“Hayat pembe diziler gibidir. Tam mutlu oldum dersin, yeni bir sorun çıkartır.”
♧
2 gün öncesi…
Dışarıda ahmak ıslatan yağmuru vardı. Kafenin pencereleri hafif buharlanmış, dış yüzeyleriyse yağmur tomurcuklarıyla süslenmişti. Böyle boğuk, kışa çalan sonbahar günlerinde kafe her zamankinden daha sakin olurdu. Daimî gelenleri dışında pek uğrayanı olmayan, sokak arası minik yerlerden birinde çalışıyordum. Hümeyra'nın okuldan arkadaşı Yonca aracılığıyla burada işe başlamıştım ve henüz üçüncü ayım bile dolmamıştı.
Kasada sayım yapan ve kısa sürede işini bitiren Yonca'nın sıkıntıyla soluduğunu duyunca, içerideki tek müşterinin sipariş ettiği tostu yemesini izlemeyi keserek ona döndüm. Çatık kaşlarında ve kara bulutların gezdiği kahve gözlerinde bakışlarımı gezdirip, “Eksik mi çıktı?” diye sordum. Yonca uzun zamandır burada çalışıyordu. Daha ufak bir çocukken annesinin vefatından sonra babasının da onu terk etmesiyle bakımı amcasına kalmıştı. Yıllardır onunla yaşıyordu, daha doğrusu ona kölelik yapıyordu, çünkü eve tek para götüren oydu.
“Yo, hayır, eksik yok.”
Robot gibi ezberlediği cevabı vermesine karşılık iç geçirdim. Küçük yüzü her zamanki gibi yorgunluğun izlerini taşıyordu. Boyu benden biraz kısaydı ve sanki hiç güneş görmemiş teni süt kadar beyazdı. Kıstığım gözlerimle onun her hareketini izlerken, “Yonca sabahtan beri dalgınsın. Sorun yok ya?” diye sordum. Vakit kazanmak ister gibi saydığı paraları tekrar saymaya başladı, göz göze gelmemek için uğraşıyordu. Tıpkı Hümeyra gibi yirmi dört yaşındaydı, tek farkı yaşından çok daha küçük göstermesiydi. Bebek yüzlü, ufak tefek bir kadındı. Zayıftı, ciddi anlamda zayıftı. Bu hâlini evde yaşadığı sıkıntılara bağlıyordum. Amcası ve yengesiyle pek anlaşamazdı. Onlar tarafından sürekli kullanılırdı ve karşı koyarsa işler kötüleşebilirdi.
“Yok abla aynı şeyler işte,” diyerek beni geçiştirdi. Ona kanmayacağımı açıkça belli ettim. “Hilmi yine canını mı sıkıyor?” diye sordum. Amcasına adıyla seslenirdim, çünkü arkasından saygı duyacağım biri değildi. Yonca'yı sürekli eziyor, aşağılıyordu. Bizzat şahit olmasam da Hümeyra bana ayrıntıları anlatmıştı. Zavallı Yonca, amcası ve yengesinin bitmek tükenmek bilmeyen isteklerini karşılamak uğruna okulunu bırakmış, eğitimine dışarıdan devam ediyordu ama yine de yaranamıyordu.
“Yok, o burada değil. Yengemle memlekete gittiler, düğün için.”
“Sen Erdem'le beraber mi kalıyorsun?” derken tepemden duman çıktığına emindim. Yonca yine gözlerini kaçırdığında dişlerimi sıktım. Erdem onun amcasının oğluydu ve şerefsizin önde gideniydi. Her türlü pisliğe batmış, her türlü pisliği yapacak iğrenç biriydi.
“Akşam benimle birlikte bize geliyorsun Yonca, tamam mı? İtiraz yok, amcanlar gelene kadar bizde kalırsın.”
“Yok ablacım zaten amcamlar yarın sabah gelecek, başka zaman size gelirim,” dedi diken üstündeymiş gibi. Ailevi sorunlarından konuşmayı ya da konuşulmasını sevmezdi. Ona bu konuda anlayış gösterebilirdim ama Erdem gibi biriyle aynı evde baş başa kalmasına gösteremezdim.
“Tamam ben yengeni ararım çıkışta,” dedim kafama koyduğumu yapacağımı belli edercesine. Yengesi de az değildi ama onunla baş edebiliyordum. Biricik oğlu Erdem'in yediği naneleri kanıtlarıyla birlikte polise sunacağımı söylediğim günden beridir hiç değilse Yonca'nın bizde kalmasına ses etmiyordu. Sıkıntıyla soludum. Yonca için üzülüyordum. Onu günden güne erirken görüp de yardım edememek içime dokunuyordu. Erdem sorunlu psikopatın tekiydi ve onun Yonca'ya zarar vermesinden korktuğum için duruma pek müdahale edemiyordum, çünkü ben, Hümeyra ve Yonca birleşsek bile gücümüzün Taşdelen takımına yetmeyeceği ortadaydı.
Öfkeyle tırnaklarımı avuçlarıma geçirdim. Böyle durumlarda gücün ne derece önem taşıdığını iyi bilirdim. Eğer arkan sağlamsa sana kimse dokunmaya cesaret edemezdi ama eğer arkanda kimse yoksa seni ezerlerdi.
Bizim arkamızda kimse yoktu.
Kimseye ihtiyacım da yoktu. Fakat konu Yonca olunca durum farklılaşıyordu. Ciğerlerime sıkıntılı bir soluk çektiğim sırada kafedeki tek müşterinin yemeğini yiyip ayaklandığını fark ettim. Dağıttığı masayı toplamak için bezi elime alıp oraya doğru ilerledim. Akşam olmasına birkaç saat daha vardı ve pek uğrayan olmadığı için bugün sıkıcı geçiyordu.
Adamın yarısını içip bıraktığı kutu içeceği ve içine ellerini ve ağzını sildiği peçete yumaklarını attığı tabağı tepsiye alıp bezle masayı silmeye başladım. Bu esnada kafenin sürgülü kapısının iki yana açıldığını işittim. Müşteri gelmiş olmalıydı. Sakin bir gün geçirdiğim için bağlama gereği duymadığım saçlarım görüşümü engellediğinden geleni görememiştim. O bir masaya yerleşene kadar ben işimi bitirirdim. En azından Yonca'nın, “Yiğit abi!” diye coşkuyla seslenmesini duyana kadar kafamdaki plan bu yöndeydi.
“Selam fıstık.”
Yaptığım işi bırakarak kapıya doğru döndüm. Yiğit, kasa kısmından çıkan Yonca'ya sarılıyordu ama gözleri benim üzerimdeydi. Hafifçe gülümsedim, itiraf etmem gerekirse onu özlemiştim. Neredeyse iki haftadır onu görmüyordum. İşlerini bahane edip duruyordu.
“Hoş geldin abiciğim.”
“Hoş buldum,” derken sanki gerçekten abisiymiş gibi Yonca’nın sırtına elini koyarak ona gülümsedi. Yiğit birkaç aydır hayatımdaydı ve Hümeyra ile Yonca'yı kardeşiymiş gibi benimsemişti. Onlarla arasının iyi olmasından memnundum. Neredeyse o da ailemizden biri oluvermişti.
“Gel buraya seni kaçak,” diyerek ona doğru ilerledim. “Kaç gündür nerelerdeydin? Telefonlarıma bile doğru dürüst çıkmadın.”
Yiğit, “İşler güçler,” diye mırıldandı. Ardından kollarını iki yana açıp bana parıldayan gözlerle bakarken, “Ne önemi var ki? Artık buradayım ve bence sıkı bir kucaklaşmayı hak ediyorum,” diye takıldı.
Umutsuz bir vakayla karşı karşıyaymış gibi kafamı iki yana salladım. “Kendini affettirmek için bana bir kahve ısmarlaman gerekecek,” diyerek bu kez ben ona takılırken açtığı kollarının arasına girip ona sarıldım. Beni hızla sarıp sarmaladı. Burnunu saçlarıma gömdüğünü hissettim. “İstediğin kahve olsun, seninle kırk yıl oturur içerim,” dediği sırada derin bir nefes aldı. Aynı şekilde ben de derin bir nefes alırken kollarının arasında rahatsızca kıpırdandım. Bana sarılışı kesinlikle dostanelik barındırmıyordu ya da abi – kardeş seviyesinde değildi.
Hırkasındaki minik su damlacıklarının tenime yaydığı ıslaklık hisseyle burnumu kırıştırırken, “Islanmışsın, çok mu yol yürüdün?” dedim geri çekildiğim sırada. Sanki ondan uzaklaşmam canını sıkmış gibi ciğerlerini şişirdi. Omuzuna astığı spor çantayı her zaman oturduğu masadaki sandalyelerden birine bırakırken, “Evet, taksiler doluydu,” diye mırıldandı.
Yonca, “Nehir abla siz oturun ben size kahve yapayım,” diyerek beni Yiğit'e doğru ittirdi. Niyetini bildiğim için homurdanmamak adına büyük uğraş verdim. Yonca beni umursamadan bu kez Yiğit'e döndü.
“Abi ne istersin? O sevdiğin karışık tosttan yapayım mı?”
Yiğit koyu gri tonlarındaki hırkasını çıkartırken, “Çok iyi olur fıstık, açlıktan ölüyorum,” dedi hevesle.
“Hemen yapıyorum.”
Yonca bir anda ortalıktan kaybolduğunda arkasından gözlerimi devirdim. Bunu her zaman yapıyordu. Sanki Yiğit'le beni baş başa bıraktığında fikrim değişecekti. Bir kez daha gözlerimi devirdim. Onu arkadaşım olarak görüyordum ve ilerisinin olmayacağını anlaması için elimden geleni yapıyordum. Fakat Hümeyra ve Yonca benim açıkça ortaya koyduğum düşüncelerime rağmen ısrarla bizi yan yana getirmeye çalışıyorlardı.
İç geçirip Yiğit'e doğru döndüğümde yüzüme hafif bir tebessüm kondurmaya çalıştım. Her zamanki gibi yeşil gözlerinde parlayan kocaman ilgiyle beni izliyordu. Tam da o an yüzünün yorgun göründüğünü fark ettim. Sakalları biraz uzamıştı, kumral saçları dağınıktı. Burnu ve yanakları soğukta yürüdüğü için kızarıktı. Ayrıca en çok dikkatimi çeken morarmış gözaltlarıydı.
“Yorgun görünüyorsun,” dedim karşısındaki sandalyeyi çekerken. “Görüşmeyeli bayağı yoğundun sanırım?”
“Evet, şirket uzun zamandır kovaladığı işi kaptı ve anlaşma için uzun görüşmeler yaptık, bayağı yorucuydu. Hâlâ düzeni sağladığımız söylenemez.”
Onunla ne zaman işi hakkında konuşsak Yiğit strese girerdi, bunu sağ ayağını şiddetle sallamasından anlardım. Şimdi de öyle yapıyordu. Bir holdingin insan kaynakları kısmında çalışıyordu. Sürekli insanlarla içli dışlı olduğu için beyninin dolmasından yakınırdı. Sanırım işinde hata yapmayı sevmeyenlerden olduğu için ne zaman bahsi açılsa geriliyor ve düşünceler âlemine dalıyordu. Bana böyle anlarda gün boyu ne yaptığını düşündüğü izlenimi veriyordu. Sanki kendini tartıyor ve hata yapmadığından emin oluyor gibiydi.
“Yine de arayabilirdin, seni merak ettim.”
“Biraz da ailevi problemler yaşıyorum,” derken kendini kastığını gözden kaçırmadım. “İnsan belli bir yaşa gelince babasıyla pek anlaşamıyor.”
“Evet,” dedim kafamı ağır ağır sallarken. Kendimi düşündüm, babamı, daha doğrusu baba bildiğim adamı düşündüm. Tüylerim diken diken olurken, “Evet,” dedim yeniden. “Doğru söylüyorsun. Bazen öyle oluyor. Yani... sanırım.”
“Ne garip değil mi? Babam sağ ve iyi ama olmamasını tercih ederdim. Onsuz bir dünya eminim daha iyi olurdu ama...”
Cümlesini nasıl devam ettireceğini seçemediğini fark edince dudaklarımda buruk bir tebessüm oluştu. “Benimse babam yok ve olmasını tercih edeceğimi mi düşündün?” diye sorduğumda yavaşça kafasını salladı. “Etmezdim,” dedim netçe. “Kesinlikle etmezdim. Ben onsuz daha iyiyim.”
Yiğit yüzüme şaşkınca baktı. “Öyle bir konuştun ki bilmesem babanın varlığına inanacağım.”
Hızla toparlamam gerektiğini düşünerek, “Yani... demek istediğim... beni bırakıp gitmiş bir adamı istemezdim. Yirmi sekiz yıldır beni arayıp sormamış yabancının hayatımda yeri yok,” dedim önemsiz bir şeyden bahseder gibi.
“Haklısın, neyse, kapatalım baba mevzusunu. İkimiz de pek hoşlanmıyoruz baksana.”
Ona yarım bir gülümseme bahşettim. Yiğit'in babasıyla ne tür problemi olduğunu pek bilmezdim. Anlaşamadığını söyleyip dururdu. Annesinin ve kız kardeşinin vefatından sonra aralarındaki bağın iyice koptuğundan bahsetmişti, daha derinini bilmiyordum.
Bir telefonun çaldığını işitince gözlerim etrafta dolandı ve Yiğit'in üzerinde sabitlendi. Cebindeki telefonu çıkartmak için uğraşmasını izlerken Yonca hazırladığı tost ve kahvelerle mutfak kısmından çıktı. İlk dikkatimi çeken asık yüzüydü. Kaşlarım sorguyla çatılırken bize doğru yaklaşmasını izledim. Aklında her ne varsa onu derin derin düşündürdüğü açıkça belliydi.
“Birkaç saate toplantımız var da onun için arıyorlar,” dedi Yiğit meşgule attığı telefonu masanın üzerine bıraktığı sırada. Bana yaptığı açıklamaya karşılık anlayışla kafamı salladım. Bu sırada Yonca çoktan yanımıza gelmiş servis yapmaya başlamıştı.
“Açsaydın, önemli olabilirdi.”
“Boş ver, her şey hazır zaten boşuna kuruntu yapıyorlar,” diye beni geçiştirip Yonca'nın getirdiği tostu kaptı. İlk ısırığını alırken sanki dünyadaki en harika tostu yiyormuş gibi beğeni dolu mırıldanmalar çıkartıyordu.
“İşte bunu gerçekten özlemişim. Bu işte muhteşem olduğunu daha önce sana söylemiş miydim?”
“Söylemiştin abi, hem de her geldiğinde,” dedi Yonca gözlerine ulaşamayan gülümsemesiyle.
“O zaman bir kez daha söylemenin zararı yok, muhteşem olmuş. Ellerine sağlık fıstık.”
Yonca, “Afiyet olsun,” dedikten sonra bana kaçamak bir bakış attı. Ona ne olduğunu sorarcasına baktım. Ters giden bir şeyler olmalıydı.
“Şey... abla... benim acil işim çıktı. Beni idare edebilecek misin? Çıksam senin için sorun olur mu?”
“Bu işin bir adı var mı?”
“Yengem aradı, evle ilgili bir şeyler istedi.”
Sıkıntılı bir soluğu içime çekerken, “Tamam,” dedim fazla uzatmadan. Yiğit yanımızda olmasaydı aslını astarını öğrenirdim, ancak Yonca'nın ailevi sorunlarından onun haberi yoktu ve Yonca olmasını da istemiyordu.
“Ama akşam bizde kalacaksın ona göre.”
Bana hızla kafasını sallayıp ve onlarca kez teşekkür edip çantasıyla ceketini kaptığı gibi kafeden ayrıldı. Arkasından bakakaldım, neyse ki akşam beraber olacaktık. Onu rahatça sorguya çekebilirdim.
“Artık ona da Hümeyra’ya baktığın gibi bakmaya başladın,” dedi Yiğit birden. Kaşlarım havalandı.
“Nasıl?”
“Kardeşinmiş gibi.”
Değindiği nokta beni bir müddet düşündürdü. Hümeyra benim için çok farklıydı, onu ailem olarak görüyordum. Yetimhanede tanışmıştık ve birbirimizin her şeyi olarak bugünlere gelmiştik. Onun yeri çok ayrıydı. Öte yandan Yonca'yı da birkaç yıldır tanıyordum ve özellikle burada işe başladıktan sonra onunla daha yakın olabilmiştim. Onu ailesinin kötülüğünden koruma isteğim ağır bastığı için Yonca'yı iyice sahiplenmeye başlamıştım.
“Yonca iyi biri ve sanırım haklısın, artık onu Hümeyra'dan ayırmıyorum.”
“Ama Hümeyra'nın yeri çok başka değil mi?” diye sorduğunda kendisi için de özel bir yer ayırmamı ister gibiydi, sanki Hümeyra'nın konumuna imreniyordu.
Kafamı sallayarak karşılık verdim. Hümeyra'nın kıvırcık saçları ve çilli yüzü gözlerimin önüne geldiğinde gülümsedim. O benim hiç sahip olamadığım kız kardeşim, kaybettiğim annem, dara düştüğümde sığındığım babam ve varlığıyla huzur bulduğum abimdi.
“Hümeyra çok tatlı, onu gerçekten seviyorum,” dedi Yiğit kahvesinden yudumlarken. “Tabii kardeşim gibi, yanlış anlama,” diye düzeltme gereği duyduğunda güldüm. “Yonca da iyi ama onda bir şey beni rahatsız ediyor. Nasıl desem... sanki bir sorunu var gibi. Bazen bedeni burada aklı başka yerdeymiş gibi hissettiriyor.”
“Bazı ailevi problemleri var,” dedim durumu açıklamak istercesine. “Pek anlatmayı sevmiyor. Sana söylememden hoşlanmaz ama bu kadarını bilsen yeterli olur sanırım.”
“Anladım. Bir abisi olarak yardım edeceğim ne olursa elimden geleni yaparım Nehir,” dedi hızla. Kafamı sallamakla yetindim. Yiğit iyi bir dosttu. Ona değer veriyordum ama bu kadardı, daha fazlasını hissetmiyordum. Bir kadın olarak bana karşı düşündüklerini elbette ki anlayabiliyordum, benden hoşlanıyordu. Dahası seviyordu, bu gözlerinden bile belliydi. Bazen araya mesafe sokar, bir süre ortalıkta görünmezdi. Bu gibi zamanlarda kafasındaki düşüncelerden kurtulmaya çalıştığını düşünürdüm ama geri döndüğünde gözlerindeki bakışta en ufak bir fark olmazdı, hatta bana özlemle bakardı. Tıpkı şu anda olduğu gibi...
Nedendir bilmem onu sevmeye hiç meyletmemiştim. Daha doğrusu kalbim kimseyi içerisine kabul etmemişti, kimse ona dokunmayı başaramamıştı. Birkaç yıl önce çalıştığım restoranda tanıştığım adamı sevebilmek için ciddi anlamda kendimi zorlamıştım ama olmamıştı. Ondan sonra da kimse için çaba göstermemiştim. Hümeyra benimle yaşlandığımda yanımda torunlarım yerine kedilerim olacağı konusunda dalga geçip dururdu. Bazen kusurlu olduğumu düşünürdüm, asla kimseyi sevemeyeceğim, kimseye güvenemeyeceğim aklımdan geçerdi. Ciddi güven problemleri olan biri olduğumdan mı böyleydi yoksa henüz doğru kişiyle karşılaşmadığım için mi böyleydi emin olamıyordum.
Yiğit’in yeniden telefonu çalmaya başladı. İkimizin bakışları da sehpanın üzerinde titreyen alete düşerken onun gerildiğini fark ettim. “Bu kadar önemliyse önce işini halletseydin ya. En azından rahatça otururdun,” dedim kaşlarımı çatarak.
“Seni özledim,” dedi hiç beklemediğim bir anda. Telefonu yeniden meşgule attı. Gözlerini bana diktiğinde yüzümdeki afallamayı gördüğüne emindim. Bu yüzden, “Yani sizi... sizi özledim,” diyerek cümlesini düzeltti. Yiğit hissettiklerini saklamakta gün geçtikçe zorlanıyordu. Sanırım yakında onunla bu konuyu konuşmam gerekecekti.
“Yine de işinden geri kalmanı istemem.” Bu kez telefona mesaj geldi. “Baksana bir sorun var sanırım. Bayağı ısrarcılar.”
Çabucak telefona uzanıp gelen mesajı açtı. Yeşil gözleri ekrandaki yazıları okudukça sertleşti. Nedensizce rahatsız hissettiğimde, “Her şey yolunda mı?” diye sorma gereği duydum. Bazı anlarda Yiğit'in sırlarla dolu olduğunu hissederdim ve bu da o anlardan biriydi.
“Yolunda yolunda, merak etme. Erken kalkmam gerekecek. Birkaç saat oturabiliriz diye düşünmüştüm,” dediğinde durumdan memnun kalmadığı yüzünden açıkça okunuyordu. Hatta kafasındaki plan bozulduğu için sinirli bile sayılabilirdi.
“Önemli değil, işin olmadığı daha geniş bir zamanda görüşürüz. Hem Hümeyra da seni özlediğini söylüyordu, dışarıda organizasyon yaparız.”
Bana baş başa olmayı tercih edeceğini belli ederek baksa da sözlerimi onaylamakla yetindi. Tostun yarısını ancak bitirmişti ve tüm iştahı kaçmış gibi kalanını tabağa bırakmıştı. Ne zaman gitme vakti gelse Yiğit'in yüzü asılırdı. Onunla ne yapacağımı bilemez bir hâlde iç çekerken telefonu bir kez daha çaldı.
Yiğit, “Hay ben sizin-" diye homurdandığında cümlesinin devamını ağzının içerisinde getirdi ve küfrettiğini anlamak zor değildi. Telefonu kıracakmış gibi eline aldığında ekranda kimin ismini gördüyse oturduğu yerde dikleşti ve kaşlarını daha çok çattı. Masanın üzerinde boşta kalan diğer elinin yumruk şeklini aldığını fark ettim, var gücüyle sıkıyordu.
“Buna cevap vermem gerekiyor.”
Kafamı sallamakla yetindim. Meraklı gözlerim telefonu tırnaklarını geçirircesine tutarak lavaboların olduğu kısma ilerleyen adamı takip etti. Arayan her kimse Yiğit’i rahatsız eden biri olduğu kesindi. Ve yine bu kişi her kimse Yiğit’i daha önce de defalarca kez aramıştı.
Kafamı iki yana sallayarak aklımdaki düşünceleri dağıtmaya çalıştım. Yiğit'in hayatını pek bilmezdim, ailesinden bir tek babasını anardı ve onun hakkında da iyi düşüncelere sahip olmadığı ortadaydı. Ama bu gibi anlarda kendimi onu merak ederken buluyordum. Sanki bilmediğim ve bilmem gereken bir şeyler vardı.
“Neyse ne, anlatmak istese anlatırdı,” dedim kendi kendime. “Sanırım babasıyla arası sandığımdan daha kötü.”
İç geçirerek ayaklandım. Diğer masada bıraktığım tepsiyi alıp Yiğit'in yarım bıraktığı tostu ve boşalan fincanları da içine koyarak onu mutfak kısmına götürdüm. Pek gelen giden olmadığı için mutfak fazla dağılmamıştı. Fincanları makinaya atacağım sırada Yiğit'in bağırdığını duyunca tüm hareketlerim kesildi. Açtığım makinaya elimde fincanla eğilmiş öylece kalakaldım. Ortada bir sorun olduğunu söyleyen yanımın sesi artık daha gür çıkıyordu ve ne olduğunu kontrol etmem gerektiğini söyleyen yanımı da bastıramayacak kadar merak beni ele geçirmişti.
“Yeter!” diye kükremesi kulaklarıma çalındı, irkildim. Lavaboların olduğu kısım mutfak kısmıyla bitişik olduğu için onu duyabiliyordum. Daha önce onun bağırıp çağırdığına hiç denk gelmemiştim. Yiğit sakin bir adamdı, bu yüzden şu anki hâli beni şaşırtıyordu. Hızlı hızlı bir şeyler söylediğinde duyabilme umuduyla mutfak ve lavaboları ayıran duvara iyice yaklaştım. Bu yaptığımın yanlış olduğunu biliyordum ama merakım ağır basmıştı.
“Sana yetişeceğimi söyledim bana bağırıp durma! Karşında çocuk yok!”
Gözlerim belli bir noktaya takılı kalırken iyice kulak kabarttım. İş yerindekilerle konuşma üslubunun bu kadar kaba olması beni şoka uğraşmıştı.
“Evet, çantamdalar. Sorun çıkmayacak bunu daha önce de yaptım. Biraz sakin olmayı dene.”
Aklıma sürekli peşinden sürüklediği spor çantası geldi. Bana işten çıktığında mutlaka spora gittiğini ve o yüzden çantayı yanından ayırmadığını söylemişti.
“Başın belaya girmeyecek merak etme. Beni tehdit etmeyi kes! Eğer ona zarar verirsen...”
Yiğit elini tam da onu dinlediğim duvara geçirince korkuyla yerimde sıçradım. Telefonun ucundaki kişi ona her ne diyorsa duyduklarına delirdiği ortadaydı.
“Nehir’e dokunmayacaksın beni duydun mu? Adını ağzına almayacaksın! Yanına yanaştığını fark edersem işte o zaman karşında çok daha farklı birini görürsün! Kuruntularını kendine sakla, bunca zaman idare ettim bundan sonra da ederim! Hiçbir şeyden haberi yok, olmayacak da!”
Elim şiddetle atan kalbimin üzerine gitti. Kocaman açılmış gözlerim onlarca soru işareti taşıyordu. Yiğit bir kez daha elini duvara vurup yerimde sıçramama neden olduğunda devamında söyledikleri kulaklarıma ulaşamadı. Nefes alamıyordum, duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Korkuyu hissettim, altıncı hissim bunun altından iyi şeylerin çıkmayacağından emindi. Duyduklarımı sindirememiş olmanın verdiği endişe mutfaktan kaçarcasına çıkmama neden oldu. Kendimi gittikçe güçlenen yağmurun altına atmalıydım. Yağmurdan kaçışan insanların arasında kaybolmalıydım. Hızlanan adımlarım Yiğit'in masada bıraktığı çanta odağıma düşünce yavaşladı ve yönünü değiştirip masaya yanaştı. Oraya doğru attığım her adımla kalbimi eziyormuş gibi hissediyordum. Benden ne saklıyordu? Neyi daha önce de yapmıştı? Ve kim, neden bana zarar verme niyetindeydi?
Doğru olmadığını bile bile çantayı sertçe kavrayarak masanın üzerine fırlatırcasına attım. İçini açmak istiyordum, içini açmamam gerektiğini biliyordum ve içini açarsam bir şeylerin yıkılacağını hissediyordum. Ellerimi yüzüme bastırarak biraz soluklandım. Tüm bunlar kötü bir şaka olmalıydı. Güvendiğim ve değer verdiğim bir adamın bendeki yerinin sallanmaya başladığına inanmak istemiyordum. Tamam, bazı anlarda tuhaf birine dönüşür ve ortalıktan kaybolurdu ama bunun dışında Yiğit evime davet edeceğim kadar hayatıma dâhil olmuştu. Yalan söylediğini, bir şeyler gizlediğini kabullenemiyordum ama duyduklarım ortadaydı.
Ellerimi yüzümden çekip yaptığımın yanlış olduğunu düşünmeden hızla çantanın fermuarına asıldım. “Lütfen yanılıyor olayım, lütfen, lütfen,” diye sayıkladığımın farkında bile değildim. Soluk alışım hızlıydı ve yüzümden taşan endişe beni terletmeye başlamıştı. Açılan çantanın içine korkuyla kısa bir bakış attım. Gördüğüm tek şeyin kıyafet olması içimi bir nebze rahatlatırken elim çantanın içine kaydı ve biraz karıştırdı. İşte tam da o an gerçek tokat gibi yüzüme çarptı, sarsıldım. Hızla üst kısımdaki kıyafetleri çekip alarak yere savurdum ve onların altında kalanları netçe görebildim. Dehşetle aralanan gözlerim donup kalmış gibi çantanın açık ağzından görünenlere odaklıyken elimi içine daldırdım. Canı çekilmiş parmaklarım soğuk kabzayı kavrayarak uzun yıllar geçse de hâlâ kâbuslarıma konu olan silahı ortaya çıkardı. Bu sırada kafenin sürgülü kapısının iki yana açıldığını duydum. Gözlerim ellerimin arasındaki silahtayken, “Kapalıyız,” dedim tıpkı kurulu bir robot gibi. Gelenin kim olduğuna bile dönüp bakmamıştım.
“Ama çok yağıyor ıslandım biraz içeride dursam-"
“Kapalıyız!” diye birden bağırdığımda sesimin bu kadar gür çıkmasını ben de beklememiştim. Göz göze geldiğim kadının yerinde sıçradığını gördüm. İtiraz etmek için çatılan kaşları ve aralanan dudakları elimdeki silahı fark ettiğinde öylece kalakaldı. Gözlerinden fışkıran çığlıkları tattım. Bana baktı, silaha baktı ve sonra yeniden bana baktı. Gerisin geri kafeden çıkıp koşmaya başlarken yaşadığı dehşetin tanıdıklığı damarlarımda dolanıyordu.
Ben daha kendimi bile toparlayamamışken Yiğit'in, “Nehir,” diyerek bana seslendiğini duydum. Sırtım ona dönüktü ve yanıma yaklaştığını çıkardığı adım seslerinden anlayabiliyordum.
“Neden bağırdın? Bir sorun mu var?”
Yutkundum. Yavaşça ona doğru döndüğümde silah hâlâ avuçlarımdaydı. Yiğit'in atacağı adım havada kaldı. Ezberlediğim yüzü birden buz tutarken bana hep sıcacık bakan yeşil gözlerinde korku ve endişe balonlarının patlamasına tanık oldum. Bir kez daha yutkundum. Yüzümde her ne gördüyse buna katlanamıyormuş gibi gözlerini sıkıca yumdu, elleri çoktan yumruk şeklini almıştı. O an aslında onu hiç tanımadığımı fark ettiğim andı.
“Nehir,” diye fısıldadı. Sesi güçsüzdü. Sesi yalvarır gibiydi, çünkü aramızdaki şeyin yıkıldığını o da hissetmişti.
Konuşamadım, hiçbir şey söyleyemedim. Az önceki kadın gibi ardıma bakmadan kaçmam gerektiğini bildiğim hâlde ayaklarıma beton dökülmüş gibi kıpırdayamadım. Sadece ona baktım. Oysa kafamın içi curcunaydı. Yüz ifadesi, sarsılması o kadar netti ki durumu inkâr etmeme yardımcı olmuyordu. Bense bir zavallı gibi hâlâ inkâr etmeye çalışıyordum.
Yiğit’in yutkunduğunu işittim. “Nehir,” dedi diyecek başka bir şeyi yokmuş gibi. “Açıklamama izin verirsen-"
Kafamı şiddetle iki yana salladığımda artık boğulduğumu hissediyordum. Yanağımdan kayan damla o kadar sıcaktı ki geçtiği yerleri yakmıştı. “Açıklamanı istemiyorum,” dedim dişlerimin arasından. Yaşadığım şok beni öylesine ele geçirmişti ki doğru dürüst tepki bile veremiyordum.
“Çünkü açıklamana izin verirsem sana inanırım. Sadece bana cevap ver Yiğit, sadece bunu yap.”
“Nehir... Lütfen, beni dinlemelisin-”
Kafamı yeniden iki yana salladım. Çantanın içindekilerle ilişkisi olmadığına dair tek kelime etmediği için inkâr ettiğim gerçekler bir bir yüzüme çarpıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum, boğazım acıyordu. Ona güvenen ve değer veren kalbimin parçalara ayrıldığını, kırıldığını duyar gibiydim.
“Bu senin mi?” diye sordum avuçlarımda köz parçaları tutuyormuş gibi silahı hafifçe öne doğru çıkartarak. Uzun uzun bana baktıktan sonra yavaşça kafasını salladı. Sırtıma ok saplanmış gibi sert bir acı hissettiğimde ciğerlerime kesik bir soluk çektim.
“Peki ya çantadakiler?”
Yine kafasını salladı. Bu kez gördüklerine katlanamıyormuş gibi gözlerini yuman bendim. Allah'ım, göğsüm ağrıyordu, bu ağrının altında eziliyordum. Nasıl bu kadar saf olabilirdim? Yaşadığım onca şeye rağmen nasıl Yiğit'in ne mal olduğunu anlayamazdım? Ona hayatımı açmıştım, evime davet etmiş, aileme karışmasına izin vermiştim. O ise yalancı, sahtekârın tekiydi. Beni bunca zaman kandırmıştı ve eğer yakalamamış olsaydım kandırmaya da devam edecekti. Midemin bulandığını hissettim. Kusma hissi o kadar kuvvetliydi ki içimdekileri her an çıkartabilirdim.
“Nehir... Konuşalım yalvarırım. Konuş benimle, bağırıp çağırmana bile razıyım. Ama yalvarırım böyle sessiz kalma. Seni kaybetmek istemiyorum.”
Gözlerim hızla açıldığında avuçlarımdaki silahı sıktım. Akmak için an kollayan yaşlarım gözlerimi yakarken onları akıtmamak adına kendimi kastım. Ağlamayacaktım. “Beni kaybetmek istemiyorsun, öyle mi?” dedim buzdan farksız sesimle, alaylıydım. “Beni kaybetmemek için ne yaptın? Buradan bakınca yalancı, sahtekâr bir adam görüyorum. İnkâr etme zahmetine bile girmiyorsun. Benim değil desene Yiğit! Yalandan da olsa beni kandırmak için uğraşsana! Başından beri beni kandırmıyor muydun zaten?”
Yüz ifadesi sarsıldı. Yeşil gözleri acıyla doluştu. “Nelere mecbur bırakıldığımı bilmiyorsun,” dedi zorla konuşuyormuş gibi kendini kasarak. Bana iki adım yaklaştı, artık aramızdaki mesafe tek adımla kapatılacak kadar kısaydı. “Seni kandırmayı ister miydim sanıyorsun? Başka seçeneğim yoktu. Holdingde çalışan biriyle arkadaş olurdun ama bir torbacıyla?” Kafasını iki yana salladı. “Beni hayatına sokmazdın.”
“Tabii ki sokmazdım,” dedim bağırarak. “Senin gibi kirli birini kim hayatında ister? Sen... sen nasıl bu kadar bencil olabilirsin? Seni kabul etmeyeceğimi bile bile beni kandırıp hayatıma nasıl dâhil olursun?”
“Çünkü ben sana...” diye bağırdığında hızla başladığı cümlenin devamını getiremeyerek hoyratça saçlarını karıştırdı, ancak bir an sonra kendini dizginlemeyi bıraktığını gözlerinde kopan zincirlerden anladım. “Sana âşık oldum,” dedi yine bağırarak. “Bildiğini biliyorum. Görmemek için uğraştığını da biliyorum ama değiştiremedim sana olan hislerimi. Vazgeçemedim senden, bu yüzden yalan söyledim. Yanında biraz daha kalabilmek için aylarımı sana yalan söyleyerek geçirdim. Bu benim de hoşuma gitmiyordu ama başka seçeneğim yoktu Nehir.”
Elimdeki silahın emniyetini hızla açarak namluyu Yiğit'in göğsüne bastırdım. Bana şaşkınca baktı, silah kullanmayı biliyor olmama dikkat ettiğini umursamadım. “Ya seni hayatıma kabul etseydim ne olacaktı?” dedim sıkılı dişlerimin arasından. Namlunun ucuyla derisini delmek ister gibi göğsüne baskı uygularken, “Ya ben de seni sevseydim?” diye devam ettim. “O zaman ne yapacaktın? Ne de olsa beni seviyor bırakmaz, gitmez diyerek ne boklar yediğini açıklayacak mıydın?”
“Beni vuracak mısın, vur!” derken silahı tutan elimin üzerine ellerini sararak namluyu iyice kendine bastırdı. “Korkacağımı mı sanıyorsun? Benim tek korkum seni kaybetmek. Hata yaptığımı biliyorum, sana yalan söylediğim her andan nefret ettim ama başka şansım yoktu. Seni öylece hayatıma dâhil edemezdim. Beni sevsen bile... edemezdim. Benim hayatım sandığından daha kirli. Seni de kirletmek en son isteyeceğim şey olurdu. Öğrenince beni terk etmenden korktum, evet ama aynı zamanda öğrenince dünyama bulaşmandan da korktum. Ben seni tertemiz sevdim Nehir, yanındayken gerçek bendim, yanındayken nefes aldığımı hissediyordum. Bunun devam etmesi için seni uzak tutmak zorundaydım.”
İnanmadığımı belli edercesine kafamı iki yana salladım. Bu sırada silahı tutan parmaklarım gevşedi. İçimde taşıdığım canavar huysuzca mırıldandı, onu bastırmayı seçerek silahı tamamen bıraktım. “Kimsin sen?” diye sordum ölüm kadar sakin bir tonla. Kalbim duyacaklarıma hazırlık yaparcasına deli gibi atıyordu. Duyacaklarımdan korkuyordum.
“Torbacı,” dedi Yiğit. Dudaklarındaki iğrendiğini belli eden kıvrımı görmezden geldim.
“Kullanıyor musun?”
“Hayır,” diye cevapladığı sırada omuzları düştü. “Uzun zamandır kullanmıyorum.”
“Ne zamandan beri bu işin içerisindesin?”
İç çekti. “Doğduğumdan beri.”
Yutkundum. “Doğduğundan beri mi?”
“Bilmediğin çok şey var ve bilmeni istemiyorum Nehir. Benim dünyam hakkında ne kadar az şey bilirsen senin için o kadar iyi olur.”
“Bana cevap ver,” diye emrettim birden bağırarak. Elimde değildi, çünkü karanlığın kokusunu almıştım.
“Benim ailem yıllardır bu işi yapıyor ve bu işi yapmaya devam edecek. Bazılarımızın kaderi doğmadan bellidir. Ben yolu baştan çizili olanlardanım. Seni tanıyana kadar kaderime razıydım ama seni tanıdıktan sonra ilk kez bundan nefret ettim. Bırakma şansım yok, bununla öleceğim. Yine de senin için bırakmanın yollarını aradım. Eğer beni birazcık sevebilseydin bırakmak için-"
Kafamı şiddetle iki yana sallayıp kaçarcasına gerisin geri gittiğimde Yiğit'in kaşları çatıldı, yeşil gözlerinde beliren soru işaretlerinin farkındaydım. “Sen... sen o karanlığa aitsin,” dedim yüzüme çarpan gerçeğin verdiği şokla.
“Nehir... Neden kaçıyorsun?” diyerek bana yaklaşmaya başladı. Gelmemesini istercesine kafamı yine iki yana salladım.
“Uzak dur benden! Kendini de dünyanı da uzak tut benden!”
Çaresizliğini gördüm. “Nehir-"
“Git buradan! Çık git hayatımdan,” dedim bağırarak. “Senin gibilere yakın olamam anlıyor musun? Sen o karanlığa aitsin!”
“Neden bahsediyorsun? Neden bu kadar korktun? Sana zarar vermem Nehir, sana asla zarar vermem.”
“Ama ait olduğun karanlık bana zarar verir,” dediğimde adımları kesildi. Allah'ım, kalbim dehşetle atıyordu. Yiğit'in hemen buradan gitmesi gerekiyordu. Hatta benim buradan gitmem, yeniden izimi kaybettirmem gerekiyordu. Zaten İstanbul’da yaşamaya devam ederek hep tehlike altında olduğumu biliyordum, ancak her şey elimden alınmışken hiç değilse doğduğum yerde kalmayı istemiştim. Sanırım artık şehir değiştirmemin de vakti gelmişti.
“Telefonda konuştuklarımı duydun, değil mi?” diye sordu nasıl öğrendiğimi nihayet anlamış gibi kafasını sallayarak. Aptallığına binaen kendi kendine küfrettiğini fark ettim. Yeniden bana odaklandığında korkumu yatıştırmak ister gibi bir hâli vardı.
“Benim tarafımdan kimse sana zarar vermeyecek Nehir. Asla böyle bir şey olmayacak, asla.”
Ah, bir de zarar görme ihtimalim mi vardı? Farkında bile olmadan ne kadar bu işin içine batmıştım? Allah'ım korkudan ölebilirdim, yaklaşan tehdidi düşündükçe kalbim sıkışıyordu.
“P-peşimdeler değil mi?”
Yiğit aramıza koyduğum mesafeyi hızla kapatarak yüzümü ellerinin arasına aldı. “Peşinde falan değiller, sakin ol. Buna izin vermem Nehir. Sana yemin ederim ki buna izin vermem,” dedi ona inanmamı istercesine. Ama ona inanamazdım. Tehlikeyi hissetmiştim ve benim tehlikeyi hissettiğim anda kaçmam gerekiyordu.
“Git, Yiğit,” dedim yalvarır gibi. Yanağımdan bir damla kaydı, bu kez o kadar soğuktu ki tenim acımıştı. “Git lütfen. Benim hayatımda sana yer yok.”
Elleri iki yanıma düştü. “Anlamıyorum, elinde silahımı tutarken bile böyle değildin. Neden bu kadar korkuyorsun?”
“Sadece git,” diye fısıldadım. “Seni görmek istemiyorum.”
“Tamam,” dedi hiç beklemediğim bir anda. Yüzü asıldı, gözlerindeki acı arttı. “Tamam, şimdi gideceğim ama daha sakin bir anda oturup konuşacağız tamam mı?”
Ona bir daha asla yan yana gelmeyeceğimizi söylemek için dudaklarımı araladığım sırada duyduğum siren sesi kaşlarımı çatmama neden oldu. Daha ne olduğunu bile anlayamadan polis araçları kafenin önünde belirdi. Yanıp sönen kırmızı ve mavi ışıklar içeriye dolarken Yiğit'in küfrettiğini duydum.
“Hassiktir! Bunu nasıl yaparsın?” diye bağırdı. İşte şimdi tıpkı telefondaki kişiyle konuştuğu andaki kadar sertti. “Nasıl böylesine düşüncesizce hareket edersin? Beni polise vermenin her şeyi bitireceğini mi düşündün?”
Aralanan dudaklarımdan tek kelime dökülemedi. Polisi ben aramamıştım, muhtemelen kapıdan kovduğum kadın aramıştı. Elimde silah, önümde çantayla beni görünce aklına bin bir farklı senaryo gelmesi normaldi.
“Neyle oynadığından haberin bile yok! Beni duydun mu? Neyle oynadığından haberin bile yok!”
Yiğit'in hiddetle bağırıp küfrederek çantaya doğru koşmasını korkuyla açtığım gözlerle izlemekten başka bir şey yapamadım. Zamanında çantadaki uyuşturuculardan kurtulamayacağını anladığında çantayı öfkeyle bir tarafa savurdu. Az öncesine kadar bana zarar görmeyeceğime dair güven vermeye çalışan adamdan eser dahi yoktu. Yeşil gözlerindeki endişeyi görebiliyordum ve ayrıca boka battığımı netçe hissediyordum.
“Yaktın beni Nehir!” diye tısladı polisler kafeye girmek üzereyken. Yutkunamadım.
“Beni de kendini de yaktın!”
♧