Yeni Üyelik
15.
Bölüm

15. BÖLÜM

@yazarimsibirileri

Tarlabaşı'nda bulunan Peratera'da gece her zamanki gibi renkli ilerliyordu. Kalitesiz içkiler bir doldurulup bir boşaltılırken mekân ipsiz sapsızların uğrak yeriydi. Tepedeki disko topu burası kurulduğundan beri hiç değişmeyen demirbaşlardan biriydi. Asla yenilenmeyen ve vizyonunu geliştirmeyen bu mekân şimdilerde yabancı uyruklu insanların uğrak noktasıydı.

Orta yaşlarındaki saçlarını sıkı bir at kuyruğu yapmış kadın, Tanya etraftaki ayarsız kalabalığa dudağının kenarını tiksinir gibi kıvırarak bakıp tezgâha bırakılan içki dolu bardağa uzandı. Giydiği cesur kıyafet gözleri üzerine çekse de kimse onu rahatsız etmeye yeltenemiyordu, çünkü burada sözü geçen biriydi. Etrafta dolanan ve müşterileri hoş tutmak için çabalayan tüm kadınlar onun yönetimindeydi.

Peratera'nın adının sürekli fuhuş ve uyuşturucuyla gündeme gelmesi, ardı kesilmeyen baskınlar Tanya'nın pek de umurunda değildi; hepsinden bir şekilde kurtuluyor ve kazanmaya devam ediyordu. Yılan misali kırıta kırıta ilerlerken sürekli renk değiştiren ışıktan dolayı kısık tuttuğu gözleri çevreyi kontrol ediyordu. Bu gece yine çoğunluk yabancı uyruklu insanlardaydı, alınan göçlerden dolayı artık müşteri popülasyonunda değişimler yaşanmaya başlamıştı. Aslında bu pek de önemli değildi, çünkü gelen insanlar bir öpücükle baştan çıkarılabilecek ya da bir bardakla sarhoş olabilecek tipler olduğu için günün sonunda cebi dolan tarafta Tanya oluyordu.

Hedefindeki masaya ilerlemeden önce köşede durarak herkesten saklanmayı umut eden kadınlardan biri gözüne takıldığında bakışları hızla kısıldı. Kadının adı Nalan'dı, ona bu ismi vereli henüz bir hafta bile olmamıştı. Burada yeniydi ve işi pek bildiği söylenemezdi. Yaşı yirmilerinde olsa da yüz güzelliği pek iddialı değildi, ancak bunun hiçbir önemi yoktu. Buraya gelenler pek de yüze bakan tipler değildi, onlar için geceyi güzel bir kapanışla taçlandırmak yeterliydi.

Tanya, bu ürkek hâliyle ona bir zamanlar tanıdığı birini, kendini hatırlatan kadına sert adımlarla ilerledi. Artık içinde merhamet adına ufacık bir kırıntı dahi kalmadığı için öfkeden başka bir şey hissettiği söylenemezdi. Nalan tarafından fark edildiğinde kadının kahve gözlerine yayılan korkuyu yakalamak ona artık burada patronun kendisi olduğunu hissettirmişti. Artık güç onun elindeydi.

Nalan'ın koluna kırmızıya boyadığı uzun tırnaklarını geçirerek, “Burada ne bok yiyorsun?” diye tısladığında gaddar yüzü korkutucu görünüyordu.

“Ben... ben uygun birini arıyordum-"

“Sakın bana yalan söylemeye kalkma!” derken tırnaklarını biraz daha batırdı. “Senin zırlamalarınla uğraşamam. Ya buraya uyarsın ya da uyarsın başka seçeneğin yok!” Nalan'ın konuşmasına izin vermeyerek, “Düş önüme şimdi,” diye buyurup onu öne doğru itti. Ardından peşinden annesini takip eden ördekler gibi gelen kadına bir şeyler homurdanmaya devam ederek kalabalığın arasında ilerlemeye başladı.

Hedefindeki masa en köşedekilerden biriydi ve sırtı arkadaki eğlenceye dönük hâlde takılan adamı tanıyordu. Onunla aralarında tıkırında işleyen ticari bir anlaşma vardı ve son zamanlarda bu anlaşma sekteye uğradığı için durum gittikçe canını sıkmaya başlamıştı. Bu yüzden ona ufak bir uyarı çekmeyi düşünüyordu ve bunun için daha fazla beklemeyecekti.

Masaya vardığında tırnaklarını yeniden Nalan'ın koluna geçirerek onu sandalyelerden birine savurdu. Çelimsiz bir kadındı, bu yüzden fazla güç uygulamaya gerek bile yoktu. Nalan düşmemek için masaya sarılarak ancak sandalyelerden birine oturabildiğinde Tanya da onun yanındaki diğer sandalyeye oturup adamın dikkatini çekmek istercesine içki dolu bardağını masaya gürültüyle bıraktı, ancak adam onu umursamadı, hatta kafasını çevirip bakmadı bile. Sanki bırakırsa başkası kapacakmış gibi sıkıca tuttuğu kadehine odaklıydı ve kafasının gıcır olduğu boş bakışlarından bile belliydi.

Tanya fark edilmemiş olmayı umursamayarak içkisinden ilk yudumunu aldıktan sonra, “Bok gibi görünüyorsun,” dedi sesini duyurmak için biraz bağırarak.

“Seninle uğraşacak havada değilim, git kendine başka eğlence bul.”

“Bu şekilde daha ne kadar devam edeceksin? Sana ne olacağı umurumda değil Yiğit,” dedi açıkça. “Şurada geberdiğini görsem umursamam ama kaynaklarım sana bağlı. Stoklarım bitmek üzere, bana geçen getirdiğin haplardan yine ayarlaman gerekiyor. Bu yüzden artık kendini toparla. Sana güvenen bir ben kalmış bile olabilirim ve böyle devam edersen beni de kaybedeceksin.”

Yiğit öylesine kafasını salladı. “Beynimi sikmeye mi geldin? Rahat bırak beni, halledeceğim.”

“Karısından asla ayrılamayan ama metresine sürekli boşanacağım palavraları sıkan godoşlar gibi konuşmaya başladın,” dedi kadın gülmekten kendisini alamayarak. Yiğit'in hâlâ aynı boş ifadeyle durduğunu görünce iç geçirip içkisinden yudumladı. “Baban olacak muşmulayı sevmezdim. Senin de sevmediğini biliyorum.”

“Sevip sevmemenin önemi yoktu.”

“Öldüğü için bu hâlde olduğuna inanmamı bekleme-”

Yiğit, “Ölmesi umurumda değil!” diye birden bağırdı, ancak hemen sonra kendini toparlamak istercesine kafasını iki yana sallayıp yeniden içkiye gömüldü. “Ölmesi umurumda değil Tanya! Geberip gittiği için o kadar mutluyum ki! Ama siktir olup gitmeden önce elimdeki her şeyi alıp o piç kurusuna verdi! Dünün sığıntısı bugünün baronlarından biri oldu!”

“Aklını kullandığı için Hasan'ı suçlayamazsın,” dedi Tanya. Yiğit'in yeşil gözleri ok gibi gözlerine saplandığında masumane bir tavırla omuzlarını kaldırdı. “Ve bence artık sen de aklını kullanmaya başlamalısın. Daha ne kadar içip içip sızarak günlerini geçireceksin?” Bardağından koca bir yudum aldıktan sonra yüz ifadesine asıl hissettiklerini yansıttığında suratı mermer kadar sert ve bakışları uyarıcıydı. “Toparlan,” dedi altını çize çize. “Yoksa kendime başka banka arayışına çıkarım ve bu kişinin yerine geçen kuzenin olması umurumda bile olmaz.” Ardından hışımla ayaklandı ancak gitmeden önce kafasıyla Nalan'ı gösterdi.

“Bu gece senin. Bu da sana son kıyağım olsun.”

Yiğit, Tanya'nın uzaklaşmasından sonra kaldığı yerden içmeye devam etti. Sessizce oturduğu yerde sinmiş olan Nalan pek de umurunda değildi, varlığı dikkatini bile çekmiyordu. Aslında bu kokuşmuş mekândan pek hoşlanmazdı, ancak artık buraya kadar düşmüştü. Sahip olduğu tüm kapılar yüzüne kapandıktan sonra uğrayıp soluklanabileceği bir tek burasının kaldığını keşfetmesi pek uzun sürmemişti. Düşenin dostunun olmadığını tecrübe etmek günlerdir içinde biriken öfkeyi harlamaktan öteye gitmiyordu. Hepsine bunun hesabını soracaktı. Özellikle de yerine konan Hasan'a bedelini ödetecek, hainliğinin cezasını kesecekti.

İntikam ateşiyle içi fokurdarken çevresindeki gürültünün sekteye uğradığını, daha sonraysa azalarak fısıldaşmalara döndüğünü fark edemeyecek kadar sarhoştu. Ayrıca herkese arkasını dönerek oturduğu için neyin değiştiğini görememişti. Yine de bir terslik olduğunu hissetmesi zor değildi, Nalan'ın suratı artık iyice solmuş vaziyetteydi. Belki de artık sıradanlaşan polis baskınlarından biri gerçekleşiyordu. İstemsizce güldü, bu sinirlerinin ne derece bozulduğunu açıkça belli eden bir gülüştü.

Polis baskınlarından hiç korkmamış, yakalansa da sorundan kolayca sıyrılacak olduğunu bilerek bugünlere gelmişti. Fakat hayatının çamura batması o hiç korkmadığı polis baskınlarından sonra gerçekleşmişti.

Yanıp sönen, sürekli sağa sola dönen renkli ışıklar üzerine çarpıp geçti. Yiğit bardağı kafasına diktiği sırada hemen arkasındaki adamın üzerine düşen gölgesini fark etti, Nalan'ın göz bebekleri büyüdü, dudakları aralandı. Gerginlikle masanın kenarını kavrayıp sıkarken birazdan gözünün önünde belirecek olan polise yumruğunu geçirmeyeceğinden kendisi bile emin değildi.

Yiğit ipin ucunu kaçırmıştı ve bu, polisler kafeyi bastığı gün gerçekleşmişti.

Derken Nalan birden hızlı hızlı kafasını sallayarak ayaklandı ve anında toz oldu. Aldığı sessiz emirle ortalıktan kaybolan kadının boş bıraktığı sandalyeye baktığı sırada arkasındaki adam yanından geçerek az önce Tanya'nın oturduğu yere iri bedenini bıraktı. Otururken gömleğinin fazladan kırışmasına engel olmak istercesine üzerini düzelten ve daha sonra mavi gözlerini yüzüne saplayan adam polis falan değildi.

O, Barut'tu.

Yeraltında nüfuzu etkili ailelerden birine mensuptu. Hatta zamanında babası, onun babasıyla dosttu. Ancak Barut'un babası ortalıktan çekildikten sonra tüm hukukları son bulmuştu. Babalarının dostluğunu onunla devam ettirememişti, işin aslı ettirmeye de çalışmamıştı. Yiğit hiçbir zaman kendini tamamen yeraltına adamadığı için çoğu işini üstünkörü halletmeyi tercih etmişti. Barut ise öyle değildi.

O, tümüyle yeraltının ta kendisiydi.

Barut'un hemen yanına geçerek sırtını duvara dayayıp ayakta dikilmeyi tercih eden diğer adamı da tanıyordu, adı Gökhan'dı ve Barut'un amcalarından birinin oğluydu. Babaları pek anlaşamamış olsa da ikisi kardeşten bile öteydi. Yiğit gözlerini ikisinin arasında gezdirirken kendisiyle Hasan'ı aynı durumda düşünüyordu. Gökhan, Barut'u asla sırtından vurmamış, yerini alabilmek için türlü kalleşliklerin peşine düşmemişti. Kendi kuzeni olan Hasan’sa adını piyasadan silmek için dansöz gibi kıvırtarak tüm pisliklerini ortaya saçmıştı.

Hasan'a olan öfkesini yeniden hatırladığı için yüzünün nefretle dolu olmasını umursamadan, “Ne istiyorsun?” dedi Barut'a doğru. Normal zamanda ondan uzak durmayı tercih edenlerden biriydi, ancak şu anda hiçbir şey umurunda değildi.

Barut oturduğu rahatsız sandalyeye iyice yerleşerek sırtını dayadı. Duruşuyla bile ben belayım diyenlerdendi ve etrafındaki herkes de bunun farkındaydı. Üzerinde gezinen meraklı gözler sanki hiç yokmuş gibi davranarak, “Bir iyilik,” dedi sadece.

Yiğit güldü ve kadehini Barut'a doğru kaldırdı. Tüm sarhoşluğuna rağmen onun öylesine karşısına çıkmadığını bilecek kadar Barut'u tanıyordu.

×××

Telefonumdan açtığım müziğin sesi kısıktı. Ne ara ezberlediğimi bilmediğim şarkılardan biri çalarken makyaj masamda oturmuş bulduğum mandala kitabını boyayarak vakit geçiriyordum. Sanırım Eva sıkılacağımı düşünerek her renkten boya kalemi ve birkaç mandala kitabı çekmecelerden birine sıkıştırmıştı. Üzerinde çalıştığım resim iki sayfayı da kaplayan ejderha resmiydi ve ben resmen batırmıştım. Zaten çizim bilgim çöp adamın dışına çıkmıyordu, bu yüzden boyamayı bile becerememiş olmam normaldi. Yine de daha yenice elime aldığım koyu yeşil renkteki kalemi küçük bölmelere bastırarak vakit harcamaya devam ediyordum.

Son iki gündür odamdan pek çıktığım söylenemezdi, tüm günümü bu dört duvarın arasında geçirmek canımı sıksa da bazı korkular hâlâ yakamı bırakmadığı için dikkat çekmekten çekiniyordum. Eva ondan istediğim gibi benden uzak durmaya devam ediyordu, bu ikimizin de canını sıkıyordu ama doğru olanın bu olduğuna inandığım için durumu değiştirmeye çalışmıyordum. Didem'i o geceden sonra bir kez daha görmüştüm, odama uğramıştı ama fazla kalmamıştı. Koridorda giderken Tuna'yla tartışmasını duymuştum, pek anlaşamadıkları ortadaydı.

Kapımın ansızın tıklatılmasıyla bakışlarım önce telefonumu buldu, saati kontrol ettim, gece yarısı olmak üzereydi. Mahvettiğim resmin üzerinde oynattığım kalemi durdurarak, “Gir,” diye seslendim. Kendi kendimi kapattığım minik hapishanemde bu kez ziyaretime kimin geldiğine dair pek de bir fikrim yoktu. Eva olabilirdi ya da yine Didem de gelmiş olabilirdi. Ama kapı açıldığında gördüğüm yüz ikisine de ait değildi. Gelen Cesur'du.

Sanki yıllardır onu görmüyormuşum gibi hiçbir şey söylemeden uzun uzun gözlerimi üzerinde gezdirdim, o da aynısını yaptı. Giydiği ince sweatshirt vücuduna yapışmıştı ve uzun yıllar çalışarak ortaya çıkardığı iri bedeninin hatlarını belirgin şekilde gözler önüne seriyordu. Saçlarını sanki eliyle karıştırmış gibiydi ve sakalları onu görmeyeli biraz uzamıştı. Sol elmacık kemiğinin oradaki kendi iyileşmiş ama ardında izini bırakmış yara, sakalları gürleştiği için orada gizlenmişti ama ben yerini bildiğim için onu ayırt edebilmiştim.

Bana, “Fırtına kuşu,” diye seslendiğinde içime derin bir soluk çektim. Her ne kadar bastırmaya çalışmış olsam da geçen iki günde gözlerim sürekli onu aramıştı ve bu gerçeği kendime kabul ettirmem imkânsız olduğu için öyle bir şey yokmuş gibi davranmayı seçiyordum.

“Ne yapıyorsun?”

“Boyama,” derken batırdığım resmi işaret ettim.

“Hobiler edinmeye başladığından haberim yoktu,” dediği esnada odanın içerisine girdi. Koyu kahve gözleri kısa bir anlığına benden kopup odayı taradı. Yatağımın dağınıklığı yüzünden yanağımın içini ısırırken, “Vakit geçiriyorum işte,” diye geveledim.

“Bu odayı istemediğini sanıyordum ama artık içinden çıkmıyorsun.”

İmasına karşılık iç geçirdim. “Burada daha rahat hissediyorum.”

“Saklanmak seni ancak belli bir yere kadar korur-"

“Yıllardır korudu,” dedim birden. “Eğer bu işlere bulaşmasaydım yıllarca da koruyacaktı.”

İfadesinin hafifçe sertleştiğini kaçırmadım. “Ama artık buradasın ve ben bu durumdan hoşlanmamaya başladım.”

“Biliyor musun ben de pişman hissetmeye başladım,” derken önüme dönüp kalemi kâğıda bastırmaya devam ettim. Hıncımı çıkartır gibi boyadığım için resim iyice mahvolmuştu.

“Neden pişman hissediyorsun?” diye sorduğunda tek kaşı kuşkuyla havalandı ve ağır adımlarla yanıma yaklaştı.

“Tüm bu işlere bulaştığım için.”

“Seçeneklerinin arasından kaçma şıkkını çıkarttığını sanıyordum. Başa mı döndük?”

“Hiçbir şeyden haberin yok,” diyerek güler gibi dudaklarımı eğrilttim. “Başım belada Cesur. Hem de bu bela çok büyük.”

“Ben varım,” dedi hızla, sanki bu her şeye yetecekmiş gibi.

Kafamı kaldırıp yeniden ona baktım, artık elimi uzatsam ona dokunabileceğim kadar yakınımdaydı. “Belki de en büyük problem senin var olmandır,” dediğimde bu kez o hafifçe güldü.

“Korkmayı bırak. Eğer abin dostlarımdan biri olsaydı her şey çoktan ortaya çıkmıştı.”

Gözlerimi kıstım. “Eğer düşmanlarından biriyse-"

“Önemi yok,” diyerek sözümü kesti. "Düşmanlarımdan biriyse bu zaten düşmanız demek, bu yüzden endişelenmene gerek yok. Seni ortaya çıkarmamaya çalışacağım ama olur da ortaya çıkarsan bile daima arkanda olacağımı bil.”

Mümkünmüş gibi gözlerim biraz daha kısılırken bu kez kaşlarım da çatıldı. “Eğer dostlarından biri olsaydı-"

“Yine önemi olmazdı.”

“Sen delirmişsin,” diyerek şaşkınlıkla güldüm. “Kafayı yemişsin! Benim için dostundan vazgeçeceğini söylediğinin farkında mısın?”

Hiç beklemediğim bir anda uzanıp kalemi tutan elimin üzerine elini koydu. “Bileğini bu kadar kırma,” diyerek elimin duruşunu düzelttiğinde bana iyice yaklaşmış olan yüzüne daha belirgin bir şaşkınlıkla baktım. “Cesur,” dedim, durdum, devamını getiremedim. O ise parmaklarını elimin üzerinde kaydırarak kalemi sıkan eklemlerimi gevşetti. Sanki nasıl olması gerektiğini herkesten iyi bilir gibiydi.

“Ve bu kadar bastırma. Ayrıca hep aynı yöne doğru boyarsan daha güzel görünür.”

“Konumuz nasıl boya yapacağım değil,” dedim karşı çıkar gibi. Elini sonunda elimin üzerinden çekip bu kez oturduğum sandalyenin sırt kısmına dayadı. Hafifçe bana doğru eğilmişti ama yine de yüzünü görmek için kafamı geriye atmak zorunda kalıyordum. Diğer elini de makyaj masama yerleştirdiğinde kendimi onun kıskacında sıkışmış gibi hissetmeye başlamıştım.

“Gözlerine baktığımda birinden korktuğunu görmek istemiyorum,” dedi, sertçe yutkundum. “Böyle yapmaya devam edersen hiçbir şey umurumda olmayacak, gidip onu bulacağım-"

“Sakın,” dedim hızla, sanki hemen bunu yapacakmış gibi onu durdurmak istercesine elim göğsüne yerleşti.

“Hâlâ daha o korkuyla bana bakıyorsun,” dedi sıkılı dişlerinin arasından.

“Ben yıllarca bu korkuyla yaşadım-"

“Ama artık ben yanındayım,” dedi her kelimeye ayrı ayrı vurgu yaparak. “Bu sözüm sana yetmiyor mu?”

“Bak, bu başka bir şey-"

Tüm vücudu birden gerildi. “Yoksa gözünde çok mu küçük kaldım?”

“Ne? Hayır,” dedim şaşkınlıkla kafamı iki yana salladığım sırada. “Hayır, hayır, öyle değil. Güçlü olduğunun, bu dünyada sözü geçenlerden olduğunun farkındayım-"

“O, benimle denk mi?” diye sordu yine lafımı keserek. “Bana sadece bunu söyle. Abin, benimle denk mi?”

Cesur’un sert göğsündeki elim yavaşça kayarak düştü. Bu soruya ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Çünkü... çünkü, sadece bilmiyordum. “Zamanında senin şu anda olduğun konumdaydı,” dedim boğazım kupkuru kesildiği için yutkunmakta zorlanarak. “Ama şimdi... şimdi...” Kafamı iki yana salladım. Gözlerime çöken hüznü ondan saklamak istercesine başımı önüme eğip, “Bilmiyorum,” diye mırıldanmakla yetindim.

“Bana bak,” dedi, ciğerlerime çektiğim solukla omuzlarım havaya kalkarken başımı da kaldırdım. Yüzü biraz uzağımdaydı. “Gözlerini kaçırmanı sevmiyorum,” derken koyu kahve hareleri gözlerime saplanmıştı. “Gözlerinde korku görmeyi de sevmiyorum,” dedi, dudağımın kenarı benden bağımsız çok hafifçe kıvrıldı, minik bir hareketti, fark etmemişti. “Seni korkutan, bu şekilde odalara kapanmana neden olan biri olduğunu bilmekse...” dedi ve sustu. Dişlerini birbirine geçirdi. Devamını tahmin etmek zor değildi, bundan nefret ediyordu.

“Bir gün fırtına kuşu, bir gün her şey ortaya çıkacak. İşte o zaman şu anda boşuna korktuğunu anlayacaksın. Çünkü sana hiçbir şey olmayacak-”

“Eğer sen varsan olmayabilir, doğru,” diyerek kafamı salladım. “Ama ya sen olmazsan?”

Hafifçe güldü, tekinsiz bir gülüştü. “Öyle bir ihtimal olduğunu mu düşünüyorsun?”

“Yok mu?”

“Yok,” dedi.

“Bir gün aramızdaki anlaşma bitecek.”

“Yeni anlaşmalar yaparız,” dedi hızla.

“Ya ben her şeyden uzaklaşmak istersem?”

“Artık istesen de uzaklaşamazsın, anlamıyor musun? Şu gereksiz korkunu çoğaltmamak için üzerine gelmiyorum ama bundan sonra geri dönüşün yok. Sen Tolga Zafer'i öldürdün. O ana kadar herkes için öylesine biriydin ama artık değilsin. Senden bahsediyorlar, seni konuşuyorlar, en önemlisi de artık seni biliyorlar.”

Sertçe yutkundum, her kelimesinde haklıydı. “Böyle olacağını başından beri biliyordun,” dedim elimde olmadan suçlayıcı bir tonla. “Ben aptal gibi kendimi kaptırmıştım, ne olacağının farkında değildim ama sen biliyordun.”

“Biliyordum,” dedi üzerini örtme gereği göstermeden. “Elbette biliyordum. Adın dilden dile yayıldı, yayılmasını izledim. Herkesi takip ettim ama seni tanıyan kimse çıkmadı. Kimse senin için tehdit değil.”

Ani bir öfkeyle ayağa fırlayıp ellerimi sert göğsüne bastırarak onu ittim. “Bir de bunu ne olacağını görmek için mi yaptın?” diye bağırdığımda gözlerimden ateş çıktığına yemin edebilirdim. “Sen beni koruyor musun yoksa ateşe atmaya mı çalışıyorsun?”

“Sana hiçbir şey olmayacak,” dedi her kelimenin altını kırmızı kalemle çize çize.

“Herkes beni araştırmaya başlarsa-"

“Benim bulduğumdan fazlasını bulamayacaklar. Ben ne buldum biliyor musun?” diye sorsa da cevabını yine kendisi verdi ve bundan memnun olmadığını da saklamadı. “Hiçbir şey.”

Başka zaman olsa bu itirafına gülebilirdim. “Sen bulamadın ama onlar bulabilir,” dedim, çünkü etrafıma örülmüş olan duvarlar bir bir yıkılıyordu ve bunun farkındaydım.

“Annesinin ölümüyle babasının yetimhaneye terk ettiği bir çocuksun. Yanlış arkadaş kurbanısın ve bu yüzden buradasın. Arkadaşlarının intikamı için Tolga'yı öldürdün. Tüm hikâye bu, herkes bunu biliyor ve bunu bilmeye devam edecekler. Bana söylediklerin daima güvende olacak.”

“Silah kullanmayı biliyorum ve öylece çıkıp birini öldürüyorum, sonra seninle takılmaya devam ediyorum. Hayat hikâyeme o kadar ters ki... aklı olan herkes şüpheye düşer,” dedim açık nokta arar gibi.

“Benim öğrettiğimi düşünüyorlar. O silahı birlikte tutuyorduk, unuttun mu?”

Unutmamın imkânı yoktu. Odanın içerisinde sağa sola volta atmaya başladığımda tırnaklarımın kenarındaki etleri kemiriyordum. “Hiç kimse umurumda değil ama onların dikkatini çekmek istemiyorum. Beni tanımazlar ama belki de tanırlar, emin olamıyorum. Bu yüzden fark edilmenin düşüncesi bile beni geriyor.”

“Kaç yıldır onlardan ayrısın?”

“Sekiz yaşımdan beri,” derken ona ardımı dönmüş banyoya doğru ilerliyordum. Alan küçük olduğu için pek de dolaşmak için uygun değildi.

“Küçük bir çocukken yanlarından ayrıldın, eğer geçen yıllar boyunca seni hiç görmemişlerse karşılarına çıkacak olan kadını tanımayacaklardır, ki zaten tanımadılar,” dedi gerginlikle sağa sola gidişimi takip ettiği sırada. "Herkes seni biliyor derken şaka yapmıyordum fırtına kuşu, ben ve ailem bu dünyada önde gelenlerdeniz, bizim hayatımızda gerçekleşen en ufak değişiklikten herkesin haberi olur. Sen bizim için büyük bir değişikliksin. Herkes senin farkında ama kimse senin peşinde değil. Tanınmıyorsun,” dedi, kulaklarım uğulduyormuş gibi hissettim, adımlarım kesildi. “Yıllar seni unutturmuş olmalı. Bu yüzden endişe etmene gerek yok. Sekiz yaşındaki o çocuk şimdi yetişkin oldu, büyüdün, değiştin. Seni görseler bile tanımazlar.”

Unutulmuştum.

Bu ilk kez açıkça yüzüme vurulduğu için olduğum yerde donup kalmıştım. Gözlerim iri iriydi, dudaklarım aralık, yüzüm gergindi. Kan akışımın bile yavaşladığını hissediyordum. Kalbim heyecanını kaybetmiş gibi ağırlaşmıştı. Cesur aniden solan hâlime karşılık kaşlarını çatarak, “Fırtına kuşu,” diye mırıldanıp koca bir adımla aramızdaki mesafeyi kapattı. Eli çeneme yerleşirken ve yüzümü hafifçe havaya kaldırırken hâlâ durumu hazmedememiş olduğumdan tepkisizdim.

“Bunun seni rahatlatacağını düşünmüştüm,” dediğinde sertçe yutkundum. Haklıydı, rahatlatması gerekiyordu ama şu anda hissettiklerim rahatlamaktan çok uzaktı. “Onlara,” dedi, durdu, dişlerini sıktı, sanki söyleyeceği şeye katlanamıyormuş gibiydi. “Ona hâlâ değer veriyorsun değil mi? Abine?”

Ansızın gözlerim doldu, yüzümü kaçırmak istesem de çenemdeki eli buna müsaade etmedi. “Bu nasıl bir ikilem?” dedi isyan edercesine. “Yıllarca korktuğun birini nasıl sevmeye devam edebilirsin?”

“Çünkü aptalım,” derken dudaklarım acıyla kıvrıldı. “Düşün ki biri senin her şeyindi, hem annen hem baban hem arkadaşın hem de abin... Düşün ki o çukurda sahip olduğun tek şey oydu. Bizim birbirimizden başka bir şeyimiz yoktu. Babam,” derken dilimde dikenler varmış gibi hissettim, midem bulandı. “Annemi sürekli döverdi. Bir gün, bir Allah’ın günü annemin yüzünü temiz göremezdik, hep çürük ve morluk dolu olurdu.”

Çenemdeki eli kayıp düştü, yumruk şeklini aldı. Koyu kahve gözlerine kara bulutlar toplanmaya başladı. “Sana da vuruyor muydu?”

İrkildim. Hafifçe kafamı sallarken soğuk bir rüzgâra tutulmuş gibi ellerimle kollarımı ovalayıp yanından geçerek yatağın kenarına oturdum. “Çocuk olduğumu umursamazdı. Onun için hiçbir zaman değerli olmadım. Ama abim daima değerliydi, çünkü erkek çocuk oydu. Beni hiç sevemedi, sanki ne olduğumu başından beri bilirmiş gibi,” dediğimde son cümleyi kendim bile duymamıştım. “Annem de beni hiç sevmedi, beni oradan kurtardı ama o da hiç sevmedi. Bir kez sarılmadı, beni bir kez öptüğünü bile hatırlamıyorum.”

“Annen de mi?” dedi sadece, sanki bu mümkün olamazmış gibi. Bıraktığım şekilde sırtı bana dönük duruyordu ve yumruk yaptığı ellerini deli gibi sıkıyordu.

Göremeyeceğini umursamadan kafamı salladım. “Beni bir tek abim sevdi-"

“Ama şimdi peşinde, öyle mi?”

“Öyle,” diye mırıldandım. “Nasıl yetiştirildiğini bilmiyorsun. Onu nefretle sulayarak büyüttüler.”

Sonunda bana doğru döndüğünde, “Bana adını asla söylemeyeceksin değil mi?” diye sordu. Dudaklarımı birbirine bastırıp kafamı hafifçe iki yana salladım. Cesur sert adımlarla önüme kadar geldiğinde gözleri kısa bir an hâlâ komodinin üzerinde duran küçük kutuya değip geçti.

“Eğer sana elini uzatmaya kalkarsa kolunu keserim,” dedi birden. “Benden nefret edeceğini bilsem bile... yaparım.”

Soluğumu tutup, “Gözünde nasıl bir konumdayım Cesur?” diye ansızın sordum. Bana değen bakışları garip bir dalgınlıkla doldu. Konuşmadan önce yutkundu. Takıntılarından söz açıp açmayacağını merak ederken yanağımın içini kemiriyordum.

“Sana baktığımda pamuklara sarmam gereken bir kadın görüyorum,” dedi kısık bir tonla. Devam ettiğindeyse sesi daha düşüktü ama onu duyabilmiştim. “Ve bu yıllar sonra ilk kez oluyor.”

Daha fazla kurcalamama izin vermeyeceğini belli edercesine komodinin üzerinde duran küçük takı kutuma uzandı. “Bunun önemli olduğunu sanıyordum. Öylece ortalıkta mı bırakıyorsun?” dediğinde eski evimden onu birlikte aldığımız için unutmamasına şaşırmamıştım.

“Nereye koyacağımı bilemedim,” diye gevelediğimde bana kısa bir bakış attı.

Parmakları kutunun kapağını açmak için hareketlendi. Klipslerin birbirinden ayrılırken çıkardığı tok ses kulaklarıma doldu ve kapağı yavaşça kaldırdı. “Burayı hâlâ odan olarak benimsemediğin için tam anlamıyla yerleşememişsin-" diye konuşuyordu ki kutunun içindekini gördüğü anda lafı birden kesildi.

Oturduğum yerde dikleştim. “Bir sorun mu var?”

Bana boş kutunun içini gösterip, “Kolyeyi başka yere mi koydun?” diye sordu.

Sanki ayağa fırlayıp yanına gidince kolye kutunun içerisinde belirecekmiş gibi yerimden kalktığımda gördüğüm boşluk tokat gibi yüzüme çarptı. “Nasıl olur? Ona hiç dokunmadım,” dedim telaşla. “Hayır, lütfen, hayır, onu kaybetmek istemiyorum.”

“İçinde olduğundan emin misin?”

“Elbette, oradaydı,” derken onu en son kontrol ettiğim anı hatırladım. “Eva da yanımdaydı. Hatta bana onu yeniletebileceğini söylemişti. Cesur, onu benden habersiz almış olabilir mi?”

“Almaz,” dedi kendinden emin bir şekilde. “Eğer istemediysen Eva asla böyle bir şey yapmaz.”

Yapmayacağından ben de az çok emindim ama o kolyeyi kaybetmek istemediğim için kendimce çıkış yolları arıyordum. Boş kutuya bakıp, “O bana kalan tek şeydi,” diye sayıklarken Cesur, “Neye benziyordu?” diye sordu. “Eğer buradaysa onu buluruz, endişelenme.”

Neye benzediği hakkında yorum yapacağım sırada birinin boğazını temizlediğini işittim. Cesur'la aynı anda kapıya doğru döndüğümüzde Tuna oradaydı ve yüzü gergin görünüyordu. Bana kısa bir bakış atıp, “Kapı açıktı, o yüzden çalmadım,” dedi rahatsız etmekten çekindiğini belli edercesine. Cesur önemsemedi, ben de önemsemedim, çünkü Tuna ne zaman ortaya çıksa peşinden bir haber getiriyordu ve şimdi de bir terslik olduğu ortadaydı.

“Ne oldu Tuna?”

“Abi birisi kapıya bir paket bıraktı,” dedi ve asıl bombayı sonunda patlattı. “Sizin adınıza.”

“Kimden geldiği belli mi?”

Tuna onaylarcasına kafasını salladığında Cesur'la gözlerimiz buluştu. Az önce beni pamuklara sarmak istediğini söyleyen adama şu anda o kadar yabancı duruyordu ki tavrı daha çok gerilmeme neden olmuştu. Hâlâ elinde duran boş kutuyu kapatıp komodinin üzerine bıraktıktan sonra sert adımlarla odadan çıktı. Ben de peşinden ilerledim. Yatak odalarımızla aynı koridorda yer alan büro tarzındaki odaya ulaştığımızda küçük bir kalabalık bizi karşılamıştı. Yavuz, Didem, Eva, Akın ve Özgür de oradaydı. Bahsedilen paketse ortadaki sehpanın üzerine bırakılmıştı.

Hoşnutsuzluklarını gizlemeyen ikizleri, en uzak köşede durup bana asla bakmayan Yavuz'u ve bu durumda bile telefonuyla ilgilenen Didem'i es geçerek gözlerimi Eva'ya diktiğimde endişe etmemem gerekircesine kafasını hafifçe salladı ama buna rağmen gergin görünüyordu.

Karşılaşacağım şeye kendimi hazırlamak istercesine duruşumu iyice dikleştirdiğim sırada Cesur sehpanın üzerinde duran kırmızı kurdeleli kutuya doğru yaklaştı. Boyutu büyükçeydi. Kimseden ses çıkmaması beni iyiden iyiye gererken Cesur kutunun üzerindeki kurdeleye asıldı. Onu çözdükten sonra kapağına uzandığı sırada ağır adımlarım hemen yanında son bulmuştu. Kapağı kaldırmadan önce bana baktı, ben de ona baktım. Suratından bir şey çıkarmak imkânsızdı ve bu durum endişemi arttırmaktan öteye gitmiyordu.

Sonra Cesur kapağı kaldırdı. Önce değişik, hoş bir parfüm kokusu burnuma doldu. Hemen ardındansa kan rengindeki elbisenin askıları gözüme ilişti, sertçe yutkundum. Bu, o gece, Tolga Zafer'i vurduğum gece giydiğim elbisenin aynısıydı. Şakaklarımdan soğuk bir suyun kaydığını hissederken gözlerim yeniden Cesur'u buldu ama bu kez o bana bakmadı. Uzanıp elbisenin üzerine bırakılmış olan ikiye katlanmış kâğıdı aldı ve bekletmeden de açtı. Orada yazan kelimeleri onunla birlikte okudum.

“Onu sonunda bulduğun konuşuluyor. Ben de tanışmak isterim. Yarın akşam saat dokuzda Tarabya’daki Martt Taverna'da sizi bekliyorum.”

Kâğıdın altında Barut yazıyordu, isminin üzerinde birkaç kez gözlerim dolanırken hızlı hızlı atan kalbim soğuk bir el tarafından avuçlanmış gibi içim titredi. Soluğumu tuttuğumun bile farkında değildim. Özgür'ün güler gibi bir ses çıkarttığını işittim, Akın derin bir soluk aldı; öfkesini bastırmak ister gibi. Eva ise gözlerine sinen karanlık endişeyi yakalamamamı istercesine başka yöne doğru döndü, benden bile daha gergin olduğuna yemin edebilirdim. Didem telefonuyla ilgilenmeye devam etti, Yavuz da umursamamaya. Tuna alacağı emirleri anında yerine getirmek için hazırda bekliyordu.

Ve Cesur'sa... güldü. Evet, güldü. Şokla ona bakarken dudaklarındaki kıvrım biraz daha büyüdü. Kesinlikle tehlikeli bir gülüştü. Bunu kâğıdı parmaklarının arasında sıkıştırıp ezmesinden anlamıştım. Koyu kahve gözleri elbisenin üzerine düştüğünde yüzündeki o tekinsiz gülüş hızla soldu. Bu sırada artık sessiz kalamayan Akın, “Abi-" diye başlamıştı ki Cesur lafı ağzına tıkmakta gecikmedi. “Şimdi değil,” dedi aynı soğuk hisle içimin titremesine neden olacak kadar sert bir sesle.

Akın hırsla saçlarını karıştırdı, Özgür sakin olmasını istercesine elini ikizinin omzuna yerleştirip sıktı. Cesur bir daha benimle göz göze gelmeden hışımla odadan çıkarken Tuna da peşinden gitti. Kutunun başında öylece çakılı kaldığım o saniyelerde Yavuz yaslandığı duvardan sırtını ayırıp ıslık çala çala kapıya yöneldi. Eva kaçar gibi birkaç saniyede ortalıktan kayboldu.

Ne olup bittiğini kavrayamamanın verdiği şokla odada kalanlara bakarken Akın birden koluma asıldığında dudaklarımdan kaçan ufak çığlığa engel olamadım. Didem’in gözleri sonunda bize döndü. Akın, “Sana açıkça gitmen gerektiğini en başında söylemiştim,” dedi öfkesini kusar gibi sıkılı dişlerinin arasından. Özgür, “Akın, saçmalama,” diye uyarsa da Akın'ın onu duymadığı her hâlinden belliydi.

“Ama kalmayı seçtin ve eğer kaldığın için abimin başı belaya girerse bunun hesabını senden sorarım.”

Kolumu sonunda iter gibi bıraktığında hiçbir şey söyleyemedim, sanki dilim tutulmuştu. Diğer elim Akın'ın orantısız güç uyguladığı için sızlayan koluma sarılırken Özgür araya girerek Akın'ı odadan çıkardı. Giderken bile aynı tehdidi savurmaya devam ediyordu. Sersemlemiş bir şekilde sağa sola bakınan gözlerim sonunda Didem'i bulduğunda dudaklarımdan tek bir soru dökülebildi.

“Barut kim?”

“Düşman,” dedi Didem, hafifçe güldü, karanlık bir gülüştü. Başka bir şey söylemedi ve ben de başka bir şey sormaya cesaret edemedim.

×××

Köşkün ikinci katındaki çalışma odasında, yerden tavana kadar uzanan devasa pencerelerden birinin önünde dikilen Halide Çağlayan ilerleyen saate karşın yatmaya niyeti yokmuş gibiydi. Omzunu pencerenin pervazına yaslamış ışıklandırmalarla aydınlatılmış bahçede gözlerini gezdiriyor, ayrıca sigarasını içiyordu. Kaşları sürekli çatıktı ve düşünceleri asla son bulmadığı için uyku ona uğramıyordu.

İki parmağının arasında kıstırdığı sigarayı dudaklarına dayayıp zehirli dumanıyla ciğerlerini doldurduktan sonra pencerenin önünden ayrıldı ve rahmetli kocası Sarp'ın çalışma masasındaki deri koltuğuna bedenini bıraktı. Yorgun gözleri birkaç gündür yaşadığı gerginlikten dolayı sürekli ağrıyordu. Bunu bir nebze de olsa azaltabilmek için ölen kocasının bıraktığı şekilde dizili duran kâğıt yığınının üzerindeki gözlüğüne uzandı. Onu taktıktan sonra sigaradan son bir yudum daha aldı ve kalanını kenardaki kül tablasına bastırdı. İçine doldurduğu zehirli duman burun deliklerinden sızarak havaya karışırken bu kez tam önünde duran altın rengindeki kolyeye parmakları dokundu.

Bu kolye Nehir'in kolyesiydi.

Yeni yapılan odayı gezerken komodinin üzerindeki küçük kutu gözüne ilişmiş ve öylesine eline alıp içine bakmıştı. Halide o an yaşadığı şoku hâlâ üzerinden atamamıştı. Eskimiş, tüm canlılığını kaybetmiş kolyenin arka yüzünü çevirdi ve orada yazan ismin üzerinde parmaklarını kaydırdı.

Aslında hayır, bu Nehir’e ait değildi.

Bu, kocası Sarp'ın kolyesiydi.

×××

 

 

 

Loading...
0%