Yeni Üyelik
18.
Bölüm

18. BÖLÜM

@yazarimsibirileri

Dönüş yolculuğunda aracın radyosundan hafif sesle yükselen müzikten başka konuşan kimse yoktu. Özgür yine önde oturuyordu ve aklında yüzlerce soru işareti olduğundan emindim, ona doğru düzgün bir şey söylememiştik. Barut'la ne konuştuğumu merak ediyordu, hatta tüm ayrıntılarına kadar bilmek istiyordu, ancak Cesur konuyu uzatmasına izin vermemişti. Bir sorun olmadığını belirterek gelecek olan tüm sorularının önünü kesmişti.

Pansiyondan ayrıldıktan sonra düşman taraflardan diğeri olan Hancı Fahri yeniden aramış ve görüşme konusunda ısrar etmişti. Cesur da bunu başka bir güne yayarak uzatmak yerine kabul etmiş, adamla görüşmek için bir yerde sözleşmişti. Şimdi oradan dönüyorduk. Arabada kalmayı tercih ederek onları beklemiştim ve ne karara varıldığını sormamıştım. Hatta hiç konuşmamıştım da. Sanırım bu yüzden uyuduğumu düşünüyor olabilirdi. Kafam sağ omzuma doğru kaymış, hafif cama yaslanmıştı. Gözlerim kapalıydı ve gerçekten de mayışmış hâldeydim. Eğer Barut'u zihnimin derinliklerinden kovabilmiş olsaydım çoktan uyuyakalmış bile olabilirdim. Ya da Cesur'la aramızda geçen o son konuşma hiç olmamış gibi davranabilseydim, uyumak daha kolay olabilirdi.

Saat iyice ilerlediği için trafik sıkıntısı çekmeden yolda ilerliyorduk, araç asfaltta yağ gibi kayıyordu. Yol üzerindeki kasisten biraz hızlı geçtiğimizde vücut kontrolümü sağlayamadığım için oturduğum yerde zıpladım ve kafam öne doğru savruldu. Ön koltuğa çarpacağımı bilerek kendimi kasarken bir el hızla araya girip kafamı gelecek olan darbeden korudu.

Cesur, “Dikkatli sür,” diyerek şoför koltuğundaki adamı uyardıktan sonra yavaşça kafamı omzuna doğru yatırdı ve hemen peşinden de bedenimi bir bez bebekmişim gibi kolaylıkla kendisine çekti. Koltukta kayıp onunla bütünleşmiştim, artık aramızda hiç mesafe yoktu, birbirimize değiyorduk. Ayrıca yanağım omzuna yaslıydı ve eliyle de belimi sarmıştı.

Tüm bunlar olurken soluğumu tutmak zorunda kalmıştım, yoksa uyanık olduğumu hemen fark ederdi. Zaten neden uyumadığımı ona göstermediğimi de bilmiyordum, her şey bir anda oluvermişti. Kalbim delicesine atıyordu ve onu hissetmemesini ummak dışında yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Parfümünün tenine bulaşarak güzelleşen kokusu bir damlanın suya düştüğünde oluşturduğu dalgalar gibi tüm bedenime yayılıyordu.

Özgür'ün hafifçe boğazını temizlediğini işittiğimde bu anın bir seyircisinin olduğunu hatırlamak rahatsız hissetmeme neden oldu. “Abi,” dedi ses seviyesini minimum tutarak. Seslenme tarzı bile söyleyeceklerinin beni ilgilendirdiğini ortaya seren cinstendi.

“Onun tehlikeye gireceğini biliyorsun değil mi?”

Taş kesildim. Cesur ise hiçbir tepki vermedi, ne sert bir soluk aldı ne gerildi ne de başka bir şey. Rahatsız olmamam için nefes almak dışında hiçbir şey yapmadığını anlayabiliyordum ve bu iyi hissetmemden çok kötü hissetmeme neden oluyordu.

Önüme çiçeklerini seren gül dalları gibiydi ve bense sadece bir kez koklayıp atmak için o güllerin dallarını kıran acımasız biriydim. Dikenlerinin batacak olmasından korkmuyordum; çünkü o, bunu hesaba katarak dikenlerini bile yolacaktı, emindim.

“Barut ileri gidecek, bu akşam olan şey sadece ön yoklamaydı,” diye devam etti Özgür, karşılık alamamak pek de umurundaymış gibi durmuyordu. “Senin yanında kalmaya devam ettikçe daha çok göze batacak. Bugün Barut, yarın başkası-”

“Şimdi sırası değil,” dedi Cesur çelik kadar sert ve uyaran bir sesle.

“Ne zaman sırası abi? Konuşturmuyorsun ki!”

“Sonra, Özgür, sonra,” dediğinde hafifçe kıpırdanmaktan kendimi alamadım. Belimdeki eli biraz sıkılaşıp beni iyice kendisine çekti, sanki ona sokulduğumda tüm huzursuzluğum son bulacakmış gibi.

Sorunlar asla azalmıyordu ve azalmayacağını da biliyordum. Cesur yanımda oldukça problemler kolayca hallolacaktı ve işin kötüsü ise Cesur yanımda oldukça yeni problemler hep çıkacaktı. Alacağım intikamları bir an önce alıp yoluma bakmam gerekiyordu. Çünkü burada kalmak benim tüm dengemi bozmaya başlamıştı.

Devam eden sessiz yolculuğun sonunda araç nihayet kulübe ulaştığımızı belli edercesine yavaşladı. Kalbim biraz daha hızlandı, çünkü artık uyanmam gerekiyordu, yoksa Cesur beni kucağında taşırdı, asla uyandırmazdı, emindim. Devam ettiğim oyunu sürdürmek isteyen bir yanım olduğunu bilmek boğazımın kurumasına neden olurken Özgür kapıyı açarak araçtan indi, Cesur beni kucağında almak için yavaşça hareketlendi ve Özgür kapıyı üzerine vurdu. Sanki çok büyük bir gürültü duymuşum gibi irkilerek doğruldum, bundan başka şansım olmayacağının farkındaydım. Gözlerimi ovuşturduğum sırada Cesur'un boğazını temizleyerek ellerini üzerimden çekmesini takip ettim. Şoför koltuğundaki adam da bize kısa bir bakış atarken hiçbir şey söylemeden aşağıya inip kapının yanında beklemeye başladı.

“Geldik mi?” diye sormama karşılık sadece kafasını salladı. Ağzımı elimle örterek esnedim, işte bu sahte değildi, gerçekten de mayışmıştım. “Saat kaç? Kulüp kapandı mı?”

“Saat henüz on iki olmadı, kapanmasına çok var.”

“Hmm,” diye mırıltı çıkardım. Arabanın içerisi fırın kadar sıcaktı ve açık kalan saçlarım enseme yapışmış hâldeydi. Eğer arabaya bindiğim anda Cesur'un ceketini çıkartmamış olsaydım terden her yerim ıpıslak hâle gelmiş olabilirdi. Saçlarımı havalandırarak karıştırıp kendime biraz olsun ferahlık vermeye çalıştığım sırada Cesur'un elleri ellerime karıştı, bunu hiç beklemediğim için birden tüm hareketlerim kesildi.

“Çok mu terledin?”

“İçerisi sıcak,” dedim yutkunarak. Ondan biraz olsun uzaklaşmak adına koltukta öne doğru kaydığım için sırtım hafif ona dönük hâldeydi ve son konuşmamız hiç aklımdan çıkmadığı için de onunla göz göze gelmekten çekiniyordum.

Parmakları saçlarımın arasında okşarcasına kaydı, benim ellerimse yavaşa aşağıya inip kucağıma düştü. Başta saçlarımı toplayacağını sansam da bunu yapmak yerine önce birbirine geçen tutamları ayırdı ve devamındaysa saçlarımı üç parçaya böldü, tüm bedenim birden taş kesildi. Böldüğü tutamları özenle birbirine dolamaya başladığında, “Ne yapıyorsun?” diye sordum, sesimde saklı olan dehşetin bir ben farkındaydım.

Duraksadı. “Örüyorum? İstemez misin?”

Sertçe yutkunup, “Saç örmeyi biliyor musun?” diye sordum.

Kaldığı yerden devam ederken hafifçe güldü. “Sena'yı çok ağlatmış olsam da öğrendim,” dediğinde sesindeki hüznü yakalamamak imkânsızdı. Aynı hüznün beni de ele geçirmesi fazla uzun sürmedi, artık vücudumda hüküm süren o mayışmadan eser bile kalmamıştı.

“Biliyor musun ben de çok ağlamıştım,” dedim zihnimin perdesine çocukluğumun yasaklı hatıralarının dolmasına izin verirken. Cesur'un saçlarımla dans eden parmaklarının hareketleri ağırlaştı. “Annem saçlarımla hiç ilgilenmezdi, kimse ilgilenmezdi. Çoğunlukla taranmamış gezerdim, kafamın tepesinde yumak gibi toplu olurlardı.” Sessiz kaldı, sessiz kalması beni daha çok geçmişime gömdü.

“Bir gün akrabalardan birileri eve geldi, benim yaşlarımda kızları vardı. Çok güzel giyinmişti, bebek mavisi tatlı bir elbisesiyle çift örgü örülmüş saçlarını çok beğenmiştim. Ailemin paradan yana hiçbir sıkıntısı yoktu elbette ama ben sevilmeyen çocuk olduğumdan kılık kıyafetimle bile pek ilgilenilmezdi. Hatta eve birileri geldiğinde odama gönderilirdim, ayak altında dolaşmamı istemezlerdi. Aslında o gün yine odamda olmam gerekiyordu ama çocuktum işte, gelenleri merak etmiştim.”

“Fark edildin mi?” diye sordu birden, sanki fark edilmiş olmam onu endişelendirmiş gibi.

“Fark edilmedim, hayalet gibi yaşamaya alıştığım için kimse beni görmedi.”

“Görselerdi sorun olur muydu?”

Omuz silktim. “Benim nefes almam bile sorundu.”

“Neden sana öyle davranıyorlardı?” dedi sıkılı dişlerinin arasından. Sanki elinde olsa geçmişime gidecek ve bana ters davranan herkese haddini bildirecekti.

“Bilmem. Belki erkek olmadığım için?” dediğim sırada omuzlarım hüzünle aşağıya doğru büküldü. “Aslında erkek olsam bile sonuç değişmeyecekti. Babam,” derken yine onu anmak ve ondan babam olarak bahsetmek beni ürpertti, en kötüsü de Cesur bunu fark etti. “Çocuk sevmeyen biriydi. Hani şu çocukların en ufak gürültüsüne bile tahammülü olmayan adamlar vardır ya işte onlardandı. Bize karşı hiç sabrı yoktu, abimi kendisi gibi yetiştirmek için uğraşsa da o da onun sopasından nasibini alıyordu. Belki de bizi hiç sevmemesinin asıl nedeni annemdi, bilemiyorum.”

Son cümle dudaklarımdan o kadar kısık sesle dökülmüştü ki ben bile duymamıştım ama Cesur duymuştu. “Anneni sevmiyor muydu?” diye sordu hemen ana sebebi yakalayarak, ondan bunu kaçırmasını beklemek bile aptallıktı.

Kafamı çok hafifçe iki yana salladım. “Annemden nefret ediyordu,” dedim boğazımdaki sızıyı görmezden gelerek. “Evin büyükleriyle birlikte yaşardık. Bir keresinde babaannem ve halamı konuşurken duymuştum. Babam aslında başka bir kadını istiyormuş, başka bir kadını seviyormuş. Düşünebiliyor musun? Çocuklarını bile sevmeyen adam başka bir kadını o kadar çok seviyormuş ki onu elde edemediği için tüm hıncını günahsız annemden çıkartıyormuş.”

Saçlarımı örmeyi nihâyet bitirdiğinde ucunu bağlamak için ona bir şey vermemi istercesine elini öne doğru uzattı. Saçlarım açıkken daima bileğimde taşımaya dikkat ettiğim lastik tokayı çıkartarak ona verdim. Parmaklarının arasında kıstırdığı saç tutamını bağlamaya başlarken, “Baban hâlâ yaşıyor mu?” diye sordu, yemin edebilirdim ki sesi kan kokuyordu.

Bu kendime bile sormaktan kaçtığım bir soruydu, çünkü cevabının olumlu çıkacak olmasının düşüncesi dahi içimi titretiyordu. “Bilmiyorum,” dedim kayıp bir mırıltıyla.

Ördüğü saçımı sağ omzumdan önüme doğru uzattı. “Yaşıyor olsa bile önemi yok,” dedi daha sonra. “Seni öğrense bile önemi yok,” dedi. Aslında sormak istediği tonlarca soru olduğunu biliyordum ama her zamanki gibi beni zorlamamayı seçiyordu, çünkü sanırım o da fark etmişti, bir tek ona içimi açabiliyordum ve ne kadar isimlerini asla geçirmeyeceğimi söylemiş olsam da zamanla o isimler bile dudaklarımdan dökülecekti.

İçime sinen soğukluğu bastırmak istercesine kollarımı kendime sarıp olduğum yerde büzüştüm, hâlâ sırtım Cesur'a dönüktü, yüzüne bakarak bunlardan bahsetmek çok daha zor olacakmış gibi hissettiğim için bu şekilde kalmaya devam ediyordum. Ama sanki o, yanındayken yalnızlığın kucağına düştüğümü bilirmişçesine bana doğru yaklaşıp sağ kolunu karnımın üzerinden sardı ve ondan uzağa kaçmış olan bedenimi yeniden kendisine doğru çekti. Ellerim karnımın üzerine sarılmış duran iri kolunun üzerine konarken sertçe yutkunmak zorunda kaldım. Vücudumu terk eden o sıcaklık işte yine geri gelmişti ve şu anda çok daha şiddetliydi.

Burnunu saçlarıma gömdüğünü hissettiğimde kaskatı kesildim. “Cesur,” diye sayıklayarak rahatsızca kıpırdandım, benden uzaklaşmadı. Bunun yerine sanki yakınlığımızı sorun etmemişim gibi, “Devamını anlatsana,” dedi. Sırtım göğsüne dayalıydı ve bana öyle sahiplenici sarılmıştı ki kendimi dünyanın en güvenli yerindeymiş gibi hissetmeme neden oluyordu. Aynı anda hem bu hissin devam etmesini istiyordum hem de bu histen kaçmak, teslim olmamak için var gücümle direniyordum.

“Cesur,” dedim çaresiz bir sesle. Sadece adını dillendirerek ona tonlarca itiraz içerikli cümle sunuyordum, bunu anlıyordu ama anlamazdan gelmeyi tercih ediyordu.

“Anlat,” diye ısrar ederek burnunu saçlarımın arasında gezdirmeye devam etti. “Sonra ondan saçlarını örmesini mi istedin?”

Yılgın bir soluk verip göğsüne bir taş gibi kaskatı yaslanmaya devam ederken, “Sonra odama geri dönüp kafamın tepesinde düğüm olmuş saçlarımı çözdüm,” diyerek anlatmaya devam ettim. “Tarağı elime alıp taramaya başladım, tabii ki açamadım. Orada saçlarımın çoğunu yoldum, hırsımdan ağladım ama o tarağı bırakmadım. Abim koridordan geçerken ağladığımı duyarak odaya geldi. Beni o hâlde görünce yüzünün girdiği şoku asla unutamam. Bırak saç örmeyi, taramayı bile bilmediği hâlde tarağı elimden kapıp kendisi yapmaya başladı. Yine canım yandı ama umursamadım bu kez. Gerçekten. Yine ağladım ama en baştaki kadar acıtmadı.”

Cesur sanki bunları duymak göğüs kafesinin sıkışmasına neden oluyormuş gibi derin bir soluk verdi ve sanki hâlâ saç köklerim acıyormuş da acısını dindirmek istermiş gibi dudaklarını saçlarıma bastırdı. Sert bir soluk alıp gözlerimi yumarken, “Ondan saçlarımı örmesini istedim, o kızın saçları gibi. Bilmediği hâlde bir şeyler denedi. Ortaya yeni bir yumak çıkarmış olsa da aynaya baktığımda dünyanın en mutlu çocuğu bendim. Sana yemin ederim ki saçım yamuk yumuk görünmüyordu gözüme, sanki kuaförden çıkmış gibi hissediyordum,” dedim buruk bir tebessümle. Ancak hemen ardından o buruk tebessüm hızla silinip yerini donuk bir ifadeye bıraktı.

“Sonra benim bakmaya bile kıyamadığım o örgüyü babam bozdu,” dediğimde Cesur'un kasıldığını hissettim. “Televizyonun kumandasını istemişti, bende ona uzatırken anlamadan yere düşürmüştüm. O akşam saçlarım çok acımıştı. Asıldığı için değil ama örgüm bozulduğu için.”

Cesur sertçe yutkundu, bunu ben bile hissettim. Sonra birden beni kendisine doğru çevirdi. Bir eli çenemin altından boynumu kavrarken diğer eli yanağımın üzerinden saçlarıma doğru kaymış duruyordu. Yüzü sadece birkaç santim uzağımdaydı. Koyu kahve gözlerine bakmak bir cehennem çukuruna bakmak gibiydi. Orada yanan ateş şehvetten değildi, orada yanan ateş ilk örgümün bozuluş şekline, anneme, babama, tüm ailemeydi.

“Sonra?” dedi boğuk bir sesle, beni birden hararet bastı, bir yudum su ihtiyacıyla dudaklarım kupkuru kesildi.

“Sonra abim yenisini yapmak istese de ona izin vermedim. Bir daha saçlarımı örmedi. Bir daha hiç kimse saçlarımı örmedi.”

“Bu ana kadar?”

Kafamı salladım. “Bu ana kadar.”

“İstersen her gün saçlarını örerim,” dedi. Dudaklarım hafifçe kıvrıldı, bakışları oraya değdiğinde alacağım soluk yarıda kesildi. Yüzümdeki elinin parmağı kayarak alt dudağıma dokundu, hatta biraz bastırarak dudağımı ezdi. Gözleri çok kısa bir anlığına yeniden gözlerimle buluşurken, “Bana o kırık kız çocuğu gibi bakmaman için her şeyi yaparım,” dedi. Sanki görünmez bir ok kalbime saplanmış gibi onun sızısıyla bedenim hafifçe havalandı ve sonra o mayışıklık yeniden beni ele geçirdi, kirpiklerim usulca kapandı ama görüşümün önüne inen o karanlık perdede hâlâ Cesur'un yansıması vardı. Bana doğru yaklaşmasını ve dudaklarını usulca dudaklarıma bastırmasını oradan takip ettim.

Kalbim patlayacakmış gibi kaburgalarıma çarpmaya başladı. Elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemeyerek omuzlarına tutundum. Cesur ise boynumdaki elini enseme kaydırırken diğer elini belime indirerek beni iyice kendisine çekti. Dudaklarının dudaklarımın üzerindeki baskısı kesintiye uğramadan sürerken birden, kendimle çelişir gibi aniden, daha fazla düşünerek kendimi boğmayı kesip tüm savunmamı indirdim ve o an kabullendim; Cesur sınırlarımı çoktan geçmişti.

Omuzlarındaki ellerimi boynuna doladığımda bu kez kendi rızamla göğsümü göğsüne bastırıp onunla bütünleştim. Pişman olacağımı haykıran o acı çığlığı susturup öpüşmemizi derinleştiren ben oldum, anında karşılık verdi. Hatta sanki yeterince yakın değilmişiz gibi beni kucağına çekip dünyanın sonu gelmişçesine kana kana öpmeye devam etti. Aramızda oluşan ve bizden beslenerek büyüyen ateş ikimizi de sardı. Tırnaklarım ense kökünde gezinirken ve hızlanan soluklarımız arabanın içini doldururken yanımızdan geçen bir başka aracın kornaya asılmasıyla irkilip birden geri çekildim. Kafam dehşetle etrafta döndü, ne olduğunu kavramaya çalıştım. Yanımızdan geçen aracın Özgür'e korna çaldığını anlamam pek uzun sürmezken aracın camları filmli bile olsa sanki herkes bizi izlemiş gibi gerginlikle doldum.

Cesur'a döndüğümdeyse onu kafasını koltuğa yaslamış, hızlı hızlı soluk alıp verirken buldum. Aralık dudakları az önce onları hırpaladığım için hafif pembeleşmişti. Bana mıhlı olan koyu kahve gözleriyse olduğundan daha karaydı ve bakışları yoğundu. Gürültüyle yutkunup bu anın etkisinden kurtulmak istercesine kafamı iki yana salladım ve ancak kucağında durduğumu fark ederek kaçar gibi koltuğun diğer tarafına geçtikten sonra bir saniye bile beklemeden kendimi araçtan dışarıya attım.

Serin hava yanan yüzüme tokat gibi çarptığında hâlâ hızlı hızlı soluk alıp veriyordum ve yüzüme bakan değişikliği hemen yakalayabilirdi. Nitekim kapının önünde sigara tüttüren Özgür beni gördüğünde bakışlarını sorgularcasına üzerimde gezdirmeye başladı, kendimi kastım ve kafamı toplamak ister gibi birkaç derin soluk aldım. Dudaklarımdaki sıcaklık hâlâ yerini koruyordu. İzlerini silmek kolay olmayacaktı ki silebilsem bile artık tüm duvarlar devrilmiş, kapılar kırılmıştı. Yeniden kilitlesem de kilit tutmayacaktı. Bu andan itibaren hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, emindim.

Cesur benden birkaç dakika sonra araçtan indi, bunu kapıyı üzerinde vurduğunda fark ettim. Yanıma doğru attığı her adımda tüm bedenim içten içe titrerken kollarımı kendime sararak hem soğuk havadan hem de Cesur'un bana hissettirdiklerinden kendimi korumaya çalıştım. Kulübe girip çıkan kalabalığa derin bir soluk alarak bakarken Tuna'nın dışarıya çıktığını gördüğümde bakışlarım hızla ona odaklandı ve bir sorun olduğunu anlamakta zorlanmadım.

“Hoş geldiniz abi,” diyerek Cesur'a yaklaştı. Tabii ki Cesur da onu iyi tanıyordu, hemen kaşları çatılmıştı.

“Ne zamandır sizi bekliyorum, içeride bakman gereken bir şey var abi.”

Cesur, Özgür’le göz göze geldi ve o sessiz bakışmada geçen soruları, verilen cevapları hiçbirimiz anlayamadık. Daha sonra Özgür elindeki sigaradan son soluğunu alıp kalanını rastgele bir yere fırlatırken, “Ne oluyor oğlum?” diye sordu. “Akın nerede?”

“Sizi bekliyor,” dedi Tuna. Bir karın ağrısı varmış gibi Cesur'a baktı. Sanırım ne olduğunu burada anlatmak istemiyordu. Cesur ise elbette bunu kaçırmadı. “Düş önüme,” diye homurdandığında sesinden hoşnutsuzluk akıyordu.

Birlikte asansöre binip alt kata indiğimizde görünürde her şey olması gerektiği gibiydi. İnsanlar çılgınlar gibi eğleniyorlardı, müzik capcanlıydı ve içki servisi tüm hızıyla devam ediyordu. Kalabalık pistin etrafından dolanarak ilerlediğimiz sırada Tuna, “Abi, Akın büroda,” dedi yüksek sesle. Sonra bana döndü. “Nehir, gel biz bir şeyler içelim.”

Elektrik akımına tutulmuşum gibi irkildim, dudaklarım birkaç kez açılıp kapandı ama ne diyeceğimi bilemedim. İşte dışarıda tutulduğum bir andaydım. Onlardan ayrılmak için geri çekileceğim sırada Cesur birden beni bileğimden yakaladı ve gerisin geri yanına çektikten sonra elini elime kaydırdı. Elimi kurtarmaya çalışsam da buna müsaade etmedi. Tuna'ya birazdan sert bir yumruk geçirecekmiş gibi bakarken, “Her ne dönüyorsa sağlam bir nedeni olsun Tuna,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. Eğer bu keskin uyarıyı ben alsaydım bacaklarım titremeye başlamıştı. Nitekim Tuna'nın yüz rengi bir ton açılırken başka yöne bakarak kafasını sallamakla yetindi.

Cesur sert adımlarla arka kısma doğru ilerlerken gerimizde kalan Özgür ve Tuna'ya omzumun üzerinden dönerek baktım. Tuna ne dediyse Özgür’ün küfrettiğini yüzünün girdiği şekilden bile anlamıştım. Huzursuzluğum gittikçe katlanmaya başladığında, “Gelmek istemiyorum,” diye sayıkladım. Cesur beni hiç duymamış gibi yaptı.

“Cesur!”

“Geliyorsun,” dedi sadece. “Ben nereye sen oraya.”

“Özel bir şey var demek ki, bırak odama gideyim.”

“Ne kadar özel olduğuna bakıp öyle gidersin.”

Ofladım, bazı anlarda ona laf anlatmak imkânsızdı. Her şey bir yana aramızda geçenlerden sonra ondan kaçmak istiyordum ama hâlime baktığımda yine kendimi onun yanında buluyordum. Elimi sıkı sıkı tutuyordu, asla bırakmayacakmış gibi. Beraber arka kısma geçerken seri adımlarına yetişebilmek için olabildiğince hızlanmıştım. Sürekli üzerimizde gezinen meraklı gözler şu anda umursayacağım son şey bile değildi, insanlar zaten hakkımızda konuşmak için bahaneler arıyordu.

Kızıl ışıkla aydınlatılmış koridorda bulunan büronun önüne geldiğimizde Özgür ve Tuna da hemen arkamızdaydı. Ben derin bir soluk alırken Cesur bir saniye bile beklemeden odanın kapısını açıp içeriye girdi ve elimden tutarak beni de içeriye çekti. Sonra kafamdan aşağıya bir kova soğuk su boşaltılmış gibi damarlarımda gezinen kanın buzlaştığını hissettim. Akın çalışma masasının önündeki koltuklardan birinde oturuyordu ve karşısındaki koltukta oturan bir kadın vardı. Benimkilerin aksine çok daha açık ve çok daha parlak olan sarı saçları omuzlarından dökülüyordu. Tıpkı benimkilere benzeyen mavi gözleri ışıl ışıldı. Yüzü o kadar masumane ve güzeldi ki hayran hayran ona bakmamak imkânsızdı. Ayrıca yüzünün güzelliğini tamamlayan tatlı bir elbise giymişti.

Kadın, Cesur'u gördüğünde çehresine yayılan belirgin heyecanla ayağa kalkıp saçlarını düzeltti ve ona utangaç bir tebessümle kaçamak kaçamak baktı. Cesur'un tıpkı bir kaya parçası gibi durması dışında verdiği hiçbir tepki yoktu. Hâlâ elimi tutmaya devam ediyordu, ancak bu artık öylesine bir tutuşa dönmüştü, cansızdı.

Bakışlarım kısa bir anlığına odanın en ücra köşesinde durarak doğruca bana bakan Eva'ya değdi, zümrüt yeşili gözlerinden bana doğru uzanan kolları fark ettim, sarılmak için hazır gibiydi. Bu durum boğazıma birkaç düğümü aynı anda attı. Kalbim o kadar yavaş atıyordu ve her atışında o kadar sert vuruyordu ki darbeleri göğüs kafesimi ağrıtmaya başlamıştı. Üşüyordum ve aynı zamanda nasıl oluyorsa terliyordum da.

Üzerime sihirli değnekle dokunulmuş gibi hareket bile etmediğim o saniyelerde Akın boğazını temizleyerek ayaklandı. Yüzünde güller açtığını söyleyebilirdim, durumdan memnundu, hem de o kadar memnundu ki başka hiçbir şey umurunda değilmiş gibiydi. “Abi, işte, onu bulduk. Yıllardır aradığın kadını bulduk,” dedi hemen ardından, kulaklarım uğuldadı. Bir şeyler daha söyledi ama hiçbirini duyamadım. O yabancı kadına baktım tüm dikkati Cesur'daydı ve heyecanı hâlâ bir gıdım bile solmamıştı. Kalbinin göğüs kafesine sığmadığı yüzündeki gülümsemeden bile belliydi. Benim kalbimse keskin bir pençe tarafından sıkılıyormuş gibi can çekişiyordu.

Kadının gülümseyerek bir şeyler söyleyip Cesur'a yaklaşmasını donuk bakışlarımla izledim, söylenenleri yine duymadım, kulaklarımdaki uğuldama asla dinlemeyecek gibiydi. Sonra Cesur'a baktım, surat ifadesinden hiçbir şey anlayamadım ama kadını tarttığını, emin olmaya çalıştığını anladım.

Elimi usulca geriye çektim, tepki vermedi, öylece bıraktı. Avucumda yer edinen sıcaklığı sanki lav parçası tutmuşum gibi tenimi delip geçerken hızla ardımı döndüm. Orayı terk etmeden önce Tuna'nın üzgün bakışlarını yakaladım, hatta peşimden gelmek istedi ama hastalıklıymış gibi ondan kaçtım. Böyle hissetmemeliydim, biliyordum. Ortada canımı yakacak hiçbir şey yoktu, biliyordum. Ama ateşe düşen bir kelebek gibi içim yanıyordu. Bunu hak etmiştim. Hak etmiştim çünkü ben aptal bir kelebektim ve ışığı arıyordum. Cesur’u ışık sanmak benim en büyük hatamdı.

O, ateşti; kanatlarım yandığında ancak anlamıştım.

Ağlamak istesem de bunu bastırdım. Gözlerim alev alev yanıyordu. Koridoru koşar adımlarla geri dönerken nereye gittiğimden haberim yoktu. Nefes alamıyormuş gibi hissediyordum, dışarı çıkarsam belki daha iyi hissedebilir ve kendimi toparlayabilirdim. Bana ne oluyordu ki? Her şeyi başından beri bilmiyor muydum zaten? Bile bile kendimi kaptırmıştım ve en kötüsü de bunu ancak şimdi anlayabilmiştim.

Elimi sızlayan kalbimin üzerine bastırarak yoluma devam ettim, kulüp kısmına ulaşmama az kalmıştı. Peşimden kimse gelmiyordu. Çünkü ben istenmeyendim, en kötüsü de çünkü ben sadece bir kopyaydım. Ağlamamak için kendimi kasmamdan dolayı artık önümü bile doğru dürüst göremediğim o anlarda sertçe birine çarptım, kim olduğuna dahi bakmadan, “Özür dilerim,” diye sayıklayarak yoluma devam etmek istedim ama beni kolumdan yakaladı. Odağını kaybetmiş bakışlarım beni tutana döndüğünde onun Yavuz olduğunu fark etmek ağlama isteğimi iyice kamçıladı. Bana yine o sert, buz ifadesiyle bakıyordu ve yine kaşları o kadar çatıktı ki ondan da darbe almaktan korkarak bedenimi iyice kastım.

“Üzgünüm,” dedim ağlamaklı bir tonla. Ona çarptığım için ve en çok da yaşanan her şey için. Bana tek bir ters kelime söylemesini kaldıracak gücüm yoktu, orada yığılabilirdim. Zaten Yavuz da bunu yapmadı. “Biliyorum,” dedi sadece.

Biliyorum.

İşte bu söz gözlerimden bir damlanın yuvarlanmasına neden oldu. Ona babasının sevgisine muhtaç bir kız çocuğu gibi baktım. Ona öyle kimsesiz, öyle kırık baktım ki gözlerine düşen yansımama kendim bile acıdım. Sonra birden, hiç beklemediğim şekilde aniden beni kendine çekip sarıldı. Kolları sırtıma dolandı ama benim ellerim öylece kaldı, ona sarılamadım, inme inmiş gibi kalakalmak dışında hiçbir şey yapamadım.

Yavuz derin bir soluk aldı, kafam şişen göğsüyle birlikte havalandı. “Biliyorum,” dedi yeniden bu kez fısıldar gibi kısık sesle. Kirpiklerim usulca kapandı, ellerim beline dolanıp giydiği kazağı kavrayıp sıktı.

Biliyordu.

Şu anda kalbimin nasıl can çekiştiğini en iyi o biliyordu.

Daha fazla kendimi tutamayarak sessiz hıçkırıklarımı göğsünde söndürdüm. Hiçbir şey söylemedi ama her hıçkırışımda bana daha sıkı sarıldı. Canım yanıyordu. Benim daha önce de çok canım yanmıştı ama hiçbir acı bu şekilde doğrudan kalbimi hedef almamıştı.

×××

Adını önceleri sık duyduğum ama şu anda benim için zerre kadar önemi kalmamış olan otelin yirmi altıncı katında, balkonda oturuyordum. Topuklarımı oturduğum ferforje sandalyenin oturma kısmına dayamış, bacaklarımı karnıma doğru çekip ellerimi de çember gibi etraflarına sarmıştım. Çenem dizlerime dayalıydı ve durgun bakışlarım karşımdaki boğaz manzarasında geziniyordu. Havanın iyice kötüleştiği, çakan şimşeklerin geceyi ikiye yardığı bir andaydım. Normalde üzerimde hiçbir örtü ya da ceket olmadan bu havada dışarıya çıksam soğuktan tir tir titrerim ama şu anda soğuğu hissetmiyordum. Tenim buz kesilmiş olsa da üşüdüğümü ayırt edemeyecek kadar hissizleşmiştim.

Açık balkon kapısından içeriden yükselen sesleri duyabiliyordum. Yavuz dolap kapaklarını naziklik göstermeden açıp kapatıyor, aradıklarını bulmaya çalışıyordu. Saat gecenin kaçıydı haberim yoktu. Telefonum önümdeki sehpanın üzerindeydi ama ne arayan ne de soran vardı.

Çiselemeye başlayan yağmuru izlerken Yavuz sonunda yanıma geldi. Getirdiği iki şişe içkiyi gürültüyle sehpanın üzerine bırakıp diğer sandalyeye oturdu. Şişelerin kapağını açacak yardımıyla açtığı sırada, “Bardak bulamadım,” diye homurdandı, sesimi çıkartmadım. Açtığı şişeyi önüme bıraktı, kendisininkini de açıp beklemeden ilk yudumunu aldı ve benim gibi boğazı izlemeye başladı.

“Bu kadar içmezdin,” dedim uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra.

“Artık içiyorum,” dedi sadece.

İç çektim. Yavuz yanımdaydı, beni yalnız bırakmamıştı ama hâlâ bir buz parçasıydı. Aramız düzelmiş değildi ve ben düzeleceğine dair artık pek de umutlu değildim. Beni bekleyen kehribar tonlarındaki şişeye uzanıp ilk yudumumu aldığım esnada, “Bundan sonra ne yapacaksın?” diye sordu, kafamı çevirmedim ama gözlerim onu buldu. Yavuz ise bana bakmıyordu, bakışları hâlâ boğaz manzarasına mıhlıydı.

“Bilmiyorum,” dedim çaresiz bir tınıyla. “Artık kalmak istemiyorum.”

“Gidip yeni bir hayat kurabilecek misin?”

Ona sesli olarak cevap vermedim. Sadece kafam hafifçe iki yana sallandı. Bunun üzerine, “Git,” dedi bana, irkildim.

“Gideyim?”

“Bu akşam neler yaşadığını biliyorsun. Eğer kalmaya devam edersen daha kötülerini yaşayacaksın.”

Şişeyi dudaklarıma dayayıp sanki susuzluktan ölmüşüm gibi içtim. Ardından bir elimde şişeyi tutmaya devam ederken çenemi yeniden dizlerime yasladım. Tıpkı Yavuz gibi gözlerim uzaklara daldığı sırada, “Çok aptalım değil mi?” diye sordum.

“Çok,” dedi saklamadan.

Yeniden hüngür hüngür ağlamak istedim ancak bu gece için döktüğüm gözyaşları yeterliydi. “Yenilmekten korkuyorum,” diye itiraf ettiğimde sesim kayıptı.

Yavuz iç çekti. “Hâlâ yenilmediğini mi sanıyorsun?” diye sorduğunda dudağının kenarı buz bir gülüşle çok ama çok hafifçe kıvrıldı. “Aşkla savaşacak kadar güçlü değilsin, kimse değil.”

“Ona âşık değilim,” dedim iyice olduğum yerde sinerken. Tüm hücrelerim ayaklanmış itiraz naraları atıyordu, bunu asla kabul edemezdim.

Yavuz beni duymazdan geldi, sanki söylediğim sözün zerre önemi olmadığını bilir gibiydi. “Eğer kalmaya devam edersen bin parçaya bölüneceksin,” dedi, tüm tüylerim diken diken oldu. “Bana baktığında ne görüyorsan o olacaksın.”

Ona baktığımda bir kabuk görüyordum, içi boştu ve asla dolmayacaktı. Gürültüyle yutkunurken Yavuz'un ayaklanmasıyla çenemi dizlerimden ayırmadan gözlerimi ona diktim. Şişedeki içkiyi kafasına diktikten sonra sehpanın üzerine geri bıraktı. Ardından gözleri beni buldu, kasıldım. Bana derin bir acıyla bakarken, “Git, Nehir,” dedi. Ona cevap veremedim, zaten cevap vermemi de beklemedi, odadan çıkıp gitti.

Kapının üzerine vurulması kulaklarımda çınladı. Gözyaşları bir kez daha gözlerime hücum etti, durdurmak için her şeyi yaptım. Yavuz ne durumda olduğumu biliyordu. Neyle savaştığımı, neye yenilmemek için direndiğimi ve aslında çoktan ona yenildiğimi en iyi o anlıyordu. Sadece bu kadarını bile kabullenmek içime kabus gibi bir acının çökmesine neden olurken şişedeki tüm içkiyi bitirene kadar orada kalmaya devam ettim.

Kulüpten çıkıp gitmiştim, kimse durdurmamış ya da peşimden gelmemişti. Gerçi çok uzakta sayılmazdım, birkaç sokak aşağısındaki oteldeydim. Beni buraya Yavuz getirmişti ve buradakilerin Cesur'u tanıdığını ta resepsiyondayken anlamıştım. En güzel odalardan biri önümüze sunulmuş, ekstra hiçbir şey istenmemişti. Zaten Yavuz'un niyeti beni Cesur'un bilmediği bir yere getirmek değildi, beni kulüpten çıkarmak için bunu yapmıştı, çünkü orada nefes alamayacak hâle gelmiştim.

Cesur'un o kadını görünce donup kalması gözümün önünden gitmiyordu. Gerçekten aradığını bulmuş muydu bilmiyordum ama tek bildiğim eğer o kadın aranılan kişi değilse bile buna benzer anların daha sonra da yaşanacağıydı. Eğer kalmaya devam edersem yarın bir başkasının çıkagelmesi muhtemeldi. Bu olaya kaç kez daha katlanabilirdim?

Bir yenisine daha şahit olamayacak kadar kolum kanadım kırılmıştı.

Hatta o kadar kırılmıştım ki artık intikam bile istemiyordum. Tek istediğim tüm bunlardan uzaklaşmaktı. Kalbim daha önce hiç bu kadar yara almamıştı. Aslında kalbim çok yara almıştı, ancak bu yönden ilk kez kanıyordu. Bu yüzden nasıl geçeceğini, nasıl iyileşeceğini bilemiyordum. Şaşkın bir hâldeydim.

Şişedeki tüm içki bittiğinde kafam az da olsa uyuşmuştu. Düşünceler yerli yerindeydi, ancak sanki aynı anda yüzlerce kişi konuşuyormuş gibi ses çıkartarak beni bunaltmayı kesmişlerdi. Ayaklarımı yavaşça aşağıya indirdiğimde sızlanmalarını görmezden gelmeye çalıştım. Bir buz kütlesinden farkım yoktu, tüm uzuvlarım uyuşmuş hâldeydi ve bu içkiden kaynaklı değildi, hissedemediğim o soğuktan kaynaklıydı.

Uzun süre oturduğum için ve ayağa kalktığımda ayaklarım karıncalandığı için adımlarımı sersem gibi attım. Hatta ayağım ferforje sandalyeye çarptı ve onunla birlikte yeri boyladım. Düştüğüm yerde sanki hayatımdaki her şeyin suçlusu o sandalyeymiş gibi taşmış bir öfkeyle onu tekmeleyip çığlık attım, boğazım sızladı. Ne kadar ağlamamak için dirensem de birkaç damla yanaklarımı ıslattı ve ağladığım için daha çok sinirlendim. Sanırım düşerken başımı da vurmuştum, kafamın gerisinden boynuma doğru yayılan bir ağrı vardı.

Zemine öylece uzanıp tepeme konacak olan ölüm meleğinin gelmesini beklemek isteyen yanımla tanıştığımda ne kadar yorulduğumu daha net anlayabildim. Hayatımdan vazgeçmeyi göze alıyordum. Hem de tüm yaşadıklarım yüzünden değil, kalbimdeki şu aptal sızlama yüzünden. O sızlama dursun diye bunu bile düşünecek duruma gelmiştim.

Ancak ben kendime bir söz vermiştim, sonuna kadar yaşayacaktım. Bu hayatı elimde tutabilmek için başıma gelen her şeyden sonra pes etmeden gidebildiğim kadar gidecektim.

Bundan dolayı kaybettiğim gücümü toplayarak sağa sola tutuna tutuna ayaklandım ve sarsak adımlarla içeriye geçtim. Balkon kapısının açık kalması pek umurumda olmadı. Sadece yatak başlığındaki duvar abajurlarının yaydığı altın tonlarındaki hoş ışıkla karanlığın delindiği odada tek elimle duvara tutunarak ilerleyip banyoya ulaştım. Eşikten ilk adımımı attığım sırada üzerimdeki kazağı sıyırdım, peşinden sutyenim yeri boyladı, devamındaysa pantolonum ve iç çamaşırımdan kurtuldum. Duş kabinine girdiğim anda suyun kafamdan aşağıya boşalmasına izin verdim. Bu sırada ellerim önüme düşen saçlarıma dokundu, onları geriye doğru iterken hâlâ örülü durduklarını hatırladım. Kalbim bir kez daha sızlarken saçlarıma atılan ikinci örgüyü kendi ellerimle bozdum.

Sonra dakikalarca suyun altında kaldım. Hiç kıpırdamadan, köpüklenmeden, sadece suyun tenimden akıp gitmesine izin verdim. Sanki tüm öfkemi, acımı ve negatif enerjimi onun sırtına yüklemiştim. Kafam iyice uyuşana ve yüreğimi köşeye kıstıran baskı hafifleyene kadar orada durmaya devam ettim. Nihayetinde elim bataryayı tutup birden çevirdiğinde ayak tabanlarım ve avuç içlerim buruş buruş hâldeydi. Uyuşuk hareketlerle büyük havluyu bedenime sarıp ucunu koltuk altımda kıstırdım. Baş havlusuyla saçlarımın ana ıslaklığını aldıktan sonra onu peşimden sürüklemek yerine banyoda bırakmayı tercih ettim. Ardından da sağa sola gelişigüzel bıraktığım kıyafetlerimin arasından sadece alt iç çamaşırımı alarak içeriye geçtim.

Çıplak ayaklarımdan kayan damlalar ardımda izlerini bıraka bıraka yatağın önüne kadar ulaştığımda aklımdan tek geçen yatıp uzun bir uyku çekmekti. Kolumu kaldıracak hâlim yokmuş gibi hissediyordum. Bedensel olarak değil ama duygusal olarak ve zihinsel olarak dibi bulmuş durumdaydım, bu yüzden bir müddet uykunun güvenli sığınağında saklanarak her şeyden kaçmak istiyordum.

İç çamaşırımı yatağın üzerine attım. Dışarıda yağmurun hızlandığını belirten şırıltı sesleri daha da yoğunlaşırken elim havlumu çözmek için kalktı, aynı saniyede bakışlarım balkon kapısını buldu, kapı kapalıydı. Karnıma aniden gergin bir his saplanırken havlumu sıkı sıkı tutup tehlikeyi algılamışım gibi olduğum yerde kaskatı kesildim. Sonra bakışlarım yarı karanlık odada yavaşça gezindi. Pencerenin perdelerinin kapalı kısmının orada duran berjerde bacak bacak üstüne atılmış ayaklar gözüme ilişti, içime kesin bir soluk çektim. Korkunun yerleştiği bakışlarım ağır ağır kayarak yüzünü görmesem bile tanıdığım bedenin üzerinde gezindi, sertçe yutkundum.

Cesur buradaydı.

Havluma biraz daha sıkı tutunurken, “Senin burada ne işin var?” dedim anın verdiği şokla.

Elindeki renksiz bir sıvının bulunduğu kristal bardağı vururcasına yanındaki sehpanın üzerine bıraktı. Karanlıkta kalan yüzündeki ifadeyi seçmek zordu ama duruşundan anladığım gergin ve biraz da kızgın olduğuydu.

“Kırk yedi dakikadır banyodan çıkmanı bekliyorum,” dediğinde gözlerim hafifçe irileşti, o kadar vakit harcadığımı hiç düşünmemiştim. “İçeri girip iyi olup olmadığına bakmamak için nasıl bu kadar sabredebildim ben bile bilmiyorum.”

Banyoya girdiğinde beni çırılçıplak görecek olmasını sadece hayal etmek bile boğazımı kuruttu. “İçeri nasıl girdin?” diye sordum bu kez, sanki konuyu değişmek ister gibi.

“Bana kilit tutacağını mı sanıyorsun? Hele de o kapının ardında sen varsan?”

Sözleri beni tepeden tırnağa kuşatıp olduğum yerde titrememe sebebiyet verdi. “Öyleyse doğru soruyu sorayım; neden buradasın?” dedim dişlerimi birbirine kenetleyerek.

Ellerini oturduğu berjerin koçaklarına bastırdı ve onlardan aldığı destekle ayaklandı. Kazağının kollarını yukarıya sıyırdığı için uyguladığı güçle belirginleşen damarlarını fark etmek midemdeki sancıyı arttırdı. Tamamen doğrulup ayağa kalktığında uzun boyundan dolayı yüzünü görebilmek için kafamı hafifçe kaldırmak zorunda kaldım. Aramızdaki mesafe kısaydı ve bana olan yakıcı bakışları tenimi karıncalandıracak kadar keskindi.

“Senden uzak kalamadığımı fark ettim,” diyerek yanıma doğru adımladığında ben de bir adım geri attım ve ona acıyla harmanlanmış yarım bir tebessüm bahşettim.

“Benden mi? Ben bir kopyayım unuttun mu? Orijinaline git.”

Dişlerini sıktı, yanağındaki minik kas bezesi seğirerek yerini belli etti. Üzerime doğru birkaç sert adım attığında ben de geriye doğru kaçtım, ancak bu kaçışın ebedi olmayacağı ortadaydı, sırtım şifonyere çarpınca benim için oyun bitmişti, ancak Cesur için daha yeni başlıyor gibiydi. Bana tehlikeli bir sırıtış bahşedince gürültüyle yutkundum. Bir çıkış yolu ararcasına sağa sola bakınsam da yarı aydınlık odada ikimizden başka kimse yoktu.

“Cesur,” dedim uyarır gibi. “Gerçekten, ne işin var bu saatte burada?”

“Seni öylece bırakamayacağımı biliyorsun.”

“Bırakırsın,” derken kendimden emin duruyordum. “Bıraktın da.”

Bir çakmağın yanması gibi aniden gözlerinde beliren ateşle birlikte aramızdaki son adımı da atarak mesafemizi sıfırda indirdi. Sert göğsü düşmemesi için havluyu sıkı sıkı tutan koluma baskı uygulayacak kadar dibimdeydi.

“Bırakmadım,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. “Bırakmam da.”

Bu konuda asla fikrimi değiştiremeyeceğini belli edercesine ona bakıp, “Onun yanında olmalısın, git,” dedim sanki bundan hiç canım yanmıyormuş gibi.

Sağ eli çarşaf misali yanağımı kapladı. “Sadece senin yanında olmak istiyorum,” dedi daha sonra. Sanki dilinden dikenler dönüşüyormuş gibi hissederek irkildim. Hemen ardından aklıma gelen seçenek midemi bulandırdığında yüzümü diğer tarafa dönerek elinin sıcaklığından kurtulmaya çalıştım.

“O, değil miydi?”

“Ne?”

“O da aradığın kadın değil miydi?” diye sordum buz bir tavırla. “O da bir kopya mıydı benim gibi?”

Derin, gerçekten derin bir soluk alıp, “Bilmiyorum,” dedi kafasını hafifçe iki yana sallayarak. Göz ucuyla ona baktım ve şüpheyle yüzünü taradım, sahte durmuyordu.

“Ne demek bilmiyorum? Onun o olduğunu bile anlayamayacak hâlde misin?”

“Anlarım elbette,” derken kaşları çatıldı. Ellerini üzerimden çekip iki yana açarak şifonyere dayadı ve ondan kısa olduğum için hafifçe bana doğru eğildi. “Hemen anlarım hem de,” dedi daha sonra.

Yine ona göz ucuyla bakarken iç çektim. “Ama?”

“Ama umurumda olmadı. Daha önce de birkaç kadın o olduğunu iddia ederek karşıma çıkmıştı, her seferinde içime umut dolmuştu. Bu akşamsa o umut yoktu. Merak yoktu. Hiçbir şey yoktu.”

“O olmadığını hemen anlamışsın o zaman,” diyerek omuz silktim. Bu hareketimle havlumun iyice gevşemesi kalbimi yerinden çıkacakmış gibi attırmıştı.

“Bilmiyorum,” dedi yeniden. “Artık önemi yok. Artık umurumda değil.”

“Neden önemi olmasın? Yıllardır onu arıyorsun, bu öyle kolayca umurunda olmayacak bir şey değil.”

“Çünkü artık sen varsın Nehir,” dedi birden. Şokla yüzümü ona çevirdim. “Ne? Ne demek?” diye sayıkladığımda göze çok şaşkın görünüyor olmalıydım ki hafifçe güldü. Eli yeniden havalandı ve bu kez çeneme dokundu.

“Sen karşıma çıktığın andan beri benim sonuçsuz savaşım bitti, bitirdin. Artık umurumda değil,” derken kafasını hafifçe iki yana salladı. “O olsun ya da olmasın artık önemi yok.”

Ona kanmak üzereydim, ona kanmama ramak kalmıştı ama iç sesim derinlerden bağırarak bana sesini duyurduğunda gevşeyen tüm hislerimi gerisin geri sıktım. Çenemi hafifçe silkeleyerek elinden kurtarıp ona dik dik bakarken, “Karşısında nasıl donakaldığını gördüm,” dedim o anları hatırlamanın beni yaraladığını saklayarak. “Şimdi önemi olmadığını söylüyorsun ama o an oradan çıkışımı fark etmedin bile.”

“Sadece şaşkındım-"

“Onu gördüğün için-"

“Hayır, görüp hiçbir şey hissetmediğim için,” dedi hızla. “Çıktığını elbette fark ettim. Tek istediğim düşünmek için kendime zaman vermekti ama sonra buna gerek olmadığını anladım ve buraya geldim, çünkü ne hissediyorsam arkasındayım, kendimden eminim. Onu zaten aşk için aramıyordum ama artık o da bitti, Nehir, senden sonra o da bitti.”

Kalbimin etrafına örülü olan duvarları yıkalı çok olmamıştı. Bense elime sıvayı almış yeni tuğlaları eski harabenin yerine dikmeye çalışıyordum ama o, sözleriyle benim harcımdan çalıyordu. Yamuk yumuk örebildiğim o duvarların ufak bir esintiyle bile yıkılacağını biliyordum ancak yine de malayı ısrarla elimde tutmaya çalışıyordum.

Doğrudan koyu kahve gözlerinin içine bakıp, “Sen benden ne istiyorsun Cesur?” diye sordum. Konuşmadan önce ıslak saçlarımı, yüzümü, durduğu konumdan görebileceği tüm bedenimi tepeden tırnağa gözden geçirdi. Sonra iyice üzerime doğru eğildi, burnu burnuma değdi, soluğu soluğuma karıştı. Dudakları dudaklarıma değecek kadar bana yaklaştı, biliyordum, eğer konuşursa teni tenime değecekti ve dilinden dökülen her harf dudaklarımı yakacaktı.

“Seni istiyorum,” dedi, boğazıma bir şey takıldı. “Benim olmanı istiyorum. Dününü, bugününü ve yarınını istiyorum. Sana ait ne varsa istiyorum,” dedikten sonra sertçe yutkundu, sertçe yutkundum. “Beni senin kabul etmeni istiyorum,” dedi, o boğazıma takılan şey biraz daha büyüdü. “Senden ne istiyorsam aynılarını benden istemeni de istiyorum.”

Dilim damağım kupkuru kesildi. Göğsüm aldığım sık nefeslerden dolayı şiddetle inip kalkarken, “Beni istiyorsun?” diye fısıldadım. Dudaklarını biraz daha dudaklarıma değdirerek, “Her şeyini,” diye fısıldadı tıpkı benim gibi. Sonra beni öptü. Onu itebilirdim, yüzüne tokadı geçirip benden uzak durmasını haykırabilirdim ya da çığlık çığlığa ondan kaçabilirdim ama bunların hiçbirini yapmadım. Ben de onu öptüm, onu her şeyi bir kenara bırakarak öptüm. Hiçbir şeyi düşünmeden ve tüm sorunları bir sandığa kilitleyerek bunu yaptım. İçimdeki kadının yanağından sıcacık bir damla düştü, gözlerimi yumarak bundan kaçmaya çalıştım ve kendimi akışına bıraktım.

Cesur sırtımın dayandığı şifonyerin üzerinde ne varsa elinin tersiyle etrafa savurdu. Yere düşen bibloların kırılırken çıkardığı sesler kulaklarımda yankılandığı esnada beni belimin iki yanından tutup kolaylıkla kaldırarak şifonyerin üzerine oturmamı sağladı. Onun için açtığım bacaklarımın arasına girip beni daha derin öpmeye başlarken havluya yapışmış olan elim çözüldü. Bu benim pes ettiğim andı.

Dudakları çeneme doğru kayıp oradan boynuma indiğinde kafamı geriye atarak titrek bir soluk aldım. Hareketleri o kadar hızlıydı ki sanki bu an bozulmadan önce alabileceği her şeyi almak ister gibiydi. Boynumu öpe öpe aşağıya doğru ilerleyip düşmek üzere olan havlunun sınırlarında gezindi. Gürültülü soluk alıp veriyordu ve bu istemsizce daha çok kasılmama neden oluyordu. Havluyu üzerimden söküp atacağını düşünsem de bunu yapmak yerine havlunun üzerinden göğüs oluğumu öpüp yine havlunun üzerinden öperek aşağıya kadar kaydı. Geri çekildiğinde ona yer oluşturmak adına açtığım bacaklarım yüzünden büyük bir kısmı havlunun esaretinden kurtulan tenime dudaklarını kondurdu. Sol baldırımın üzerine beni her defasında irkilten ıslak dokunuşlarını bıraka bıraka diz kapağıma kadar ulaştı.

Ellerim şifonyerin kenarlarını kavramıştı ve o kadar sıkıyordum ki daha sonra kollarımın ağrıyacağından emindim. Peş peşe aralıksız yutkunarak onu izliyordum ve Cesur garipti. Sanki kendiyle savaşır gibi, bir şeylerle çelişir gibiydi. Dudakları yeniden hareket etmeye başladığında bu kez hızla baldırımı geri tırmandı ve alnını kasıklarımın üzerine dayayarak sanki kilometrelerce koşmuş gibi soluklandı. Sıcak nefesini en mahrem noktalarımda hissetmek sırtımın yay gibi gerilmesine neden oldu.

Saçlarını avuçlarken, “Cesur,” dedim inlercesine çıkan bir mırıltıyla. Sanki adını dillendirmemle kafasının içerisindekileri birden susturdu. Geri çekilip bana kopkoyu gözlerle bakarak üzerindeki kazağı bedeninden sıyırdı. Yarı aydınlık odada iri bedeni tüm hatlarıyla koca bir dağ gibi önümde dikilince yeniden ve yeniden gürültüyle yutkundum. Karşımda üstü çıplak duruyordu, karşısında neredeyse tamamen çıplak duruyordum. Havlu o kadar kaymıştı ki bir göğsüm açığa çıkmıştı, her ne kadar gölgesi üzerime düşüyor olsa da beni gördüğünden emindim.

Yine açık kalan bacaklarımın arasına girip beni bu kez sertçe öptü, dudaklarımın sızlamasını umursamadan ona karşılık verdim. Elini saçlarıma daldırarak kafamı geriye yatırırken dudaklarımızın bağı koptu ve yeni hedefi çenem oldu. Çene hattımdan sanki beni iyice çıldırmak istercesine aheste aheste ilerleyerek sol kulağıma ulaştığında, “Fırtına kuşu,” diye sayıkladı sarhoş bir sesle. Kafası yerindeydi, biliyordum. Nefesi alkol kokuyordu, o da benim gibi içmiş olsa bile sesine sinen sarhoşluk içkiden kaynaklı değildi. Bunu fark etmek kan akışımı iyice hızlandırdı.

“Her zerreni keşfedeceğim,” dediğinde içime sert bir soluk çekip omuzlarına tutundum, sanki bunu yapmasam kayıp yere düşecek gibi hissetmiştim. “Her zerrende izimi bırakacağım, asla silinmeyecek.”

Haklıydı, asla silinmeyecekti.

Dudakları yeniden hareketlendi ve yeniden boynuma indi. Oradan o kadar hızlı geçip açıktaki göğsümü kavradı ki bu beni elektrik akımına tutulmuşum gibi yerimde sıçratıp inletti. Dili göğsümle hain bir oyuna tutuşurken diğer eli üzerimdeki havluyu tamamen sıyırdı, artık gözlerinin önündeydim. Beni saklayan hiçbir şey kalmamıştı.

Diliyle sürdürdüğü oyununu diğer göğsüme de taşıdığında kasıklarıma çarpan sancıyla kıvrandım. Tamamen içgüdülerimin esiri olarak onu daha çok kendime çekerken hissettiğim zevkin esiri olmuş hâldeydim. Artık içimde bunu durdurmamı söyleyen o sesi duyamıyordum, her şey susmuştu. Zihnimin odalarında kendi dudaklarımdan dökülen minik iniltiler dışında yankılanan hiçbir şey yoktu.

Cesur hafifçe kafasını kaldırarak bana kısa bir bakış attı. Sadece bununla bile darmaduman olan hâlimi memnuniyetle karşıladığını okumakta zorlanmadım. Eli yeniden yüzüme uzandı ve baş parmağını dudaklarımın üzerine sertçe bastırdı.

“İnle,” diye buyurduğunda ona zevkten buğulanmış bakışlarımla baktım. “Daha çok inle,” dedi, göğsüm derin bir solukla şişti, bunun üzerine gözleri çıplak göğüslerime kaydı. Mümkünmüş gibi iyice koyulaşan gözlerle çıplak tenimi biçerken, “Daha çok inlemen için ne yapmalıyım?” diye sordu ama bu soru bana değildi, kendi kendine söyler gibiydi.

Yeniden göğüslerime doğru yaklaştı, darbesini beklerken tüm vücudumu kastım. Göğüs kafesimin bittiği noktaya dudaklarını bastırıp aşağıya doğru kaydı, ancak bu kez havlu üzerimde değildi, iki yana açılmıştı ve kasıklarıma kadar ulaştığında hedefinin ne olduğunu anlayarak paniklerken, “Cesur,” diye sayıklayıp doğrulmaya çalıştım.

“Şşş,” diye buğulu ama bir o kadar da sert bir ses çıkardı. Ardından da ellerini baldırlarıma sarıp beni iyice açığa çıkardı. Kafasını oraya eğmesini dehşetle takip ederken dilim tutulmuş gibiydi. İtiraz etmek istiyordum ama sanki tüm kelimeler aklımdan silinmişti.

Sonra Cesur dudaklarını oraya bastırdı, kafamı vurur gibi ardımdaki duvara çarpıp yüksek sesle inledim. İstediğini elde ettiğini belli edercesine hafifçe güldü, yemin edebilirdim ki tam o noktaya değen dudaklarının kıvrıldığını hissetmiştim. Sanki ona açtığım alan yeterli değilmiş gibi kastığım için heykele dönmüş bacaklarımı biraz daha aralamaya çalıştı. “Fırtına kuşu,” dedi efsunlanmış gibi dalgınca. “Artık kendini saklamaya çalışma, kendini bana sun.”

Kafam itiraz edercesine sağa sola salınırken bacaklarım biraz daha aralandı. Cesur yeniden bana doğru eğildi ve oraya önce sert bir öpücük kondurdu. Çıkan o iç gıdıklayıcı sesle birlikte sanki işkenceye tabi tutuluyormuşum gibi inledim. Sonra Cesur birden bana saldırmaya başladı. Dilinin baskısı içimdeki zevk yumağını harladıkça çaresiz bir çırpınışla onu itmeye çalıştım. Beni bırakmadı, hatta daha sıkı tuttu. Bedenimden ter damlaları kayarken defalarca adını sayıkladım, durmadı. İçimde gittikçe büyüyen yabancısı olduğum bir his vardı ve tüm enerjimi emiyordu. Kendimi patlamak üzere olan bir volkan gibi hissediyordum. Zirveye ulaşmama çok az kalmıştı ve Cesur bunu fark etmiş gibi ellerini kalçalarıma kaydırıp bedenimi iyice kendisine çekti. Düşmemek için can havliyle şifonyere tutunsam da düşmeme izin vermeyeceğini biliyordum.

Hareketleri haylice hız kazandığında başım geriye düştü. O hisle savaşamayacağımı anlayınca çareyi onu serbest bırakmakta buldum. İçimde büyüyen o balon birden patladı ve zevk kanıma karışıp tüm hücrelerime yayılmaya başladı. Sarsıldım, adını sayıkladım ve aklımı kısa bir anlığına da olsa kaybetmiş gibi hissettim. O zevk dalgası sonunda azaldığında ancak gerçekliğe dönebildim ve o anlarda neler yaşandığına dair hiçbir fikrim yoktu. Kafamı yeniden kaldırdığımda Cesur'u geri çekilmiş beni izlerken yakalamıştım. O da tıpkı benim gibi nefes nefeseydi ama şu anda tamamen dağılan bendim. Vücudumun üzerinde hükmüm bile kalmamıştı, asla kıpırdayamayacakmış gibi hissediyordum.

Cesur beni belimden tutarak kendisine çektiğinde ayaklarım cansız bir şekilde beline dolandı. Şifonyerin aslında ne kadar canımı acıttığını ancak ondan uzaklaşınca anlamıştım. Pelteye dönmüş bedenimle birlikte yatağa ulaştığında kendimi yeniden sertçe yutkunurken buldum. Cesur dizini yatağa bastırıp sırtımın soğuk çarşafla buluşmasına izin verdi, hissettiğim ateşe rağmen ürperdim. Yarıya kapalı gözlerimin arasından izlediğim yüzünde saf bir arzu vardı. Bakışları o kadar karanlıktı ki bir an için korkmaktan kendimi alamadım.

Gözlerini benden bir saniye bile koparmadan elleri kemerine gitti, kopçasını çözerken çıkan o sesle tüm bedenim tepeden tırnağa titredi. Kemerini açıp uçlarının iki yana ayrılmasına izin verdikten sonra pantolonunun düğmesini çözüp fermuarını indirdi. Ardından da kıyafetlerini tam olarak çıkarmamışken gözlerimi irilememe neden olan varlığını ortaya serdi. İçime kesik bir soluk çekip ellerimi yatağın çarşafına geçirdim. Sadece ona bakmak, onu izlemek bile kalbimin rayından çıkacak kadar atmasına neden oluyordu.

Gözlerinden asla silinmeyen, hatta geçen her saniyede daha çok katlanan o kopkoyu bakışla bacaklarımın arasındaki yerini aldı. İri vücudu kaskatı hâldeydi ve altında yatarken gözüme o kadar büyük gelmişti ki bir kez daha korkuyu hissetmiştim. Arzudan sertleşen yüzüne bakarak, “Cesur,” dedim titrek bir sesle, hâlâ kendime gelebilmiş değildim. Ne kadar içki içsem de bu sarhoşluk bambaşkaydı.

“Artık aramızda hiç sınır kalmayacak,” dedi güçlükle konuşuyormuş gibi. Sabırsız görünüyordu, sanki bir saniye daha kaybetmeye tövbe etmişti. Bacaklarımın arasına iyice yerleştiğinde onu orada hissetmek kasılmama neden oldu. Göğsü göğsümü eziyordu ve altındayken yatağa gömülmüş gibi hissediyordum.

“Cesur,” dedim çaresizce, sanki adını sayıklamak dışında söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu.

“Hiç sınır kalmayacak fırtına kuşu,” diye fısıldarken eli ikimizin arasında kayarak o son hamleyi gerçekleştirmek için kasıklarıma ulaştı. Tırnaklarımı çarşafa daha kuvvetli geçirip kendimi kastım ve hemen sonra hissettiğim o müthiş baskıyla kaçmak ister gibi istemsizce bedenimi yukarıya doğru ittim.

“Hiç,” dedi Cesur nefes nefese kalmışken. Kendini biraz daha bastırdı, gözlerim acıyla kısıldı. “Hiç kalmayacak,” dedi hırlar gibi. Hafifçe geri çekilip içimde araladığı boşluğu biraz daha esnetme niyetiyle bedenini daha hızlı bedenime çarptı. Bu kez yatakta yukarıya kaymam onun darbesi yüzünden olurken kısılan gözlerimin yaşardığını hissettim.

“Nehir,” dedi ellerini iki yanımdan yatağa bastırdığı sırada. “Hiç sınır kalmadı.”

Alnında parıldayan ter tabakası tüm göğsünü de kaplamış hâldeydi. Her darbesinde dişlerini daha çok sıkıyordu ve kendini nasıl kasıyorsa boynu bile kabarmış görünüyordu. Ellerim iri kollarına dolanıp tırnaklarımı kaslarında gezdirirken yine zevkle kuşanmış hâldeydim. Pelteye dönen bedenim yeniden arzuyla dalgalanıyordu. Cesur sert, hızlı ve hırslıydı ama canımın yandığını söyleyemezdim.

Suratında kendisini son raddeye kadar kastığını belli eden ifadesiyle vücudunu son kez bana çarptı ve dudaklarının arasından boğuk bir inilti dökülürken zirveye ulaştı. Güçsüz düşmüş gibi üzerime kapaklandığında çok hızlı soluk alıp veriyordu. Yüzünü boyun girintime sokup ciğerlerine sadece benim kokumu depolamak istercesine soluklanırken, “Benim fırtına kuşum,” diye fısıldadı. Bunu daha çok kendi kendine söyler gibiydi ancak onu duymuştum.

Zangır zangır titrediğini ancak fark ettiğim kollarımı sırtına yerleştirip usulca okşadım. Kollarımla onu sarmak imkânsız gibi bir şeydi. Çok iriydi, ciddi anlamda iriydi. Dışarıdan bakan biri yatağa yüzüstü uzandığını düşünebilirdi, çünkü vücudu vücudumu yorgan gibi örtüyordu.

Boynumda biraz soluklandıktan sonra uyuşuk hareketlerle doğruldu ve üzerimden çekildi. Sıcak anların son bulmasıyla birlikte hızla kendini belli eden utanç yüzüme yerleştiğinde kafamı başka yöne çevirdim. Pantolonunun fermuarını geri kapatıp düzelttikten sonra bedenini arkamdaki boşluğa bıraktı ve kolunu üzerime atarak beni kendisine doğru çekti. Sırtım göğsüyle bütünleştiği sırada örtüyü üzerime alıp gereksiz bir endişeyle bedenimi saklamaya çalıştım.

Tavrım Cesur'u kafasını hafifçe iki yana sallayarak güldürdü. Parmakları kolumun üzerinde şekiller çizer gibi hafif dokunuşlarla kayarken ne yaptığımızın gerçekliğiyle yüzleşmeye başlamıştım ve şimdiden karnıma kramplar saplanır hâldeydi. Tüm mantığıma ihanet etmiştim, bunu sindirmek kolay olmayacaktı.

“Acıttım mı seni?” dedi Cesur hiç beklemediğim bir anda. Sanki biri bizi duyacakmış gibi kısık sesle konuşmuştu.

Acıtmamıştı.

Ama çok acıtacaktı.

“Yok,” derken kollarının arasından çıkıp kaçmak ve aynı anda kollarının arasına gömülüp deli gibi ağlamak istedim.

“Hiçbir sınır kalmadı Nehir,” diyerek beni iyice göğsüne çekip sarıldı ve sessizce tekrarladı. “Hiç kalmadı.”

Koynunda bir buz kadar soğukken gözlerimin usulca kapanmasına izin verdim. Pişmanlık biraz ötede bana saldırmak için hazırlanıyordu ve ben, bana o pişmanlığı hissettiren adamın koynunda, her şeye rağmen tuhaf bir şekilde huzurlu hissediyordum.

O benim için siyah bir cennet gibiydi.

×××

👀👀 🌡🔥

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%