Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. BÖLÜM

@yazarimsibirileri

Halide Çağlayan köşkün göz boyayan salonunda, yerden tavana kadar uzanan pencerelerin önüne yerleştirilmiş fiskos koltuklarından birinde oturuyordu. Elinde az önce çalışanlarından birinin getirdiği bitki çayı vardı ve ondan ilk yudumunu almaya hazırlanıyordu. Bu sırada gözleri tam karşısındaki diğer fiskos koltuğunda oturan abisi Yunus'u buldu. Aslında o koltuk kocası Sarp'ın daima oturduğu koltuktu ve orada bir başkasını görmek Halide'yi hep yaralıyordu.

“Yalova'daki arsada inşaata başladık,” dedi Yunus, hayatındaki değişiklikleri kardeşiyle paylaşma niyetiyle, ancak dakikalardır boşuna konuştuğunun pek de farkında değildi. “Bitmesi seneyi bulur, acelem yok. Her şeyin istediğim gibi olmasını istiyorum. Hayatımın geri kalanını sessiz ve sakin bir düzende geçirmek için ne gerekiyorsa yapacağım.” Fincanı kardeşiyle arasında bulunan sehpanın üzerine bırakırken soluğunu gürültüyle dışarıya saldı. “Oraya yerleştiğimde sen ve çocuklar sık sık ziyaretime gelirsiniz. Elimi ayağımı her şeyden çekiyorum diye hayatınızdan çıkacağımı sanmayın.”

Halide fincanın üzerinde gezdirdiği gözlerini kaldırmadan dalgın dalgın kafasını sallamakla yetindi. Yunus ise kız kardeşinin garip hâlini fark etse de pek üzerine düşmemeyi tercih ederek, “Orada senin için bahçeye bakan, ayrıca denizi de gören en güzel odayı hazırlatacağım. Geldiğinde huzuru bulacaksın ve bekli de hiç dönmek istemeyeceksin,” dedikten sonra göbeğini hoplata hoplata güldü. “İşime gelir. Zaten evlenip yuva kuramadım yalnız kalmamış olurum.”

Halide bir kez daha kafasını salladı. Aslında söylenen sözler kulaklarına ulaşamadan yokluğa karışıyordu. Abisi bir şeylerden bahsedip duruyordu ve aklı o kadar karışık hâldeydi ki onu doğru düzgün dinleyemiyordu bile. Dalgınlığını ve kafasının tepesinde dolanan kara bulutları Yunus fark etmiş gibi birden, “Halide, sen iyi misin?” diye sordu, artık sesi ciddileşmişti. Kadın oturduğu yerde irkilerek doğrulup gözlerini abisinin gözleriyle buluşturdu.

“İyiyim abi, iyiyim,” diyerek üzerine dönen soru işaretlerini savuşturmaya çalıştı. “Yalova'daki ev ne durumda? İnşaata başladınız mı?”

Yunus, kız kardeşine hem üzülerek hem de biraz acıyarak baktı. Koca adamdı ama onun bu hâline çare bulamıyor olmak omuzlarında büyük bir yüktü. Tüm neşesi yokluğa karışırken, “İlaçlarını alıyorsun değil mi?” dedi kuşkuyla.

“Alıyorum tabii.”

“En son ne zaman doktorla görüştün?”

“Bu sabah.”

“Akşamki ilaçlarını aldın mı-"

“Aldım abi!” dedi Halide öfkeyle. “Kafam dağınık çünkü aklıma takılan başka şeyler var.”

Yunus, kız kardeşine sessizce iç geçirerek baktı. Halide hastaydı, ağır depresyon ilaçları kullanıyor, sürekli doktor kontrolüne tabi tutuluyordu. Geçmişte yaşanan olaylar onun tüm dengesini bozmuştu. Daha sonra kocası Sarp'ın ölümüyle nevrini şaşırmış ve onun ardından da kızı Sena'nın ölümüyle tüm dünyası kararmıştı.

Uzanıp kız kardeşinin elini ellerinin arasına çekti ve hafifçe okşarken, “Ne takıldı kafana? Söyle hemen halledeyim, sen huzurlu ol yeter ki. Senin için yapamayacağım şey yok biliyorsun,” dedi.

Halide bunu duyduğuna mutlu olduğunu saklamadan, “Ben bir şey buldum,” diyerek abisinin hiçbir tepkisini kaçırmak istemezmiş gibi iyice ona doğru döndü. Yunus tüm saçlarını kaybetmiş, post bıyıklı, sert bakışlı bir adamdı. Aslında boyu oldukça uzundu, ancak dışarıya sarkan göbeği yüzünden, hele de oturunca olduğundan kısa görünüyordu.

“Ne buldun?” diye sordu Yunus, kaşları hafifçe çatıldı. “Yine ne oluyor?”

Halide gözlükleriyle oynayarak vakit kazanmaya çalıştı. Yıllardır asla kapanmayan o mevzu yine bir yerlerden hortlamıştı ve Yunus'un artık buna çıldıracağından emindi. Derin bir soluk alırken, “Onunla ilgili,” diye mırıldandı ve abisine çekinik bir bakış attı. Adam ömrünü bu uğurda harcamıştı ve artık kafasını dinlemek için ortalıktan çekilme planları yapıyordu, ancak birazdan ortaya sereceği soru işaretleri Yunus'un uzaklaşma arzusunu baltalayacaktı ve onu kızdıracaktı.

“Onunla mı?” Yunus birkaç saniye kendine düşünmek için zaman tanıdıktan sonra oturduğu yerde dikleşti. Elleri Halide'nin elinden kayıp düşerken, “Filiz mi?” diye sordu, o yasaklı ismi söylemiş olmayı umursamadan. Halide sadece kafasını salladı ve Yunus onun hastalıklı hâlini elinin tersiyle bir kenara itip öfkesini ortaya döktü, çünkü bu mevzudan bıkmıştı.

“Sen beni delirtmenin peşinde misin? Kadın yıllar önce öldü, Halide! Hâlâ onunla ne alıp veremediğin var? Öteki tarafta da Sarp'a musallat olacak değil ya! Bırak artık şu kadını anmayı!”

“Abi, öyle değil-"

“Yeter! Yıllardır bununla uğraşmaktan sıkıldım. Kendi kendini yediğin yetmedi beni de bitirdin. Kadın öldü, Sarp öldü, sen hâlâ aynı mevzuda takılı kalmışsın! Bir daha onun adını anmayacaksın demedim mi ben sana?”

“Dinle lütfen. Ona ait bir şey buldum-"

Kafasına kazımak istercesine, “Kadın öldü!” dedi geri kalan hiçbir şeyin önemli olmadığını belirtme umuduyla. Devamını daha kısık ve daha öfkeli bir sesle getirdi. “Onca kurşunu üzerine boşalttım, sırf sen huzur bulasın diye. Artık yeter.”

Halide sürekli susturulmaktan bıkarak, “Nehir'le Filiz'in bir bağlantısı var!” dedi biraz sesini yükseltirken. Ardından hızla etrafına bakınarak çevresinde kimsenin olmadığından emin oldu. Burada tek dostu abisi Yunus'tu ve onun dışında kimse bu konuşulanları bilmemeliydi.

Yunus ortaya atılan bilgiyle kısa bir duraksama yaşadı. Aklının karıştığını saklamazken, “Nehir'le? Hani şu Cesur'un kulübe aldığı kadınla mı?” diye sordu.

“Evet. Sarp mücevherlerle uğraşmayı severdi bilirsin. Kendisi için bir kolye yapmıştı, hatta arkasında adı bile yazıyordu, lise yıllarımızdan hatırlıyorum. Sonra o kolyeyi Filiz almıştı,” dedi kıskançlığını saklayamadan hırsla. Aslında o da Sarp'ın kolyeyi özellikle Filiz'e hediye ettiğini biliyordu ama bu gerçeği kabul etmek istemediği için kendine göre durumu şekillendiriyordu.

Yunus elbette her şeyin farkındaydı. Kız kardeşinin ne denli hastalıklı bir aşka sahip olduğunu en iyi bilenlerden biriydi. Bu yüzden hikâyeye inanırmış gibi kafasını sallayıp, “Devam et,” dedi sadece. Onunla Sarp'la ilgili durumlarda savaşmayı asla istemiyordu, çünkü Halide bu konuda fazlasıyla uyumsuz biriydi.

“O kolyeyi Nehir'in odasında buldum. Filiz'in Sarp'tan aldığı kolye Nehir'den çıktı!” dedi hoşnutsuzluğunu bastırma gereksinimi bile duymadan.

“Allah'ım bana sabır ver! Sen gidip kadının eşyalarını mı karıştırdın? Ya gören olsaydı?”

“Saklamıyordu, başucu komodinin üzerindeki kutudaydı!” diyerek kendini savundu. “Bilmiyorum abi, içimden ona bakmak geçti ve içgüdülerimin beni bir kez daha yanıltmadığına şahit oldum.”

“Aldın mı kolyeyi? Sende mi şimdi?”

“Tabii ki aldım! O, Sarp'ındı, yani benim! Başından beri benimdi!”

Yunus sabır dilenircesine elini yüzüne örtüp birkaç saniye kendisine sakinleşmek için zaman tanıdı. Herkes Cesur'un hasta olduğunu düşünürdü ama asıl gerçek hasta kız kardeşiydi ve onun artık tedavi edilecek bir yanı da kalmamıştı.

“O kadın, Nehir,” derken yeniden derin bir soluk alarak öfkesini sınırlandırdı. “Onu araştırdım, zararsız biri. Tolga Zafer'den zarar görmüş, Cesur da kol kanat germiş hepsi bu.”

“Sence neden kol kanat germiş abi, bir düşünsene?”

“Tamam, aradığı kadın tipine benziyor diye de olabilir, her neyse, bunun dışında kadın zararsız.”

“Peki kolye nasıl olur da ondan çıkabilir?”

“Belki de Filiz kolyeyi satmıştır ve bu sayede el değiştirmiştir.”

“Asla öyle bir şey yapmazdı. Açlıktan ölse bile onu satmazdı,” dedi kinle. Meşhur Sarp-Filiz aşkını abisi de biliyordu ve hatta bilmeyen bile yoktu. Bu yüzden abisinin konuyu kapatmak için yol aradığından emindi.

Yunus uyuşmaya başlayan başını rahatlatmak istercesine kaşlarının ortasını ovaladı. “Geberip gittiğinde kalan eşyalarıyla birlikte başkasına geçmiştir belki de!”

“Neden Nehir'i masum görüyorsun?”

“Çünkü kadın masum, her şeyine baktım. Yiğit onu bu dünyaya bulaştırmasaydı kendi yolunda yaşayıp gidecekti. Asıl sen nasıl onda bir sorun varmış gibi düşünebiliyorsun?”

“Yetimhanede büyüdü,” dedi Halide tıslar gibi. Yunus da aynı sertlikle karşılık verdi.

“Ne var bunda?”

“Cesur da yetimhanede büyüdü!”

“Evet, zaten bu yüzden Nehir'in aradığı kadın olduğundan şüpheleniyor herkes.”

“Abi, hiç düşünmüyor musun? Filiz zamanında Cesur'u bir çöp gibi yetimhaneye bırakıp gitti-”

Yunus buna tahammül edemeyerek, “Bırakmak zorunda kaldı, çünkü peşindeydik ve peşinde olduğumuzun farkındaydı. Kadın en azından oğlunun canını kurtarabilmek için bunu yaptı ve bu sayede Cesur yaşadı,” dedi öfkeyle. Eğer o zamanlar Filiz'in Sarp'tan hamile kaldığı bilinseydi Halide, o çocuğu da yok etmek için elinden geleni yapardı, ancak bu gerçeği çok sonraları, Sarp, Cesur'u bulduğu zamanlarda öğrenmişlerdi. En azından Halide o zaman öğrenmişti, yoksa Yunus'un bundan zaten haberi vardı.

Halide, “Neyse ne!” diye abisine çıkıştı. “Aynı şeyi yeniden yapmamış olması ne malum?”

“Ne demek şimdi bu?”

“Ya bir başkasından da çocuk peydahladıysa ve yine kaçmak zorunda kalınca onu da yetimhaneye bıraktıysa?”

“Sen artık gerçekten de delirdin! Kolyeyi satmayacağından eminsin ama bir başkasından çocuk yapacağını düşünebiliyorsun, öyle mi?”

Halide dişlerini birbirine geçirdi. Elbette biliyordu, bunu tahmin etmek zor değildi. Filiz, Sarp'tan başkasına yar olmazdı. Ama Sarp olmuştu, olmak zorunda kalmıştı. Günlerce, hatta aylarca onu sabırla beklemiş ve sonunda elde etmişti. Evlilerken bile kendisinden kaçan kocasına neler neler yapmıştı, adam tövbeliymiş gibi asla yanına sokulmuyordu. Ancak bir gece onu zilzurna olana kadar içirmiş ve amacına ulaşmıştı.

“O zaman bu kolye nasıl Nehir'de olabilir?”

“Bunu düşünerek kafanı boşuna yoruyorsun. Bir şekilde kadının eline geçmiş demek ki.”

“Hayır, abi, bu tesadüfü kabul etmiyorum. Elinde bu kolyeyle gösterir gibi içimize kadar giriyor, resmen gözümüze sokar gibi.”

“Paranoyakça düşünüyorsun. Gerçekten de tesadüfler sonucunda olmuş olabilir. Zaten eğer haberi olsaydı şimdiye kadar anlaşılırdı.”

“Tesadüf değil,” derken kafasını şiddetle iki yana salladı. “Belki de gerçekten o, Cesur'un aradığı kadındır. Filiz kolyeyi Cesur'da bırakmıştır, Cesur da ona. Cesur’un ilk adı neydi biliyorsun, bence mümkün.”

“Hayır, bu dediğin de mümkün değil. Cesur başka bir yetimhanede büyümüş, kadın başka bir yetimhanede. Nehir’in Cesur'un aradığı kadın olmadığını araştıran herkes anlar. Sana araştırdığımı söylüyorum, o değil. Ayrıca kulağıma çalınan bilgiler doğrultusunda Cesur'un ona karşı ilgi duyduğunu öğrendim. Belki de takıntı olayını bir kenara bırakır ve gerçekten birini sevmeye başlar.”

“Şimdi de onu düşünmeye mi başladın?” dedi Halide ateş püskürürcesine. Cesur'u hiç sevmemişti ve hiç sevmeyecekti. Sarp'ın onu bulup köşke getirdiği gün hayatına karabasanların çöktüğü gündü. Tam Filiz'den kurtulduğunu sanırken bir de onun doğurduğu oğlan ortaya çıkıvermişti. Yetmezmiş gibi Sarp onu el üstünde tutmuş, her şeyin başına geçirmişti. En kötüsü de kendi doğurduğu çocukları bile Cesur'a düşkündü ve Halide'yi içten içe en çok delirten de buydu.

“Hayır-"

“O uğursuzdan nefret ettiğimi biliyorsun! Umarım bu hastalık onu yer bitirir ve akıl hastanesine kapatıldığı günü görürüm!”

“Halide,” dedi Yunus uyarırcasına. “Canımı sıkmaya başladın, haberin olsun. Yoktan sorun çıkartıyorsun. Yeter artık kes şu saçmalığı!”

Halide dişlerini birbirine kenetleyerek oturduğu koltuğa gömülürken Yunus hızla ayaklandı. Yeni problemlerle uğraşmaya hiç niyeti yoktu. Ortada düşünülmesi gereken bir şeyler olabilirdi ama artık hiçbirini önemsemiyordu. O, babasının hatırını kıramayıp buraya, kız kardeşinin evine yerleşmişti ve tüm hayatını onun mutluluğuna göre şekillendirmişti.

Halide, Sarp'ı Filiz'den ayırmak istemişti, Yunus ayırmıştı.

Halide, Sarp'la evlenmek istemişti, Yunus bu evliliğin gerçekleşmesini sağlamıştı.

Halide, Sarp'ın Filiz'i asla unutamadığını fark ettiğinde Filiz'den kurtulmak istemişti, Yunus, Filiz'i öldürmüştü.

Elbette bazı pişmanlıkları vardı ve yaşlandıkça bunlar daha çok canını sıkmaya başlamıştı. Filiz bunların hiçbirini hak etmemişti. Aslında Yunus onun Sarp'tan hamile olduğunu en başında bilen tek kişiydi. Ona kaçmasını söyleyen de oydu. Eğer giderse tüm sorunların çözüleceğini düşünmüştü. Ancak nasıl şimdi Cesur, kimliği bile doğru düzgün belli olmayan bir kadını aratıyorsa o zamanlar da bunu Sarp yapıyordu. Her taşın altında Filiz'i arıyordu ve Halide buna sabır gösterecek bir kadın değildi.

İçinden aklına gelen hatıralara en az onlar kadar acı olan bir tebessüm sundu. Annenin kaderinin kızına çeyiz olduğu söylenirdi; bu ailede babanın kaderi oğluna çeyiz olmuştu. Cesur da Sarp gibi dağı taşı arayarak ömrünü heba ediyordu. İç geçirdi, Halide'nin aksine Yunus, Cesur'u severdi. Onunla hiçbir problemi yoktu, ancak kız kardeşinin ne denli aksi olduğunu bildiği için Cesur'la olan ilişkisini pek geliştirmemişti ve bunu daha çok onun iyiliği için yapmıştı.

Çünkü Halide'nin Filiz'den sonra ciddi derecede kafayı taktığı tek kişi Cesur'du.

Odadan çıkmak için hareketleneceği sırada birden durup, hırsla parmaklarının kenarlarındaki etleri yontan kardeşine döndü. “Bana bak bu olayı uzatmayacaksın, anladın mı?” diyerek onu uyardı. Biliyordu, Halide'ye zincir tutmazdı, ancak yine de denemekten zarar gelmezdi.

“Nehir’in Filiz'le hiçbir bağı olamaz, hepsi tesadüf. Sana kanıtlayacağım tamam mı? Sakın saçma sapan bir şeyler yapma, evlatlarını düşün.”

Halide dişlerini sıkarak kafasını sallamakla yetindi. Abisine dik dik bakmaktan geri kalmazken hiç değilse şimdilik uysal görünmeyi seçmişti, çünkü bu yolda yalnız yürüyeceğini anlamıştı. Yunus bu kez ona yardım etmeyecekti. Ama artık bunun önemi yoktu. O inanmıyor olsa bile, hatta herkes gibi deli olduğunu düşünüyor olsa bile ve tüm deliller aksisini söylüyor olsa bile Halide bir şeyden emindi. İçgüdüleri onu hiçbir zaman yanıltmamıştı.

Nehir, Cesur'un yıllardır aradığı kadındı.

×××

Boğazın eşsiz huzurunu gölgelercesine yükselen gürültünün arasındaydım. Dışarıya çıkmış, sırtımı Yeraltı Kulübü’ne yaslamış, sigaramı yakmış öylece etrafı izliyordum. Birden nükseden temiz hava alma ihtiyacıyla kendimi burada bulmuştum ve temiz havaya çıkıp aynı zamanda sigarayla ciğerlerimi zehirliyor olduğum pek de umurumda değildi. Kafam dalgındı ve bu yüzden hiçbir şey yapmadığım hâlde yorgun hissetmeme neden oluyordu.

Kaldırımdan ilerleyen insan akışı aralıksız devam ediyordu ve trafiğin en yoğun olduğu saatlerde olmamız da cabasıydı. İnsanlar işlerinden çıkmış evlerine dağılıyorlardı. İstemsizce kendimi düşündüm. Ben ne yapıyordum, hiçbir şey. Buradaki işim bittiğinde kendime yeni bir hayat kuracağımı söyleyip duruyordum ama artık bu çok uzakta kalmış bir hayal gibi gelmeye başlamıştı. Sanki düştüğüm çukurdan asla çıkamayacaktım ve tüm hayatım savaşmakla geçecek gibiydi.

Gözlerim kayarak sol çaprazımda kalan kaldırım kenarına düştü. Orada artık Hümeyra ve Yonca'ya dair tek bir iz bile yoktu ama ben ne zaman oraya baksam bir kan gölü görüyordum ve her defasında o kan gölünde boğuluyordum. Sigaradan içime çektiğim soluğu aheste aheste havaya bırakırken kendi kendime kafamı salladım. Onlar için buradaydım, onlar için bir şeyler yapmaya çalışıyordum ve eğer bu yolda başım belaya girecek olsa bile artık korkmuyordum.

Önümü bir perde gibi gölgeleyen sigara dumanının arkasından gözüme ilişen ayakkabılar dikkatimi çektiğinde sırtımı yasladığım yerden biraz uzaklaşarak öne doğru eğilip orada kimin olduğuna bakındım. Yavuz tıpkı benim gibi sigara tüttürüyordu ve tam da Hümeyra'nın son nefesini verdiği noktanın karşısında, o noktaya gözlerini dikmiş hareketsiz duruyordu. Aramızda kulübün hafif dışa doğru uzanan giriş kapısı ve kapının önünde dikilen adamlar olduğu için onu fark etmemiştim, ayrıca dışarı çıkarken onun bulunduğu tarafa hiç bakmamıştım da. Ne kadar yanına gidip onunla acımı paylaşmak istesem de bu isteğimi bastırmak zorunda kaldım, çünkü aramız hâlâ bozuktu. Onu suçlamıyordum, kendince haklı olabilirdi. Ama onu özlemiştim. Onu gerçekten de özlemiştim.

Göğsüme doluşan sıkıntıyı dağıtmak istercesine derin bir soluk alırken aynı anda birkaç şey gerçekleşti. Birincisi kulübün kapısından biri çıktı ve kulübe ait otoparka doğru hızlı adımlarla ilerledi. İkincisiyse pantolonumun arka cebindeki telefonumun bildirim sesi yükseldi. Bir elim telefonuma doğru uzanırken diğer elimdeki sigaradan son bir soluk çekip onu yere attım. İzmariti ayakkabımın tabanıyla ezdiğim sırada gözlerimi ayırmadan takip ettiğim adam otoparka girip kadrajımdan çıktı. Telefonumu ortaya çıkartıp ekranına baktığımda diğer mesajların arasında parıldayan isim anında gözüme battı. Yonca'nın kuzeni olacak erkek müsveddesi Erdem'den gelen bir mesajdı ve içeriği şaşırmadığım gibiydi.

“Oraya giremeyeceğimi mi düşünüyorsun? Kendini asla güvende hissetme, başına bela olacağım. Ya bana istediğimi getirirsin ya da başına geleceklere katlanırsın.”

Erdem’in benden para sömürme niyeti en başından beri vardı. Onun para bankası olan Yonca artık olmadığı için yerine beni geçirmeye çalışıyordu. Bu attığı birkaç tehdit mesajından sadece biriydi. Sık sık arıyordu da. Onu pek önemsemiyordum, hatta onu sinek vızıltısı olarak bile görmüyordum. Ortalıkta büyük adammış gibi gezinse de içinin boş bir çuval olduğunu biliyordum. Ben Yonca gibi onu alttan alacak, boyundan büyük laflarından korkacak biri de değildim. Bunu ona göstermeyi her ne kadar istesem de şu anda uğraşacağım en son şey bile değildi.

Parmaklarım sakince ekranın üzerinde hareket etmeye başlarken otoparktan çıkan araç gözüme ilişti. Bana tankları çağrıştıracak kadar kaba ve üzerinde tek bir toz zerresi bile bulunmayan siyah cip kulüp kapısının hemen önünde durdu. Sürücü kısmındaki cam yavaşça indiğinde orada oturan adamın az önce otoparka giden adam olduğunu gördüm. Bir şeylerin değiştiği belliydi.

Gözlerim yeniden ekrana düştüğünde yazmayı bitirdiğim mesajın Erdem'e ulaşmasına izin verdim. “Umurumda değilsin. Eğer sen başının belaya girmesini istemiyorsan benden bir şeyler beklemeyi kes,” diyerek onu ilk ve son kez uyarmıştım. Bunu dikkate alır mıydı bilmiyordum ama alsa iyi olurdu.

Mesaj listesinin geri kalanı tamamen Yavuz'un ailesine aitti. Onlardan gün içerisinde birçok çağrı ve onlarca mesaj alıyordum. Bildiğim kadarıyla Yavuz ailesiyle arasına sert bir çizgi çekmişti. Elbette onlar da Yavuz'un bir daha asla eskisi gibi olamayacağını biliyorlardı, ancak kimse öylece evladını ya da kardeşini bırakmazdı; ona ulaşmaya çalışmaları normaldi.

“Ama seni öylece bıraktılar,” dedi iç sesim sanki bu anı bekliyormuş gibi. İstemsizce telefonu parmaklarımın arasında sıkarken kulübün kapısı yeniden açıldı. Ellerini pantolonunun ceplerine tıkmış, hiçbir şey umurunda değilmiş ve hiçbir şey onu yıkamazmış gibi kendine güvenen bir edayla kapıda bekleyen araca doğru ilerleyen Özgür'ü gördüm. Kendi kendine çaldığı ıslık kulaklarıma kadar ulaşıyordu. Onun hemen ardından çıkan Cesur gözlerime iliştiğindeyse yutkunmaktan kendimi alamadım. Aramızda geçen son konuşma bir an olsun aklımdan çıkmıyordu ve ne tarafa dönsem sürekli aynı konuyu düşünürken kendimi buluyordum.

Cesur kapıdan çıktığı anda elinde tuttuğu deri ceketi giymek için hareketlendi, bu sırada araca doğru yürümeye devam ediyordu. Her nereye gidiyorsa haberim yoktu ve bir anda durumun geliştiğini düşünüyordum, çünkü gün boyu Tuna'yla birlikteydim ve bana bir yere gidileceğinden bahsetmemişti. Belki de bahsetme gereği duymamıştı. Hatta belki de bahsetmemesi için tembihlenmiş bile olabilirdi.

Onlar için herhangi bir tehdit değildim ama yine de işlerini sağlama almaları doğru olandı, buna takılmamsa yanlış olan durumdu. Kendimi bu aileye aitmiş gibi hissetmemeliydim ve her şeyden haberdar edilmeyi beklememeliydim. Sanırım sürekli kendime hatırlatmam gerekenler listesinde bu da yer almalıydı.

Sessizce ve fark edilmeden az önceki köşeme sinmek için geri çekildiğim sırada Cesur sanki oradaki varlığımı hissetmiş gibi birden bana doğru döndü. Adımları kesildi, kaşları çatıldı, gözleri kuşkuyla kısıldı. Onun durduğunu fark eden Özgür ise açtığı kapıdan içeriye girmeden önce abisine bakındı ve Cesur da ona beklemesini işaret ettikten sonra bana doğru gelmeye başladı. Herhangi bir sorun çıkmasını istemediğim için Erdem'le olan yazılmalarımı çabucak silip telefonu yine arka cebime sokuşturdum. Bu arada Cesur dibime kadar gelmişti. Ceketinin yakasını silkeleyerek düzeltirken, “Bir sorun mu var?” diye sordu.

“Yok,” dedim sadece.

“Öyleyse neden kafana takılan bir şey varmış gibi bakıyorsun?”

Cevap vermek için aralanan dudaklarım bir müddet öylece kalakaldı. Duygu farklılıklarımı anında ayırt etmesi yine gerilmeme sebebiyet vermişti. Geçiştirirsem altını kurcalayacağını bildiğim için, “Yeni bir numaraya ihtiyacım var. Gidip alacağım,” diye mırıldandım.

“Şu an kullandığında bir problem mi var?”

“Yavuz’un ailesi sıklıkla arıyor, rahatsız oluyorum,” dedim gerçeğin bir kısmını gizli tutmayı seçerek. Cesur, Erdem'i sinek gibi ezerdi. O aptalın böyle bir karşılık almaya ihtiyacı olsa da Cesur'u ya da bir başkasını bununla muhatap etmeyecektim.

“Tuna'ya söylerim, o halleder,” dedi bunun üzerine.

“Gerek yok, ben de halledebilirim-"

“Tuna halleder,” diye bastırdı. Tavrı şu anda hiçbir sivriliği kaldıramayacağını belli eder gibi çıktığında bu kez benim kaşlarım çatıldı. “Sorun ne?” diye sorduktan sonra açtığı kapının üzerine kolunu atarak ve ayağını sallayarak abisini bekleyen Özgür gözüme ilişti. “Nereye gidiyorsunuz?”

“Biriyle görüşmem gerekiyor.”

“Önemli bir şey mi?”

“Sanmıyorum,” dedi ve sonra aklına bir şey gelmiş gibi ekledi. “İstersen sen de gel?”

“Ben mi?” dedim şaşkınlıkla. İşin aslı ailenin dışında tutulmayı beklediğim için garip bir boşluğa düşmüştüm. Ne olursa olsun, bana karşı ne hissederse hissetsin yaptıkları işlere dâhil olmamamı istemesini bekliyor olmam normal olandı.

“Beni işlerine bulaştırmaktan rahatsız olmaz mısın?”

“Seni zaten işlerime bulaştırmadım mı?”

“Bu farklı,” dedim karşı çıkar gibi. “Belki görmemem ya da bilmemem gereken bir şeyler içeriyordur?”

“İçerse bile önemi yok. Sana güvenmiyor olsaydım bu durumda olmazdık,” dediğinde irkilmekten kendimi alamadım. Bana güveniyordu. Onu başlarda laf altından tehdit etmiş olduğum hâlde bana güveniyordu ve bu garip bir duygunun mideme doluşmasına neden olmuştu. Ama sonra aklıma gelen ayrıntı bu güzel duyguyu karanlık bir bulut yumağı gibi içime çöreklenmesi şeklinde evrilmişti.

“Bunu benim ben olduğumu bilerek söylüyorsun değil mi?”

Artık sürekli bu imayla baş edeceğini bildiği için şimdiden bıkkınlıkla bana bakıp kafasını ağır ağır iki yana salladıktan sonra, “Hareketlen,” diye homurdandı. Ardından da arkasını dönüp arabaya doğru ilerlemeye başladı. Onu takip ederken, “Anlaşmamızın sıradaki aşamasına ne zaman geçeceğiz?” diye sordum. Aslında yeri ve zamanı olmadığının farkındaydım ancak Cesur ben sormadan bu konuya asla değinecek gibi durmuyordu.

Özgür'e ön koltuğa geçmesi için işaret verdikten sonra onun çekildiği kapının önünde dikilerek beni bekledi. Araca binmek için kafamı hafifçe eğdiğim sırada, “Kimi istiyorsun?” diye sordu, nedense soğuk bir sesle.

Derin bir soluk alarak, “Hasan'ı,” diye mırıldandım ve cevap vermesini beklemeden koltuğa oturup onun için de yer açmak adına diğer kapıya kadar kaydım. Cesur da yerini aldıktan sonra kapı kapanırken gözüm hâlâ aynı şekilde duran Yavuz'a aldı. Önünden gelip geçenler, olan bitenler, hiçbiri umurunda değilmiş gibi Hümeyra’nın kanıyla yıkanmış olan kaldırıma bakmaya devam ediyordu. Sanki oradaki varlığımızı hiç ama hiç hissetmemiş gibi kendisini soyutlamıştı.

Araç ileriye doğru hareket etmeye başladı. Akın'ın neden dâhil olmadığını düşünerek sorup cevap almak yerine kendi kendime cevaplar türettiğim sırada Cesur, “Neden Yiğit değil?” diye sordu. Yiğit'in adını duymaktan daha memnun kalacağını saklamıyordu.

“Çünkü Hasan ikinci sırada olmayı daha çok hak ediyor.”

“Tamam.”

“Ne zaman olur?”

“Kısa zamanda.”

Özgür, “Ne planlıyorsunuz?” diye sorarak konuya dâhil olduğunda ikimizden de ses çıkmadı. Ben pencereden dışarıya baktım, Cesur ise telefonuyla ilgilendi. Sanırım biri onu arıyordu, çünkü sesi çıkmasa da titreşimini duyabiliyordum.

“Hancı Fahri arıyor,” dediğinde ses tonunun bile soru işaretleri vardı.

“Dedim sana abi, Fahri’nin Nazım'la olan gerginliği iyice kontrolden çıkmış. Bizi çözüm yolu olarak kullanmayı teklif edecekler,” dedi Özgür bunun üzerine.

Cesur telefona cevap verip bekledi. Bir müddet sonra duyduklarına karşılık, “İyiyim Fahri dayı sen nasılsın?” diye sordu. Ses tonunun ciddiyeti o kadar ortadaydı ki asla hâl hatır içeren bir sohbet olmayacağı bundan bile belliydi.

Telefonun ucundaki adamın uzunca bir süre konuştuğunu Cesur'un sessiz kalarak onu dinlemesinden anladım. Çatık kaşları söylenenleri aklında tarttığını belli eden cinstendi. Gergin görünmüyordu, aksine oldukça rahattı.

“Tamam, dayı, saati ve gününü Tuna sana haber eder,” dedi sonunda yeniden konuşarak. Bir süre daha yine adamı dinledi. “Konuşuruz, hadi eyvallah.”

Özgür hemen, “Ne diyor?” diye sordu.

“Görüşmek istiyor.”

“Ne zaman?”

“Önce bunu aradan çıkartalım, neyin ne olduğunu öğrenelim sonra Hancıyla ilgileniriz.”

“Bir çeşit arabuluculuk mu yapacaksınız?” diye sordum merakla. Cesur bana doğru döndü ama cevap veren Özgür oldu.

“Aynen öyle, arabuluculukta bizden iyisi yoktur.”

Özgür'ün imalı konuşmasının üzerine Cesur'a sorarcasına baktım. Derin bir soluk alıp, “Nazım'la Fahri'nin arasında yıllardır süren anlaşmazlık var, birbirlerini sürekli taciz ederler, asla huzur vermezler. Aralarında son birkaç olay geçti ve işler iyice çığırından çıktı diye duyduk. Şimdi Nazım Çekel'le konuşmaya gidiyoruz, tahminimizce bize dövüş düzenlememiz için teklif sunacak,” dedi.

Tüm anlattıklarında tek sorun buymuş gibi, “Neden siz gidiyorsunuz? Onun gelmesi gerekmez miydi?” dedim, Özgür güldü ve bana takılma şansını boş geçmedi.

“Bakıyorum raconu da biliyorsun?”

“Öğreniyorum,” diye mırıldandım cansız bir sesle. Cesur'a kaçamak bir bakış attım. O gözlerde bunu yeni öğrenmediğimi zaten bildiğimi bilen bakış asılıydı.

“İyi bir öğrenci olacağın belliydi,” dedi Özgür yine bana takılmaya devam ederek. Daha sonra hafif ciddileşti. “Nazım amca babamın dostlarından biridir, bu yüzden ayağına gidiyor olmak bize ağır gelmiyor, onu severiz.”

Sanki beni görecekmiş gibi kafamı salladım. “Peki nasıl bir dövüş istiyor? Babanızın dostuysa yaşı ilerlemiş demektir, kendi dövüşebilir mi?”

“Hâlâ tek tokadıyla adam yıktığı söyleniyor ama hayır, kendi dövüşmeyecek elbette. Oğlunu ortaya koyar, Hancı da oğlunu ortaya koyar ve adil bir kapışma olur. Fazladan kimse zarar görmez, kaybeden taraf köşesine çekilir, yenen taraf vaat edilenleri alır.”

“Sadece bir dövüşle bitecek mi?” diye şaşkınlıkla sordum, çünkü yıllara yayılan bir düşmanlıktan bahsediliyordu.

Cesur gözlerini benden bir an olsun ayırmadan, “Kanlı bir dövüş olacak,” dedi, sertçe yutkundum.

“Ne demek kanlı dövüş?”

“Biri ölecek.”

Gözlerim irileşti. Ölüm görmüştüm ve hatta birini de öldürmüştüm ama bunu asla normal karşılayamayacaktım. Kan akışımın yavaşlamaya başladığını hissederken, “Bu... daha önce de oldu mu?” diye sordum. Cesur sadece kafasını salladı ve ben artık içerisinde yaşadığım kulüpte adını bilmediğim, yüzünü görmediğim insanların kanlarının aktığıyla yüzleştim. Orada birileri öldü ve sonraki gün eğlenmek için sokaktakiler içeriye doluştu, taze kurumuş kanların üzerinde tepinip dans ettiklerini hiç bilmediler ve hiç bilmeyecekler de. Devran böyle dönüp gidecekti. Bu devranın dönme şekli buydu.

Midemin bulandığını hissettim. Elim karnımın üzerine konarken hiçbir şey söylemeyerek gözlerimi pencereden dışarıya taşırdım. Yolculuğun geri kalanı sessizlik içerisinde geçti. Bense olaya dâhil olduğum için hissettiğim pişmanlıkla savaşmak zorunda kaldım. Peşlerine takılmak başlı başına saçmalıktı. Onlara bulaştıkça daha çok kirleniyordum ve günün sonunda ne kadar yıkansam bile bu kirlerin izleri daima benimle kalacaktı, biliyordum.

Fazla uzun sürmeyen yolculuğumuz Sarıyer'in sakin sokaklarından birinde son bulduğunda önünde durduğumuz pansiyonu uzun uzun inceledim. Yıllardır burada olduğu ve yeni yaşamın getirdiklerine yetişemediği, ancak daimî müşterilerinin asla boş bırakmadığı bir yere benziyordu. İyi yemekler sunduğunu herkesin bilmediği restoranlar gibiydi.

Özgür araçtan indikten sonra benim kapımın koluna asıldı ve bana bir sorunmuşum gibi bakmak yerine hafifçe gülümsedi. Soğuk hava aç kurtlar gibi içeriye doluşup tenimi ısırırken, “Atla hadi,” diyerek hareketlenmemi belirttiğinde derin bir soluk alıp araçtan indim. Pansiyonun kırmızı halı serilmiş girişine baktığım esnada, “Eski bir yere benziyor,” diye mırıldandım.

“İlk açılan pansiyonlardan biridir.”

“Neden hiç yenileme yapılmamış?”

“Bina tarihi eser değerinde ve Nazım amca onu olduğu gibi korumakta kararlı. Burası baba yadigârı, aslında büyük bir otel zincirleri var.”

Biri bizi karşılamak için dışarıya çıktı. Genç, en fazla otuzlarının başlarında bir adamdı. Pürüzsüz yüzünde yaman ifadesi asılıydı, tuttuğunu kopartacak birine benziyordu. Özgür'le sanki birbirlerini uzun yıllardır görmemiş olan yakın dostlar gibi tokalaşıp sarılırken Cesur yanıma gelmişti. Gözlerimi adamın gülünce göze daha sempatik gelen yüzünden ayırmadan, “O kim?” diye kısık sesle sordum.

“Nazım amcanın oğlu, Hakan.”

“O mu dövüşecek?”

“Evet, tek oğlan o,” dedi. Ardından da bu kısık konuşmamızı sonlandırarak yanımıza doğru yaklaşan Hakan'la selamlaştı.

“Hoş geldin abi,” dedi cana yakın bir tavırla. Ardından bana doğru döndü ve beni hiç ummadığım şekilde karşıladı. “Hoş geldin yenge.”

Kafamın tepesine sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi donup kaldım. Aralık kalan dudaklarımdan hiçbir kelime dökülemezken Cesur, kendi başıma kolay kolay toparlayamayacağımı bilirmiş gibi elini sırtıma yerleştirerek, “Nazım amca içeride mi? Onu daha fazla bekletmeyelim,” dedi. Hakan bize yolu gösterircesine önden ilerlerken peşine takıldık ama benim adımlarım resmen gerisin geri gidiyordu. Burada olmak ve birinin öleceğini bildiğim muhabbete dâhil olmak istemiyordum.

Kapıdan geçtiğimizde bizi karşılayan dar koridorun sonunda danışma ve birkaç loca vardı. O localardan birinde oturmakta olan ve düşünceli hâli metrelerce öteden bile belli olan saçları kırlaşmış adamı gördüğüm anda, “Cesur,” diye sayıkladım sadece onun duyabileceği tonda. Adımlarım birden kesildi. Eli hâlâ sırtımdaki yerini koruduğundan yüzünü görebilmek için farkında olmadan ona biraz daha sokuldum. Uzun boyu dolayısıyla bana gözlerini eğerek bakarken, “Sizi dışarıda beklesem bence daha iyi olacak,” dedim gergin bir sesle.

Sırtımdaki eli kayarak düştü. Bedenini tam karşıma taşıdıktan sonra, “Benim hayatımın düzeni bu şekilde,” dedi yavaşça. “Bundan artık rahatsız olma.”

Sanki hayatında daima kalacağımdan eminmiş gibi konuşması karşısında sertçe yutkunup, “Yine de o adamın oğlunu ölüme göndermek için sana teklif sunmasını dinlemek istemiyorum,” dedim anlamasını umarcasına ona bakarak.

Cesur kafasını sallayıp, “Fazla uzaklaşma,” diye belirtti. Bunun üzerine ben de kafamı salladım ama ikimizin de gitmek için hareketlenmeye niyeti yokmuş gibiydi, birbirimize bakmak dışında hiçbir şey yapmadığımız o tuhaf saniyeleri dağıtmak istercesine, “Uzun sürer mi?” diye öylesine sordum.

“En fazla yarım saat.”

“Tamam,” diyerek bir kez daha kafamı salladıktan sonra çenemin ucuyla diğerlerinin olduğu tarafı işaret ettim. “Bekletmen doğru olmaz.”

Bana beni yalnız bırakmak istemiyormuş gibi baktı. Bana ardını dönüp gitmek istemezmiş gibi gözlerini yüzümde gezdirip iç çekti. Ilık bir esinti kanıma karışarak damarlarımda ilerlemeye başladı, hedefi kalbimdi, kalbimi kuşatacak ve etkisi altına alacaktı. Buna izin vermemek adına kafamı hafifçe iki yana sallayıp, “Belki sahile inerim,” diyerek hareketlendim. Ona arkamı döndüğüm ama ilk adımı bile atamadığım o saniyede, “Bekle,” diye seslendi, durdum, ancak yüzümü dönmedim. Birkaç hışırtı duydum ve sonra bana yaklaştı, göğsü sırtıma değecek kadar dibime sokuldu ancak teni tenime dokunmadı. Ardından omuzlarıma ceketini bıraktı, o ceketin ağırlığı kalbime yük oldu. Saçlarıma doğru eğildiğini hissettim ama yine bana değmedi. Sıcak soluğu saç tellerime çarparken, “Dışarısı soğuk,” diyerek ceketiyle beni iyice örttü.

Sertçe yutkunmak zorunda kaldım. Her nefes alışımda burnuma dolan parfümünü ciğerlerimde depolamamaya çabalarken, “Tek başına gitme, dışarısı tehlikeli olabilir demek yok mu?” diye sordum birden kendimi durduramayarak.

“Kimse seni rahatsız edecek kadar aptal değil,” dedi. Göremesem bile dudaklarının tehlikeli bir kıvrıma ev sahipliği yaptığına emindim.

“Her zaman bir aptal çıkar.”

“Aptallara gerektiği şekilde bedel ödetirsen çıkmaz,” dedi hiç beklemeden.

İç çekip, “Daha fazla adamı bekletme,” diye ona hatırlattım. O da bana hatırlatma yapar gibi tekrarladı.

“Fazla uzaklaşma.”

“Çevrede olursam sorun olmaz ama uzaklaşırsam sorun mu olur?”

“Olmaz fırtına kuşu,” dedi fısıldar gibi kısık sesle. “Daima gözümün önünde olmanı istiyorum hepsi bu.”

Hiçbir şey söyleyemedim. Cesur da karşılık vermemi beklemeden arkamdan çekildi ve benden uzaklaşmaya başladı. Sözlerinin beni etkilemesinden kurtulmak adına kaçarcasına oradan çıktım, sanki bunu yaptığımda duyduklarım benimle gelmek yerine orada kalacaktı. Elbette umduğum gibi olmamıştı, sözler hâlâ kafamın içerisinde dönüp duruyordu.

Cesur ne kadar engel olmaya çalışsam da dengelerimi bozuyordu. Bazen basit bir sözüyle ya da sıradan bir hareketiyle bunu yapıyordu ve ona yenilmekten çok korkuyordum. Ceketin içerisinde kazık yutmuş gibi durarak kapının önüne ulaştığımda yüzüme çarpan serin havayla az da olsa aklımı toparlayabildim.

İndiğimiz araç ortalıkta görünmüyordu. Pansiyon sahile yürüme iki dakikalık bir mesafedeydi ve çöken akşamın serinliği yüzünden hava paltosuz dışarı çıkmanın aptallık olduğunu gösterecek kadar sertti. Üzerimde kazaklarımdan biri olsa bile çivi gibi boğaz rüzgârı karşısında pek etkili olduğunu söyleyemezdim. Ceketin açık fermuarlarından içime dolan hava titremem için yeterliydi. Bu yüzden çareyi ceketi doğrudan giymekte buldum. Uzun gelen kollarını kol düğmelerini açıp katlayarak kısalttım. Boyu ve genişliği için yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Ceketi giyerken elime gelen kabarıklığı fark ederek cebindeki sigara paketini bulduğumda tereddüt etmeden içerisinden bir dal çekip çıkarttım. Aynı cepte çakmak da bulunuyordu, çıkartıp sigarayı tutuşturduktan sonra onu parmaklarımın arasında çevirmeye başladım. Sokak lambaları yanmaya başlamış, hava iyiden iyiye kararmıştı. Yine de etraf oldukça işlekti. Yan tarafta bulunan restorandan yükselen kaşık çatal sesleri, arkada kalan mağazadan sokağa taşan müzik sesleriyle karışmış hâldeydi. Şehrin en canlı olduğu saatlerdeydik ve ben bir başımaydım.

Ağır adımlarla yola doğru ilerledim. Gözlerim tehlike arayışında değildi. Yalnız olmama rağmen tehlikedeymişim gibi hissetmiyordum. Sanki üzerimde gezinen onlarca göz vardı ve bu hem rahatsız hissetmeme hem de nedensizce güvende hissetmeme neden oluyordu. Çevreme bakınarak kimsenin odağında olmadığımdan emin olmaya çalıştığım esnada parmaklarımın arasında çevirdiğim zippo çakmağın arka yüzüne kazınmış kabartma dikkatimi çekti. Gözlerim çakmağın üzerine düşerken oraya işlenmiş olan aslan figürüyle bakıştım, tek bir kusuru bile yoktu.

Benim ailemi de simgeleyen bir figür vardı. Bunu sadece çok geniş kitlelere hitap eden aileler kullanırdı. Zamanında ailem onlardan biriydi, şimdi durum neydi haberim olmasa da bir döneme damga vurduklarını biliyordum. O figürü gören kimse anında sesini keser ve itaat ederdi. Eğer yeterince akıllıysa ne isteniliyorsa yapardı. Canının kıymetini bilen herkes ailemin önünde kul köle gibiydi.

Ve şu anda o konumda olanlardan biri de Cesur'du.

Onun ters yanını hiç görmemiştim. Görmek istemezdim de. Bunun düşüncesi dahi tüylerimin diken diken olmasına neden oldu. Elinin kana bulanmış olduğunu biliyordum, bu dünyadaki herkes gibi şeytani yönünün olduğunu az çok tahmin edebiliyordum ve birini öldürmek için asla tereddüt etmeyeceğinin de farkındaydım. Bana karşı tutumu o kadar sakindi ki onun gaddarca ya da merhametsizce davrandığını hayal dahi edemiyordum.

Birinin, “Güzel çakmak,” dediğini işittiğimde irkilerek kafamı çakmaktan kaldırıp ne ara yanıma kadar geldiğini anlayamadığım yabancı adama garip garip baktım. Boştaki elimle dudaklarımın arasında asılı kalan sigarayı indirdim ve adamı daha dikkatli inceledim. Nedensizce ondaki bir şey beni rahatsız ettiğinde sağa sola bakınmaktan kendimi alamadım, birkaç kafa hızla bize dönmüş hâldeydi.

“Kullanabilir miyim?” diye sorunca yeniden ona döndüm, elimdeki çakmağı işaret ediyordu ve kendi elinde de bir sigara tutuyordu. Hafif uzattığı saçlarını kafasının tepesinde bağlamış, kara gözlerini üzerime dikmiş adama dikkatle bakarken, “Başkasından iste,” dedim ters bir tavırla. Ona yolu göstermeme aldırmadan gülümsedi.

“Asiyiz öyle mi?”

“Evet, kaybol,” dedim aynı soğuklukla.

“Severim asileri,” dedi o da aynı gülümsemesiyle. Ardından cebinden kendi çakmağını çıkartarak sigarasını tutuşturdu. Benimle flört etmeye çalışmıyordu, niyetinin bu olmadığından emindim. Uzun boylu, genç bir adamdı. Kara kaş, kara göz ve kısa sakallıydı. Kot gömleklerden birini giymişti ve üstten birkaç düğmesi açık olduğu için boynundaki ince zincir sokak lambasının altında parıldıyordu.

Onu çözmeye çalışır gibi incelemeye devam ettiğim sırada sigaramı dudaklarıma taşıyıp soluklandım. Aslında bu kadar sık içen biri değildim ama geldiğim nokta beni değiştirmeye başlamıştı. “Yerinde olsaydım ardıma bakmadan buradan uzaklaşırdım,” dedim umursamaz bir tavırla. Hâlim beni bile şaşırtmıştı. Ne zamandan beri soğukkanlılıkla birini laf altından tehdit etmeye başlamıştım?

“Neden? Yoksa koruyucu meleğin yüzümü mü dağıtırdı?” dedi hiçbir gerilme yaşamadan, daha çok eğlenir gibiydi. Sahte bir şaşkınlıkla havaya kaldırdığı kaşları bile alaycı duruyordu.

Hiç uzatmadan, “Kimsin sen?” diye sordum, artık üzerime yapışmış olan o rahatlık yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı.

Reverans edercesine garip bir hareketle, “Gökhan,” diyerek kendisini tanıttı.

“Seni tanımıyorum.”

“Barut'u tanıyor olman yeterli,” dedi, o ismi duyunca irkildim, bu onu daha çok keyiflendirdi. Aynı esnada birinin, “Geri bas Gökhan,” diye bağırdığını duydum, yine tanımadığım biriydi ve bize doğru geliyordu. Kaşları çatık, yüzü gergin, kaba saba bir adamdı. Görünüşü göz korkutuyordu ancak Gökhan ona dönüp güldü ve hemen ardından da “Siktir git,” dedi iltifat eder gibi bir tavırla. Bunun üzerine yabancı adam işaret ve baş parmağını dudaklarının arasına kıstırıp ıslık çaldı. Etraftan aynı anda birçok kişi ayaklandı. Kendimi bir film sahnesinde sıkışmış gibi hissederken etrafımızı saran kalabalığa iri iri açtığım gözlerle baktım. Hepsi Gökhan'ı yumruklarının arasında ezmek istercesine bakıyordu, hatta birkaçının yumruklarını ovuşturduğunu bile yakalamıştım.

“Boş kalabalık,” dedi Gökhan ağzının içerisinde ama bana yakın durduğu için onu duyabilmiştim. Yanımıza ilk gelen adam tekrardan konuştu. “Yenge sen şu tarafa geç,” diyerek arkasını gösterdi, yine irkildim. Bu yenge muhabbeti beni feci rahatsız etmeye başlamıştı. Sanırım insanlar kulaktan dolma bilgilerle akıllarında bir şeyleri şekillendirmişlerdi ve ona göre davranıyorlardı.

Adam yeniden Gökhan'a dönerken, “Nazım babanın mekânında yanlış hareketler sergiliyorsun Gökhan,” dedi Gökhan’ın adını uzata uzata. “Yengeyle konuşmak senin ne haddine? Geri bas yoksa ayaklarını kırar eline veririm.”

Gökhan sanki ayaküstü tehdit edilmiyormuş gibi rahat bir tavırla sigarasından bir yudum daha alıp, “Abimle konuşmak isteyen o,” diyerek bana doğru döndü. “Değil mi Nehir?” Ses tonundan akan imaya karşılık kaşlarım havalandı. Duruşumla bile sözlerini inkâr ederken hafifçe olduğum tarafa doğru eğildi ve sadece benim duyacağım şekilde konuştu.

“Abim seninle tanışmak istiyor, bence kabul et. Yoksa burayı dağıtmak hoşuma gider, benim için sorun yok. Gürültü çıkartmayı severim.”

Parmaklarımın arasında asılı duran sigaranın yere düşmesine izin verirken, “Sorun yok beyler,” dedim kendime düşünme fırsatı bile sunmadan. Sonra tıpkı Gökhan'ın yaptığı gibi ona doğru eğildim ve sadece onun duyacağı şekilde konuştum.

“Abinin benimle ne derdi var?”

“Sadece merak,” dedi, güldüm. Sanırım Gökhan'ın rahatlığı bana da bulaşmıştı, çünkü şu anki durumuma başka açıklama getiremiyordum. Ya da Cesur'un bir adım uzağımda olduğunu bildiğim için bu kadar rahattım, çünkü onun varlığı daha güçlü hissetmeme neden oluyordu.

“Sadece merak olmadığını ikimiz de biliyoruz.”

“Neyse ne, bence uzatma,” dedi sakince. Tehdit eder gibi konuşmuyordu ama sözlerinin altında saklanan gizli tehdidin farkındaydım. “Bu cibilliyetsizlerle yüzgöz olacağımı bilerek yanına gelmişsem durum önemli demektir. Elbette reddedebilirsin. Daha sonra yine karşılaşırız ve o zaman bu seferki gibi nazik olmam.”

Kaşlarım hayretle havalansa da yüzümdeki sakinliği korudum. Adamın kendine güveni ortadaydı ve evet, bir konuda haklıydı; birilerinin arkamı kollayacağını bile bile yanıma gelmişti, en önemlisi de Cesur'un burada olduğunu bile bile bu daveti sunuyordu. Çekinmek yoktu, saklanmak da yoktu. Korkmuyordu, bunu duruşundan ve bakışından okumak mümkündü. Sanki arkamda biriken adamları üstüne salsam hepsini bir şekilde haklayıp yine yoluna bakacak kadar özgüven doluydu.

Normalde gerilmem gereken yerde hiçbir değişiklik hissetmeden karşısında durmaya devam ederek, “Konuşmayı ben istiyorum, sorun yok, lütfen sakin olun,” derken etrafımıza toplanan adamların üzerinde gözlerimi gezdirdim. Yanımıza ilk gelen adam itiraz etmek için hazırlanıyordu ki, “Ben istiyorum,” diye bastırdım. Gökhan güldü, adamın öfkeli bakışları yoğunlaştı. Ardından Gökhan, “Bu taraftan yenge,” diyerek abartılı bir hareketle bana yolu gösterdi. Cümlesinin içerisinde geçirdiği o kelimeye yaptığı vurgu elbette gözden kaçmayacak şekilde ortadaydı.

Öne geçerek gösterdiği yöne doğru ilerlemeye başladığım sırada çevreme dolanan adamlar sağa sola kayarak bana yol açtı. Bu sırada yanımıza ilk gelen adamın yeniden kısa bir ıslık çaldığını duyunca kazık yutmuş gibi diklensem de dönüp arkama bakmadım. Yürümeye devam ederken koşar adım pansiyondan içeriye giren birini yakaladım, sanırım içeriye haber vermeye gidiyordu.

Gökhan'ın yönlendirmesiyle hemen yan tarafta bulunan balık restoranının birkaç basamaklık merdivenlerini tırmanmaya başladım, yapı oldukça eski duruyordu. İçi bakımlı olsa da kokusu bile yüzyıllık gibiydi. Beni neyi beklediğini bilmeden ahşap zeminin hafif gıcırdamaları eşliğinde, soğuk boğaz rüzgârından korunmak için etrafı şeffaf brandayla örtülen alana çıktım ve girişte öylece durup içeride gözlerimi gezdirdim.

Ve onu hemen buldum, Barut'u.

Bir yırtıcıyı andıran mavi gözleri üzerimdeydi. Bana öyle dikkatli bakıyordu ki bir an için nefes almayı bile bırakmıştım. Giydiği toprak tonlarındaki kazağın kollarını yukarıya doğru çekmişti, buna, masanın üzerine uzanmış şekilde duran kolunu hareket ettiği sırada dikkat etmiştim. Parmakları yavaşça yanında duran su bardağına dolandı. Ardından da bardağı dudaklarına yaklaştırıp yudumladı. Hâlâ gözleri üzerimdeydi ve kaşları çatılmıştı. Beni görünce tıpkı Gökhan gibi alaycı davranacağını düşünsem de sanki bir şeyler onu ilk saniyeden rahatsız etmiş gibi suratı değişmişti.

Tıpkı beni rahatsız ettiği gibi.

Onu daha dikkatli incelemekten kendimi alamadım. Tahminimce Cesur'la yaşları yakın gibi görünüyordu. Gözlerinin maviliğine tezat saçları sarı veya kumral değil, daha çok koyuya kaçıyordu. Kirli sakallı yüzünde tek bir çizik bile yoktu. Uzun boylu duruyordu ve iri görünüyordu, ancak Cesur kadar yapılı vücudu yoktu. Dışarıdan bakıldığında Cesur kadar soğuk ve sert de durmuyordu. Yüz hatları daha yumuşaktı, en azından içerisinde nelerin saklı olduğunu anlayamadığım gözlerine bakmadığım anlarda böyle düşünüyordum.

Onu Cesur'la kıyaslıyordum, çünkü ikisi düşmandı ve dışarıdan bir göz olarak görünüş olarak artı ve eksilerini hesaplamaya çalışıyordum. İşin aslı Cesur'un onu tek yumrukla yere yapıştıracağından emindim. Ancak burada söz konusu olan bedensel güç değildi ve Barut'un da elinin kolunun uzun olduğu, korkusuz olduğu ortadaydı. Cesur’un burada olduğunu bile bile beni davet edecek kadar kendine güveniyordu. Sanırım bedensel güçte olmasa da sahip oldukları nüfuz konusunda Cesur'la eşti.

“Daha dikilecek misin?” diye arkamdan homurdanan Gökhan’ı duyduğumda irkilerek hızla harekete geçtim. Barut'la aramızda süren garip göz teması asla kesilmedi. Dört kişilik masada tek başına oturuyordu. Neredeyse bitirmek üzere olduğu yemeği önündeydi, karşısına açılmış olan servis Gökhan'a ait olmalıydı. Masaya yaklaştıkça fark etmiştim ki oturduğu konumdan kapısında indiğimiz pansiyon rahatlıkla görünüyordu. Eğer söz konusu yeraltı olmasaydı tesadüfi bir rastlantı olduğunu düşünebilirdim ama bu adamlar tehlikeliydi ve hırsları uğruna her şeyi yapabilirlerdi, bu yüzden asla masum düşünme hatasına düşmemeliydim.

Masaya ulaştığımızda Gökhan yanımdan geçerek Barut'un karşısındaki yerine değil de onun yanındaki sandalyeye oturdu. Barut ise hâlâ elinde tuttuğu su bardağını aldığı yere bırakırken gözlerini benden ayırmamaya devam ediyordu. Gökhan bu durumu garipsemiş gibi önce Barut'a sonra bana baktıktan sonra, “Sandalyeni çekmemi mi bekliyorsun?” diye sordu alay edercesine. Ardından da homurdandı. “Koruyucu meleğin birazdan damlar. Otur da o gelmeden iki kelam edelim.”

Barut, Gökhan'ın Cesur'dan bahsediş şekline hafifçe güldü. Sonunda garip yüz ifadesinin biraz da olsa gevşemesiyle birlikte ben de kendimi kasmayı bırakarak onun tam karşısında kalan sandalyenin arkasına geçtim ve ellerimi sandalyenin sırt kısmına dayayıp öylece dikildim.

“Seninle burada karşılaşmak hoş bir tesadüf oldu,” dedi Barut nihâyet konuşarak. Tok sesi unuttuğum bir müziğin notaları gibi kulaklarıma ulaştı. “Otursana Nehir, biraz sohbet edelim.”

“Tesadüf olduğundan şüpheliyim,” dedim, güldü.

“Böyle bir şeyi planlayarak vakit harcamak bana göre değil. Eğer isteseydim bu sohbeti benim mekânımda yapıyor olurduk ve emin ol buna kimse engel olamazdı.”

“Hmm... Bundan da şüpheliyim, çünkü dediğin eğer mümkün olabilseydi şu anda mekânında olurduk,” dedim asla altta kalmayarak. Sözlerim onu hem şaşırttı hem de daha çok meraklandırmış gibi gülümsetti. Ardından sonunda sandalyeyi çekerek oturdum ama yüzümde sabitlediğim o rahatlığa rağmen oturuşum asla rahat değildi. Diken üstündeymiş gibi sandalyenin en ucuna oturmuştum.

“Sanırım seni ayrı kılan da tam olarak bu; korkusuzsun,” dedi umduğu gibi çıkmam karşısında memnuniyetini saklamadan. “Birlikte yemek yeme şansını kaçırdık ama bir şeyler içebiliriz. Ne istersin?”

“Buraya seninle bir şeyler yemeye ya da içmeye gelmedim. Benimle ne derdin olduğunu öğrenmek için geldim. Kafanda ne kuruyorsan bilmek istiyorum,” dediğimde sanki teklifini kabul etmişim gibi masanın üzerinde duran elinin işaret ve orta parmağını hafifçe kaldırdı. Bunun ardından Gökhan bir köşede hazırda bekleyen garsonu çağırıp bir şeyler sipariş etti.

“Seninle bir derdim yok. Adı dilden dile dolanan kadınla tanışmak istememi yanlış anlamışsın. Dünyamıza sonradan girip senin kadar popüler olan kimse olmamıştı. Dolayısıyla herkes gibi merak ettim.”

İşte yüzüme tutkalla yapışmış gibi duran o rahatlığı parçalayan sözler bunlardı. Oturduğum yerde iyice dikleşirken kanıma karışan endişeyi onlara belli etmemek için elimden geleni yaptım. “O popülerlik Cesur'a ait,” dedim sonra.

Tabağının yanında duran altın rengindeki bıçağa yavaşça dokundu ve sırt kısmında parmağını kaydırırken bana karşılık verdi. “Kesinlikle. Cesur'un yıllardır aradığı kadın kimin ilgisini çekmez ki, değil mi?”

Gözlerim kuşkuyla kısıldı. “O olmadığımı biliyorsun.”

Omuz silkti. “Sana karşı sergilediği tutum yeterli. İzlemesi keyifli oluyor.”

“Bizim aramızda sandığınız gibi bir şey yok,” diye çıkıştım. Gökhan sanki komik bir şey söylemişim gibi yüksek sesle güldü.

“Babasının hayrına sana yardım ettiğini sanmamızı beklemiş olamazsın ya? Kimse için parmağını kıpırdatmayan adam nedense senin için her şeyi yapacak.”

“Onu benden daha iyi tanıdığınıza eminim,” derken dişlerimin arasından konuşuyordum. “Bu daha önce de olmuş, benden sonra da olacak. Bu yüzden beni kafaya takmayı kesin.”

Gökhan, “Of be sarışın, seni kim yemiş böyle?” dedi sahte bir şaşkınlıkla. “Sence bu her zaman olan bir şey olsaydı kim umursardı ki? Adam tövbeliymiş gibi yanına sokmaya çalıştığımız onlarca çıtıra hiç bakmamışken senin için yapmayacağı şey yok.”

Söylediklerinin arasından hangisine şaşıracağımı bile şaşırdığım o anlarda, “Bir de yanına kadın sokmaya mı çalıştınız?” derken asıl mevzuya odaklanabildim. Akın, Cesur'un sarışın ve mavi gözlü birçok kişiyle takıldığı konusunda imalarda bulurken yalan mı söylüyordu?

Barut, “Artık gerek kalmadı,” diyerek yavaşça gülümsedi ama yemin edebilirdim ki bu gülümseme diğerlerinden çok daha farklıydı. Sinsi ve tehlikeliydi. Sanki zihninde dönen çarkların seslerini duyar gibiydim. Terleyen avuçlarımı pantolonuma sürttüğüm sırada, “Beni onunla ya da onu benimle vurabileceğini asla düşünme,” diyerek sert bir çizgi çektim.

“Seni onunla vuramayabilirim, haklısın,” derken gözleri çok kısa bir anlığına arkamdaki bir noktaya kayıp yeniden beni buldu. “Ama onu seninle vurabilirim, kim bilir?”

Ürperdim. “Ne demek şimdi bu? Tehdit mi ediyorsun?”

“Hayır, asla,” derken suratındaki ifade tam aksini söylüyordu. “O kadar da kötü biri değilim, kafanda böyle bir imaj çizmek istemem.”

“Senin derdin ne onu söylesene?” diye parladığım sırada üzerinde durduğum tahtalardan yükselen gıcırdamayı işittim. Biri yeri titreten adımlarla zeminin ağlarcasına tiz bir ses çıkartmasına neden oluyordu ve o kişinin kim olduğunu tahmin etmem zor değildi. Yaşanan bu tesadüfi karşılaşmada bile ritmini bozmayan kalbim birden alarm çalmaya başlar gibi hızlandı, panikledim. Dönüp arkama bakacağım esnada Barut'un arkamdaki bir noktaya bakarak, “Hiç yanıltmıyor,” deyişiyle duraksadım. Tesadüfi bir karşılaşma olabilirdi, ancak şimdi fark etmiştim ki gerisi çizdikleri plan doğrultusunda ilerliyordu.

Cesur oturduğum sandalyenin sırt kısmına ellerini dayadığında kafamı çevirerek kısaca yüzünü taradım. Sadece duruşuyla bile katbekat tehlikeli görünüyordu. Doğrudan Barut'a odaklı olan bakışlarında gezinen sertlik anında beni germişti. Arkamda asla yıkılmayacak bir dağ gibi duran adama bakarken onun, “Sana Nehir'in yanına yaklaşmamanı söylediğimi hatırlıyorum,” deyişiyle sertçe yutkundum. Sanki Barut bozulmaz bir kuralı çiğnemiş gibi vurguyla konuşmuştu. Tuhaf bir ürperti saç köklerimden kayarak ayak parmak uçlarıma kadar yayıldı. Şu an konuşan Cesur, benimle konuşan Cesur'dan çok daha farklıydı, hatta ilk tanıdığım Cesur'dan bile farklıydı.

Garson tam da bu sırada getirdiği içkileri servis etti. Önüme bırakılan bardağa bir kez olsun bakmazken Barut'un kendi içkisine uzanıp, “Sakin ol aslan parçası,” diyerek rahatça arkasına yaslanmasını takip ettim. Kelimelere yaptığı ima manidardı. Cesur'un dövüşürken Aslan lakabını kullanmasıyla alay ediyordu ve kesinlikle yüceltmek için söylenen bir söz değildi, daha çok küçük görür gibiydi.

“Buraya kendi isteğiyle geldi. Seni herhangi bir şeye zorladık mı Nehir?”

Ona cevap verircesine değil de umutsuz bir vakayla karşı karşıyaymış gibi kafamı kısaca iki yana sallayıp, “Ben tanışmak istedim,” dedim gözlerimi Barut'tan ayırmadan. “Derdinin ne olduğunu merak ettim.”

“Onun derdi hiç bitmez,” dedi Cesur bunun üzerine. Sessizce iç çektim.

“Öyle görünüyor.”

Gökhan da tıpkı Barut gibi rahatça ardına yaslandı. Çevre masalardakilerin meraklı bakışları başta onun dâhil diğerlerinin de pek umurunda değil gibiydi. “Sonunda kendine uygun birini bulabilmişsin. Dişli kadın,” dedi sanki dostmuş edasıyla.

Tırnaklarımın izini yüzünde çıkartma isteğimi bastırmaya çalışarak, “Bizim aramızda hiçbir şey yok-" diye tıslamıştım ki Cesur, “Evet ve ona sinsice yaklaşırken bir daha düşün. Listesine seni alırsa yalvarma şansın bile olmaz,” dedi, kafam yeniden ona doğru döndü, ne tepki vereceğimi bilemedim.

“Dünyamıza bu kadar kolay adapte olması ne hoş,” dedi Barut, yakaladığı ince ayrıntı olduğum yerde kaskatı kesilmeme neden oldu. Sonra bana bakıp, “Sanki hep bizden biriymiş gibi,” diye ekledi, yutkunamadım. Yırtıcı mavi gözlerinden en ufak ayrıntının kaçması imkânsız görünüyordu.

“Çünkü Cesur'la birlikteyim,” derken bunu aşk anlamında söylememiştim, herkes farkındaydı.

Barut, üzerimdeki cekette ve Cesur'la benim aramda gözlerini gezdirip, “Görebiliyorum,” dedi her yöne çekilebilecek şekilde. Hâlâ tutmaya devam ettiği yemek bıçağının sırt kısmında gezinen işaret parmağını oraya bastırır gibiydi, teni beyazlamıştı. Sanırım göründüğü kadar rahat değildi, onu rahatsız eden bir şeyler vardı. Ve göründüğü kadar güler yüzlü olmadığından da emin olmuştum, sadece iyi rol kesiyordu.

“Ne düşünüyorum biliyor musunuz?” diye devam ettiğinde önemli bir noktaya değinecekmiş gibi oturduğu yerde kıpırdanarak en uygun pozisyonu buldu. “Nehir'i araştırdım, hem de iyi araştırdım,” dedi, kazık yutmuşa döndüm. “Hiçbir şey bulamadım, ne tuhaf değil mi? Sanki biri eline silgiyi almış, her şeyi temizlemiş ve o temiz kâğıda yeni ve kusursuz bir hayat işlemiş gibi. Geçmişine ait ne bir fotoğraf var ne düzgün bir kayıt. Ne kadar tuhaf, öyle değil mi?”

Kendime engel olamayarak birden oturduğum yerden ayağa fırladım. “Ne saçmalıyorsun sen?” diye tıslarken sesimin titrememesi için elimden geleni yapmıştım. Korku beni bir örümceğin yakaladığı avını ağlarıyla sarması gibi sararken Cesur elini belime yerleştirerek bedenimi kendisine yasladı, sanki ondan destek alıp bu oyunu sürdürmemi istercesine.

Barut tepkimi umursamadan asıl hedefinin Cesur olduğunu belli edercesine ona döndü. Duruşundan rahatlık aksa da mavi gözleri dalgalıydı, açık ararcasına bakıyordu. “Belki de onu hiç kaybetmedin. Başından beri onu saklayan sendin,” dediğinde aynı anda hem rahatladım hem de daha büyük bir şokla yüzgöz oldum. “Yıllarca onu arıyormuş gibi yaptın, bu sayede kimse onu bulamadı. Kimse onu zaten senin sakladığını düşünemedi.”

Omzumun üzerinden dönerek yeniden Cesur'a baktım. Belimdeki elinin tutuşu sıkıydı ama koyu kahve gözlerine yayılan öfke değil, eğlenen bir bakıştı. “Burada delinin ben olduğumu sanıyordum,” dediğinde kendisine yaptığı ima karşısında aldığım soluk boğazıma takıldı. “Ama sen beni geçecek gibisin Barut.”

Barut, “Haklısın, haklısın, haklısın,” diyerek dalga geçercesine karşılık verdi. “Babanın o kadar zeki bir adam olmadığını biliyorum.” Cesur kaskatı kesildi. “Yalnız, yıllarca bir kadının peşinde deli olan adamın şimdi bir başkasına kafayı takması tam da torunlara anlatmalık olan bu güzel hikâyeyi bozuyor. Neresinden bakarsam hep bir tutarsızlık-"

“Başkasını istemesi neden bu kadar gözünüze batıyor?” dedim birden kendime hâkim olamayarak. “Herkes birilerini unutup başkalarına yönelebiliyor, bunda sorun yok ama bunu Cesur yapınca mı sorun?”

“Sen başkası olduğunu mu sanıyorsun?” dedi Gökhan müdahale eder gibi. “Kopyasın kızım sen. Aynaya hiç mi bakmıyorsun?” Cesur'un bedenine yayılan öfke ondan bana da bulaştı. Gözlerimin ateş saçtığını hissettiğim sırada Barut, “Benim tek bilmek istediğim neden sen? Neden senden öncekilerden biri değil de sen? Var sizde bir şeyler, ortaya çıkarması zevkli olacak eminim.”

“İstediğin kadar çabala, bildiklerin bunlardan öteye gitmeyecek,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. “Onu,” derken sadece kafamı hafifçe sağ tarafıma eğerek Cesur'u işaret ettim, gözlerim Barut’a mıhlıydı. “Onu hayatındaki kadın üzerinden vurmayı düşünmek senin ne kadar alçak bir adam olduğunu gösteriyor. O, olmadığımdan eminsin ama o olmalı istiyorsun, çünkü bu daha yaralayıcı olurdu değil mi?”

Barut işaret parmağını bana doğrultup beni yuvarlak içerisine alır gibi parmağıyla havada şekil çizdi. “İşte seni farklı kılan tam olarak bu olmalı,” dedikten sonra sanki ortamda hiç gerginlik yokmuş gibi devam etti. “Size sunduğum yemek teklifi hâlâ geçerli. Bir ara bunu yapalım. Seni sevdim Nehir, daha iyi tanımak için ne gerekiyorsa yaparım.”

Cesur yanındaki sandalyeyi bir saniye sonra Barut'un kafasında kıracakmış gibi gerilse de bunu yapmadı. “Bir daha böyle bir şey olmayacak,” dedi bunun yerine. “Bir daha ona yaklaşırsan karşılığını ağır ödersin.”

Barut güler gibi dudaklarını kıvırıp anladığını belirtircesine yavaşça kafasını salladı. Mavi gözlerine yayılan ateşi görmemek imkânsızdı ama ikimiz de onu umursamadık. Cesur elini belimden çekip bana doğru uzattığında onların gözüne gözüne sokar gibi elini tutup oradan çıkmak için hareketlendim. Gerginlikten karnıma kramplar saplanıyordu ve tek güç kaynağım yanımdaki adamdı. Eğer o olmasaydı çoktan açık vermiş bile olabilirdim.

“Fırtına kuşu,” dedi doğrudan önüne baktığı sırada. Sert sesi benimle konuşurken pamuğa sarılmış gibi çıksa da öfkesinin hâlâ aynı yerde olduğundan emindim. “Bana kendinle ilgili bir şey söylesene.”

Derin bir soluk alıp peşinden merdivenlerden inerken, “Kızdın mı bana?” diye sordum.

“Neden kızayım?”

“Yanlarına gittiğim için?”

“Denk gelirsek böyle bir atakta bulunacağı tahmin ettiğim şeylerdendi ve senin de merakının peşinden gideceğini biliyordum.”

“Bu kızmadığın anlamına mı geliyor?”

“Çok kızdım fırtına kuşu,” dedi yine bana bakmazken. Restoranın merdivenlerinin önündeydik ve nedense karşı kaldırıma geçmek yerine durmuştu. Sanırım diğerlerinin yanına gitmeden önce söyleyeceği bir şeyler vardı.

“Bu bir daha tekrarlanmayacak.”

“Tamam.”

“Güzel,” dedi, kafasını salladı, sonra bana baktı. Koyu kahve gözleri saldırgandı. “Gidip boynunu kırmak istiyorum.”

Elini sıktım. “Boş ver. O, düşman. Açığını araması normaldi,” dedikten sonra iç çektim. “Ama çok zeki, tüm ayrıntılara dikkat etmiş.”

Bu kez o benim elimi sıktı, önemsemememi istercesine. Yeniden, “Fırtına kuşu,” dedi hemen ardından. Boşluğun sindiği bakışlarımı gözlerine taşıdım. “Seni kopya olarak görmüyorum.”

Yutkunamadım, sadece kafamı sallamakla yetinirken kalbimin hızlanmak yerine yavaşladığını hissettim. Gökhan aslında doğruyu söylemişti; ben bir kopyaydım. Benim şu anda burada olmam belki bundan kaynaklı değildi ama her şeyin en başında Cesur'un yolunu bana çeviren olay kopya olmamdı, bundan emindim.

“Bir şey söyle hadi,” diyerek ilgimi üzerine topladığında yeniden derin bir soluk aldım, ancak konuşmama fırsat vermeden devam etti. “Ya da dur, sadece şunu söyle,” diyerek beni durdurdu ve hemen peşinden bombayı avuçlarımın arasına bıraktı.

“Benimle birlikte misin?”

Ben onu iş birliği anlamında kullanmış olsam da Cesur'un soruş tarzı tüm anlamları kapsıyordu. Elektrik akımına yakalanmışım gibi irkildim. Kaldırımın karşısında kalan pansiyonun önü kalabalıktı. Özgür ve beraberindeki adamların odak noktasında biz vardık. Herkesin yüzünden kayıp geçen bakışlarım Özgür’ün üzerinde çakılı kaldığında aklıma onunla ve Akın'la konuştuğum anlar doluştu.

“Sonunda bu heves geçtiğinde hissettiklerinin tek taraflı olduğunu anlarsın, kalbin kırılır. Bunu daha önce yaşadık, artık yaşamak istemiyoruz.”

“Buradan ağlaya ağlaya giden kadınları biliyorum.”

Ve hemen ardından Gökhan’ın söyledikleri kulaklarıma çalındı.

“Sence bu her zaman olan bir şey olsaydı kim umursardı ki? Adam tövbeliymiş gibi yanına sokmaya çalıştığımız onlarca çıtıra hiç bakmamışken senin için yapmayacağı şey yok.”

Gökhan sözde düşmandı ama doğru söylüyordu. Sürekli olan bir şey ilgi görmezdi, benim ilgi görüyor olmam ilk olmamdan kaynaklıydı.

Gözlerim Özgür'ün üzerindeyken, “Evet,” dedim hiç beklemediğim bir şekilde. Kelime ağzımdan bir anda çıkıvermişti. Kafam telaşla Cesur'a doğru döndüğünde bana odaklı olan ışığın bulaştığı bakışlarına karşılık gürültüyle yutkundum. O, benim yıllarca kaçtığım yeraltının ta kendisiydi. Onunla olmak demek yeraltına zincirlenmek demekti. Ben tüm bunlardan kaçmak istiyordum, kaçmak zorundaydım.

Ama her şeye rağmen, “Seninle birlikteyim,” dedim ve pişmanlığı hemen o saniye hissetmeye başladım.

×××

Ve Barut teşrif eder 👀

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%