@yazarimsibirileri
|
Yağmur yeniden yağmaya başladı, şoförün biri sessizleşen geceyi delercesine aracının kornasına asıldı, odamın kapısı tıklatıldı. Bitirdiğim sigaranın izmaritini kül tablasına bastırırken kafam hızla açık balkon kapısından içeriye dönüp odanın kapısını buldu. Sanki kimin geldiğini sadece bakarak görebilecekmişim gibi uzun uzun kapının koyu renk yüzeyine baktım. Cesur olabilir miydi? Aklıma ilk onun adının gelmesine karşılık izmariti iyice ezdim. Ne kadar görmezden gelmeye çalışsam da içimden bir ses kapının ardındakinin o olmasını temenni ediyordu. Ama o değildi, emindim. O, birkaç gün önceki o sabah yaşadıklarımızdan sonra saat gece yarısına doğru işlerken kapımda belirmezdi. Çünkü bana kızgındı. Bunu hatırlamak içimdeki huzursuzluğun homurdanmasına neden olduğunda gözlerimi ancak kapıdan ayırıp yanıma çektiğim küçük masanın üzerindeki sigara paketine düşürdüm. Sanki koridorda beni bekleyen biri yokmuş gibi yeni bir dal çekip dudaklarımın arasına yerleştirdiğim sırada aniden sertleşen deniz rüzgârı, dağılan topuzumdan kaçan saçlarımı uçuşturup yüzümü tokatladı ve kapı bir kez daha çaldı. Orada birini bekletmenin huzursuzluğuyla iç çektim. Dudaklarıma sıkıştırdığım sigarayı çekip pakete geri tıkarken oturmaktan uyuşmuş bedenimi güçlükle çözdüm. Ayaklarımı soğuktan korumak adına battaniyenin altında saklamak için karnıma doğru çekmemden dolayı ayağa kalkmakta biraz zorlanmıştım. Her ne kadar üzerime battaniye almış olsam da uzun süredir açık havada kaldığım için bedenim bir buz parçasına dönmüş durumdaydı. Burnumun ucu kıpkırmızıydı, yanaklarım sızlıyordu. Battaniyenin dışında kalan parmaklarımsa neredeyse hissizleşmiş durumdaydı. Neden soğukta oturuyordum bilmiyordum. İçim içime sığmadığı için mi, yoksa birkaç gün önce içerideki odada yaşanan geceden ve o geceyi kara bir örtü gibi örten sabahtan kaçma dürtüsü yüzünden mi soğuğa sığınıyordum çözememiştim. Sadece sanki iyi geliyordu. Sanki zihnimdeki curcuna tıpkı kan akışım gibi yavaşlamıştı. Balkondan çıkarken kapıyı ardımdan kapatma gereksinimi duymadım. Ayağıma geçirdiğim soğuk terlikleri yerde sürüye sürüye kapıya ulaştığımda battaniye hâlâ omuzlarımdaydı ve ona sıkıca sarılmış hâldeydim. Kulpu tutup çekince karşılaşacağım yüzün kime ait olacağını pek merak etmiyordum, ancak boşlukla karşılaşmayı da beklememiştim. Daha sonra gözlerim yavaşça aşağıya kaydığında kapının önüne bırakılmış birkaç karton torba gözüme ilişti. Bir adım öne çıkıp koridora baktım ve kafasını öne eğmiş, ağır adımlarla uzaklaşan kadını gördüm. Kim olduğunu anlamam için yüzünü görmeme gerek yoktu. Arkasından çatallaşmış bir sesle, “Eva,” dediğimde kadının yorgun adımları birden kesildi. Omzunun üzerinden bana döndüğünde zümrüt yeşili gözlerinde mahcup, tedirgin bir ifade asılıydı. “Rahatsız ettiğim için üzgünüm, uyuyor olabileceğin sonradan aklıma geldi. Yoksa seni uyandırdım mı?” “Rahatsız etmedin,” dedim biraz uzağımdaki yüzünü incelerken. Solgun görünüyordu. “Uyumuyordum.” Bana doğru adım atmakla gerisin geri gitmek arasında kararsız kalmış gibi etrafına bakındı. “Yiyecek bir şeyler getirmiştim, otelin sunduklarını kabul etmediğini öğrendim. Bir de Tuna senin için bir şey almış, bana bırakmıştı.” Sanırım yeni telefon numarasından bahsediyordu. Yavaşça kafamı sallarken eğilip yerdeki paketleri karıştırdım. Eva yiyecek almamıştı, resmen bir hamburgerciyi soyarak gelmişti. “Tüm bunları tek başıma yiyebileceğimi sanmıyorum. Bitirebilmem için birine, hatta birkaç kişiye daha ihtiyacım var.” “Şey, hangisini seveceğini bilmediğim için-” “İçeri gelmek ister misin?” dedim birden. Eva her ne söyleyecekse birden durdu. Yüzü şaşkınlıkla ve daha çok da hevesle şekillendi. Ama yine de “Rahatsız etmek istemem,” diye mırıldandı. Benden çekinmesine ve uzak kalmasına yine ben sebep olmuştum. Bunu bilmek ve buna neden olmak canımı feci sıkıyordu. Kendimce nedenlerim var olsa da Eva bu muameleyi asla hak etmiyordu. “Rahatsız olmam, lütfen gel.” Paketleri alarak ve kapıyı ardımda açık bırakarak odanın içerisine yöneldim. Adımlarım perdeleri örtülü pencerenin önündeki sehpaya yöneldi. Elimdekileri sehpaya bıraktıktan sonra oradaki berjerlerden birine, tam da banyodan çıktığım anda Cesur'u otururken bulduğum berjere oturdum. Hatırladığım anı içimin titremesine neden olurken gözlerimin önüne düşen anları kafamı hafifçe iki yana sallayarak savuşturmaya çalıştım. Ancak bunun pek etkili olduğunu söyleyemeyecektim, çünkü aklımdan geçen düşüncelerin onda sekizi Cesur'dan ibaret olmaya başlamıştı. Eva içeriye girip kapıyı kapattığı sırada, “Oda neden bu kadar soğuk?” diye sorarak siyah paltosunun üzerinden kollarını sıvazladı. Zümrüt yeşili gözleri soğuğun kaynağını hızla bulduğunda, “Balkonu kapatmamda sakınca var mı?” diye sordu. Kafamı sallamakla yetindim. Eva kulpundan tutarak balkona açılan sürgülü kapıyı gürültüyle kapattı. Sevimli yüzünde her zamanki sıcak ifadesi asılı olsa da zümrüt yeşili gözleri dalgındı. Hatta onu içeri davet etmeme, hiç iştahım olmasa da yemek yemeye hevesliymişim gibi görünmeme neden olan asıl şey de buydu. “Sonunda sessiz bir yer,” diye sayıkladı kendi kendine. Ancak onu duyduğumu fark etmiş gibi bana yarım bir tebessüm bahşetti. “Kulüp bu gece çok kalabalıktı. Oradan oraya koşturmak beni fazlasıyla yordu.” Anladığımı belirtircesine kafamı salladım. Sessiz, cansız tavrıma karşılık, “Sen nasılsın?” diye sordu. Bu soru beni derin bir soluk almaya ittiğinde aslında cevap ortadaydı. “Karışık.” Garip bir şekilde güldü. “Ben de öyle,” dedikten sonra az önce benim yaptığım gibi derin bir soluk aldı. “Nehir senden bir şey isteyebilir miyim?” Ansızın beni yakalayan sorusu tüm dikkatimi üzerine topladığında, “Tabii ki,” dedim yavaşça. “Bu gece için... sadece bu gece için arkadaş olabilir miyiz?” dedi kabul edilmeyi bekleyen küçük bir kız çocuğu gibi gözlerimin içine içine bakarken. O an kendimden nefret ettiğim anlardan biriydi. O an, ona bunu sordurmak zorunda kaldığım için gerçekten kendimden nefret etmiştim. Boğazıma yerleşen yumruyu gidermek adına yutkunduktan sonra hafifçe kafamı salladım. Nedenleri ve niçinleri ve dahası tüm açıklamaları da bir kenara bırakıp, “Olabiliriz,” dedim. Sen tam tersini düşünüyor olsan da zaten arkadaşız. “Pekâlâ, öncelikle teşekkür ederim,” derken sevinçli görünüyordu. “Buna çok ihtiyacım vardı, gerçekten.” Dilimin ucuna dizilen soruları yuttum. Neden benim kapımı çalıyordu? Neden bir başkasına gitmek yerine aramızda mesafe olmasını istediğim hâlde bunu benden rica ediyordu aklımı karıştırsa da şimdilik bu soruları görmezden gelmeyi seçip, “Bazen insanın tek ihtiyacı dertleşmek olabiliyor,” diye sayıkladım. “Bir şeyler içmek ister misin?” “Şey... açıkçası gelirken bir şeyler almıştım,” dedi gözlerini benden kaçırarak. Eva’nın konuşmaya gerçek anlamda ihtiyaç duyduğunu anlarken yine yüzüme hiçbir sorgu ifadesinin düşmesine izin vermeden masanın üzerindeki paketlere uzandım, o da yanıma geldi. “Ama önce sana bunu vermeliyim sanırım,” diyerek üzerinde piyasadaki en pahalı telefonları üreten firmanın ambleminin yer aldığı paketi önüme bıraktı. “Tuna senin için aldı.” Kaşlarımı çatarak karton torbayı karıştırdığımda içerisinde beni bekleyen yepyeni ve son model telefonla karşılaştım. Telefonun kurulumu yapılmış, tüm ayarları düzenlenmiş ve içerisine yeni bir hat yerleştirilmişti. Artık rehberimde sadece altı ismin numarası yer alıyordu. Alfabetik sıraya göre şekillenmiş liste tam olarak şöyleydi; Akın, Cesur, Eva, Özgür, Tuna ve Yavuz. “Ben sadece yeni bir numara istemiştim,” dedim dalgın dalgın parmaklarımın arasındaki alete bakarken. “Cesur abi yeni telefon almasını da söylemiş.” Sıkıntıyla iç çektim. Dudaklarımda asılı kalan itiraz cümleleri yerlerini koruyor olsa da önümdeki ekranda açık duran altı isimlik rehber zihnimi meşgul ediyordu. Sanki yeni bir sayfa açmak gibiydi. Sanki eski telefonumu çöpe attığımda o hayatıma ait olan her şeyi de onunla birlikte atmış olacaktım. Sertçe yutkundum. Benimle geleceğe gelen tek kişi Yavuz’du. Bir başına kaldığımı netçe yüzüme çarpan altı isimlik rehbere bakmaya devam ederken Eva bir şeyler anlatarak getirdiği yiyecekleri masanın üzerine diziyordu. “Kulüpten çıkarken birkaç içki aldım, sorun olmayacağından eminim. Umarım aralarında sevdiklerinden biri vardır. Eğer yoksa buradaki dolabı karıştırabiliriz ya da getirtebilirim. Hamburgerin yanında iyi gider mi emin değilim ama kafama iyi geleceğinden eminim. Senin de buna ihtiyacın varmış gibi duruyor. Ortadaki problemlerin farkındayım.” “Ortadaki problemler de ne?” diye sordum aynı dalgınlıkla elimdeki telefonu sanki benim değilmiş gibi bir kenara bıraktığım esnada. “Cesur abiyle aranız nasıl? Son birkaç gündür sen buradasın o da kulüpten çıkmadı,” dedi yüzüne temkinli bir ifade yerleştirerek. Hâlâ benden çekiniyordu. “Olması gerektiği gibi,” dedim kuru kuru. “Yani iyi mi yoksa kötü mü?” “Normal.” “Kaçamak cevap veriyorsun,” diye yakındı. Omuz silktim. “Ondan konuşmak istemiyorum.” “Pekâlâ,” derken anlayışla kafasını salladı. “Benden konuşursak sorun olur mu?” “Eva, yapacağın tüm eylemler için benden izin almak zorunda değilsin,” dedim biraz isyan eder gibi. “Canın yatmak istiyorsa yat, konuşmak istiyorsan konuş ya da eğer sessizlik istiyorsan bana çenemi kapatmamı söyle. Sürekli izin istemeyi bırak lütfen.” Masaya sıraladığı en sert içkilerden birini kapıp karşımda kalan berjere bedenini yığarcasına bıraktığı esnada kısık, kırık bir sesle karşılık verdi. “Seni rahatsız etmekten çekiniyorum-” “Rahatsız etmiyorsun. Bu gece için arkadaşız, unuttun mu? Bana arkadaşınmışım gibi davran patronunmuşum gibi değil,” dedim ekşi ifademle. Durdu, kafasını salladı, ardından yine durdu. İri gözlerini yüzümde gezdirip pimini çektiği bombayı kucağıma atar gibi, “Neden benimle arkadaş olmak istemiyorsun?” diye sorduğunda sözcükler dilimde asılı kaldı, ne diyeceğimi bile bilemedim. Eva tıpkı sevgi dilenen küçük bir kız çocuğu gibi karşımda duruyor, vereceğim tepkiden kendine pay çıkarmak için bekliyordu. Bana Hümeyra’yı andıran sevimliliği ve masum tavırları karşısında sanki buna katlanamıyormuşum gibi gözlerimi sımsıkı yumarak, “Çünkü ben doğru seçim değilim,” dedim. “İyi bir arkadaş olamadım. Arkadaşım olan herkes zarar gördü. Eminim senin için benden daha uygun birileri vardır-” “Yok,” dedi hızla. Duraksadım. “Ne?” “Benim hiç arkadaşım yok, Nehir.” Kısa bir an düşündüm. Kulüpte dışarıdan bir göz için mükemmel konumda çalışıyordu. Onun gibi birinin tonlarca dostu olmalıydı. Onun konumunda olan biri mutlaka sevilir, asla yalnız bırakılmazdı. Ancak Eva hiç arkadaşı olmadığından bahsediyordu. Bunu yadırgadığım suratımdaki ifadeden taşarken Eva tavrıma karşılık burukça güldü. “Ben aslında Londra’da yaşıyordum, annem ve ablamla birlikte. Babam İstanbul’da çalışıyordu. Annem tatil için İstanbul’a geldiği bir vakitte onunla tanışmış ve görür görmez âşık olmuştu. Uzunca bir süre babam için burada kalmış, evlenmişler, ablam doğmuş ve birkaç sene sonra da ben doğmuşum. Her şey güzel giderken hiç beklemediğimiz bir anda babamın ölüm haberini aldık,” dediği sırada elindeki şişenin kapağını açtı. “Bir kaza,” diye mırıldanıp gözlerini gözlerime hiç değdirmeden şişeyi kafasına dikti. “Onu kaybettikten sonra annem bu şehirde kalmak istemedi, birlikte Londra’ya döndük. Üniversite çağıma kadar orada kaldım ama babamı bir daha göremeyecek olsam da onu saklayan topraklara dönmek istediğimi fark ettiğimde üniversite tercihimi İstanbul’dan yana kullandım.” Birisinin babasından güzel şekilde bahsetmesi nasıl bir histi bilmiyordum. Bana çok garip ve imkânsız gibi geliyordu. Çünkü ben o sevgiyi hiç tadamamıştım. Eva kısacık bir zaman dilimini birlikte geçirdiği babasından bahsederken gözlerinde sevgi ve özlem şelaleleri oluşuyordu. Bense cümle içerisinde her baba kelimesi geçtiğinde irkiliyor ve onun yüzünün gözümün önünde belirmemesi için kendimi kasmak zorunda kalıyordum. Eva, “Sena’yı biliyor musun?” diye ansızın sorarak aklımı işgal eden düşüncelerden sıyrılmamı sağladı. Onun Cesur’un üvey ama ikizlerin öz kız kardeşi olduğunu biliyordum. Ve onun nasıl öldüğünü de... Konuşmak yerine kafamı sallayarak karşılık verdim, Eva neyin ne kadarını bildiğimi sorgulamadı. “Onunla aynı üniversitedeydik. Benden farklı bölümdeydi ama bazı derslerimiz ortaktı. O sıralar maddi açıdan zor günler geçiriyordum ve partime iş arıyordum. Arkadaşlarımın arasında yayılan bu bilgi ona da ulaşmış. Bir gün beni kenara çekip hâlâ iş arayıp aramadığımı sordu, hâlâ bulamamıştım. Kulüpte çalışabileceğimi söylediğinde üzerinde pek düşünmeden kabul ettim, çünkü Sena güvenilir biriydi ve onun ünlü bir kulübe sahip olduğunu herkes konuşurdu.” “Sena'nın aracılığıyla mı kulüpte işe başladın yani?” diye sorduğumda kafasını salladı. Bense ona bunu garipser gibi baktım. “Orası sıradan bir kulüp değil, seni nasıl aralarına aldılar?” Bana anlayışla gülümseyip, “Sena çok ısrarcıydı. Sonradan öğrendim aslında Cesur abiler benim orada çalışmama pek sıcak bakmamışlardı. Başlarda her şeyin dışında tutuldum. Perşembe geceleri özeldir, bilirsin, o geceler benim izin günüm olurdu. Zamanla aramızdaki güven arttıkça öğrenmeye başladım. Güven kazanmak çok zordu Nehir, beni en çok zorlayan buydu,” dedi sona doğru kısılan bir sesle. “Konumum yükseldikçe etrafımdaki insan sayısı azaldı. Kimse beni sevemedi. Yani... kadınlardan bahsediyorum. Hiçbiri benimle arkadaş olmak istemedi.” Onun nezdinde onu arkadaş olarak istemeyenlerden biri de bendim. Rahatsız edici bir duygunun içime sızdığını görmezden gelmeye çalıştım. Bu sırada bazı şeylerin Eva’yı huzursuz ettiğini hissettim. Anlatmadığı noktalar olduğundan şüphem yokken, “Onların nelerle uğraştığını öğrenmek seni hiç rahatsız etmedi mi?” diye sordum. “Neden etsin ki?” “Normal bir hayatın varken bu hayatı neden kabul edesin ki? Burada kan, korku ve gözyaşı eksik olmuyor.” “Bana burayı çok iyi biliyormuşsun hissi veriyorsun,” dedi yavaşça. Dudaklarım kırık bir tebessümle kıvrıldı. “Çok iyi biliyorum Eva. Gerçekten çok iyi biliyorum hem de.” “Seni ilk gördüğüm anda bana oldukça farklı gelmiştin,” dedi birden, kaşlarım havalandı. “Baygındın, uyandığın anı hatırlıyor musun? Bana beni bir an sonra öldürecekmiş gibi bakıyordun.” Hafifçe kıkırdadı, bense kafamı sallamakla yetindim. “Kıyafetlerini değiştirip seni yatırmıştım. Sürekli bir şeyler sayıklıyordun. Garipti. Bazı anlarda ağlar gibi sesler çıkartıyordun, bazı anlarda korkudan titriyordun ve bazı anlardaysa öfkeden ellerini öyle çok sıkıyordun ki asla açamıyordum. Kalbinden yaralanmıştın ama ben iyileşeceğinden emindim. O gece, seni Tolga için hazırladığım gece sana baktığımda hissettiğim şey buraya, bu dünyaya ait bir kadına bakmak gibiydi. Sanki hep buradaymışsın gibi. Aslında bunu hep hissetmişim ama o an fark etmiştim. Sorular sormayacağım, herkesin sırları vardır, eminim. Bu dünyaya ait olsan da olmasan da sen benim için iyi birisin ve önemli olan da bu.” Ağır ağır kafamı sallarken, “Herkesin sırları vardır,” diye tekrar ettim. Dalgınca etrafa kayan gözlerim yeniden ona saplandı. “Senin de var.” “Herkesin olduğu kadar,” dedi zorlama bir gülümsemeyle. “Devam et,” dedim bu konuyu uzatma gereği görmeden. Sırları kurcalamaya niyetim yoktu. Nasıl benimkiler ortaya dökülsün istemiyorsam diğer herkes de bunu isterdi. Üstelik Eva için emindim ki hayatında benimki kadar sorun yoktu. Onun sırları ufak şeylerden ibarete benziyordu. Benim sırlarımsa duyulduğunda herkesi sarsacak kadar etkiliydi. “Sonra okul bitti ama ben geri dönmedim, burada kalmayı tercih ettim. Annem de sorun çıkarmadı. Zaten sık sık ziyaretine giderim. Kim bilir, belki bir gün onunla tanışırsın?” “Bana daima burada kalacakmışım gibi davranıyorsun,” dedim bunun olmayacağını belirtircesine kafamı hafifçe iki yana sallarken. “Gideceğim Eva. Benim burada yerim yok.” “Cesur abiyi gerçekten de bırakıp gider misin?” dedi şokla. Sanki bunu benden duymayı asla beklemiyordu. “Onunla aramda duygusal bir şey yok,” dedim. Birkaç gün önceki o gece dokunduğu tenim sızladı, o gece onun için hızlanan kalbim kasıldı. Vücudumun tepkilerini görmezden gelerek sertçe yutkunurken, “Ayrıca beni aklındaki kadına benzettiği için yanımda duran biriyle nereye kadar gidebilirim ki? Bu aptallıktan başka bir şey değil.” Ve ben aptaldım. “Öyle bir şey yok,” diye müdahale etti birden yükselerek. Ardından boğazını temizleyip sesinin tonunu ayarlamaya çalıştı, ancak durumu açıklamak adına o kadar heyecanlıydı ki kelimeleri yine yüksek perdedendi. “Yani, demek istediğim artık öyle bir şey yok. Dinle, bunu benim söylemem ne kadar doğru bilmiyorum ama birkaç gün önce kulüpte hepimizi azarladı. Bir daha bu konunun açılmasını istemedi ve tüm arayışlarını durdurdu Nehir. O kadın da gitti. Bitti artık. Cesur abi her şeyi bitirdi. Yalnızca senin için.” Şaşkınlığın kanıma bulaşmasına izin versem bile bunu yüzüme yansıtmadım. Sanki hepsinden haberim varmış gibi düz bir ifadeyle karşısında durmaya devam ettim, bu biraz zordu. “Bir savaşın ortasındayım Eva,” dedim acı çeker gibi. “Artık kazanırsam da öleceğim kaybedersem de.” Zümrüt yeşili gözleri kafasının karıştığını belli eder gibi baktı. “Buradan ne çıkartmam gerektiğini çözemedim.” Masadaki küçük şişelerden birini kapıp dudaklarıma dayamadan önce, “Pes ediyorum,” dedim tüm yelkenleri indirerek. Birden gözlerim doldu ve Eva bunu fark ettiğinde şokla kalakaldı. “Beni intikam almam gerektiğine inandırdı, sırf yanında biraz daha fazla kalabilmem için. Sessizce hayatıma devam etmem gerektiğini bilirken gidip birini öldürdüm, birinin kanı elime bulaştı ve o, buna izin verdi çünkü bu beni iyice ona bağlayacaktı.” Sertçe burnumu çektim ama gözyaşlarım hâlâ akmamıştı. “İnce ince içime işledi,” diye itiraf ettiğimde boğazım düğüm düğümdü. “Akın ve Özgür’ün tüm uyarılarına rağmen, her şeyi bilmeme rağmen, boktan bir yansımadan ibaret olduğumun farkında olmama rağmen ona yenildim Eva.” “Seni yansıma olarak görmüyor yemin ederim,” dedi çaresiz bir çırpınış şeklinde. “Sana değer veriyor Nehir, gördüm, bunu gözlerinde gördüm. Lütfen bana inan, uzun zamandır yanında çalışıyorum ve az çok onu tanıyorum. Etrafında onlarca kadın vardı ama o, sadece sana bakarken farklıydı.” Şişeden kocaman bir yudum alıp elimi rastgele havada savurdum. “Hiçbirinin önemi kalmadı, pes ediyorum,” dedim tekrardan. “Onu yenebilirim sandım ama bu oyunda asla kazanan ben olmayacağım. Ona yenildim, oyun bitti. Artık hiçbir şey istemiyorum, intikam bile. Tek istediğim gitmek.” “Lütfen gitme,” dedi yalvarır gibi bir sesle. “Onu böyle bırakma.” “Neden onu bu kadar umursuyorsun ki? Gerçekten senin için bu kadar değerli biri mi?” “O, kırık biriydi Nehir,” dediğinde maziyi hatırlamışçasına gözleri uzaklara dalmıştı. “Herkesin sırtını dayadığı güven veren bir kaynaktı, herkesi huzura erdirmeye hazırdı. Sevdikleri için, ailesi için elinden gelenin fazlasını yapar, onlar için yaşardı. Hiç kendisi için bir şey yapmadı. Birini sevmedi, tamam ama birinin yanına yaklaşmasına bile izin vermedi. Mesela Özgür herkesle gününü gün eder. Akın da biraz öyledir,” derken şişeyi saran parmakları sıkılaştı. “Cesur abi sanki hep bir kadın için yaşamış, o kadını beklemiş gibi ve ben o kadının sen olduğuna inanıyorum. Çünkü sen geldikten sonra her şey değişti.” Kafamı çok hafifçe iki yana salladım. “Yanlış kişiye takılmanın ne demek olduğunu bilmiyorsun-” “Biliyorum,” diye fısıldadığında tüm sözcüklerim kesildi. Avucundaki içki şişesine saplı duran gözlerini kaldırıp bana diktiğinde oraya yerleşen acıyı ve çaresizliği okudum. Sanki gözleriyle imdat çığlıkları atıyor, kurtarılmayı bekliyordu. “Biliyor musun?” Yavaşça kafasını salladı. “Biliyorum çok zor bir şey. Aslında baksana, her şeyi boş ver,” dedi birden. “Eğer gerçekten de senin için yanlış kişi olduğunu düşünüyorsan boş ver. İkinizi birbirinize yakıştırdığım ve mutlu olmanızı istediğim için ısrar ediyordum ama şimdi fark ettim de benden pek farkın yokmuş. Artık neden gitmek istediğini daha iyi anlayabiliyorum. Sonunda canının yanacağını biliyorsun.” Onu duyabileceğim şekilde sertçe yutkundu. “Sonunda sadece acı çekeceksin. Sonunda sana kalan tek şey kırık dökük anılar olacak.” Sözleri kaşlarımı çatmama neden olduğunda, “Akın senin için yanlış kişi mi?” diye sordum. Cümleme Akın’ın adını dâhil etmem Eva’nın içtiği içkide boğulacak derecede öksürmesine neden oldu. “Ondan bahsettiğimi nasıl anladın?” “Size bakmak yeterli,” dedim bana kullandığı sözlerine atıfta bulunarak. Benim aksime onun güzel yüzünü endişe kapladı. “Tanrım, yoksa herkes farkında mı?” Cevap vermek yerine bilmediğimi belirtircesine dudaklarımı eğdim ama yüz ifademden çoğunun bunu bildiğini anlayabiliyordu. Dikkat eden herkes neyin ne olduğunu görebilirdi. Ancak söz konusu ben ve Cesur olduğunda bunu düşünmeyi reddediyordum. Dikkat etsem de görsem de reddetmek daha kolay geliyordu. “Tanrım,” dedi yeniden acı çeker gibi inleyerek. “Ne yapacağım?” “Neden akışına bırakmıyorsun?” “Bırakırsam ona yenilirim,” dedi bana yamuk, renksiz bir tebessüm bahşederek. Ben de aynı şekilde güldüm. İkimiz de ortak çizgide ilerliyor gibiydik. “Zaten yenilmişe benziyorsun Eva.” “Sen de öyle.” Derin bir soluk aldım. “Öyle.” “Ne yapacağız?” Şişeyi ona doğru kaldırıp, “İçeceğiz,” dedim yine gülerek. “Çünkü yapabileceğimiz başka bir şey yok.” Tıpkı benim gibi elindeki şişeyi kaldırıp, “Şerefe,” diye mırıldandı. Gözlerinde saklanan korkuyu seçebiliyordum. Acaba ben de öyle mi bakıyordum, kırılma korkusuyla? Aramıza sinmeye başlayan sessizliği istemezmişim gibi, “Londra’ya dönmeyi hiç düşündün mü?” diye sordum. “En azından senin yanında gidebileceğin bir ailen var.” “Keşke bir bilet alıp uçağa binmek kadar kolay olsaydı.” “Buna engel olan bir şey varmış gibi konuştun,” dedim garip garip ona bakarak. Birden çok uzaklara dalıp gitmiş gibiydi. “Öylece gitmeme izin vermez,” diye mırıldandığında onu daha çok sorguladım. Bunu fark ederek toparlamaya çalıştı. “Ayrıca burada sorumluluklarım var. Kulübü yüzüstü bırakamam. Buraya kadar ulaşabilmek için cidden emek harcadım.” “Belki de konumun kıskanıldığı için hiç arkadaşın yoktur.” Omuz silkti. “Sena’yı kaybettikten sonra sanki onun gidip benim kalmam herkesi rahatsız etti. Sanki onun ölmesini istermişim gibi,” dedi tepkiyle. “Sena yaşıyorken aramız iyi sayılırdı. Onun arkadaşlarıyla da iyiydim. Özellikle Damla’yla.” “Yiğit’in kız kardeşi?” “Evet, o. Sena’yı zehirleyene kadar onun iyi biri olduğundan emindim. Ama o, içimizde saklanan bir yılanmış. Sivri dişlerini aramızdan birine geçirdiğinde bunu ancak anlayabildik.” “Bana neler olduğunu en başından anlatır mısın?” “Elbette. Aslında ilk kırılma Sena’nın babasını kaybetmesiyle başladı. Sarp Çağlayan’ın adını daha önce duymuş muydun?” diye sorduğunda hatırlamadığımı belirtircesine omuzlarımı kaldırım. Bunun üzerine, “Onların babasıydı; Cesur abinin, Akın ve Özgür’ün, Sena’nın. Kulüpte de herkes ona Sarp baba diye seslenirdi,” dedi. Dudaklarım garip bir kıvrımla şekillendi. “Adı Sarp’tı öyle mi?” Eva kafasını salladı. “Evet?” “Bir zamanlar o isimde yakın bir arkadaşım vardı, bana onu hatırlattı. Önemli bir şey değil, anlatmaya devam et lütfen.” “Sarp baba ölünce tüm herkes sarsıldı. Sanırım en çok da Sena bundan etkilendi. Ölümünden sonra odasında günlüğünü bulduğumuzda Sena’nın neler hissettiğini daha iyi anlayabilmiştik. Cesur abi ve ikizler sistemin bozulmaması ve her şeyin aynen devam edeceğini göstermek için çabalarken ve Halide Hanım kocasının yasını tutup tüm dünyayla bağını keserken Sena yapayalnız kalmıştı. Yanında sadece Damla vardı ve Damla'nın da insanları uyuşturacak hapları bulunuyordu. Sena o boşlukta Damla’ya ve haplara sığındı. Evden çıkmamaya başladı. Damla dışında kimseyle görüşmedi. Bana ve diğer arkadaşlarına mesafeli kaldı. Çünkü hiçbirimiz onu anlamıyorduk, onun gözünde onu anlamayan insanlardık. Bunu günlüğüne yazmıştı,” derken acıyla bakıyordu. Sena’ya yardımcı olamadığı için, yeteri kadar yanında olduğunu hissettiremediği için kendisini suçlu hissediyordu. “O zamanlar hepimiz boşlukta gibiydik. Aileye saldırmayı bekleyen düşmanlar dişlerini geçirmekten geri kalmıyordu. Cesur abiler onlarla ilgilenirken çoğu zaman kulübe bile uğramıyorlardı. Sena aylarca kendisini zehirledi ve kimsenin bundan haberi olmadı. Hepimiz garip hâlini Sarp babanın ölümüne yorduk, çünkü birbirlerine çok bağlıydılar. Sanırım hepimizin en büyük hatası bu oldu; sorgulamamak ya da zamanla düzelmesini beklemek.” “Birini kaybetmenin acısı zamanla düzelmiyor.” “Evet,” dedi içindeki sıkıntıyı dağıtmak istercesine derin bir soluk alarak. “Sonra bir akşam Damla, Sena'yla birlikte kulübe geldi. Hepimiz şaşırdık çünkü bunu asla beklemiyorduk. Ama normale dönmeye başladığını düşünerek yine sorgulamadık. Oysaki hâli hiç de normal değildi. Hani bazen bazı şeyler zaten gözünün önündedir ama baksan da göremezsin ya işte öyle bir şeydi. Aslında kanında yüksek dozda uyuşturucu dolanıyordu. Damla altın vuruşunu yapmıştı ama hiçbirimiz anlamamıştık.” Kanın yüzümden çekildiğini hissettim. Yalan üzerine kurulu bir arkadaşlık bile olsa birine bu kadar kin yüklemek hastalıklıydı. Damla'yı hiç tanımıyordum ama onu hayal etmeye çalıştığımda gözümün önünde Tolga Zafer’in yüzü beliriyordu. Onun gibi başarıya giden yolda ezdiği insanları asla umursamayacak ve ardına bakmayacak birine benziyordu. “Sena ruh gibiydi, solgun görmesi bir yana baygın baygın bakıyordu. Ona defalarca kez nasıl olduğunu sordum, hepsinde beni geçiştirdi. Sonra Damla benden bir şeyler isteyerek beni Sena’dan uzaklaştırdı, aklımı dağıttı. Geri döndüğümde Sena’yı bulamadım. Lavaboya gittiğini öğrendiğimde sanki bir şeylerin ters gittiğini hissetmişim gibi oraya yöneldim. Kuyruk misali peşimden ayrılmayan Damla birden ortalıktan kayboldu, onu bile fark edemedim. Arka kısma geçtiğimde kadınlara ait lavabodan yükselen çığlıkları duydum. Ondan sonrasına dair hatırladığım sadece birkaç şey var; Sena’yı lavaboda yerde kendinden geçmiş yatarken ve ağzından kan akarken görmem, Cesur abinin Sena’yı kucaklayıp dışarıya taşıması, Akın’ın deli gibi önden önden koşturması ve benimle lavaboda kalan Özgür’dün donmuş gibi yerdeki kan damlalarına bakması. Sadece bunlar. Gerisini hatırlamıyorum.” Sertçe yutkundum. Eva hâlâ o anki şoktaymış gibi gözlerini bir noktaya dikerek olanları anlatıyordu. Yüzünün rengi solmuştu ve şişeyi dudaklarına taşıyan elleri hafifçe titriyordu. “Sena’yı hastaneye yetiştiremediler. Yolda, Cesur abinin kollarında ölmüş,” derken bu anı gözlerinin önünden silmek istermiş gibi kafasını hızlı hızlı iki yana salladı. “Sonrası gerçekten felaketti. Ailede gerçekleşen peş peşe ölümlerin ardından herkes dağılmalarını bekledi. Birçok kişi Sena’yı yeterince koruyamadığı için Cesur abiyi suçladı, ikizlerle arasını açmaya çalıştı. Onlarsa herkesin karşısında birlikte durmayı başardı ve herkese Nehir, herkese bedel ödettiler.” Tüyleri ürpermiş gibi titredi. “Damla’nın ölümü birçoğuna ders oldu. Tolga Zafer ise sadece daha çok bilendi. Artık o da bedelini ödediği için mutluyum.” “Peki Yiğit?” dedim dudaklarımı yalarken. “O bu hikâyenin neresinde?” “Kardeşi ölene kadar olan hiçbir şeyle ilgilenmedi. Kardeşinin ölümünden sonra sanki hakkı varmış gibi bize kinlendi ve babasının kontrolüne girdi.” “Hiç buraya gelmiş miydi? Damla geliyordu ya?” “Sanırım birkaç kez sokağın başından Damla’yı almaya gelmişti ama içeriye girmediğinden eminim.” Anladığımı belirtircesine kafamı salladığım sırada, “Beni kandırdığını biliyorsun değil mi?” diye sordum. “Galiba yalanlarla birilerinin hayatına dâhil olmak onların kanında var.” “Şimdi ne hâldedir kim bilir? Duyduğuma göre sahip olduğu her şeye kuzeni el koymuş. Umarım bir köşede çürümüştür.” “Onun için üzülmüyorum,” dedim merhametsiz bir tutumla. İçimde ona ait ne varsa silmiştim. “Gerçekten seni seviyordu, öyle mi?” “Birini yalanların ardından ne kadar sevebilirsen,” dedim öfkeyle. Eva sert bir tokat yemiş gibi irkildi ve kafasını iki yana salladı. “Haklısın,” dedi daha sonra. “Haklısın Nehir. Gerçek bir ilişkide hiç yalan olmamalı.” “Onun yüzünden hayatım mahvoldu ve ben bu hayatı elde edebilmek için çok savaşmıştım.” “Seni buraya gönderdiklerinde yakalanacağını biliyorlardı ama yine de bunu garantilemek için böyle bir girişimin olacağını el altından bize duyurmuşlardı. Gerçekten de çok acımasızlar.” “Öyleler,” dedim sadece. Eva bir müddet sessiz kaldı. Yeniden konuştuğundaysa konu çok daha farklı bir noktadaydı ve tavrı çekingendi. “Barut’la... onunla tanışmışsın, doğru mu?” “Evet, sanırım rastlantıydı, iyi değerlendirdi.” “Onunla daha önce hiç yan yana gelmedim. Nasıl biri?” Kendimi birden Barut’u düşünürken buldum. Eva’nın zümrüt yeşili gözleri ve güzel yüzü gözümün önünden silinerek yerini Barut’un kurnaz mavi gözlerine ve daima sinsi kıvrımlarla bezeli yüzüne bıraktı. “Tehlikeli,” diye fısıldadım hayalimde canlandırdığım siluetine bakarak. “Gerçekten tehlikeli biri.” “Denildiği kadar var yani öyle mi?” “Bence denildiğinden bile fazlası. Ayrıntı kaçırmıyor, düşmanını iyi tanıyor ve nasıl vurması gerektiğini biliyor. Güçlü bir rakip.” “Anladım,” dedi Eva gergince saçlarıyla oynarken. “Sanırım ondan daha çok korkmalıyım.” “Onu kafana pek takma. Eminim ki hedefinde değilsindir.” Çünkü hedefindeki bendim. “Bu dünya bazen aklımı kaçıracakmış gibi hissetmeme neden oluyor,” dedi itiraf edercesine. “Her an diken üstünde yaşamak çok stresli.” Onu onaylamak adına kelimeler dudaklarımdan dökülecekti ki telefonuma gelen mesaj bildirimi beni durdurdu. Eski telefonumu elime alıp kim olduğuna kısaca göz gezdirdiğim sırada ekranda beliren kayıtlı olmayan ama artık ezbere bildiğim numarayla bir süre sadece bakıştım. Parmağımın ucu gelen mesajı açmak için ekrana dokunurken Hasan’ın yine ne karıştırdığını anlamaya çalışıyordum. Beni Yiğit’le parkta buluşturduktan sonra ondan bir daha hiçbir bildirim almamıştım ve şimdi kendini hatırlatmak ister gibiydi. Çünkü mesajı tam olarak bu içerikteydi. “Karanlıktan korkma güzelim, ben hep yanında olacağım.” Gözlerim önce ekranın üzerindeki saati buldu, gece yarısını çoktan geçmişti. Sonra tüm tepkilerimi dikkatle izleyen Eva’ya baktım. Bir şeylerin ters gittiğini hissetmişçesine soru dolu bakışları üzerimdeydi, ancak gözlerindeki sorular dudaklarından dökülemeden kulaklarımızı acı acı çalan siren sesi doldurmaya başladı. Eva korkuyla çığlık atarak yerinden fırladı. Peşinden ben de ayağa fırladığımda birden tüm ışıklar kesildi. “Nehir? Neler oluyor? Bu yangın alarmı değil mi?” Battaniyeyi nihayet omuzlarımdan atıp, “Bilmiyorum,” dedim telaşla telefonumun fenerini açmaya çalışırken. Koridorda bağrışlar vardı. İnsanlar gece vakti ansızın çalan alarm yüzünden ve kesik ışıkların verdiği korkuyla çığlık ata ata kaçışıyorlardı. “Elektriğin hemen geri gelmesi gerekirdi. Burada elektrik asla tamamen kesilmez. Akın,” dedi Eva aklına ilk gelen ismi sayıklayarak. “Akın’ı arayacağım!” “Tamam, burada kal, ne olduğuna bakacağım,” dedim fenerin yaydığı ışıkla kapıya doğru gitmek için hareketlenirken. “Gitme, Nehir. Tehlikeli olabilir.” Tehlikeliydi, biliyordum. “Yanında herhangi bir silah var mı?” Eva, “Sadece bu var,” diye heyecanla konuşurken çantasını karıştırıp içerisinden çıkardığı küçük çakıyı bana doğru uzattı. “İşe yaramaz Nehir, gitme, Akın’ı ararım. Kulüp buraya çok yakın hemen gelirler.” Çakıyı avucumun içerisine hapsedip sertçe yutkunmaktan kendimi alamadım. “Onu ara, ben de dışarıyı kontrol edeyim. Eğer gerçekten yangın varsa geç olmadan çıkmamız gerekiyor tamam mı? Ara hadi Eva!” Bağırmamla birlikte ancak kendine gelebilmiş gibi telefona sarılıp Akın’ı aradı. Şok hâlinden çabucak sıyrılmasını sorgulamadım, sonuçta dâhil olduğu hayat ona soğukkanlı olmayı mecbur kılıyordu. Telefonu önümde tutup yolumu aydınlatmasını sağlayarak kapıya ulaşırken Eva olup bitenleri Akın'a anlatıyordu ve yaşadığı telaş yüzünden kelimelerin çoğunu yanlış telaffuz ediyor, unutuyor ve bir kısmını İngilizce olarak tamamlıyordu. Hasan’ın attığı mesajın üzerine böyle bir şeyin olması beni düşündürüyordu. Gerçekten tesadüf olabilir miydi yoksa bu onun oyunu muydu? Açıkçası Cesur’un sınırlarına kadar girip oyun oynamayı göze alacak yüreği taşıdığından emin değildim. Daha çok kaçak dövüşmeyi seven bir tipe benziyordu. Ancak artık kendi çöplüğünde lider konumundaydı ve onun gibi biri kendisini kanıtlamak isterdi. Bu yüzden gözünü karartabilirdi. Onun buralarda olabileceğini düşünmek avucumdaki çakıyı daha sıkı tutmama neden oldu. Korkuyordum, evet ama aynı zamanda ona karşı öylesine güçlü nefret doluydum ki canını yakmak, hatta canını almak istiyordum. Koridora çıktığımda bağrışan insanların arasına karıştım. Kat neredeyse boşalmıştı. Koridorda koşuşturan herkes telefonlarının ışıklarından yardım alıyordu ve siren hâlâ çalmaya devam ediyordu. Otel o kadar büyüktü ki ana koridora çıkan dört farklı koridor daha bulunuyordu. Asansörler devre dışı kaldığı için herkes merdivenlere hücum etmişti. Benim adımlarım da o tarafa doğru yöneldiğinde kalbim hızlı hızlı atıyordu. Korku ve öfke iki iyi dostmuş gibi kol kola vererek boynuma dolanmıştı. Biri kanımı donduruyor, diğeri kanımı kaynatıyordu. Hasan’ın burada olup olmadığını bile bilmezken bilinçsizce, “Neredesin?” diye bağırdım. Sesim siren sesi ve bağrışların içerisinde kayboldu. “Neredesin piç kurusu? Bu kadar mı? Tüm cesaretin bu kadar mı?” Ellerim titriyordu. Gözlerimin önünde beliren tek sahne vardı. Hümeyra ve Yonca'nın kurşunlandığı anlar tekrar tekrar zihnimin perdesine yansıtılıyordu. Onları benden kopartan ikinci isim Hasan’dı. İlk isim olan Tolga çoktan çürümeye başlamıştı ve sıra artık Hasan’daydı. Onun iğrenç imalar taşıyan yüzündeki sinir bozucu gülümsemeyi dondurmak, alayla bakan gözlerini cansızken görmek istiyordum. Ana koridora ulaştığımda insanların çok daha güçlü çığlıklar atıyor olmaları beni durdurdu. Bedenime çarparak geçenlerin arasından etrafa bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştım. “Polis! Polis yok mu?” diye feryat eden birinin yüksek desibeldeki sesi kulaklarıma ulaştığında yutkundum. Bu sadece bir yangın mıydı yoksa başka bir şey miydi? İnsanlar merdivenlerden daha erken inebilmek için birbirlerini itip kakarlarken ben olduğum yerde kalmaya devam ettim. Sanırım katta tek kalan bendim. Siren hâlâ çalıyordu ve kimsenin onu kapatmaya niyeti yokmuş gibiydi. Burnuma yangın olduğuna dair hiçbir koku gelmiyordu, tek ayırt edebildiğim ferah bir çiçek kokusuydu. O kadar yoğundu ki birinin kaçarken parfümünü düşürüp kırdığını bile düşünmeye başlamıştım. Avucumda duran telefon çalmaya başladığında arayanın Cesur olduğunu gördüm. Erkandaki ismine bakarken ve açmak için harekete geçerken gözlerim telefonun erkanından kayarak yeri aydınlatan fener ışığının gösterdiği alana düştü. Yer ıslaktı. Omuzlarımı savaşa hazırlanırcasına dikleştirirken feneri kaydırarak ıslaklığın kaynağını aramaya başladım. Su yoğunluğu asansörlerin olduğu kısma doğru artıyordu. Birkaç adım daha attığımda üzerinden onlarca kişinin geçmesinden mütevellit sağa sola sıçramış olan su birikintilerine karışan kızıl rengi yakaladım, adımlarım kesildi, telefon bir kez daha çalmaya başladı. Feneri çekinik bir hareketle biraz daha ileriye doğru kaydırdım. Yere devrilmiş paspas arabasını gördüğümde kokunun kaynağının o olduğunu anladım. Temizlik için kullanılan deterjan dökülmüş olmalıydı. Bu kez suya karışmış olan kızıl rengi takip ettim ve yerde uzanan bir bedene ait ayaklar fenerin aydınlattığı alanda belirmeye başladı. Ne göreceğimi biliyordum ama yine de kafamı iki yana sallayarak çoktan gözlerimin perdesine yansımış olan görüntüyü silmeye çalıştım. Titreyen elim feneri biraz daha kaydırdığında elinde kalan paspasla yere yığılmış olan yaşlı adam tamamen görüş alanıma girdi. Yüzü bana dönüktü. Açık kalan gözleri dehşetle bakıyordu ve beyazlaşmaya yüz tutan saçlarının arasından sızan kan çehresinin her noktasına bulaşmıştı. Kurşun yarasıydı ve hiç ses duyulmadığına göre susturucu kullanılmıştı. Buradaydı. Hasan buradaydı. Telefon yeniden titremeye başladığında aniden irkildim ve telefon elimden kayarak ıslak zeminde birkaç kez sekti. Ters düştüğü için feneri hâlâ yanıyor olsa da artık etrafı aydınlatmıyordu. Orada ayaklarıma beton dökülmüş gibi dikilmeye devam ederken siren hâlâ çalıyordu. Ama o sireni delen ve beni kendime getiren gürültüyü duyabilmiştim. Bir kapının kırılır gibi açılmasıyla ortaya dökülen acı çığlık geldiğim koridora dağılınca irkildim. “Eva,” diye sayıklarken kendimi bulduğumda ancak ne olduğunu kavrayabildim. Beni arıyorlardı ve Eva odada yalnızdı. “Eva!” diye çığlık atarak koridorda koşmaya başladım. Kaldığım odanın bulunduğu koridora dönerken önümü görebildiğim söylenemezdi. Öyle ki bir bedene sertçe çarpana kadar önümde birinin olduğunu anlayamamıştım. Çarptığım kişi, “Demek buradasın,” diye hırlayıp beni kollarımdan sıkıca tuttu ve sanki iyice sersemletmek istercesine solumda kalan duvara doğru savurdu. Düşmemek için ellerimi duvara dayasam da alnımın oraya çarpmasına engel olamamıştım. “Öylece kaçmayacağından emindim. Yoksa beni mi arıyordun?” Hasan beni karanlıkta netçe görebiliyormuş gibi saçlarımdan yakalayarak ayağa kalkmamı sağlayıp yeniden kafamı vurur gibi duvara yasladı. Tüm bedenim duvara yapışmışken dudaklarımın arasından acı dolu inilti döküldü. Beni orada sıkıştırmak ve savunmasız kılmak adına bedenini arkama dayadığında kurtulmak için tüm gücümle çırpındım. Ancak sersemlemiş hâldeydim ve bedensel güç olarak ona karşı zayıftım. Beni kolayca bastırdı, bunu bedeniyle bedenimi iyice duvara bastırarak yaptı. “Benden bu kadar korktuğunu görmek gururumu okşuyor,” dedi ellerini belimin iki yanına sardığı sırada. “Telefonda konuşurken sözlerinden cesaret akıyordu, bir de şu anki hâline bak.” “Piç kurusu,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. Yüzümün bir kısmı duvara dayalı olduğu için sesim boğuk çıkmıştı. Güldü. “O güzel ağzını küfretmek dışında daha yararlı şeyler için kullanabilirsin. Kullanmanı sağlarım, eğer istersem.” “Seni öldüreceğim,” diye tısladım. “Tıpkı Tolga gibi geberip gideceksin.” “Güzel hayal kuruyorsun. Sence ben onun kadar aptal mıyım?” “Aptalsın. Neden biliyor musun, çünkü buraya geldin.” “Değil mi? İstediğimi almak söz konusu olduğunda ne kadar cesur olduğumu görmeni istedim,” derken cesur kelimesine yaptığı vurguyu kaçırmadım. “Karanlığa ve kargaşaya sığınarak Cesur’un sınırlarında gezerek cesur olduğunu mu sanıyorsun?” dediğimde sanki sözlerim sinirlerini bozmuş gibi belimdeki ellerini sıklaştırarak etimi ezdi. “Peki sen yatağına girdiğin adamın kaç gün daha seni orada saklayacağını sanıyorsun?” dedi sertçe. “Kopyayla oynamaktan sıkıldığında sana yol görünecek ama sakın yalnız kalacağını düşünerek korkma. Çünkü o yolun sonunda seni bekliyor olacağım Nehir. Senin için güzel hayallerim var.” “Sıkıysa şimdi gerçekleştirsene,” dedim öfkeyle. “Beni kışkırtmaya mı çalışıyorsun?” derken kendisini kalçalarıma doğru iyice bastırdı. “Eğer niyetin buysa başarılısın güzelim. Devam et. Gelmeleri biraz daha sürer, keyfini çıkartacak kadar vaktim var.” Terleyen avucuma gömülmüş çakıyı tutmaya devam ederken dişlerimi sıktım. Bedenime yaptığı baskı midemi bulandırıyordu. Beni duvarla arasında kıstırmıştı, hareket bile edemiyordum. Sadece ellerim serbestti ama onları da belirli şekillerin dışında oynatamıyordum. “Sana tüm bunların bedelini ödeteceğimi biliyorsun değil mi?” dediğimde niyetim dikkatini dağıtarak çakının olduğu elimi istediğim gibi oynatabilmekti. “Hep bu kadar haşin miydin anlamak imkânsız,” dedi yüzünü kulağıma doğru yaklaştırdığı sırada. Dili hafifçe dışarıya çıkıp kulağımın üzerinden boydan boya geçtiğinde elektrik akımına tutulmuşum gibi irkilip ondan kurtulmak için çırpınmaya başladım. Alnını kafama bastırarak kafamı da sabitledi ve bu sırada belimdeki elinin teki sinsice kayarak kazağımın içerisine girdi. “Seninle neler yapacağım hakkında hiç tahminin var mı? Cesur aradan çekilecek, tamamen bana kalacaksın-” “Ancak hayal kurarsın!” “Çekilemeyeceğini söyleyemiyorsun değil mi?” Ufak bir kahkaha attı. “O takıntılı piç siktirip gittiğinde gerçekleştireceğim en büyük hayalimi bilmek ister misin?” Eli çıplak karnıma dokundu, sıcak parmakları karnımın derisine gömüldüğünde dokunuşundan kaçmak istercesine kendimi kastım. “Seni yatağıma hapsedeceğim, günlerce,” dedi, yüzümü ekşittim. “Ve bu anların bir izleyicisi olacak. Kim bilmek ister misin?” Kusma hissim arttı. Hayal dünyasında nasıl bir sapkın olduğuyla yüzleşmek korkumu katlıyordu. “İstemez misin?” dedi sessiz kalmamın üzerine. “Ama ben isterim,” dedi daha sonra. “Yiğit var ya o Yiğit. Tüm o sıcak anlarımıza ortak olacak.” “Piç kurusu,” diye hırladım. “İğrenç bir herifsin. Yemin ediyorum ki seni öldürürken sana hiç acımayacağım.” “Hayaller, hayaller,” diyerek benimle dalga geçti. Sesinden akan neşe bu anlardan aldığı keyfi gözler önüne seriyordu. Parmakları karnımın üzerinden kayarak pantolonumun sınırlarında gezinmeye başladığı sırada çakının açılması için üzerinde bulunan düğmesine bastım. Havayı yırtan o sesi duyabilirdi ama tam da o an kesilen siren sesine dikkat ettiği için bunu fark etmedi. “Siktir,” diye fısıldadığını işittim ama bu korkudan değildi. Sanırım umduğundan daha kısa zamanı kaldığını anladığı içindi. Hâlâ belimde duran diğer eliyle hızla saçımı kavrayıp kafamı kendisine doğru çektiğinde, “Bana bak,” diye hırladı, artık alay yoktu. “Beni dayım gibi kolay av sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Buraya geldim, haberi bile olmadı. Ona söyle istersem şu anda ellerimin altında olan oyuncağını öldürürdüm de. Yapmıyorum neden biliyor musun? Birincisi sana yazık olur, seninle ilgili daha farklı hayallerim olduğunu artık biliyorsun. İkincisiyse her an her yerden karşısına çıkacağımı düşünerek yaşamasını istiyorum. Kimseden korkmayan Cesur Çağlayan,” dedi onun ismini alayla telaffuz ederek. “Benden korkmayı öğrenecek.” “Bir korkaktan bir çocuk bile korkmaz ve sen korkağın tekisin.” Koridordaki ışıklar teker teker yanmaya başladı. Çıkan ses üzerine kafasını kısa bir anlığına yanan ışıklara çevirip yeniden küfretti. “Ve ayrıca aptalsın da,” dedim gülerek. “Ben intikam almaktan bile vazgeçmiştim ama artık ben vazgeçsem de Cesur vazgeçmeyecek. Gidip ölümünün fazla acılı olmaması için dua etmeye başla. Ama sana bir sır vereyim mi? Ona bile vaktin olmayacak.” Işıkların yanmasıyla bedenime doğru çekerek sakladığım çakıyı hızla geriye doğru savurdum ve onun karın boşluğuna sapladım. Haykırarak küfredip geri çekildi. Serbest kaldığım anda ona doğru atılıp hâlâ elimde olan bıçağı yeniden bedenine savurmak istedim. Beni yakalaması fazla uzun sürmedi. Bir eli boğazımı kavrarken diğer eli bıçağı tutan elimi yakaladı. Bıçağın ucundan yere damlayan kanın çıkardığı sesi duyarken kaldığım odadan çıkan adamları fark ettiğimde gözlerim dehşetle büyüdü. Başkalarının da olabileceğini hiç düşünmemiştim ve üstelik Eva onların elindeydi. Hasan aldığı yaradan dolayı ekşi ve öfkeli bir suratla bana bakarken bıçağın olduğu bileğimi kıvırarak istediği şekle soktuğunda artık bıçağın hedefinde benim yüzüm vardı. Işığın altında parlayan kanla kaplı bıçağı yanağıma bastırdığında bıçağı kendim tutuyor olmama rağmen üzerinde söz sahibi değildim. “Düşündüğümden daha tehlikelisin,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. Asansörlerin artık çalışmaya başladığını belli eden o minik ses bize ulaştığında sırıttım. “Kaçamayacaksın.” “Sana yanıldığını kanıtlayacağım,” dedi tüm acısına rağmen tıpkı benim gibi sırıtarak. “Hatta bu yüzden boğazını ikiye ayırmayacağım. Nasıl kaçtığımı ve nasıl beni bulamayacağınızı görebilmen için.” Sırıtışı biraz daha genişledi. “Ama senin terbiye edilmen gerekiyor. Verdiğim ilk terbiyeyi unutmuşa benziyorsun.” Benim yüzümde olan gülümseme hava kaçıran balon gibi saniye saniye sönerken onun gülümsemesi katlandı. Gözlerindeki sinsi bakışla bana bakarken bileğimi kıvırarak elimdeki bıçağı kaptı ve ben daha ne olduğunu bile anlamazken elinin tersiyle yüzüme sert bir tokat geçirip bedenimin duvara doğru savrulmasına ve daha sonra da yere kapaklanmasına neden oldu. Dudağımın yırtılır gibi sızladığını hissettiğim sırada ağzıma yayılan kan tadını aldım. Hasan karın boşluğuna aldığı bıçak yarası yüzünden acıyla yüzünü buruşturarak, kurtulmak için elinden geldiğince çırpınan Eva’yı bize doğru yaklaştıran adamların yanına gitti. Ne yapacağını anladığım saniyede bir an için nefesim kesildi. “Hayır!” diye bağırdım kafamı dehşetle iki yana sallarken. Eva korku dolu gözlerini Hasan’dan sektirip bana çevirdiğinde oradaki yardım çığlıkları boğazımın düğümlenmesine neden oldu. Çıkardığı boğuk sesler dışında bir şey söyleyemiyordu, çünkü onu tutan adam tek eliyle ağzını sıkı sıkıya örtmüştü. Hasan tam Eva’nın önünde durduğunda omzunun üzerinden dönüp hâlâ yerde kalan bana kısa bir bakış attı. Yemin edebilirdim ki gözlerinde şeytanlar dolanıyordu. Engel olmak istercesine düştüğüm yerden kalkmak için savaşırken Hasan çaresizliğime gülüp gözlerini yeniden Eva’ya çevirdi. Bunu yaptığı anda eli de hareketlenmiş, kendi kanına bulanmış olan bıçağı doğrudan Eva’nın karnına saplamıştı. Onun boğuk, acı çığlığı kulaklarıma ulaştığında sanki aynı bıçak benim göğsüme de saplanmış gibi sarsılırken henüz ayağa kalkamamış bedenim yeniden yere yığıldı. “Hayır,” diye sayıkladım kendimin bile duymadığı bir sesle. “Lütfen, hayır!” Eva irice açtığı gözlerinden fışkıran dehşetle yere doğru kaydı. Onu tutan adam arkasından çekildiğinde artık ayakta kalmasına yardımcı olacak hiçbir desteği olmadığı için bedeni bir çuval gibi yere yığıldı. Hasan bana son kez bakıp güldü. “Tekrar karşılaşacağız,” dedikten sonra diğer adamlarla birlikte ortalıktan kaybolmasını takip edemedim. Gücü çekilmiş bedenimi yerde sürüye sürüye Eva’ya ulaştığımda gözyaşlarım çoktan boşalmaya başlamıştı. Tepesinde bilincini kaybetmişçesine dikilip titreyerek ona bakmak dışında hiçbir şey yapamazken Eva, “N-Nehir,” dedi acıdan kıvrandığını saklamadan. Sesindeki yakarış, yardım isteği içime çöreklenerek beni tıpkı bir güve gibi kemirmeye başladı. “Çok... çok a-acıyor.” Elleri karnındaki yaranın üzerindeydi ve orası bir kan gölüydü. Ruhumun bedenimden söküldüğünü hissederek zangır zangır titreyen elimi yarasının üzerine uzattım. Parmaklarıma kanı bulaştığında boğazımdan sert bir hıçkırık kaçtı. Elimi yarasına bastırdım, elim bileğime kadar kana karıştı. O soğuk sıcaklığı derimin etrafında hissedince midem çalkalandı, kusmamak için kendimi kasmak zorunda kaldım. Parmaklarımın altındaki yarıktan sızan yapışkanımsı sıvı o kadar güçlü akıyordu ki bu beni korkuttu. Diğer elimi de kan gölünün üzerine yerleştirip bastırdım. Eva acıyla inleyerek kafasını hafifçe iki yana salladı. Gözlerinin kenarından peş peşe birkaç damlanın kaydığını gördüm. Güzel dudakları sürekli aralanıp kapanıyordu, can çekişirmiş gibi. “İyi olacaksın. İyi olacaksın, Eva. Beni duydun mu?” dedim bilincim dışında bağırarak. Ellerimi kısa bir anlığına üzerinden çekip giydiğim kazağın eteklerini kavradım ve onu tenimden kazırcasına sıyırarak bir top hâline getirip Eva’nın yarasına bastırdım. Açık renkteki kazağın sünger misali kanı emerek bünyesinde toplamasını midemin kasılmaları eşliğinde izledim. Sadece sutyenle tepesinde dikilirken, “Beni bırakmayacaksın. Sen de beni bırakmayacaksın,” dedim kendi kendime konuşur gibi. Birkaç hıçkırık dudaklarımın arasından döküldü. Eva’nınsa kriz geçirirmiş gibi çenesi titremeye başlamıştı. “N-Nehir,” diye adımı sayıkladığında bilincinin kaymaya başladığını fark etmek yutkunurken boğulacakmış gibi hissetmeme neden olmuştu. “Buradayım, buradayım,” dedim çaresizce yardım arar gibi etrafa bakarak. Sonra, “Cesur!” diye bağırdım. “Lütfen gel! Lütfen artık gel!” “N-Nehir...” “Buradayım, yanındayım. Benimle kal, tamam mı? Benimle kal Eva.” Hıçkıra hıçkıra ağlayacakmış gibi yüzü ekşidi ama ağlayamadı. “Ö-ölmek istemiyorum,” diye fısıldadı, aldığım soluk diken olup göğsüme battı. O an çoktan durmuş olan siren sesi zihnimin içerisinde yeniden çalmaya başladı. Kulaklarım bu sözleri kabul etmezmiş gibi kanayacak kadar uğuldadı. Yanaklarımdan dökülen sıcak damlalar tenimi yakarak geçti. “Eva?” dedim tepki vermesini istercesine ellerimi karnına iyice bastırırken. Tepki vermedi. Kısacık bir aradan da olsa açık duran gözleri yavaşça kapandı ve başı omzuna doğru düştü. Bu sırada gözlerinin kenarında asılı kalan birkaç damla peş peşe kayarak yanaklarından süzüldü. Koridorun başından sesler gelmeye başladı. Buğulu gözlerim hızla bize doğru yaklaşan siluetleri yakaladı ancak kim olduklarını çözmek imkânsızdı. O sırada kafamın içerisindeki siren sesi çok güçlüydü ve onu delebilen tek bir cümle vardı. “Ölmek istemiyorum.” ××× Sence Eva ölür mü?🥺
|
0% |