@yazarimsibirileri
|
Ben bu düzenin çocuklarındandım. Ben bu karanlığa ait olanlardandım. Yeraltının kirli dünyasında doğan ama oradan kurtulmayı başarabilen nadir insanlardan biriydim. Ailem birden ortalıktan kayboluşumu sorgulamış ve her yerde karış karış beni aramışlardı, emindim ama bulamamışlardı ve aradan geçen onca seneden sonra artık unutmuşlardı. Başta bununla yüzleştiğimde üzülmüştüm, ancak benim için olabilecek en güzel şey buydu; unutulmak. Varlığım öyle güzel silinmişti ki benden geriye hiç iz kalmamıştı, artık ben bile kim olduğumu hatırlamıyordum. Adım bile bana ait değildi. Sahi, benim adım neydi? Aslında unutulmak iyiydi. Acı veriyor olsa bile iyiydi. Hiç değilse artık korkmadan ya da kaçmadan yaşayabilirdim. Ama ben yoluma devam etmek yerine, ardıma bakmadan bu lanetli dünyadan kaçmak yerine kalmayı tercih etmiştim. Anneannemin ve beni kurtarmak pahasına ölmeyi tercih eden annemin kemiklerini sızlatmıştım. En kötüsü de kalmam yetmemiş gibi bu karanlık dünyanın en derinlerine ait olan adamın yanındaydım. O adam ise beni birine benzettiği için yanımdaydı. O adamla beni birine benzettiğini bile bile birlikte olmuştum. Saçlarıma değen sıcak nefesi düzenliydi. Örtüye sarılmış ve olduğu yerde küçülmüş bedenim onun sert göğsüne yaslıydı. Çıplak sırtım çıplak göğsüne bir yapbozun eksik parçasıymış gibi uyum sağlamıştı. Kolunun teki karnımın üzerinden bana sarılıydı ve sanki kaçıp gitmeyi arzuladığımı bilirmiş gibi beni sıkı sıkı sarmalamıştı. Gün çoktan doğmuştu. Hava karanlık bulutlarla bezeli olsa da etraftaki aydınlık odanın koyu renk perdelerine vuruyordu. Gözlerim uykusuzluktan ve sürekli derinlere ittiğim gözyaşlarından dolayı alev alev yanıyordu ama ne uyuyabiliyordum ne de gözyaşlarımın akmasına izin veriyordum. Şu anda karşımda bakabileceğim ayna olmasa da suratımın kireç gibi göründüğünden emindim. Sıcak teni beni sarmalamış olan adamın koynunda kalbimden kanıma karışan soğukluk yüzünden üşüyordum. Hatta içim titriyordu. Ben ne yapmıştım? Üzerinden ne kadar vakit geçtiğinden haberim yoktu. Belki de saatlerdir bu şekildeydik. Uyumamıştım, uyumamıştı. Sessizdim, sessizdi. Pişmandım ve sanki o bile pişmandı. Cesur hangi düşünceler âlemindeydi bilmiyordum ama onun o kadına ihanet ettiğini düşündüğüne inanan tarafım o kadar kuvvetliydi ki saçmaladığımı ve kendi kendime kuruntulara kapıldığımı hesaba katamayacak hâldeydim. Ben büyük bir hata yapmıştım. Yeraltından kaçmayı umarken yeraltının sahiplerinden biriyle olmuştum. Bu öylesine bir kaçamak değildi, bu kendi kaderimi kendi ellerimle ona bağlamış olmamdı. Ayağıma taktığım zincirlerin kilidini vuran ben olmuştum. Şimdi nasıl gidecektim? Gitmeme izin verecek miydi? Ya da gitmeyi başarırsam peşimi bırakacak mıydı? Ne gidebilecektim ne gitmeme izin verecekti ne de peşimi bırakacaktı. Tüm bunları birlikte olmadan önce bile yapabilecekken artık ipler onun elindeydi. Aramızda sınırlar olsun istemiştim, sınırlar olursa onun karanlık çukuruna düşmem sanmıştım ama Cesur o sınırları teker teker yıkmış, hiç sınır kalmadığını defalarca söylemişti. Sesinden akan arzu, yüksek seviyedeki sahiplenici tını ve gizli zafer notalarını hatırladıkça tenim ürperiyordu. Aradığı kadına sahip olamamıştı ama onun yansımasını elde etmişti. Yansıma aptaldı. Ben aptaldım. Birden, “Üşüyor musun?” diye sordu. Sıcak nefesi saçlarıma dökülerek dağıldı, uyku mahmuru gibi boğukça konuşmuştu ve bedenimi mümkünmüş gibi biraz daha kendisine çekmişti. Sanki elinden gelse göğüs kafesini açıp beni orada saklayacaktı. Boğazıma atılan düğümler çoğaldığı için konuşamadım, konuşursam ağlayacakmış gibi hissettim. Bu yüzden hafifçe kafamı iki yana sallamakla yetindim. Tenim sıcak olabilirdi ama içim buz gibiydi. Tenim üşümüyordu ama içim donuyordu. “Bana yetimhane günlerinden bahsetsene,” dedi yine hiç beklemediğim bir anda. Derin bir solukla ciğerlerimi şişirdim, karnımın üzerindeki kolu hafifçe havalandı. “Ne mesela?” diye fısıldadım sesimin çatlamasından çekinerek. “Neyi bilmek istiyorsun?” Cesur da derin bir soluk aldı. “Kaldığın oda kaç kişilikti?” “Altı kişilikti.” “Onunla aynı odada mı kalıyordun? Hümeyra’yla?” “Yok,” derken o ağlama hissi iyice arttı. “O benden küçüktü, kendi yaşıtlarıyla aynı odada kalırdı.” “Ondan başka hiç arkadaşın olmadı mı gerçekten?” dediğinde karnımdaki eli kayarak göğsüme doğru çektiğim elime uzandı ve sıcak parmaklarıyla tenimin üzerini okşamaya, anlamsız şekiller çizmeye başladı. Sanki onlarca iğne aynı anda etime batıyormuş gibi hissederken diğer elimi tırnaklarımı avuçlarıma batıracak kadar sıktım. “Olmadı,” dedim. Olmuştu. “Hiç mi?” Yeniden derin bir soluk aldım. “Aslında biri daha vardı ama onunla yollarımız ayrıldı, sanırım ailesi onu geri aldı. Hümeyra'dan önce,” diyerek gözlerimi sımsıkı yumdum. “Ondan önce o vardı. Onun için tek söyleyebileceğim bana ilaç gibi gelmiş olduğu. Şimdi geçmişe dönüp baktığımda hayatımı toplamamda bana ne kadar destek olduğunu daha iyi anlayabiliyorum. Belki de onunla karşılaşmamış olsaydım hayatım tamamen yolundan çıkabilirdi.” İç çekti. “Demek sende de iz bırakan biri var, öyle mi? Peki hiç senin için geri dönmemiş mi?” Kaşlarım hızla çatıldı. “Ortada seninki gibi bir durum yok,” dedim birden saldırgan bir tutumla, parmaklarının hareketi hızla kesildi. “Neden dönmedi bilmiyorum, hiç kafama takıp bunu takıntı hâline getirmedim.” Getirmiştin, dedi iç sesim anında. Neden seni bıraktığını, neden geri dönmediğini ve neden geri döneceğini söylediği hâlde hiç aramadığını uzun zaman takıntı hâline getirmiştin. “Fırtına kuşu,” diye fısıldadı, sertçe yutkundum. “Şu takıntı mevzusuna artık benden çok takılmış gibisin.” Soğukça güldüm. “Aksini iddia bile etmiyorsun.” Burnundan sert bir soluk verdi, saçlarıma vuran sıcak nefesi tenimi karıncalandırdı. “Öyle bir şey yok. Kafanda kurmayı bırak, ona takıntılı falan değilim.” “Daha önce kaç kadınla birlikte oldun?” diye sordum bir anda. Sırtımı yasladığım göğsü taş kadar sertleşti, kısa bir an için duraksadı ve konuştuğundaysa sesindeki aksilik gizli değildi. “Amacın ne Nehir?” Adım sertçe dudaklarından döküldüğünde iç sesim durmadı. Nehir değil, Deniz. Adım Deniz, dedi zihnimin duvarlarına yumruklarını geçirip çığlıklar atarak. Yutkundum. Artık gerçek adımı ben bile unutmak üzereydim. “Söyle,” dedim bastırarak. “Kaç kadın?” “Sana söyledim, ben öylesine takılmaların insanı değilim,” dedi sanki bunu ısrarla görmezden geldiğim için biraz sinirle. “İlk dokunduğum kadın sensin.” Duyduğum cevabı daha onunla bir bütün olduğumuz ilk saniyede kalbimin derinliklerinde hissetmiştim. Daha önce hiçbir tecrübem olmadığı hâlde bana dokunuşunun ilk olduğunu anlamıştım. Şimdiyse sezgilerimin sözlere dökülerek gerçeklik kazanmış olması beni olduğumdan daha çok germişti. Nasıl hissetmem gerektiğini bilmesem de kesinlikle iyi hissetmiyordum. Gözlerim perdenin üzerindeki bir noktaya saplıyken, “Neden ben?” diye sordum. “Nehir,” dedi uyarır gibi. “Bunu yapma.” “Tamam,” dedim uysalca ama sesimde saklı olan çığlıkları duymuştu, emindim. Burnunu iyice saçlarıma gömüp burnunun ucunu kafama bastırdı. “Yapma,” dedi yalvarır gibi çıkan bir tınıyla. “Sana açıkça anlattım. Artık bu konuyu kapat.” Göz kapaklarım titreyerek kapandığında yanağımı asit gibi yakarak inen damlanın sıcaklığıyla baş etmeye çalışırken, “Tamam,” diye fısıldadım. Saçlarımın kokusunu ciğerlerine doldurur gibi derin bir soluk aldı. “Örgüyü neden bozdun fırtına kuşu?” Gözünden kaçmamış olması midemin kasılmasına neden olurken, “Islandı,” diye fısıldadım; bu büyük bir yalandı. “Islandı.” “Evet.” “Üşüyor musun?” “Hayır,” dedim ama her an ağlayabilirdim ve bu ses tonumdan bile belliydi. “Üşümüyorsun,” dedi ve devamını biraz sitemle getirdi. “Öyleyse niye titriyorsun?” Titrediğimin farkında bile değildim ama sanırım hissettiklerimi artık zihnimin içerisinde tutamıyordum. Kendimi kasmaktan tüm kemiklerim ağrımaya başlamıştı. Deli gibi ağlamak istiyordum. Bunu hem ondan kaçıp, asla ulaşamayacağı bir köşede yapmak istiyordum hem de tam da bulunduğum yerde, koynunda yapmak istiyordum. “Bilmiyorum,” dedim, ne kadar engel olmaya çalışsam da sesim çatladı, yanaklarımdan iki koca damla peş peşe yuvarlandı. Cesur birden donakaldı, hatta nefes bile almadı. Saçlarıma gömülü olan burnundan bir damla nefesin sızmamasından bunu anladım. Göğsü yeniden taşa döndü, beni saran kolu kasıldı. Gürültüyle yutkunduğunu duydum. Sonra, “Ağlıyor musun?” diye sordu donuk bir sesle. Cevap veremedim ama tam da o sırada burnumu çekmem ona yeterli cevabı verdi. Mümkünmüş gibi biraz daha kasıldığını fark ettim. “Farkında olmadan canını mı yaktım? Çok mu acıttım seni?” Tüm o bastırılmaz duygularına rağmen canımı yakmamıştı. Bacaklarımın arasındaki minik sızıyı hissetmiyordum bile, benim canım kalpten yanıyordu. Kafamı hafifçe iki yana sallayarak cevap verdim. Bunun üzerine önce soluğunu rahatça serbest bıraktı ancak hemen sonra sanki ne olduğunu kavramış gibi gerçek anlamda koca bir buz dağına dönüştü. Öyle ki yaydığı soğukluktan sırtımın yandığını hissettim ve ardından o ölüm kadar ağır soru dudaklarından döküldü. “Pişman mısın?” Eline bir hançer alıp göğsüme saplamışçasına acıyla büzüldüm. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istedim ama yapmadım. Bu soruya öylece cevap veremezdim. Aslında verebilirdim; pişmandım ama değildim de. İçimde bastırılamaz çığlıklar vardı ve hiç susmuyorlardı. Asla olmamam gereken bir adamın kollarındaydım, asla olmamam gereken bir adamla birlikte olmuştum. Bu sıradan ve öylesine bir birliktelik değildi, başından beri niyeti hiç o kadar hafif olmamıştı. Zaten beni endişe denizlerine sürükleyen de buydu. Onun gözünde hiçbir problem olmayabilirdi ama benim açımdan yüzlerce problem vardı. Aslında en çok kendimden tiksiniyordum. Onun yeraltından olduğunu biliyordum. Onun başkasına, daha doğrusu bana benzeyen birine takıntılı olduğunu biliyordum. Onun beni sırf ona benzettiği için istediğini de biliyordum. Belki süslü cümlelerine kanmıştım, belki bana hissettirdiği gerçekliğe kanmıştım, belki de sadece kanmak istemiştim. Çok canım yanıyordu. En çok da ne söylerse söylesin beni ona benzetiyor olması canımı yakıyordu. Asla bu ikilemden kurtulamayacaktım, çünkü o ne kadar inkâr etse de gerçekten geçmişine takıntılı biriydi. Boğazımı temizleyip, gözlerimden akan sessiz damlaları kesmeye çalışırken, “Ne zaman gideceksin?” diye sordum. Sesim o kadar ruhsuz çıkmıştı ki sanki içim eziliyormuş gibi hisseden ben değildim. Cesur sert bir hareketle hafifçe doğrulup tenimi yakan bakışlarını yan profilime dikti. “Ne gitmesinden bahsediyorsun?” diye sorduğunda kafasının karıştığını anlamam için ona bakmama gerek yoktu. Gürültüyle yutkundum. “İstediğini aldın Cesur,” dedim yine o bomboş tonla. Kendimi kastım ve bu oyunu sürdürmek için kalbimin çırpınışlarını görmezden gelerek dilime yüzlerce komut gönderdim. “İstediğimi aldım?” diye tekrar etti. “Ne istemişim?” “Beni istemiştin,” dedim ama bu kez sesim fısıltı şeklinde çıkmış ve yine çatlamıştı. “Aldın. Sana istediğini verdim. Artık git,” dedim tekrar bastıran ağlama isteğiyle savaşarak. “Benden alabileceğin her şeyi aldın. Hevesin bitmiştir-” Beni birden sertçe tutarak kelimelerimin devamını ağzıma tıkarcasına çevirdi ve öfkeli gözlerini gözlerime sapladı. Tepemde dizlerinin üzerinde dikilmiş bir ölüm meleği gibiydi. Ona bakarken bunu sürdürmek çok daha zor olacaktı ve ben su koyuvermek üzereydim. Kafamda kurduğum kuruntular yüzünden kendi kendime acı çektiriyordum. Her şeyden şüphe ediyordum ve bunun asla geçmeyeceğini, Cesur’la olduğum her an o şüpheyi taşıyacağımı biliyordum. “Sen ne saçmalıyorsun Nehir? Ne demek bu?” dedi tepeden tırnağa titrememe neden olan bir tonla. Koyu kahve harelerinden taşan öfkeyle yüzleşmek daha kötü hissetmeme neden oluyordu. “Beni istedin-” “Seni istedim,” dedi sertçe. “Seni, Nehir, sadece bedenini değil!” Kafamı kabullenemiyormuş gibi hızlı hızlı iki yana salladım. “Beni değil. Sen beni istemedin, ona benzettiğin için-” “Ona benzeyen kaç kadın hayatımdan geçti haberin var mı?” diye birden bağırdığında irkildim ve göğsümün üzerine çektiğim örtüyü daha sıkı kavradım. Ancak durmayarak acımasız saldırısını sürdürdü. “Ona benzediğin için sana dokunmak isteseydim bunu en başında yapardım. Rızanın olup olmaması umurumda bile olmazdı.” Yeniden kafamı hızlı hızlı iki yana salladım, gözlerim dolu doluydu. “Öyle bir şey yapmazsın.” “Yapardım, neden yapmayayım? Sana rızasız dokunacağımı düşüneceğin kadar iğrenç değilim ama ona benzediğin için sana dokunduğumu düşüneceğin kadar iğrencim, öyle mi?” “Cesur-” “Sen kendini hangi konuma soktuğunun farkında mısın?” dedi bunun düşüncesine dahi katlanamıyormuş gibi sıkılı dişlerinin arasından. “Beni? Beni hangi konuma soktuğunun farkında mısın?” Yanaklarımdan peş peşe düşen damlaları gördüğünde, “Ağlama!” diye bağırdı. Öyle güçlü bağırdı ki yerimde sıçradım. “Bana öylesine kendini sunduğunu mu söylemeye çalışıyorsun Nehir? ÖYLESİNE!” Tam olarak öylesine olmasa da hiçbir şey söyleyemedim, zaten o da cevap beklemedi. “Heves, öyle mi?” dedikten sonra bana öyle soğuk baktı ki ayak parmak uçlarımdan başlayan donmanın tüm bedenime yayıldığını hissettim. “Geçmedi hevesim! Şimdi yine istesem yine kendini öylesine sunacak mısın bana? Sonra yine, yine! Ben ne zaman istersem yapacak mısın?” Örtüye iyice sarınıp hissettiğim soğukluğu dağıtmaya çalışırken kafamı delirmiş gibi iki yana salladım. Kendimi soktuğum konum gerçekten de midemi bulandırmıştı ama bir an için bunu çıkış yolum olarak görmüştüm. Çünkü anlamıştım ki ben artık gidemeyecek hâldeydim ama Cesur gidebilirdi, gitmesini sağlayabilirdim ve eğer gerçekten de beni önemsemiyor olsaydı şu anda bana laf anlatmaya çalışmak yerine çekip giderdi. Ancak o, gitmeyecekti. Gitmeyeceğini bilmek beni daha çok yaraladı. Araladığım dudaklarımdan dökülenlerin kelimeler olmasını istesem de hıçkırıklardan ileriye gidemedim. Cesur daha çok öfkelendi. Çıplak göğsündeki tüm kasların dalga dalga kasıldığını görebiliyordum. “Ağlama,” dedi sabır dilenirmiş gibi bastırmaya çalıştığı öfkeyle. “Ben seni incitmekten korkarken senin kendini düşürdüğün duruma bak,” dediğinde boğuluyormuş gibi hissettim. Bağırıp çağırıp bu odayı yıkıma uğratmayı, aslında en çok beni yıkıma uğratmayı istediğini biliyordum. Kendini tutmaya çalışıyordu. Elinden geldiğince beni yaralamaktan kaçınıyor olsa da öfkesi bazen dilini ele geçiriyordu. Hıçkırıklarımı bastırmaya çalışırken, “Cesur,” dedim çaresiz bir tınıyla. Kafasını hafifçe iki yana sallayıp, “Sus, Nehir, sus,” diyerek yataktan çıktı. “Hep konuş diye beklerdim ama şimdi sus.” Gözlerimi sımsıkı yumdum. Onun yerden kazağını alıp hışımla odadan çıkışını ve kapıyı gürültüyle üzerine vuruşunu sadece dinlemekle yetindim. Göğsümde atan organ ilk kez farklı bir hisle sızlıyordu. İlk kez birisi için heyecanlanmış olmanın bedelini ödemek onu damarlarıma değil de damla damla dışarıya kan döküp içimi çürütecek kadar acıtıyordu. Bu hissin ağırlığıyla sırtımı kapıya dönüp koca yatağın içerisinde küçücük olacak kadar kendime sarıldım. Cesur kartlarını başından beri açık tutuyordu. Onun için gönül eğlendirmek, öylesine takılmak yoktu. O, kendisini sadece hayatındaki kadına adayacak adamlardandı. Ama ben onun hayatındaki kadın olamazdım. Onu sevmek; bir gülü koklayıp enfes kokusuyla mest olurken avuç avuç diken yutmaktı. Onu sevemezdim. Onu sevmemem gerekiyordu. Takıntılıydı, hastalık derecesinde takıntılıydı, ancak bana bakışı ve dokunuşu gerçekti. Bana değer verişi, koruyup kollamak istemesi, incitmemek için ve rahat edebilmem için elinden geleni yapması gerçekti. Kafamın içerisindeki kurtlar asla susmasa da kalpten biliyordum ki hepsi gerçekti. Ancak tüm bunlar onu kabul etmem için yeterli değildi. Ben yaşayabilmek için gerçek beni öldürmüştüm. Şimdi ise bile bile beni öldürenlerin dünyasından biriyle olamazdım. Deniz’i öldürmüş ve yerine onun tırnağı bile olamayacak Nehir’i getirmişlerdi. Eğer Cesur’la olursam Nehir de ölürdü. Ben ölürdüm. ××× Akın Çağlayan kızıl ışıkla aydınlatılmış dar koridorda ilerlerken sakalsız yüzünde hiçbir ifade asılmıyordu. İçeride çalan gürültülü müzikten rahatsızlık duyduğuna dair en ufak belirti bile barındırmıyordu. Gürültüye o kadar alışkındı ki onun için artık nefes almak kadar sıradan bir eylemdi. Gece çoktan başlamıştı, insanlar içeride eğleniyorlardı ve DJ herkesi havaya sokmak için tüm hünerlerini sergiliyordu. Normalde böyle bir gecede eğlenceyi sonuna kadar sıyıracak olsa da nedense kendisini büroya doğru ilerlerken bulmuştu. Galiba bu gece için biraz yalnızlığa, sessizliğe ve içkiye ihtiyacı vardı. Parmağını bir kanca gibi tutarak ceketini ona asmış ve omzuna atmıştı. Hedefindeki odaya ulaşmasına az mesafesi kalmıştı. Abisinin saatlerdir ortalıkta görünmemesi bir noktada canını sıksa da üzerinde durmamayı seçiyordu. O, elinden geleni yapmıştı, artık ne olacaksa akışına bırakmayı deneyecekti. Büronun kapısına ulaştığında içeride biri olabileceğini düşünmeden kapının kolunu çevirdi ve iri bedenini karşılayan ışığa gözlerini kısarak baktı. Keskin bakışları odanın içerisinde gezinerek ona değdiğinde yorgun duruşu hızla değişti ve omuzları dikleşti. Eva buradaydı. Geniş odanın bir köşesine konumlandırılmış bilardo masasının etrafında ağır adımlarla gidip gelirken kulağına dayadığı telefonun ucundakini dinliyordu. Ancak kapının aniden açılmasıyla irkilip hızla yüzünü dönmüş ve zümrüt yeşili gözleri telaşla irileşmişti. Akın onunla göz göze geldiği anda ilk bakışta kahverengi görünmesine neden olan kızılımsı çizgilerle bezeli ela gözlerini biraz daha kıstı. Ardından odaya sinsi bir yavaşlıkla girerken kapıyı kapatıp önünde dikildi ve aklında her ne varsa elinin tersiyle bir kenara itekledi. O an anladı ki yalnızlığa ya da sessizliğe ihtiyacı yoktu; zihnindekileri susturacak anahtar tam da karşısında duruyordu. “Evet, anne, haklısın, seni daha sık aramalıyım,” dedi genç kadın kendi dilinde konuşarak. Tedirginliğini saklamaya çalışsa da bu konuda başarısızdı. Akın İngilizceyi iyi bilirdi, bu yüzden ne dediğini anlamakta hiç zorlanmazken ağır, gerçekten ağır adımlarla artık olduğu yerde çakılı kalmış gibi duran kadına doğru ilerledi. Eva avına yaklaşan yırtıcı misali üzerine gelen iri adamı izlerken, “Anne, şimdi kapatmam gerekiyor,” diye sayıkladı. Birden nedensizce nefes alışı hızlanmıştı. Aslında nedeni belliydi, Akın öyle derin bakıyordu ki sadece bununla bacaklarının titremesine neden oluyordu. Akın gözlerini bir saniye bile ayırmadığı kadının içine titrek bir soluk çekip, “Seni sonra ararım,” diye mırıldanarak telefonu kapatmasını izlerken artık ona çok yakındı. Omzuna astığı ceketi bilardo masasının üzerine bıraktıktan sonra elinin işaret ve orta parmağını masanın kenarına dokundurup pürüzsüz yüzeyinde kaydırarak Eva'ya doğru adımlamaya devam etti. Nihayet parmakları Eva’nın bilardo masasına dayalı duran eline ulaştığında bu kez parmaklarını onun parmaklarına değmeyecek ama bir an sonra değecek şekilde minicik bir mesafede bırakarak masaya bastırdı. Ardından bir müddet kadının güzel yüzünü izledi. Bakır tonlarındaki dalgalı saçlarını dağınık bir şekilde ensesinin üzerinde bağlamış, sırtından akmalarına izin vermişti. Kaçan birkaç tutam sevimli yüzünün etrafını süslüyordu. Ufak bir operasyonla istediği şekli verdiği etli dudakları hafif aralıktı ve baktıkça esiri olduğu zümrüt yeşili gözleri ışığın altında vahşi bir güzellikle parlıyordu. “Neden tek başına buradasın?” diye sorduğunda Eva ciğerlerine kesik bir soluk çekip göz bağlarını kesmeden karşılık verdi. Akın’ın iyi derecede ingilizceye hâkim olduğunu bilse de onunla türkçe konuşmayı seçti. “Annemle konuşmak için sessiz bir yere ihtiyacım vardı.” “Saatlerdir annenle mi konuşuyorsun?” “Ne? Tabii ki hayır, işlerimi halletmeye çalışıyordum.” “Baktığım yerde seni görememekten hoşlanmıyorum,” dedi Akın. Birden dudaklarından dökülen bu cümlenin altındaki anlamla yüzleşirken kendini bulduğunda elde ettikleri onu rahatsız etmedi. Uzun zamandır Eva’ya karşı bir şeyler hissediyordu ve artık saklayamayacak, bastıramayacak durumdaydı. Eva sertçe yutkunurken gözlerini kaçırmaktan kendini alamadı. Gitmek için hareketlenmeden önce, “İçeri dönmeliyim,” diye sayıkladı ve Akın’a bakmadan yanından geçip gitmek istedi, ancak Akın hızla elini elinin üzerine koyarak atmak istediği adımları henüz gerçekleşmemişken durdurdu. Kadına doğru bir adım daha atıp aralarındaki mesafeyi sıfıra indirdiği sırada, “Gitme,” dedi kısık, günahkâr bir sesle. Eva titredi. “Her şeyin yolunda olduğundan emin olmam gerek.” “İçeride her şey yolunda,” derken Akın sertçe yutkundu. Aralarındaki boy farkı yüzünden kafasını eğerek ona bakıyordu ve kadın da kafasını hafifçe kaldırarak onu karşılıyordu. Aralarında cızırdayan elektrik akımının farkında olarak, “Neden artık sürekli senin yanında olmak istiyorum?” diye sordu. Eva yine gözlerini kaçırmak istese de bunu yapamadı, bakışları mıhlanmış gibi adamın gözlerine asılı kaldığında vücudunu saran sıcaklığa kapılmamaya çabaladı. “Bilmiyorum,” dediğinde sesi o kadar kısık, o kadar dalgındı ki aslında konuştuğunun farkında bile değildi. Adamın dövmeli parmakları elinin üzerinden koluna kayarak yukarıya tırmanıp yüzüne ulaştığında artık göğsü o kadar şiddetli hareket ediyordu ki hızına yetişmesinin imkânı bile yoktu. Akın, Eva’nın yüzüne gelen saçlarını tenini okşar gibi geriye ittiği sırada, “Neden?” diye tekrarladı. “Bana daha önce hiç hissetmediğim şeyleri hissettiriyorsun.” “Bu kötü bir şeymiş gibi konuşuyorsun,” dedi genç kadın güçlükle. “Garip,” dedi Akın sadece. Ardından kadının elini tutup göğsünün, tam olarak kalbinin üzerine kondurdu ve küçük avucunu oraya bastırdı. “Burası daha önce hiç bu kadar hareketli olmamıştı.” Eva boğazının kuruduğunu hissederken, “Hiç mi?” diye sordu aynı dalgınlıkla. Elinin altındaki sert tene çarpan kalbin şiddetli vuruşlarını ayırt etmekte zorlanmıyordu. İşin kötüsü kendi kalbi onunkini bile gölgede bırakacak şiddetle atıyordu. “Eva,” dedi Akın yavaşça. “Hangi ara bu kadar içime işledin?” Sonra Akın, Eva’nın üzerine doğru eğildi. Puslu gözlerindeki istek açıktı, dudaklarında can bulmayı arzuluyordu. Eva saniyeler sonra gerçekleşecek olan sıcak dokunuşu beklerken gözlerini yummaktan kendini alamadı. Orada öylece, hiçbir şey yapmadan dikilerek öpülmeyi bekliyordu. Dahası o da bunu istiyordu. Akın’la olmak, onunla tüm ezberini unutmak ve sıfırdan başlamak istiyordu. Bu mümkün olabilir miydi? Adamın dudakları usulca dudaklarına değdiğinde genç kadın acı çekiyormuş gibi gözlerini yumup hızla geri çekildi ve bir müddet gözleri kapalı şekilde kaldı. Bunu yapmak için kendiyle savaşmak zorunda kalmak ortasına düştüğü savaşı çoktan kaybettiğini kanıtlar nitelikteydi. Yenilgisi ortada olsa da teslimiyet bayrağını çekemezdi, çünkü teslim olması demek kendi ölümünün altına imza atması demekti. Eva, Akın’la olamazdı. “Akın,” dedi çaresiz bir sesle kafasını hafifçe iki yana salladığı sırada. “Lütfen nefes almama izin ver.” Adam sanki yüzüne sert bir yumruk yemiş gibi irkildi. Geri çekilirken kaşları çatık, yüzü kaskatıydı. “Sorun ne Eva?” “Bu doğru değil.” “Ne doğru değil?” “Seninle benim aramda bir şeylerin olması doğru olmaz,” dedi genç kadın kendini söylediğine inandırmak istercesine kafasını salladığı sırada. Akın’a bakmayı hiç istemese de artık ona bakıyordu ve ela gözlerinden taşan soru işaretlerine kuşanmış olan kuşku ve şüpheyle savaşmak zorunda kalıyordu. “Bu da ne demek şimdi? Bana beni istemediğini söylemeye mi çalışıyorsun?” derken sesi kaya kadar sertti ve bunun düşüncesine dahi katlanamadığı yüzünden açıkça okunuyordu. “İstemediğimi söylemedim,” dedi Eva hızla ve bunu söylediği saniyede pişman hissetti, çünkü Akın bunu duyunca daha çok kaşlarını çatmış, daha çok sorgulamaya başlamıştı. “Eva,” dedi soğuk bir sakinlikle. “Bilmediğim bir şey mi var?” Genç kadın kafasını şiddetle iki yana salladı, telaşlıydı. “Tabii ki yok-” “Öyleyse bunu bana açıkla; istiyorum ama doğru değil ne demek?” Eva istemsizce bir adım geri çekildi ve çare arar gibi etrafına bakındı. “Sen buranın sahibisin, bense çalışanıyım,” dedi daha sonra. “Kimse bunu güzel karşılamaz.” “Bu mu yani? Bana bu yüzden mi endişeyle bakıyorsun? Huzursuzluğun, tedirginliğin bu yüzden mi?” Eva bir adım daha geri kaçtı. “Senin için uygun biri değilim. Aramızda bir şeyler olduğu öğrenilirse ortalık karışır.” “Saçmalıyorsun. Kime ya da ne göre benim için uygun olmadığını düşünebilirsin? Önemli olan benim ne düşündüğüm, başkasının değil. Kaldı ki kimin seni kabul etmeyeceğini düşünüyorsun da kendini bu saçma nedenden dolayı geri çekiyorsun? “Önemli olan senin ne düşündüğünse peki Cesur abinin ne düşündüğünü neden önemsemiyor gibi davranıyorsun?” dedi, aralarında bulunan kırmızı çizgiyi bu sözleriyle geçeceğini bilerek omuzlarını dikleştirdiği sırada. Havadaki tüm büyü tamamen bozulmuş gibi Akın'ın yüzü iyice taşa döndü. “Onunla ne alakası var şimdi?” diye homurdandığı esnada kaşları derinden çatılmıştı ve bunu duymaya tahammülü bile yok gibiydi. “İşte bak, aynı konu başkası için geçtiğinde surat ifaden değişiyor. Aynı konu bizim için geçtiğinde birilerinin beni istemeyeceğini düşünmek bile beni geriyor Akın. Bu yüzden aramızdaki şeyi durdurmamız gerekiyor. Ben sana uygun biri değilim, sen de daimî bir ilişkiye uygun biri değilsin. Günün birinde canın sıkıldığında giderken benim canımı söküp gidersin-” “Şu anda gerçekten saçmalıyorsun,” dedi Akın sertçe. “Ben ne istediğimi bilecek kafadayım ama abim değil, o hasta! Bizi nasıl onunla kıyaslarsın?” “Abin hasta falan değil. Belki öyleydi ama artık değil, bunu göremiyor musun? Nehir geldikten sonra her şey değişti.” “Şimdi de gidecek ve her şey düzelecek,” dedi Akın anlık kapıldığı öfkeyle. Eva onda bir tuhaflık olduğunu anında hissederken, “Sen neden bu kadar garipsin?” diye sordu kuşkuyla. “Neden bu kadar tepkilisin anlayamıyorum.” “Tepkili falan değilim. Yetimhanedeki kızı istiyordu ben de onu ona buldum, bitti. Nehir sadece kopyaydı, artık kalmasına gerek yok. Abim kalmasını istemeyecek.” “Öyleyse neden o kadın içeride yalnız başına oturuyor söyler misin? Neden Cesur abi onun yanında değil?” Akın hoyratça saçlarını karıştırıp odanın içerisinde dört dönerken kapının kibarca çalınmasıyla gergin bedenini o tarafa doğru çevirdi ve karşılık beklenmeden kapının açılmasını takip etti. Gördüğü yüz o kadına aitti, abisinin yıllarca aradığı kadına. “Seni burada bulabileceğimi söylediler,” dedi yabancı kadın yavaşça odanın içerisine girdiği sırada. Durduğu konumdan Eva’yı göremiyordu ve zaten odada bir başkasının olabileceğini hiç düşünmemişti. Akın mümkünmüş gibi iyice öfkelenirken kızgın bakışlarını kadının üzerine dikti. “Ne istiyorsun?” diye sorduğunda kabalığı umurunda bile değildi. “Saatlerdir tek başıma oturmaktan sıkıldım. Ne kadar daha bekleyeceğim? Bu şekilde konuşmamıştık-” “Ne konuştuğumuzu hatırlıyorum,” dedi Akın hızla kadının lafını keserek. Bu esnada Eva’ya bakmıyordu, çünkü onun soran bakışlarıyla baş edecek sabrı da gücü de yoktu. “Artık dönmem gerekiyor, devam eden bir hayatım var. Dünden beridir buradayım ve beklemek dışında hiçbir şey yapmadım. Sanırım işe yaramadı.” “Burada ne dönüyor?” dedi Eva hışımla kadının görüş alanına çıkarken. Göz göze geldikleri anda onun mavi gözlerinin şokla irileşmesini yakalamıştı. Yabancı kadın kafasını şiddetle iki yana sallarken, “İçeride başkasının olduğunu bilmiyordum,” dedi Akın’a doğru. “Özür dilerim-” “Artık bir önemi kalmadı,” dedi Akın huysuz bir homurtu eşliğinde. Gerçekle yüzleşmenin vakti gelmişti. “Artık hiç önemi kalmadı.” “Siz ne karıştırıyorsunuz?” Eva’nın meraklı sorusu havada asılı kaldı. Ne kadın cevap verdi ne de Akın cevap vermek için kıpırdandı. Bunun üzerine Eva, kadına doğru yaklaşırken, “Sen kimsin?” diye sordu. Kadın yine cevap vermedi, sanki konuşmayacağını belli edercesine dudaklarını sıkı sıkı birbirine bastırmak dışında hiçbir şey yapmadı. Sonra Eva durumu kavramışçasına yaşadığı aydınlanmayla, “Sen o değilsin,” dedi şok yüzünden aksanla konuşarak. “Sen o değilsin!” Akın, “Bağırma,” diyerek müdahale etti. “Bize yalan söylemiş farkında mısın? O, o değil!” Durdu ve aklına gelen ayrıntıyla bir kez daha şoku hissetti. “Onu buraya sen getirmiştin Akın. Onu sen getirdin-” “Ben getirdim, evet, ben ayarladım, ben yaptım!” Eva’nın güzel zümrüt gözlerine hayal kırıklığı bulaştı. “Hepsi bir oyun muydu?” diye sorduğunda sesi az önceki kadar alevli değildi. Hatta o kadar düzdü ki sadece bu bile Akın’ın rahatsızlıkla dolmasına neden olmuştu. “Oyundu.” Genç kadın, Akın’ın sert göğsüne ellerini dayayarak onu tüm gücüyle itti, adam yerinden bile kıpırdamadı, kafasını eğerek kendisine ufak cüssesine bile bakmadan öfkeli bakışlarını diken kadına bakmak dışında hiçbir şey yapmadı. “Bunu nasıl yapabilirsin? Sen delirdin mi Akın? Cesur abinin duygularıyla nasıl oynayabilirsin?” “Onun duygularıyla oynamaya niyeti yoktu,” dedi hâlâ kapının orada dikilmekte olan kadın birden. “Eğer düşündüğümüz gibi benimle ilgilenseydi onunla birkaç gün geçirecek ve düzgün bir şekilde yollarımızı ayıracaktım. Sanırım uzun yıllardır bana benzeyen bir kadını arıyor, Akın’ın niyeti onun arayışını sonlandırmaktı.” Eva omzunun üzerinden dönüp kadına sert bakışlarını gönderdiğinde kadın hafifçe tebessüm etmeye çalıştı. “Adım Nazlı, böyle tanışmak istemezdim, üzgünüm.” “Onun niyeti bu arayışı sonlandırmak değildi,” dedi Eva soğukça. Yeniden Akın’a döndüğünde kafasını ağır ağır iki yana salladı ve gözlerinden taşan hayal kırıklığının derecesini arttırdı. “Onun niyeti Nehir’i uzaklaştırmaktı.” Genç adam, “Eva,” diye sayıkladı. “Bana öyle bakma.” “Bu yaptığın çok alçakça!” “Biliyorum ama denemek zorundaydım.” “Neyi öğrenmek için? Abinin ona ne derece bağlandığını mı? Ondan başkasını gözünün görmediğini görmek için mi? Sana söyleyeyim bunları anlamak için böyle bir oyuna kalkışmana gerek yoktu. Abine baksaydın, ona gerçekten baksaydın her şeyi anlayabilirdin.” Eva karşısındaki adama saatlerce sitemde bulunmak istese de onu kendi hâline bırakmayı tercih ederek kafasını duruma inanamazmış gibi hafifçe iki yana salladı ve onu orada bırakıp çıkmak için arkasını döndü, ancak Akın yine gitmesine müsaade etmeyerek bu kez onu kolundan yakalayıp kendisine doğru çekti. “Bırak beni,” dedi kadın ayağının tekini sinirle yere vurarak. “Bırakmam,” dedi Akın, sesinde hem bu an için hem de devam eden günler için sinsi bir yankı vardı. “Bu kadar aşağılıkça davranman midemi bulandırıyor,” dedi Eva yüzünü ekşiterek. “Nehir’in şu kadını görünce nasıl şoka girdiğini gördün mü? Görmedin, çünkü ona bakmıyordun, çünkü canının yanması umurunda bile değildi! Sen nasıl bu kadar bencil olabilirsin-” “Abimi düşündüğüm için bencil olacaksam evet, bencilim,” dedi Akın geri adım atmaksızın. “Onun iyiliğini istiyorum ve Nehir ona iyi gelecek biri değil.” Eva’nın gözleri kuşkuyla kısıldı. “Bundan nasıl emin olabilirsin? İkisinin de yaraları var, birbirlerine ilaç olabilirler.” Akın, “Abim yaralı değil, hasta,” dedi aradaki farkı göstermek adına vurguyla ve bu durumun canını yaktığı sesinden bile belliydi. “Onun ne kadar takıntılı olduğunu benim kadar sen de biliyorsun. Nehir’i yanında istemesinin tek nedeni kafasındaki kadınla benzeşiyor olması, fazlası değil Eva, tek nedeni bu.” “O yüzden mi kafasındaki kadını karşısına çıkardığında yüzüne bile bakmadı?” Akın verecek cevap arasa da bulamadı ve bu onu öfkelendirdi. Ela gözlerine dağılan kıvılcımlarla kendisine diklenen kadına bakarken, “Cesur abi Nehir’le iyileşecek, bunu sen de göreceksin,” dedi Eva kendinden emin bir tavırla. “Nehir, onu sadece daha çok yaralayacak,” diye bastırdı Akın. “Çünkü neden biliyor musun, Nehir bu dünyaya ait değil! Abimi intikam zırvalıkları uğruna kullanıyor. İşi bittiğinde arkasında ne bıraktığını umursamadan çekip gidecek!” “İşin içine aşk girdiğinde tüm planlar bozulur.” “Öyle,” dedi Akın birden. “İşin içine aşk girince plan falan kalmıyor.” Eva bu lafın kendisine atılan bir taş olduğunu pekâlâ fark etmiş ve tüm hararetine rağmen sertçe yutkunarak Akın’a bakmıştı. Ardından, “Bunu Cesur Abi’ye söyleyeceğim,” dedi konunun dağılmasına izin vermeden. “Onu kandırmana göz yumamam.” “Şey, sanırım buraya geliyor,” dedi Nazlı kafasını geriye doğru uzatıp koridora bakarken. Yoldan çekilmek adına bedenini iyice içeriye taşıyıp beklemeye koyulurken, “Akın, üzgünüm, benden ufak bir iyilik istemiştin ama sanırım Eva haklı, abin çoktan aradığı kadını unutmuş,” dedi hızlı hızlı. Akın cevap vermedi ve zaten birkaç saniye sonra Cesur koca bedeniyle odayı doldurdu, Tuna da hemen ardından geliyordu. Cesur yeri sallandıran sert adımlarla ve kaskatı bir suratla odanın içerisinde ilerlerken kapının orada dikilen kadına bir kez olsun bakmamıştı. Muhatabını kesip biçen bakışları doğrudan kardeşinin üzerindeyken, “Onu kulüpten çıkar Tuna,” dedi sert bir emirle. Nazlı’yı kastettiğini oradaki herkes anlamıştı. Nitekim kadın hiç sesini çıkarmadan odadan çıkmış ve Tuna’yla birlikte oradan ayrılmıştı. Eva iki kardeşin dev cüsseleriyle karşı karşıya gelmelerini tedirgin gözlerle izledi. Konuşmak, havadaki gerilimi yumuşatmak istiyordu, ancak dudakları birbirine dikilmiş gibi tek kelime çıkartamıyordu. Akın artık sessiz ve kabullenmiş görünse de Cesur öfkeli ve hiddetli görünüyordu. Sanki canını sıkan, sinirlerini geren bir şeyler olmuştu. Bir kaya kadar sert duruyordu ve Eva böyle anlarda ondan korkuyordu. Cesur sanki bir saniye sonra yumruğunu Akın’ın çenesine geçirecekmiş gibi dururken, “Neden?” diye sordu. Basit bir soru gibi görünse de ağır bir şekilde yönlendirilmişti. “Çünkü onun senin için doğru kişi olmadığını düşünüyorum,” dedi Akın sesini ve tepkisini makul bir seviyede tutarak. “Gitmesini istedim. Senin iyiliğin için.” Cesur buzdan farksız bir gülüşle, “Benim iyiliğim için,” diye tekrar etti. “Eğer bundan ufacık şüphem olsaydı şu anda karşımda konuşan çenen dağılmış olurdu.” Akın derin bir solukla ciğerlerini şişirdi. “Abi sana nasıl anlatabilirim inan bilmiyorum ama Nehir’e baktığımda bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyorum, bu beni fazlasıyla rahatsız ediyor. Birden hayatımızın ortasına düştü ve onu daha ilk saniyeden herkesten ayırdın-” “Her neyden rahatsız oluyorsan önce bana söyleyeceksin Akın. Önce ben bileceğim. Bir şey yapılacaksa önce ben yapacağım. Sen beni çiğnedin, bunun farkında mısın?” “Konu o olduğunda dinlemiyorsun-” “Sen de beni kandırmayı düşündün, öyle mi?” Eva sanki yumrukların havada uçuşacağını ve iki dev bedenin iki koca kaya gibi birbirlerine çarpacağını düşünerek birkaç adım geri kaçarken Akın, “Niyetim Nehir’in gitmesiydi,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. Belki de Eva’yla tartışmamış olsaydı abisine daha sert çıkardı ve aralarındaki gerilim iyice tırmanırdı, ancak Eva biraz da olsa aklını başına getirmişti. “Seni kandıramayacağımı zaten biliyordum. Sen karşındakine baktığında neyin ne olduğunu kolayca çözecek kadar çok kişiyle karşılaştın. Nehir’in de o olmadığını biliyorsun ama oymuş gibi davranıyorsun farkında bile değilsin.” “Bu konuyu son kez konuşacağım Akın, oymuş ya da değilmiş artık umurumda değil. Nehir benimle. Eğer beni çok düşünüyorsan bundan sonra yapacağın tek şey onu korumak,” dedi eline kırmızı bir kalem alıp kardeşiyle arasına sert bir çizgi çeker gibi. Akın ağır ağır kafasını sallarken, “Nehir seninle, öyle mi?” diye sordu yavaşça. “Öyle.” “Peki günün birinde gerçeğini bulursan ne olacak?” Cesur dudağının kenarını çok ama çok hafifçe kıvırdı. Minicik olmasına rağmen bu kıvrım yüzündeki ürkütücü ifadeyi katladı. “Gerçeğini hiçbir zaman bu şekilde istememiştim, artık hiç istemiyorum.” Akın uzun uzun abisine bakarken bir kez daha kafasını salladı. Bu sırada açık kapıdan içeriye giren Özgür olan biten her şeyden habersizce, “Az önce Tuna’yı onu götürürken gördüm,” dedi şaşkın bir suratla Cesur’a yaklaşarak. “Gerçekten de onu gönderiyor musun abi? Yıllardır aradığın kadını?” “Evet,” dedi Cesur gözlerini Akın’dan ayırmadan. Giden kadının o olmadığını bile bile, “Deniz’i gönderiyorum,” diye devamını getirdi ve onun yasaklı adını anmanın artık içini acıtmadığını fark etti. Sonra, “Deniz defteri kapandı,” dedi. Kelimeler dudaklarından geçmişle olan o daimî bağı kopartır gibi döküldü. Geçmiş nihâyet özgürdü. ××× Bölüm sonu değerlendirmeniz nedirrr? 🙃👀
|
0% |