Yeni Üyelik
14.
Bölüm

14. BÖLÜM

@yazarimsibirileri

Saçlarımın havada salındığını hissediyordum. Islak kirpiklerim birbirine sıkıca geçmiş olsa da şu anda nerede olduğumu biliyordum. Bedenimi sıkıca sarmış güçlü kolların arasında başka hiçbir yerde olamayacağım kadar güvende hissediyordum ve bu elimde olmadan gerçekleşiyordu. Oysa burnumu göğsüne gömdüğüm ve kokusuyla ciğerlerimi doldurduğum bu adama öfkeli olmam gerekirdi, çünkü yaşadığım çöküşün altında onun imzası vardı.

Etrafımızda başkalarının olduğunu bilsem de kimseden çıt çıkmıyordu, tek duyduğum adım sesleriydi. Sanırım hâlimi görenler ağızlarını açmaya çekiniyordu. Yüzüme çarpan kızıl ışığı sezdiğimde kulübün arka kısmındaki odalarımıza uzanan koridorda olduğumu anladım. Müzik sesi duymadığım için gecenin son bulduğunu anlamam zor değildi, zaten gün doğmak üzereydi.

Birinin kapıyı açtığını işittim, yine konuşma olmadı. Taze boya kokusu burnuma dolduğunda yeni odamda olduğumun bilincindeydim. Cesur ağır adımlarla yatağa yaklaşırken Eva'nın, “Bundan sonra onunla ben ilgilenirim,” dediğini işittim. Sanki uyuyormuşum da uyanmamdan çekinircesine sesini kısık tutmuştu. Ancak ben çok farklı diyarlarda kıyıdan kıyıya sürükleniyordum, onun farkında olduğum bile söylenemezdi.

Cesur vücuduna yapışık hâle gelen bedenimi yatağa bırakmak için eğildiğinde tırnaklarımı tişörtüne geçirerek beni bırakmaması için ona iyice yapıştım. Tavrım karşısında beni sanki ateşten alıyormuş gibi hızla geri çekilerek doğruldu. “Çık Eva,” dedi sadece bu sırada, sesinin bile kaşları çatıktı. Eva başka bir şey söylemeden odadan çıkarak kapıyı kapattığında artık onunla yalnız olduğumu bilmek sertçe yutkunmama neden oldu.

En savunmasız anlarıma şahitlik eden adamla baş başaydım. Bu bir yönde iyiydi, beni anlayışla karşılıyordu ve destek çıkıyordu. Diğer yöndense olduğumdan daha kötü hissetmeme neden oluyordu. Zayıflıklarımı açıkça gördüğünü bilmek midemi düğümlüyordu. İçimdeki yaralı kız çocuğuyla tanışmasını istemiyordum ama bir başkasının daha bu anlarıma şahit olmasına izin vermektense yine onun kapısını çalmayı tercih ediyordum.

“Fırtına kuşu,” dedi kafasını aşağıya doğru eğerek. “Bana ne istediğini söyle.”

Hâlâ yatağın önünde ayakta dikiliyorduk. Artık kolları ağrımaya başlamış olmalıydı, çünkü uzun süredir beni kucağında taşıyordu. Zorlandığında dair tek belirti göstermemiş olsa da robot olmadığı pekâlâ ortadaydı.

“Her yerim kan... her yerde kan var... yıkanmak istiyorum,” dedim yüzüm göğsüne gömülü olduğu için boğukça. Yine de ne istediğimi anlamıştı ve odanın içerisindeki banyoya doğru yürümeye başlamıştı. Aslında üstümde tek damla kan yoktu ama tepeden tırnağa kan kokuyormuşum gibi hissediyordum. Bu sürekli midemi bulandırıyordu ancak artık içimde dışarıya çıkartabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Birçok kez kusmuştum ve o anların hepsinde sırtımı sıvazlayan, saçlarımı pislikten koruyarak toplayan kişi Cesur'du.

Banyoya girip beni kucağından indirmeden kabinin sürgülü kapısını yana doğru çekti. Ardından da önce ayaklarımın yere basmasını sağlayıp daha sonra üst bedenimi serbest bıraktı. Duvara elimi dayayarak dengemi sağlarken Cesur önümde eğildi. Bunu neden yaptığını düşünmek yerine sanki bir saniye daha susuz kalamazmışım gibi musluk başlığını kaldırarak suyun tepemden boşalmasına izin verdim. Sıcak ayarını yapmadığım için üzerime yağan su damlaları çivi gibi tenime batıyordu.

Önümde bir dizini yere koyarak çökmüş olan Cesur da akan sudan nasibini alıyordu. Ellerinin ayağıma uzanmasını izlerken dokunuşuyla birlikte elimde olmadan irkildim. O ise hızla ayakkabımı çıkartıp diğer ayağıma geçti. Doğrudan yere basmak daha iyi hissettirmişti, inkâr edemezdim. Cesur yeniden ayağa kalktığında az önce ona üsten aşağıya bakarken şimdiyse alttan yukarıya bakmak zorunda kalmıştım. Suyun soğukluğu kesik kesik soluk almama neden oluyordu, kendime eziyet etmeme daha fazla izin vermeyerek uzanıp suyun sıcak ayarını yaptı. Üzerindeki beyaz tişörtün her yanında suyun bıraktığı izler vardı.

Koyu kahve gözleri gözlerimdeydi. Hafif aralık duran dudakları bir şey söylemek ve söylememek arasında gidip gelir gibiydi. Her şey bir yana mahrem bir andaydım ve o gitmek istiyor gibi görünmüyordu. İşin aslı ben de gitmesini istemiyordum. Kapı hâlâ açıkken sırtımı duvara yaslayarak bedenimi aşağıya doğru kaydırdım ve suyun altına oturdum. Ellerim cansızmış gibi iki yanıma düşmüştü ve üzerimdeki kırmızı elbisenin eteği suyla dans edercesine sağa sola salınıyordu. Bacaklarımdan biri derin yırtmacın verdiği özgürlükle tamamen açıktaydı.

Cesur da hemen karşıma, duş kabininin hemen önüne oturdu ve sırtını lavabo dolabına yasladı. Kabinin kapısı açık olduğu için yeri döven su damlaları dışarıya sıçrıyordu ve bu ikimizin de umurunda değildi.

“Benden nefret ediyor musun?”

Ansızın kulaklarıma dolan sorusuyla irkildim. “Neden bunu soruyorsun?” dedim pürüzlü sesimle. Kendimden geçercesine ağladığım için berbat durumdaydım. Makyajım akmış olmalıydı. Belki de iğrenç görünüyordum ama o, iğrenç bir şeye bakar gibi bakmıyordu.

“Çünkü bu gece ruhunda bir delik açıldı. Bunu ben yaptım fırtına kuşu,” dediğinde pişmanmış gibi görünmüyordu. Aslında ne düşündüğünü anlayamadığım anlardan birindeydim. Karşımda yüzü kaskatı duruyordu. Gözlerindeki bakış soğuktu, durgundu ve aynı zamanda fırtına bulutlarıyla doluydu.

“Mermiyi ben sıktım,” dedim o anları hatırlamanın verdiği ağırlığın altında ezildiğimi gizlemeden.

“Mermiyi ben sıktım,” dedi kafasını çok hafifçe iki yana sallarken. “Ben sana sıktım.”

Ben de kafamı iki yana salladım. “Ben kendime sıktım. Kendimi öldürdüm Cesur. Bugüne kadar etrafıma ördüğüm ne varsa yıktım. Duyabiliyor musun? Yıkılışımı duyabildin mi?” derken kafamı duvara yaslayarak gözlerimi tavana diktim. Cesur sessiz kaldı. Banyo, dışarıya açılan penceresi olmamasına rağmen ferahtı ama yine nefes almakta zorlanıyordum. Elim göğsümün üzerine gitti, derimi kazımak istercesine orayı ovaladım, geçmedi.

“Seni buna ben ittim,” dedi Cesur odağımı üzerinde toplamak istercesine. “Hepsini ben ayarladım, farkındasın değil mi?”

Güldüm. Ağzımın kenarları ağrıdı. “Seni suçlarsam hissettiklerim geçer mi sanıyorsun?” dedim ne yapmaya çalıştığını anladığımı belirterek.

Ona bakmıyor olsam da omuz silktiğini yakaladım. “Suçlayacak biri olduğunda her şey daha çekilir hâle gelir.”

“Başından beri her şeyi benim isteklerime göre ayarladın. Bunu görmezden gelecek değilim,” derken bana rahatsızlık verenin üzerimdeki elbise olduğunu fark ettim, elim askılarının etrafında gezinip duruyordu. “Ayrıca bunu netçe yaşamak istiyorum, tüm sonuçlarının benim isteklerim doğrultusunda olduğunu bile bile. Bu gece batacağım kadar dibe batacağım ama gün doğduğunda hepsini unutacağım. Artık bana baktığında aklında zayıf biri olarak belirmek istemiyorum.”

“Ne kadar güçlü olduğunun farkındayım fırtına kuşu,” dedi tereddüt bile barındırmadan. “Her şeye rağmen dik durabiliyorsun. Elbette tökezlediğin bazı anlar olacak, herkesin oldu.”

Parmaklarım elbisenin ip askısına kanca gibi geçip onu indirirken, “Bana neden adımla seslenmiyorsun?” diye sordum yavaşça.

“Bilmem,” derken geçiştirir gibiydi. Bakışları kısa bir anlığına indirdiğim askıya değip yeniden yüzüme tırmandı. “Gözlerine baktığımda uçsuz bucaksız bir okyanus görüyorum. Bazen, hatta çoğu zaman fırtınalı oluyor. Bu yüzden sana fırtına kuşu demek daha anlamlı geliyor. Fırtına kuşları ebatlarına rağmen fırtınayla dans eder. Sen de öylesin. Küçüksün, güçsüzsün,” derken fiziki güçten bahsetmediğini pekâlâ anlamıştım. “Ama fırtınaya kafa tutuyorsun.”

Sertçe yutkundum. Dilimin ucuna beni kime benzettiğine dair tonlarca soru yığıldı ama bunu duymak istediğimden emin olamadım. Hatta bunu duymak istemediğimi fark ettim. Beni kime benzetiyorsa sırf bu yüzden bana böyle yakın davrandığını bilmek bile yeterince can yakıcıydı.

“Tolga’yı... onu nasıl avladın?” diye sorarak kafamda toplanan kuşkuları, şüpheleri ve olasılıkları dağıtmaya çalıştım.

“Evinden kaldırdım.”

“Çatışmaya mı girdin?”

“Çatışma olmadı. Hasan onu vermeye dünden razıydı. Tolga, Yiğit'i artık ailesinden saymadığını ilan etmişti. Yerine Hasan'ı yükseltmişti ve Hasan da onu sırtından vurdu.”

“Bu yüzden mi bana onun yavaş yavaş biteceğini ima etmiştin? Hasan öyle ya da böyle onu bitirecekti değil mi?”

Cesur, “Tolga, Hasan’ı ailesine kattığı andan itibaren sonunun böyle olacağı belliydi-" dedikten sonra birden cümlesini keserek, “Şu askıları bırak,” dedi, irkildim. Beni uyarana kadar diğer askıyı indirdiğimi bile fark etmemiştim.

Duvardan destek alarak ayağa kalkarken, “Elbiseden kurtulmak istiyorum,” dedim aklımdaki her şeyi elimin tersiyle bir kenara iterek. “İçerisinde nefes alamıyorum, beni boğuyor.” Hâlâ yerde oturan Cesur'a uzun birkaç saniye baktıktan sonra yavaşça arkamı döndüm. “Fermuarı açar mısın?”

“Fırtına kuşu-"

“Lütfen,” diye mırıldandım, sesim suyun şakırdayan sesine karıştı. Çıkardığı hışırtılardan ayağa kalktığını anlarken gergindim. Bana doğru yaklaştı ve hatta kabinin içerisine girdi. Artık su onu da ıslatıyordu. Parmakları yavaşça elbisenin üzerine kondu, tenime asla değmiyordu.

“Eva'yı çağırmamı ister misin?”

Kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. “Birinin daha beni bu şekilde enkaz gibi görmesini istemiyorum.”

“Benim görmemde sakınca yok mu?”

“Aslında var,” derken derin bir soluk aldım. “...ama yok.” Ellerim elbisenin göğüs kısmına yerleşti, öylece yere düşmesini istemezdim çünkü altında sutyen giymiyordum. “Aç lütfen. Bu elbisenin her yerinde kan var, beni boğuyor Cesur, nefes almak istiyorum.”

Cesur yavaşça fermuara asıldığında aşağıya doğru kayan fermuarın çıkardığı iç gıdıklayıcı ses ikimizin de kesik bir soluk almasına neden oldu. Gerildiğini kumaşa dokunuşundan bile anlayabiliyordum. Parmaklarını bana değdirmemeye özen gösteriyordu, sanki yasakmış gibi. Fermuarı yarıya kadar indirdikten sonra durdu. Bir süre öylece bekledi ve ben de bekledim. Bu beni aşan bir andı, anlamıştım ki onu da aşıyordu.

Daha sonra Cesur ellerini fermuardan çekip, “Artık ona uzanabilirsin,” dedi kısık sesle, sesi bile gergindi. Bir adım geri çekilip kabinden çıktığında, “Gidiyor musun?” diye sordum hâlâ sırtım ona dönük dururken.

“Gitmem daha iyi.”

“Gitme,” dedim ansızın, bunu ben bile beklememiştim. “Yalnız kalmak istemiyorum. Şimdi değil, Cesur, lütfen gitme.”

İkilemde kalmış gibi sessizliğe gömüldü. Dönüp ona baksam ellerini sıktığını göreceğimden emindim. Kalmak istiyordu ve gitmek de istiyordu. Kalmasını istiyordum ve gitmesini de istiyordum. Aslında ben ne istediğimi bile tam olarak bilmiyordum.

Su sesine rağmen yutkunduğunu duydum. “Odada seni bekleyeceğim. Yıkan fırtına kuşu, yıkanmak sana iyi gelecek.”

Başka bir şey söylememe izin vermeden hızla banyodan çıktı. Biraz daha konuşursam kalırdı ve bu ikimiz için de iyi olmazdı. Sonrasında kendimi pişman hissederdim. Onu buna zorladığım için de bir daha yüzüne bakamazdım.

Ellerimi göğsümden çekip yarıya kadar indirilmiş fermuara uzanarak kolayca açtım. Bunu yaparken aklımda Cesur vardı. Bu anı kullanabilirdi. Tökezlememden faydalanıp bana istediğini yapabilirdi. Ama Cesur bana takıntılı olduğu söylenmesine rağmen bu durumu kullanmamıştı.

Elbisenin üzerimden kaymasına izin verirken onun yere düşmesinden hemen sonra ben de yere yığıldım. Gözyaşlarım hızla yerlerini aldı. Ruhum şiddetli bir depremin altında ezilmişti. Onu oradan çıkarmam zaman alacaktı.

Ve belki de enkazdan çıkabilse bile asla iyileşmeyecek, daima kırık dökük kalacaktı.

×××

Sanki yıllarca uyumuşum gibi garip bir ağırlıkla göz kapaklarım açıldığında yeni yatağımdaydım. Vücudum pelte gibiydi. Yine de zinde hissediyordum. Uzun bir uykudan uyanmış ve buna ihtiyacı olan tüm hücrelerimi doyurmuşçasına tatlı bir rahatlık damarlarımda dolanıyordu.

Sarıldığım yorganı üzerimden çektiğimde bornozla uyuduğumu görmek iç geçirmeme neden oldu. Banyodan yatağa nasıl gelmişsem öyle yatmış olmalıydım. Uzun süren duş boyunca Cesur beni burada beklemişti ve banyodan çıktığımda tek yaptığım yatağa girip yatmak olmuştu. Onunla tek kelime bile etmemiştim, o da etmemişti. Sadece gece lambasını açıp uyumamı beklemişti, çünkü odadan çıktığı anı hatırlamıyordum.

Hatıralar zihnime doluşmak için hevesle ellerini ovuşturan arsızlar gibiydi ama buna izin vermeyecektim. Tüm yaşanılanların önüne set çekerek hepsini geriye ittim. Dünü yaşayabileceğim en kötü hâliyle yaşamıştım ve dünü dünde bırakacağıma dair kendime söz vermiştim. Hiç yaşanmamış gibi davranmayacaktım, aksine yaşadığımı asla unutmayacaktım. Kaçmak, reddetmek yerine ne olduğumu artık kabul ediyordum.

Ben yeraltına mensup olan herkes gibi eli kanlı biriydim.

Ben... ben yeniden yeraltına mensuptum.

Yatakta doğrulduğumda tıpkı koridordaki gibi kızıl gece lambasıyla aydınlatılmış odamda gözlerimi gezdirdim ve sonunda komodinin üzerindeki saate odaklandım. Akrebin gece yarısının eşiğinde olduğunu gördüğümde birkaç kez gözlerimi kırpıştırarak doğru görüp görmediğimi sorguladım. Gün geceye ulaşmıştı ve ben saatlerdir uyuyordum. Böylesine dinlenmiş hissetmem elbette normaldi.

Çıplak ayaklarımı yere değdirip kalkmaya hazırlandım. Artık bu odadan çıkmak istiyordum, çünkü yeniden uyuyamayacak kadar dinçtim. Yataktan kalkarak odanın içerisinde bulunan gardıroba yaklaştım. Kapaklarını ilk kez aralayacaktım ve içerisinde bana uyan bir şeyler olup olmadığından şüpheliydim. Eva'nın tarzı capcanlı çekici kıyafetlerdi. Bense her zaman daha sadelerini seçerdim.

Gardırobun üç kapağını da açarak içerisinde göz gezdirdim. Bir bölümü tamamen raftan oluşuyordu ve ağzına kadar doluydu. Askılı bölmelerden biri pantolonlara ayrılmıştı, başka biri paltolar ve ceketlerle doluydu. En büyük kısımdaysa çeşit çeşit elbise asılıyordu. Altta kalan küçük bir askılık bölümüne dizilmiş gecelikleri gördüğümde yüzümü ekşitmekten kendimi alamamıştım. Kesinlikle pijamaya benzer hiçbir yanları yoktu ve benim asla tercih etmeyeceğim parçalardı.

Alt kısımdaki iki çekmecede beklediğim gibi iç çamaşırları vardı. Aralarından bir takımı çekip aldıktan sonra pantolonların bulunduğu tarafa yöneldim. Parmaklarım kotların üzerinde gezinirken gözlerim bir an için elbiselerin olduğu kısma kaydı. İyi görünme ve bu sayede yaralarımı saklama dürtüsüyle pantolon rafından ayrılarak elbiselerin önünde dikildim. Hiç canım yanmamış gibi şık görünme hissine esir olarak gözüme çarpan payetli hafif siyaha çalan bordo elbiseye uzanıp aldıklarımı yatağın üzerine bırakarak banyoya yöneldim. İhtiyaçlarımı karşıladım, yeniden duş aldım ve saçlarımı kuruttum. Banyodan çıktığımda peşimden odaya dolan buhar suyu dayanabileceğim en yüksek seviyede sıcak tutmamdan kaynaklıydı. Bunu her şeyden arınma dürtüsüyle yapmıştım.

Çabucak giyinip aynanın karşısına oturduğumda önce saçlarıma şekil verdim ve sonra makyaj bile yaptım. Çekmecelerde bulduğum takıların arasından bir çift küçük taşlı küpeyi taktığımda hazırdım. İçimde garip bir heyecan vardı ve bunun kaynağında ne olduğunu çözmem zordu. Ayrıca gergindim. Ara sıra ellerim titrer gibi oluyordu ve özellikle dün geceyi düşündüğümde bu olay gerçekleşiyordu.

Seçtiğim elbisenin boyu kısaydı, önü boğazıma kadar kapalı ama sırtı kuyruk sokumuma kadar açıktı. Saçlarımı dağınık topuz yaptığım için çıplak tenimi örten hiçbir şey yoktu. Bundan bir süre önce böyle bir kıyafeti giymek için saatlerce düşünür dururdum ama şimdi tek yaptığım aynadaki aksime omuz silkmekti.

Odadan çıktığımda koridorda ilerlemeden önce Cesur'un odasına baktım, kapısı kapalıydı. İçeride olup olmadığını düşünürken kendimi bulduğumda kulüp kısmından yükselen çığlıklarla irkildim. Bu gece dövüş vardı. Ağırlaşan adımlarla koridoru aşıp ringin kurulduğu alana çıktım. Birbirine öldüresiye saldıran ikilinin kapışması izleyiciler tarafından coşkuyla takip ediliyordu. Geri planda sesi hafif tutulmuş müzik dönüyordu ama kimsenin onu dinlediğini sanmıyordum.

Alanda gezinen bakışlarım kalabalığı yararak ücra bir köşede duvara omzunu yaslamış elindeki içkiden yudumlayan Cesur'u buldu. Yanında tanımadığım iki adam vardı ve o adamlardan birine sarılmış iki kadın bulunuyordu. Yanlarına bir kadın daha yaklaşırken gözlerimi kıstım. Cesur oradaydı ama orada değilmiş gibi duruyordu. Dönen konuşmaya ara sıra dâhil oluyordu ve gözleri çoğunlukla ringdeydi.

Aniden beni yakalan zil sesiyle irkilip hızla ringe döndüğümde maçın bittiğini ve adamlardan birinin düştüğü yerden kalkamadığını gördüm. Dövüşü kazananın patronu olduğunu düşündüğüm bir adam ringin hemen önündeyken havayı yumruklar gibi yaparak sevindi ve etrafındakilerin tebriklerini kabul etti. Ağzında purosu asılıydı ve giyimi para kokuyordu. Dışının mükemmel içininse bir o kadar berbat olduğuna yemin edebilirdim. Yüzüm tiksinç bir ifadeyle şekillenirken bakışlarım yeniden kayarak Cesur'a döndü ve onunla göz göze geldim. Beni fark etmiş olmasına şaşırmıştım, çünkü etrafındakiler umurunda değil gibi duruyordu ama sanırım değişen en ufak durumu bile takip ediyordu.

Yanlarına sonradan giden kadın dikkatini çekmek ister gibi elini Cesur'un omzuna koyduğunda bakışlarım kısa bir an kadının eline kaydı, Cesur ise ona hiç bakmadı bile, hâlâ bana odaklıydı. Ciğerlerime derin bir soluk çekip bar kısmına doğru döndüm. Akın dövüşe çıkacaktı, belki de çıkmıştı. Bu yüzden etrafta yoktu. Bar tezgâhının ardında takılmayı seven Özgür’se umduğum gibi oradaydı. Dün geceyi tamamen aklımdan silerek kalan tek boş koltuğa oturdum. Solumda telefonuna gömülmüş, bulunduğu ortamı umursamadan kulaklığını takmış genç bir kadın vardı ve sağımdaysa birbirlerine kur yapan çift bulunuyordu, çevredeki hiçbir şeyin umurlarında olmadığını anlamak zor değildi.

Özgür beni fark ettiğinde konuklara içki servis etmeyi diğer barmene bırakarak yanıma yaklaştı. Giydiği gömleğin kollarını kıvırmıştı ve bardakları sildiği bezi omzuna atmıştı. Ellerini önümdeki tezgâha dayayıp iki yana açarken gözleri yüzümü talan etti. “Kış uykusunda olduğunu sanıyordum,” dediğinde bana sataştığının farkındaydım.

“Bu kibar yoldan ayı gibi uyudun deme şeklin mi?”

Özgür sanki aramızda hiçbir sorun yokmuş ve iyi birer dostmuşuz gibi kahkaha attı. “Bir kadına ayı diyecek kadar ayı değilim,” dedi sırıtarak. “İyi geldi mi peki?”

Kafamı salladım ve elimde olmadan yüzüm biraz düştü. “Çok iyi geldi.”

“Daha iyi olması için bir şeyler içmek ister misin?”

“Olabilir, seçimlerine güveniyorum. Gönder bir tane, sert olsun.”

Özgür seri hareketle shaker bardağına uzanmıştı ki, “Bekle bir dakika,” diyerek yeniden bana döndü. “Bir şeyler yedin mi?”

Bunu sormasını beklemediğim için yüzüm şaşkınlıkla kuşandı. Bu sayede bir şey söylememe gerek duymadan cevabı yüzümden okuduğunda, “Midenin hassas olduğunu duydum. Bence hafif bir şeyler daha doğru tercih olur,” dedi ve bana meyveli kokteyllerden birini hazırlamaya başladı.

“Midem hassas değil,” dedim Tolga'nın kanlar akan bedeninin karşısında onlarca kez öğürdüğümü hatırlamamaya çalışarak.

“Biliyorum. Yine de içindeki zehri yeni boşaltan birine göre yavaş ilerlemelisin.”

Gözlerim hızla kısıldı ve soru işaretlerinin beni ele geçirmesine izin verdim. “En son elime bıraktığın silahla herkesten önce beni vurmak ister gibi bakıyordun. Şimdiyse iyiliğimi ister gibi davranıyorsun. Hangisi gerçek artık emin olamıyorum.”

Özgür omzuna attığı bezi alıp karışımı hazırlarken tezgâhın üzerine döktüklerini silmeye başladı. Bu sırada gözleri kısa bir anlığına solumda kalan, ortamla bağlantısını asla kurmayan kadına değdi. Onu yokladıktan sonra yeniden bana odaklandığında, “Benim düşmanım değilsin Nehir. Buradaki kimsenin düşmanı değilsin,” derken hazırladığı kadehi önüme bıraktı. Süsleme şekline diyecek yoktu, gerçekten hoş görünüyordu.

“Emin ol herkesten çok iyiliğini isteyenlerden biriyim. Sana tepki gösteriyorsam bu sadece seni yaşayacaklarından korumak için. Abimle arandaki durumu asla onaylamıyorum, onaylamayacağım da. Bunu seni istemediğim için değil, seni düşündüğüm için yaptığımı yakında anlayacaksın.”

İçime ektiği endişe tohumlarını sulaması karşısında omzumun üzerinden dönerek arkamda kalan Cesur'a baktım. Hâlâ bana baktığını görmek soluğumun kesintiye uğramasına neden oldu. Hızla önüme dönerken, “Onunla aramda bir şey yok,” dedim gerginlikle. “Olmayacak da. Rahat olabilirsin.”

İç geçirdi. “Umarım yanılırım,” diye ağzının içerisinde yuvarladıktan sonra, “Dün gece için üzgünüm. Öfkeliydim, seni korkutmak istememiştim,” dedi.

“O hakkı elinden aldığım için-"

“Her zaman kızgın olacağım ama hiç değilse birimizin kendini daha iyi hissediyor olması güzel.”

Kesinlikle daha iyi hissetmiyordum ama bunu ona söylemek yerine kısaca kafamı sallamakla yetindim. Ardından enfes görünen içkimden yudumladım. Ferah, yumuşak ve tatlıydı. Hatta o kadar tatlıydı ki istemsizce yüzümü buruşturmuştum.

“Beğenmedin mi?”

“İçinde hiç gerçek içki yok,” diye homurdandım. “Atladığım tüm öğünleri doldurmak ister gibi meyve doldurmuşsun.”

“Evet, sen de onu içeceksin. Hepsini. Başka içki yok,” derken ciddi görünüyordu. İç geçirdim ve o garip hissin beni kuşatmasına izin verdim. Başka biri tarafından düşünülmek daha iyi hissettiriyordu. Hele de aramızda sorun olduğunu düşündüğüm birinin böyle davranması o hissi iyice garipleştiriyordu.

Kokteylimden ikinci yudumumu aldığım sırada Özgür'ün arkamdaki bir noktaya bakarak hafifçe kafasını salladığını yakaladım. Her ne kadar dönüp bakmak istesem de kafamı önümde tutmaya devam ettim. Bu sırada Özgür, “Abim çağırıyor, sen keyfine bak,” diyerek katlı olan kollarını şöyle bir düzeltti.

“Özgür,” dedim gitmek için hareketlendiği sırada. “Sana güvenebilir miyim?”

Bunu duymayı beklemiyormuş gibi kaşları havalandı. Yeniden tezgâha yaklaşırken, “Elbette,” dedi. Sesinde tereddüt yoktu.

“Her şey bittiğinde buradan gideceğim. Bunu sağlar mısın?”

Gözbebeklerine anlayış yerleşti. “Sağlarım, ne zaman istersen.”

Kafamı salladım, kafasını salladı. Sonra böyle bir konuşma aramızda hiç geçmemiş gibi abisinin yanında gitti. Bense meyve karnavalından hallice olan kokteylimden içmeye devam ettim. İçimi kemiren bir sorudan artık emindim. Kendimi güvenceye almış gibi hissediyordum. Tıkandığım noktada Özgür bana kapı olmayı kabul etmişti. Tıkandığım noktada o kapıyı çalarak buradan çıkıp gidecek ve izimi kaybettirecektim.

Yoğun tatlığından dolayı midemi altüst etse de bardaktaki tüm içkiyi bitirdim. Yenisini istemeyecektim, kafamın yerinde kalması daha iyiydi, zaten saatler üzerine anca kendime gelebilmişken bir kez daha kendimi kaybetmeye niyetim yoktu. Oturduğum yüksek koltukta dönerek devam eden dövüşü izleyecektim ki iki adım uzağımda dikilen adamı seçtiğimde yüz ifadem hızla değişti. Yavuz karşımda duruyordu ve sadece, doğrudan bana bakıyordu. Bir sorun olup olmadığını düşünerek endişelenirken sanki beni ezip geçecekmiş gibi üzerime doğru yürüyüp son anda sağa kayarak bar tezgâhına elini vurdu.

“Nedim, tekila.”

Yavaşça yeniden tezgâha doğru döndüğüm sırada barmenin kafasını salladığını gördüm. Yavuz hemen yanımda olsa da bana değmemeye dikkat ediyordu. Nedense öfkeli olduğunu hissediyordum, bir şeye kızmış gibiydi. Ona ne olduğunu sormak için yanıp tutuşsam da aramıza giren duvarların yeniden üzerime devrilmesinden korktuğum için sessiz kalıp onu izlemeyi tercih ettim.

Yavuz önüne bırakılan küçük bardağı, üzeri kabuk bağlamaya başlamış yaralı eliyle kavrayıp tek seferde içti. “Yenile Nedim,” dedi yeterli değilmiş gibi. Parmaklarım boşalttığım kadehi kavrayıp sıktı. Ona engel olmak isteyen yanımı bastırmaya çalıştım. Yavuz gelişine yaşayan ve yarını düşünmeden içen biri değildi. Yavuz böyle biri değildi.

“Bu kadar içme,” dedim bir an sonra kendime engel olamayarak. Önüne bırakılan ikinci bardağı daha sert kavradı ve beni umursamadan kafasına dikti.

“Doldur Nedim!”

Yanağımın içini dişlerken, “Böyle yaparak kendine zarar veriyorsun,” dedim, umursamadı. “Artık seni tanıyamıyorum Yavuz-"

Güldü. Uzun zaman sonra onu gülerken görmek eskiye dair anıları hatırlamama neden olsa da bu samimi bir gülüş değildi. Soğuk ve alaylıydı. “Beni tanıyamıyorsun öyle mi?” diyerek yeniden güldü ve aynı gülüş yüzünde asılıyken bardağının bir kez daha tazelenmesi için eliyle işaret etti. “Beni tanıyamıyorsun,” dedi daha sonra bana döndüğünde. Yemin edebilirdim ki gözleri ateş gibi yanıyordu.

“Bu güzel Nehir. Biliyor musun, bu çok güzel. Çünkü ben de seni tanıyamıyorum.”

“Yavuz-”

“Benim tanıdığım Nehir,” diye hızla söze girdi ama sonunu getiremeyip elini sertçe tezgâha vurdu, yerimde sıçradım. “Benim tanıdığım Nehir birini öldürecek kadar soğukkanlı değildi,” dedi sıkılı dişlerinin arasından.

“Yapma lütfen,” diye sayıkladım yalvarır gibi yüzüne bakarak.

“Benim tanıdığım Nehir dün gece birini öldürmemiş gibi süslenip püslenip barda oturmazdı,” dedi beni dibe çektiğini bile bile ve bunu zerre kadar umursamadan. Önüne dönüp doldurulan bardağa uzandı. “Ama doğru ya benim tanıdığım Nehir öldü,” dedi kadehi parmaklarının arasında kırmak istercesine sıkarken. “Benim tanıdığım Nehir, o gece, Hümeyra'mla birlikte ölmüştü.”

“Yavuz... bunu bana yapma. Yalvarırım bunu yapma.”

“Ben o tetiği çekemedim,” dedi sanki ben hiç konuşmamışım gibi. “O herifi öldüresiye dövdüm ama o tetiği çekemedim.” Kafasını iki yana sallarken hâlâ bana bakmıyordu. “Ama sen tereddüt bile etmedin. Bazen düşünmeden edemiyorum. Belki de başından beri zaten bir katildin.”

Bana sert bir yumruk atmış gibi geriye doğru sarsıldım. Gözlerim doldu, ağlamamak için kendimi kasmak zorunda kaldım. Yavuz elindeki hançeri göğsüme defalarca kez saplayarak zehrini akıtıyordu. Öfkesi banaydı, her şeyden beni suçluyordu. Benim kendimi suçlamam yeterince ağırdı ama onun da beni suçluyor olması taşıması imkânsız bir yüktü.

“Gerçi sen...” dedi, durdu, kadehteki tüm içkiyi içip yeniden Nedim’e seslenmek yerine uzanıp tezgâhın altındaki şişelerden birini aldı. Sonra, “Sen zaten katilsin,” dedi, şakaklarımdan soğuk sular boşaldı. İçki şişesinin üzerindeki yazıları okuyormuş gibi gözlerini dolaştırıp sonunda nihayet bana döndüğünde bombayı tam kalbimde patlattı.

“Hümeyra’yı öldürdün, Tolga senin için ne ki?”

Yavuz beni ne hâle soktuğunu önemsemeden yanımdan geçip gitti. Toparlanmaya çalıştığım yerden yeniden paramparçaydım. Acı karanlık bir sis bulutu gibi etrafımı kuşattığında nefes alamıyormuşçasına elimi göğsüme bastırıyordum ve ciğerlerime her hava doldurduğumda boğuluyormuş gibi ses çıkartıyordum. Kurtuluş yolu arayan gözlerim alanda dolanarak yardım çığlıkları atıyordu ama yardımıma koşacak tanıdık bir sima etrafta yoktu.

“Hey,” dedi biri, kulaklarım uğuldadığı için onu duymak zordu. “Hey, gel, iç şunu.” Beni kolumdan tutarak çevirdi ve önüme bıraktığı küçük bardaktaki yarısı içilmiş içkiyi gösterdi. Titreyen parmaklarım kadehi hızla kavradığında tek nefeste hepsini içtim. Zehir bile olsa o an içerdim, çünkü zaten zehir gibi sözleri yutmuştum.

“Gerçek bir içkinin çözemeyeceği bir şey yok,” dedi ve yanındaki şişeden bardağa boşalttı. Yeniden doldurulan bardağı yine nefes bile almadan içtim. Sıvı geçtiği yerleri yakarak mideme indiğinde birden tüm vücudumu ateş bastı. Garip bir rahatlık hissettim ve aynı zamanda damarlarıma, kanıma karışan yakıcı hissi fark ettim.

“Evet, biraz serttir,” dedi yüzümdeki ifadeden yola çıkarak. “Ama kriz çözmede etkilidir, üstüne tanımam.”

Bardağımı yeniden doldurduğu sırada ancak dönüp ona bakabildim. Solumda kalan, kulaklığını takarak böyle bir ortamdan kendini soyutlayan o genç kadın olduğunu fark ettiğimde kaşlarım havalandı. Kulaklıklar hâlâ kulaklarındaydı ve müzik dinlemediğini ancak anlayabilmiştim.

“Bana garip garip bakıyorsun,” dedi sırıtarak. “O kadar tuhaf mı görünüyorum?”

Siyahlar içerisindeydi. Siyah oje, siyah saç, siyah göz makyajı, siyah elbise ve hatta siyaha çalan kopkoyu bir rujla biraz tuhaf göründüğünü söyleyebilirdim. Giyimiyle aykırılığını belli etmek isteyenlerden birine benziyordu. Ortamın her an sorun çıkartacak asi kadını gibiydi. Ancak yüzüne baktığımda toyluğunu okuyabiliyordum, henüz küçüktü. Belki de yirmili yaşlarına bile ulaşmamıştı.

Ne diyeceğimi bilemeyerek ona bakmak dışında hiçbir şey yapamadım. Kalbim hâlâ ritmini bulamamıştı ve hâlâ Yavuz'un sözleri zihnimde yankılanıp duruyordu. Çölde bir süre susuz kalmış gibi kana kana bardaktaki içkiyi mideme indirdiğim sırada, “Sanırım artık yavaşlamalısın,” diye beni uyardı. “Bu adamı maymuna döndürür.”

Yüzümü buruşturdum. “Düşünmemeye ihtiyacım var.”

“Kimin yok ki?” derken iç geçirdi. “Ama uyandığında düşünceler aynı yerinde seni bekliyor olacaksa ne anlamı var?”

Boş bardağı tezgâha bırakıp omuzlarımın düşmesine izin verdim. “Bazen araya zaman sokmak olanları daha kolay sindirmeni sağlayabilir,” dedim şişeye bu kez kendim uzandığım sırada.

“Üzerinden zaman geçmesi bir boka yaramıyor. Arkadaşlarının ölümünü sindirebildin mi?” dediğinde bir kez daha yumruk yemiş gibi irkildim. “Günler geçti ama hissettiklerin geçmedi. Çünkü eğer geçseydi Tolga'yı avlamazdın. Bu yüzden araya zaman sokmak bir boka iyi gelmiyor.”

“Sen-”

Genişçe gülümsedi ama kahve gözlerine ulaşamayan bir gülüştü. “Ben Didem,” dedi sanki sadece ismini söylediğinde onu tanıyacakmışım gibi. Suratımdaki ifadede hiçbir değişiklik olmadığını fark ettiğinde, “Dur tahmin edeyim sana kimse benden bahsetmedi değil mi? Hepsinden nefret etmekte bu yüzden haklıyım,” diye homurdandı. “Tuna’nın kardeşiyim.”

“Ah, gerçekten mi?” dedim şaşkınlıkla. En ufak benzerlikleri bile yoktu. Yüzleri tamamen farklıydı.

“Maalesef,” dedi sıkıntıyla püflediği sırada. “Hani şu pek sevilmeyen ve istenmeyen, olmasa daha iyi olurdu diye düşünülen kardeş var ya işte o ben oluyorum.” Ardından gülerek elimdeki şişeye uzandı ve bardağa bile dökmeden şişeden içti. “Bunu arakladığımı kimseye söyleme, arkaya geçerek yasağı çiğnediğim duyulursa başımı şişirecekler.”

“Ne bu? İlk kez içiyorum ve ağır.”

“Giz. Rakı çeşitlerinden biri. Çoğunlukla abimler bunu kendilerine saklar.” Omuz silkti. “Zulalarını patlatmak eğlenceli oluyor.” Bir kez daha omuz silkti. “Burada değildim ama ben yokken olanları öğrendim. Arkadaşlarının başına gelen...” İrkildi. “Hâlâ acıtıyor değil mi?”

Yavaşça kafamı salladığımda o da kafasını salladı. Tam da o an onda bir şeyi yakalamıştım; bu acıyı tanırmış gibi bakıyordu. “Sana bir sır vereyim mi?” dedi ve cevabımı bekleme zahmetine girmedi. “Eğer senin için gerçekten önemlilerse, ki buradan baktığımda önemli oldukları zaten ortada, yokluklarını daima hissedeceksin. Zaman işte burada yine hiçbir boka yaramayacak.”

“Kimi kaybettin Didem?” dedim kısık sesle, sanki kendi kendime konuşur gibi ama beni duymuştu ve bana bakan gözleri birden çok uzaklara dalmıştı.

“Sena’yı biliyor musun?”

“Biliyorum.”

“O benim tek arkadaşımdı,” dedi sadece ama bu basit cümleye sığdırdıklarını anlatmaya kelimeler yetmezdi. “O itin kafasına mermiyi soktuğun için pişman hissetme,” dedi kısa bir sessizlikten sonra, nefretini hissetmemek imkânsızdı. “Eğer bıraksalardı ben çoktan yapacaktım. Biri bunu hallettiği için artık içim rahat.”

Yine ve yine sadece kafamı sallamakla yetindim. Tolga için pişman değildim, ölmesi umurumda da değildi ama bu uğurda elim kana bulanmıştı, işte beni tek rahatsız eden buydu.

“Şu az önce yanında olan çocuk, ıstırap çekiyormuş gibi bakan... adı ne?”

“Yavuz,” dedim, sanki dilimde dikenler vardı ve adını telaffuz ederken ağzımın içi kan dolmuştu.

“Sanırım sevdiği birini kaybetti?”

“Öyle,” dedim, bu kez uzaklara dalan bendim. “Kendinden çok sevdiği birini hem de.”

Didem sessiz kalarak aşırdığı küçük şişeyle oynarken Akın'ın ringe çıkacağı anons ediliyordu. Onun adı geçtiğinde Didem'in irkildiğini yakaladım. Hızla sahneye doğru döndü. Akın'ın çıkmasıyla ıslıklar ve çığlıklar havada uçuştu. Mikrofonu elinde tutan adam insanları galeyana getirmek için tüm hünerlerini sergiledi ve daha sonra zil çaldı, maç başladı.

Akın iyiydi, iyi götürüyordu. Havaya savurduğu her yumruk muhatabına denk geliyordu ve hamleleri sertti. Onu izlerken gözlerim bir anlığına ringin sağ tarafına kaydığında endişeyle dudaklarını kemirdiğini olduğum yerden rahatlıkla fark ettiğim Eva'yı gördüm. Tüm odağı Akın'daydı ve o ne zaman darbe alsa sanki kendisi de almış gibi geriliyordu.

Sonra bakışlarım alanda dolandı ve arka kısma açılan kapının orada dikilen Cesur ile Özgür'ü fark ettim. Onların odak noktası da Akın'dı. Yüzlerinde herhangi bir gerginlik ya da korku bulunmasa bile maçı dikkatle takip ediyorlardı.

“Sence alır mı?” diye öylesine sorduğumda cevap gelmeyince yanımdaki genç kadına döndüm ve onu tıpkı Eva gibi pürdikkat Akın'ı izlerken yakaladım. Bu abisi yerine koyduğu bir adam için endişe taşıyan bakışlardan değildi. Bu önem verdiği birinin zarar görmesinden korkan bakışlardandı.

Maç bitene kadar Didem'i izlemek dışında hiçbir şey yapmadım. Yüz ifadesi hiç dalgalanmadı ama gözlerinde yer edinen korkunun bir artıp bir azaldığını okuyabildim. Onu izlediğimin farkında bile değildi. Sonunda Akın'ın yere serdiği adamın kendini toparlaması için geriye doğru sayım yapılmaya başlandığında etraftaki kalabalık bunu hep bir ağızdan yaptı ve adam kalkamadı, maç bitti, Akın kazandı. Eva gülümsedi, Didem tuttuğu soluğunu rahatça saldı.

“Akın bu işte iyi,” dedim öylesine, sonunda oradaki varlığımı hatırlamışçasına hızla kafasını salladı. Kahve gözleri hâlâ ringin üzerindeydi. Akın sevincini yaşadıktan sonra ringden inip arka taraftaki soyunma odalarına yöneldiğinde Cesur ve Özgür onun sırtına vurarak tebriklerini sundu. Eva ise kimsenin dikkatini çekmeden peşinden gitti ama benim dikkatimden kaçmamıştı ve Didem'in dikkatinden de kaçmamıştı.

“İçecek misin?” diye sordu şişeyi bana göstererek, kafamı iki yana salladığımda omuz silkerek şişeyi kafasına dikti. Sanki sarhoş olmaya artık her şeyden çok ihtiyacı vardı.

“Siktir, buraya geliyor, seni sonra bulurum.”

Şöyle bir etrafıma göz gezdirdiğimde yanımıza gelen herhangi birini göremezken Didem'in başka bir şey söylemeden hızla uzaklaştığını fark edince gittiği tarafa doğru döndüm. Arkasına bile bakmadan kalabalığa karışmış ve ne kadar takip etmeye çalışsam da izini kaybettirmişti. Garip davranışının nedenini sorgularken çıplak sırtıma değen parmaklarla sanki oraya bıçak sokulmuş gibi gerildim ve hemen sonra Cesur'un arkamda olduğunu hissettim. Didem'in ondan kaçtığını düşünmek kaşlarımı çatmama neden olurken, “Rakı kokuyorsun,” dedi. Ona doğru dönerek sırtımdaki elinin düşmesini sağladığım sırada tıpkı benimkiler gibi çatık duran kaşlarına baktım.

“Sarhoş olmak için güzel bir akşam,” dedim omuz silkerek.

Kafasını çok hafifçe iki yana salladı. “Sarhoş olmak için doğru bir akşam değil. Sana içki uzatan küçük bir kız olsa bile dövüş geceleri daima dikkatli ol.”

“Neden?”

“Etrafına dikkatli bak fırtına kuşu,” dedi yutkunmama neden olan uyarıcı bir tonla. “Neredeyse hepsi yeraltından,” dediğinde bu kez yutkunamadım. “Dost gibi görünebilirler ama kimsenin dostluğuna inanmayacak kadar uyanık olmalısın.”

Perşembe geceleri çoğunlukla yeraltına mensup kişilerin geldiğini bana daha önce de söylemişti ama asıl aydınlanmayı şimdi yaşıyordum. Neye bulaştığımı asıl şimdi anlayabiliyordum ya da nasıl bir tehlikede olduğumu. Umarsızca süslenip ortalığa çıkarken belki de ölüme yürüdüğümü ancak fark etmenin şoku yüzümde asılıydı. Üstelik sağa sola bakınınca üzerimde dolaşan birkaç gözü yakaladığımdaysa rengimin attığına yemin edebilirdim.

“Neden bana bakıyorlar?”

“Çünkü yanına geldim.”

Hissettiğim tüm şoka rağmen dudaklarım güler gibi kıvrıldı. “Genelde kadınlar sana geldiği için yani?”

“Hayır, hiçbirinin gelmediği gibi hiçbirine gitmediğim için.”

İçime kesik bir soluk çektim ve gözlerime yayılan korkuyu görmesine izin verdim. “Bu yüzden mi dikkat çekiyorum?” dediğimde kısaca kafasını salladı.

“Öyleyse benden uzak dur,” diyerek yanından kaçıp gidecektim ki beni kolumdan yakaladı ve hızla kendine çekti. Göğsüm göğsüne yapıştığında üzerimize dönen bakışların arttığını hissetmek soluklarımı hızlandırdı.

“Bırak beni, ne yapıyorsun?” dedim hızla, bırakmak bir yana dursun elini çıplak belime bastırarak beni kilitledi. Banyodayken bana dokunmaktan kaçınan o adamdan eser dahi yoktu.

“Bana gözlerine yerleşen korkunun kaynağını açıklamadan nereye gidiyorsun?”

“Göz önünde olmak istemiyorum,” derken ondan kurtulmak için ellerimi göğsüne dayadım, gücüm elbette ona yetmedi. Dışarıdan bakan biri bizi bu kadar yakın görse aklında tonlarca şey belirebilirdi ki çoğunda belirdiğine yemin edebilirdim.

“Seninle yakın görünmek istemiyorum.”

“Bunun için geç kaldın. Buradaki herkes seni biliyor.”

“Sanki aramızda bir şey varmış gibi konuşma,” dedim biraz öfkeyle. Birinin bunu duymasından endişe ettiğim yüzümün her karesinden belliydi.

“Olmadığını sen ve ben biliyoruz ama onlara inandırabilir misin?”

“Bırak!” diye tısladım. Fırsatım olsa yüzüne tokadı geçirirdim, çünkü bunu bilerek sürdürüyor gibiydi.

“Bana nedenini söylemeden seni bırakmayacağım. Perşembe geceleri dikkatli olmanı söyledim, biri sana zarar verebilir demedim. Burada kimse sana dokunamaz ama sen birinden korkuyor gibi görünüyorsun.”

“Aptal olduğumu fark ettim çünkü,” dedim tıslarcasına. “Göz önünde olacağımı düşünemedim, dikkat çekeceğimi hesaba katamadım. Benim görünmeden yaşamam gerekiyor. Şimdi bırak beni.”

Hâlâ tam olarak istediği cevabı alamadığı için beni bırakmayacağını gözlerinden okuyabiliyordum. Hiçbir şey söylemiyor olsa da bakışlarıyla bunu yapıyordu. “Saat gece yarısını geçti,” dedi sanki bir şeyi hatırlamış gibi. “Saat gece yarısını geçti fırtına kuşu. Bana bir şey söyle ve kirli oynama.”

Bu durumdan bir an önce kurtulma dürtüsüne yenilmemek için kafamı şiddetle iki yana salladım. “Bırak dedim sana.”

Bırakmadı. “Bana bir şey söyle.”

“Bırak! Ne zamandan beri bulduğun kötü anımı kullanacak kadar leş bir adamsın?”

“Birinden kaçıyorsun,” dedi birden, beni yakalamış olması karşısında hiçbir tepki veremedim. “Sürekli etrafını kontrol ediyorsun,” dediği sırada odağımı toplamamı istercesine çenemi tutup yüzümü yüzüne doğru çevirdi. “Bana bak!”

“Cesur,” dedim çaresizce. “Lütfen bırak.”

Altını çizer gibi vurguyla, “Bana bir şey söyle-" dediğinde, “Bir abim var,” diye fısıldadım telaşla. Normal bir anda belki de asla ona söylemeyeceğim bu ayrıntı dudaklarımdan döküldüğünde kalbim artık deli gibi göğsümü dövüyordu.

Cesur'un koyu kahve gözleri önce aynı durgunlukla bana baktı ama sonra o gözlere yerleşen aydınlanmayı gördüm. Peşindense karanlık sis bulutları bakışlarını koyulaştırdı. “Abinden kaçıyorsun,” dediğinde bunu başkasından duymak irkilmeme neden oldu. Ellerinin yavaşça gevşemesini fırsat bilerek hızla tutuşundan kurtuldum, uzaktaki Özgür’ün bile dikkatle bizi izlediğini fark etmek midemi düğümledi.

Sadece bir adım Cesur’dan uzaklaşmıştım ki koyu kahve gözlerinin birkaç ton daha kararmasına şahit oldum. Yüz ifadesi gerildi ve bu durum aldığım solukları sekteye uğrattı.

“Bana kim olduğunu söyle.”

Kafamı iki yana salladım. “Sadece bir bilgi-" dediğim sırada Cesur uzanıp yeniden beni kolumdan yakaladı ve yeniden kendisine doğru çekti. Bu kez tutuşu daha sertti. Özgür bize doğru yaklaşmaya başladı, etraftaki bakışlar iyice üzerimizde yoğunlaştı, artık dönen maç kimsenin umurunda değildi.

“Yeraltına mensupsun, bir abin var ve ondan kaçıyorsun. Seni bulursa...” Dişlerini sıktı. “Seni bulmasından korkuyorsun.” Sonra durdu ve asıl bombayı avuçlarıma bıraktı.

“Düşmanlarımdan biriyse ne âlâ ama hiç düşündün mü? Abinin benim dostlarımdan biri olabileceği hiç aklından geçti mi?”

×××

👀👀

 

 

 

Loading...
0%