?” “Bir arsa meselesi vardı. Kulübün yanında otel yaptırmak istiyorum. Her şey tamam, bir tek imza atması kaldı. Yeri gelmişken onu da halledeyim. Sen pastanı bitir ve kendini geceye hazırla,” dedikten sonra çaprazında kalan Tuna'ya doğru dönüp yanımıza gelmelerini belirtircesine işaret etti. Tuna yanındaki adamla birlikte masamıza geldi ve evraklar ortalığa saçıldı. Adamın çevirdiği sayfaları imzalayan Cesur'un ciddiyete bürünmüş suratını izlerken tek düşündüğüm gece ne olacağıydı. ××× Kıpır kıpır müzik eşliğinde barda oturmuş alkolsüz kokteylimden yudumluyordum. Saat gece yarısının kapısını çalmak üzereydi ve görünürde tanıdık pek kimse yoktu. Kulüpteydim, Cesur beni Tuna'yla birlikte kulübe göndermişti ve işinin ne olduğundan bahsetmemişti. Geri döndüğümde ortalıkta ne Akın ile Özgür ne anneleri ne de Eva vardı. Tuna bile beni bıraktıktan sonra yok olmuştu. Ayrıca Yavuz da yoktu. İşkillenmekten kendimi alamıyordum ve diken üstünde duruyordum. Sanki her an kötü bir şey olacakmış gibi hissediyordum. Ayrıca yalnız bırakılmak dışlanıyormuşum duygusunun kalbime çöreklenmesine neden oluyordu. Ciğerlerime sıkıntılı bir soluk çekip öylece vakit harcamaya devam ettim. Odanın henüz hazır olmadığını bildiğim için barda takılıyordum. Her ne kadar içerek kafamı dağıtmak istesem de Cesur'un bu gece için imalarda bulunması yüzünden ayık olmak istiyordum. İşin aslı artık beni unuttuğunu düşünmeye başlamak üzereydim, çünkü ortalıkta kimsecikler yoktu. Birinin omzuma dokunduğunu hissettiğimde sıçrayarak arkamı döndüm ve Eva’nın mahcup yüzüyle karşılaştım. “Özür dilerim, seslendim ama duymadın,” dedi müzik dolayısıyla biraz bağırarak. Resmiydi ve mesafeli duruyordu. Böyle olmasını ben istemiştim ama bundan daha ilk saniyede her zerremle nefret etmeye başlamıştım. “Oda hazır, görmek ister misin?” Zümrüt yeşili gözlerinin derinliklerindeki kırık kadını görmekten kaçarcasına bakışlarımı arka tarafa açılan kapıya çevirip kafamı sallamakla yetindim. Daha sonra önden giden Eva'yı takip etmeye başladım. Üzerinde kısa siyah bir elbise vardı ve vücuduna çok iyi bakıyor olmalıydı, kusursuz görünüyordu. Zaten buranın işlerini halletmek adına sağa sola koşuşturup dururken fazla kilosunun olmasına imkân dahi vermiyordum, yerinde durduğu yoktu. Arka kısma geçtiğimizde bir nebze daha müziğin azalmasıyla birlikte, “Umarım seversin, alışverişi kendim yaptım. İstemediğin bir şey olursa hemen değiştiririm,” dediğini duydum. Beğenmeyeceğime dair endişeli olduğunu anlamam zor değildi. “Seçimlerini beğeniyorum, her şeyin güzel olduğundan şüphem yok,” diye mırıldanırken kendi ellerimle aramıza ördüğüm duvarın verdiği rahatsızlıkla boğazımı temizledim. “Herkes nerede Eva?” “Halide anne yeni odayı görmek ve seni tanımak için gelmişti ancak çıktığın için seninle tanışamadı ama odayı çok beğendi. Özgür onu köşke geri götürdü. Akın ise Yavuz’la birlikte çıktı. Cesur abiden haberim yok.” Kızıl ışıkla aydınlatılmış koridorun sonuna geldiğimizde artık karşılıklı duran iki kapı vardı. Sağdaki Cesur'un odasıydı ve soldaki de benim odamdı. Buna alışmamın zaman alacağını biliyordum. İç geçirip, “Diğer odada kalan eşyalarımı alayım-" diye başlamıştım ki Eva atıldı. “Ben hepsini hallettim. Tüm eşyaların artık senin odanda.” “Teşekkür ederim,” dedim dudaklarımı kırık bir tebessümle birbirine bastırarak. Eva omzunun üzerinden bana kısa bir bakış attı. “Önemli değil, bu benim görevim.” Kafamı sallamakla yetindim. Eva kapının tokmağını çevirip içeriye davet edercesine eliyle gösterdi. Ansızın içime doluşan merakla odaya girdiğimde şöyle bir etrafımda göz geçirdim. Evet, biraz küçüktü ama her detay düşünülmüştü. Yatağım çift kişilikti ve başlığı antika esintisi verircesine demirdendi. Yatağın hemen karşısındaki duvara televizyon konulmuştu. Makyaj masam ve boy aynam vardı, ayrıca televizyonun asılı olduğu duvarın ardında banyo bulunuyordu. Üç kapaklı gardırop yeterli büyüklükteydi. Her şey bir yana yatağın üzerinde büyükçe kırmızı kurdeleli bir kutu vardı. “İhtiyacın olabilecek çoğu kıyafeti senin için aldım. Elbiseler, ayakkabılar, çantalar... hepsi dolabında. Makyaj masana her çeşit üründen yerleştirdim. Banyoya da gerekli her şeyi koydum. Eğer başka şeyler istersen söylemen yeterli,” dedi Eva kapının önünde dikilirken. İçeri adım bile atmamıştı. “Ayrıca kolyeni de komodinin üzerine bıraktım.” Gözlerim yavaşça kayarak komodini buldu. Kolyemi koyduğum küçük kutu orada duruyordu. “Her şey çok güzel, ellerine sağlık. Teşekkür ederim. Tüm bunlar fazla bile.” “Böyle şeyleri severim benim için zevkti.” “Peki bu kutu da neyin nesi?” “Ah, o Cesur abinin senin için özel istediği bir hediye.” Bahsettiği şeyin bu olduğunu düşündüğüm sırada, “Eğer bana ihtiyacın olursa kapının ardındayım,” dedi Eva kapıyı kapatmak için uzandığı esnada. Hızla kaşlarım çatıldı. “İçeri neden gelmiyorsun?” diye sordum merakla. “Rahatsız olabilirsin.” Bu cümleyi sindirmek için birkaç saniye boyunca beklemek zorunda kaldım. “Senden rahatsız olmam,” dediğimde sesim güçsüzdü. Sanırım arkadaş olamayacağımızı söylediğimde problemin kendinden kaynaklı olduğunu düşünmüştü. Halbuki bunu ona açıklamaya çalışmıştım ama görüyordum ki yine de her şeyi yanlış anlamıştı. “İçeri gel, lütfen.” Yavaşça odaya girdi ama kapının önünden fazla uzaklaşmadı. “Benim yanımda onu açmak istediğinden emin misin? Yalnız kalmak istersen bunu anlarım.” “Cesur'la aramda özel bir şey yok Eva,” dedim kelimelerimin altını çize çize. “Bu yüzden senin yanında açmam sorun değil, çünkü özel bir hediye olduğunu düşünmüyorum.” “Pekâlâ, sanırım haklısın.” “İçerisinde ne olduğunu biliyor musun?” Kafasını sallayarak bildiğini belirttiğinde ben de kuşkuyla gözlerimi kıstım. “Herkesin şu anda nerede olduğunu da biliyorsun değil mi?” Onu yakalamışım gibi yüzünün iki yanından salınan bakır tonundaki saçlarıyla oynadı. “Nehir, elbette biliyorum,” dedi daha fazla saklama gereği görmeden. “Çünkü plana dâhil olanlardan biriydim.” “Ah,” dedim olayı yeni kavramışım gibi irkilerek. “Sanırım özel bir mesele ve bu yüzden bana bahsetmek istemediniz. Kendimi bu kadar kaptırmak benim hatam,” derken kutunun üzerindeki kırmızı kurdeleye asıldım. “Sizden biri değilim ben,” dedim kendi kendime kısık sesle. Beni aileden görmedikleri için işlerini saklı tutmaları normaldi, buna alınmamam gerekiyordu. Peki o zaman Yavuz neden onlarlaydı? Sanki var olan durum pek de umurumda değilmiş gibi kurdeleyi kutunun üzerinden söktüğüm esnada Eva sessiz kalmayı tercih etti. Sessizliği iyice dışlanmış gibi hissetmeme neden olurken kutunun kapağını kaldırdım. İçerisinde rengi capcanlı görünen kırmızı bir elbise vardı. “Bu da ne şimdi?” diye sorarken kaşlarım şaşkınlıkla havalanmıştı. Ellerimi kutunun içerisine daldırıp ince askılı, derin dekolteli, parmaklarıma saten tatlılığında his bırakan elbiseyi hafifçe havaya kaldırdım. Göğüs kısmı kalıp gibiydi, ancak uzun olan etek kısmı rahat görünüyordu. “İstersen hazırlanmana yardım edebilirim.” “Ne için hazırlanacağım?” “Cesur abi sana söylemedi mi?” Gözlerim hâlâ elbisenin üzerindeyken kafamı yavaşça iki yana salladım. “Bir hediyesi olduğundan bahsetmişti. Sanırım hediye olan şey bu elbise değil?” “Değil, hazırlanmak ister misin?” Elbiseyi hâlâ havada tutan parmaklarım kumaşı ezer gibi kavradı. “Galiba ne olduğuna dair bir fikrim var,” diye mırıldandım kan rengindeki kıyafete donakalmış gibi bakarken. Tüylerim diken diken olmuştu ve tenim birden buz kesmişti. “Eva,” dedim güçlükle. “Galiba ne olduğunu anladım.” Eva endişeyle yanıma yaklaştı. “İyi misin Nehir? Yüzün bembeyaz oldu. Biraz otur, gel,” diyerek beni makyaj masasının önündeki sandalyeye oturttu. Tavana kadar uzanan aynaya dönen mavi gözlerim yatağın üzerindeki kutuyla olan odağını kaybetmemişti. “Su ister misin?” “İstemem.” “Peki... Cesur abiyi arama mı ister misin?” Kafamı iki yana sallayıp, “İstemem,” dedim yeniden. “Sadece beni hazırla, lütfen.” Eva hızla işe koyuldu. Saçlarımdaki bağı çözüp buklelerin yüzüme dökülmesine izin verdi. Ardından onları fırçaladı ve şekillendirdi. Yüzüme gözlerimi ortaya çıkartacak bir makyaj yaptı. Dudaklarıma sürdüğü ruj şaşırmadığım gibi kırmızı oldu. Son olarak da elbiseyi giymeme yardım etti. Tüm bunları yaparken sürekli ama sürekli ne durumda olduğumu sorup durmuştu. Sakin görünse de endişesini gizlemekte başarılı değildi. Her şey bittiğinde boy aynasının karşısındaydım. Can alıcı görünüyordum ama yansımam sanki başka bir kadına aitmiş gibi onu yabancılamıştım. Elbise göğüs kısmımı sıkıca kavramıştı, ince askıları tenime batıyordu. Göğüs dekoltesinin yanında derin bir bacak dekoltesi de vardı ve her adım atışımda bacağımın boydan boya görüneceği belliydi. Cesur bir elbiseydi ve açık söylemek gerekirse pek de benim tercihim değildi. Benim yüzüme yansıtmadığım rahatsızlığımın aksine Eva ortaya çıkardığı şahesere parlayan gözlerle bakarken, “Nefes kesicisin,” dedi. “Kırmızı gerçekten senin rengin.” Bunu daha önce Cesur'dan da duymuştum. Kuruyan boğazımı ıslatma umuduyla sertçe yutkunup, “Tüm bunlara gerek var mıydı?” diye sordum, sesim bile bana yabancıydı. “Daha iyi hissetmen için.” Daha iyi hissetmediğimi söyleyemedim. Sadece kafamı salladım. Bunun üzerine Eva dışarıdaki soğuk havayı unutmayıp kürk benzeri şalı çıplak omuzlarıma örterken, “Kapıda bir araç seni bekliyor,” dedi. “Sen gelmiyor musun?” “Ben burada kalacağım. Birinin kulübe göz kulak olması gerek, değil mi?” Bir kez daha sertçe yutkundum. Gelmesini ne kadar istesem de sesimi çıkartmayıp ayağıma geçirdiği topuklu ayakkabıları yere vura vura odadan çıktım. Eva beni en güzel şekilde hazırlamıştı. Ama ben kendimi hazırlayamamıştım. Bindiğim aracın içerisinde yol boyunca tek duyduğum kendi kalp atışlarım olmuştu. Ön kısma açılan panel kapalı olduğu için sürücü koltuğunda kimin olduğunu bile göremiyordum. Gecenin ilerleyen saatlerinde olduğumuzdan dolayı trafik yok denecek kadar azdı ve bu sayede araç hızlı ilerliyordu. Ayrıca motor sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Cesaretimi sorgularken kendimi buldum. Yüzleşeceğim şeyin ne olduğu hakkında tahminlerim vardı ama buna hazır mıydım? Bunu kaldırabilecek miydim? Tüm bedenim zangır zangır titriyordu ve soğuk hissediyordum. Sanki duygularımdan arınmış gibi ama o duygularda boğuluyormuş gibiydim. Midem bulanıyordu, karnıma öyle sert ağrılar saplanıyordu ki olduğum yerde iki büklüm oluyordum. Vazgeçme çizgisindeydim. Vazgeçmek üzereydim. Bir kez daha her şeyden ve herkesten kaçmak istiyordum ama bunun çözüm olmayacağını artık biliyordum. Yine başladığım noktaya dönmüş olmam bunun en büyük kanıtıydı. Hümeyra için cesur olmalıydım, Yonca için cesur olmalıydım ve Yavuz için. Mahvolan hayatlarımız için öç almalıydım. Çünkü artık temiz bir hayatım olamazdı ve artık bana yapılanları yapanların yanına kâr bırakmayacaktım. Araç şehrin ücra köşelerinden birinde, ıssız bir binanın önünde durdu. Kapıyı açacak gücü kendimde bulamadığım için öylece bekledim. Korkuyordum. Kalbim patlayacak gibiydi. Yaşadığım gerilimden dolayı saç diplerim nemlenmişti. Ayrıca ellerim hâlâ titriyordu. Neyse ki biri imdadıma yetişerek kapıyı benim için açtı. Soğuk hava içeriye doluşup iyice buz kesmeme neden olurken kapıyı açanın Tuna olduğunu gördüm. Etrafta fazla aydınlatma olmadığı için kolayca inmem için elini uzattı. Bir süre bana uzattığı eline boş boş baktım, sabırla bekledi. Sanki içimdeki tufanı görür gibiydi. Sonunda elimi avucuna bıraktığımda sıkıca kavradı ve beni dışarıya çeker gibi araçtan indirdi. Havalar hâlâ ısınmadığı için dışarısı buzdan farksızdı ve ben neredeyse hiçbir şey giymiyordum. Omuzlarımdaki şal beni sıcak tutmada etkisizdi. Titriyor olmam Tuna'ın gözünden kaçmazken, “İyi misin?” diye sormakta gecikmedi. “Soğuktan,” dedim güçlükle. Bana inanmamış olsa da inanır gibi yaptı. “Cesur nerede?” “İçeride.” Birkaç ışığı yanan, çoğu penceresi kırılmış binaya baktım. Karanlığa saklanmış başka adamların olduğunu göremesem de biliyordum. Güvenlik önemleri alınmıştı. Cesur her şeyi ayarlamıştı. Tuna'nın elinden elimi kurtararak binaya doğru yürümeye başladım, peşimden gelmedi. Bastığım çerçöp dolu toprağın sallandığına yemin edebilirdim ama bunun başımın dönmeye başlamasından kaynaklı olduğunu biliyordum. Omuzlarımı dikleştirerek verdiğim kararı korumaya çalıştım. Hâlâ cesaretim yoktu, hâlâ korku doluydum ama yine de bunu maskelemek için elinden geleni yaptım. Güçlü olmak istiyorsam güçlü durmalıydım. Kapısı sökülmüş girişten binaya girdiğimde bir başka kapısız giriş daha beni bekliyordu. Ancak adımlarımı sekteye uğratan cızırdayan floresanlarla aydınlatılmış sonu görünmeyen koridor değildi. Önümdeki diğer kapının yanındaki boyası dökülmüş duvara sırtını yaslamış sigara içen Yavuz'u görünce duraksamıştım. Ağzına götürdüğü sigarayı tutan elinin üzeri yaralarla doluydu ve kanlıydı. Sanki birisini öldüresiye dövmüş gibiydi. Yine de huzura eremediğini kasılı duruşundan bile okuyabiliyordum. Yavuz oradaki varlığımı fark ettiğinde ciğerlerine doldurduğu zehirli dumanı ağır ağır dışarıya salıyordu. Kısa bir duraksama yaşasa da sanki ben orada değilmişim gibi sigara içmeye devam etti. Mümkünmüş gibi midem biraz daha büzüştü. Onu ilk kez sigara içerken görüyordum. Bugüne kadar rol model olarak daima takdir ettiğim adamın çöküşüne şahit olmak içimdeki intikam hırsını biledi. Bunu ona yaşatanlardan acısını çıkartacaktım. Yavuz'u bile bile kendini zehirleyecek duruma getirenlere kan kusturacaktım. Daha kendimden emin hissederken daha güçlü adımlarla ilerlemeye devam ettim. İkinci kapıdan geçmiştim ki Cesur ve Akın'ı bana doğru gelirken gördüm. Akın şöyle bir bana baktıktan sonra hoşnutsuzluğunu saklamayarak yanımdan geçip gitti, hiçbir şey söylemedi. Cesur ise koyu kahve gözlerini her santimimde gezdirdi. Bakışlarından çıkan minik kıymıkların sızılarını tenimde hissettim, tüm vücudum karıncalandı. Başka bir şey düşünemezmiş gibi sadece bana odaklıyken adımlarını biraz önümde durdurdu. Hâlâ aynı kıyafet üzerindeydi, sadece ceketini çıkartmıştı. “Kırmızı senin için yaratılmış fırtına kuşu.” Bir an bile zayıflamayan kalbimin hızını görmezden gelmeye çalışırken, “Buna ne gerek vardı anlayamıyorum,” dedim kafa karışıklığıyla. “Gerek yoktu,” derken omuz silkti. “Ama bu gece seni bu şekilde görmek istedim. Sana ne dediğimi hatırlıyor musun? Kana bulanacaksın-” “İşe giyimimle başladın,” dedim ne diyeceğini anlayarak. Gerginlikle dudaklarımı yaladım. “Bahsettiğin hediye bu muydu?” “Gel, sana ne olduğunu göstereyim,” diyerek bana doğru elini uzattı. Güç kaynağım oymuş gibi hızla elini tuttum ve sıktım. “Üşüyor musun? Elin buz gibi.” “Hava serin,” diye mırıldandım ve onunla birlikte yürümeye başladım. “Bu yüzden mi titriyorsun?” “Hı-hm,” diye ses çıkartıp daha fazla sorgulamasını istemezmişçesine elimi elinden kurtarmaya çalıştım ama buna izin vermek yerine elimi daha sıkı kavradı. “Korktuğun için olabilir mi?” “Bilmiyorum.” “Bu gece seni kana bulayacağım,” dedi bana bakmadan, duruma hazır olmamı beklercesine. “Belki bu yüzden benden nefret edeceksin,” derken bundan rahatsızlık duyar gibiydi. “Belki bu geceyi hiç aşamayacaksın ama bu gece yaşanacak. Birlikte yaşayacağız.” “Çünkü böyle olmasını ben istedim,” dedim kendime kabullendirmek umuduyla. Her şeye rağmen kuyruğu dik tutma çabam acınasıydı. “İstemeseydim burada olmazdım.” “Olmazdın,” diyerek beni hiçbir şeye zorunlu tutmadığını hissetmemi sağladı. “Eğer istemeseydin onu avlamazdım. Yavaş yavaş dibe çökmesini izlemek daha keyifli olacaktı ama sen bitirmek istedin.” Sonunda bana doğru döndüğünde bir odanın önündeydik ve koyu kahve gözlerindeki yoğun bakışı çözemiyordum. “Sen istedin ben de avladım.” Sertçe yutkundum, belki de bunu duydu ama üzerine düşmedi. Beni önünde durduğumuz odaya soktuğunda ilk gözüme çarpan bir sandalyeye ceset gibi yığılı duran Tolga Zafer'di. Üstü başı kan içerisindeydi ve yüzü seçilemeyecek kadar yarayla doluydu. Öyle çok hırpalanmıştı ki ölümün eşiğinde olduğunu anlamam zor değildi. Onu bu hâlde görünce irkilmekten kendimi alamamıştım, çünkü bunu yapan Yavuz'du. Onu döve döve öldürecek hâle getirmişti ve yine de huzura ermediğini kalbimin derinliklerinde hissetmiştim. Tolga'nın hemen yanında başka bir sandalyeye ters oturmuş Özgür'e baktığımda onun donuk bakışlarla Tolga'ya odaklı olduğunu yakaladım. Sanki gözleriyle onu boğar gibiydi. Özgür şu anda nefretin ete kemiğe bürünmüş hâliydi. Kız kardeşinin ölmesine neden olan adamı susuz denizlerde boğacak kadar öfkeli ve nefret doluydu. Sandalyenin sırt kısmına dayadığı elinde duran sigaranın ucundaki kül o kadar uzundu ki bana bir süredir içmek yerine öylece durduğunu hissettirmişti. Ancak bizim oradaki varlığımız dikkatini bozduğunda sigarayı hızla dudaklarına götürüp sandalyeden kalktı. Ciğerlerine doldurduğu dumanı havaya üflerken henüz sadece yarısı bitmiş olan sigarayı Tolga’nın bulunduğu tarafa doğru savurdu ve ardından da hışımla bize doğru döndü. Tek hedefi bendim, doğrudan bana bakıyordu ve doğrudan bana bakarak belindeki silaha davranıp emniyetini açtı. Yemin edebilirdim ki bir an için beni vuracağını sanmıştım ama o, yeri döven adımlarla yanıma gelip elime uzandı ve çıkardığı silahı avucuma gömercesine bıraktı. “Yap şunu hemen,” dedi emreder gibi. Ardından kararmış bakışları abisini buldu. “Bu hakkı bizden aldığın için seni asla affetmeyeceğim,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. Sesindeki keskinlik ürpermeme neden oldu. Cesur ise hiçbir şey söylemedi. Özgür’ün dilinin ucunda saklı olan yüzlerce acı kelime olduğunu anlamak zor değildi. Ancak beni şaşırtarak hiçbirini dile dökmedi, sadece abisine baktı, uzun uzun baktı. O bakışmada geçen sözsüz haykırışları duymuşum gibi kulaklarım uğuldadı. Ve sonra Özgür bizi orada yalnız bırakarak çekip gitti. Şalın omuzlarımdan kayıp yere düşmesine izin verdim. Elimde tonlarca ağırlık varmış gibi tutmakta zorlandığım silaha düşen gözlerimde vazgeçme vardı, biliyordum. Kafamı kaldırıp Cesur'a baktığımda bunu gördüğünü de biliyordum. Ama o, sanki istekle ona bakmışım gibi beni kolumdan tutarak önüne çekti ve silahı tutan elime elini sardı. “Onu nasıl tutacağını göster,” dediğinde sırtım göğsüne yapışıktı ve ondan destek alarak dik durabiliyordum. Elim eliyle birlikte yavaşça havaya kalktı. Artık silahın namlusu Tolga Zafer'in üzerindeydi ve parmağım tetikte duruyordu. “Yap,” dedi daha sonra. “Tetiğe bas.” Cehennemin derinliklerinden bana seslenen ve iyi bir şeye şevk ediyormuş gibi görünen şeytandı. Beni günahına ortak etmek istiyordu. Belki de bunu bir daha yolumuz hiç ayrılmasın diye bu kadar istiyordu, çünkü günaha bulanan biri şeytanla dost olurdu. “Cesur-” “Yap,” diyerek sözlerimi ağzıma tıkadı. Gözlerim dolmuştu, midem bulanıyordu. Kafamı hafifçe iki yana salladığımda silahı tutan elim aşağıya doğru düştü ama buna izin vermeyerek elimin üzerinden silahı kavradı ve namluyu yeniden Tolga'ya odakladı. Artık tetiği birlikte tutuyorduk. “Herkes bir şekilde ondan hırsını çıkardı,” dedi karanlık bir tonla. “Herkes, fırtına kuşu, herkes onun canını yaktı. Bir tek sen kaldın. Bu yüzden bunu yapmak senin hakkın. Tetiğe bas.” Elim titriyordu ama beni öyle sıkı tutuyordu ki namlunun hedefi bir milim oynamıyordu. Bu sırada kafası sol omzuna doğru düşmüş Tolga Zafer'de küçük bir hareketlenme oldu. Kafası yavaşça oynadı ama dik tutacak gücü olmadığı için bu kez geriye doğru düştü. Sadece minicik bir aralıktan bakan gözleri beni bulduğunda tüm hâline rağmen patlamış dudağı hafifçe kıvrıldı. Pek belirgin olmayan bir hareketti ama onu yakalamıştım. Ve ayrıca o minik aradan beni izleyen gözlerindeki iğrenmeyi, aşağılamayı da yakalamıştım. Bir zavallıya bakıyormuş gibi bakıyordu. Olduğu duruma rağmen ondan aşağıdaymışım gibi bakıyordu. Gözyaşlarıyla dolu olan gözlerim hırsla kısıldı. “Cesur,” diye mırıldandım kalbimin atışlarının yavaşlamaya başladığını hissederken. “Saat gece yarısını geçti mi?” “Geçti,” dedi, sesinden bunu neden sorduğumu sorguladığını fark ettim. “Öyleyse sana bugün için hakkımda yeni bir bilgi verebilirim,” dedim ciğerlerime derin bir soluk çelerek. Cesur da benim gibi derin bir soluk aldı, göğsü sırtıma baskı uyguladı. “Söyle fırtına kuşu.” “Kaçtığım hayatın tam ortasına düşmekten korkuyordum,” derken gözyaşlarıma daha fazla engel olamadım. Birkaç damla yanaklarımdan yuvarlandı. “Kaçtığım hayatın tam ortasına düşüp, elimi kana bulamaktan, sizin gibi birine dönüşmekten çok korkuyordum,” dediğimde Cesur'un duraksamasını soludum. Elimi tutan eli çok hafifçe gevşedi. Belki de beni bulunduğum uçurumun kenarından çekmeyi düşündü ama ona fırsat vermedim ve tetiğe asıldım. Namludan çıkan kurşun Tolga Zafer'e saplandı. Ama öldürdüğüm kişi bendim. ××× Burada yorumlarını hevesle okuyan iki kişi olduğunu unutmayınnn 🥺💓
|
0% |