@yazarimsibirileri
|
Üzerinde tonlarca yük varmış gibi ayırmakta zorlandığım kirpiklerimi açmayı başardığımda pencereden içeriye vuran gün ışığı gözlerimin acıyarak yaşarmasına neden oldu. Birkaç kez kirpiklerimi kıvırarak ışığa alışmaya çalıştım. Sonunda saklandığı bulutların arasından çıkmaya karar veren güneş şehri ele geçiren sis yumağının el verdiğince bir görünüyor bir kayboluyordu. Saatin kaç olduğunu öğrenmeyi hedefleyen yorgun gözlerim odanın duvarlarında arayışa çıktı. Adını sık sık duyduğum özel hastanelerden birindeydim, bunu hatırlıyordum ama bu yatağa nasıl geldiğimi hatırlamıyordum. Duvarda yer alan saatteki akrebin öğlene ulaşmak üzere olduğunu fark ettiğimde dudaklarımdan garip bir iniltinin dökülmesine izin verdim. Başım uyumuş gibiydi, ayrıca sanki koca bir tırı halata bağlayıp çekmişim gibi tüm vücudum ağrıyordu. Sanırım uzun süre boyunca kendimi kastığım için bu hâldeydim. Yataktan yavaşça doğrulurken kolumdaki damar yolunu ancak fark edebildiğimde yüzüme ekşi bir ifade yayıldı. Son damlasına kadar kendimi güçlü kalmak için tuttuğumu hatırlıyordum ve doktorun dudaklarından dökülenleri duyduğum anda bunu yapmayı kesmiştim. Böylece bedenim güç ünitesinden ayrılmış gibi birden kendisini kapatmıştı. Damar yoluna bağlı olan herhangi bir serum bulunmadığı için özgürce hareket ederek doğrulup ayaklarımı yataktan aşağıya sarkıttım. Üzerimde bana oldukça büyük ve bol gelen bir tişört vardı. Kokusu o kadar yoğundu ki onun kime ait olduğunu, üzerime giydirdiği anı hatırlamıyor olsam bile anlardım. Kendi kazağımı Eva’nın karnına turnike yaptığım için ortada sadece sutyenimle kalmıştım ve Cesur bu yüzden üzerindeki tişörtü çıkartarak başımdan geçirmişti. Bunu hatırlıyordum ama üzerimdeki başka bir tişörttü. Çünkü ilk giydiğimin tamamen kana bulandığından emindim. Üstelik pantolonum üzerimde değildi ve onu kimin çıkarttığını da hatırlamıyordum. Aslında cevap ortadaydı; daha rahat uyuyabilmem için Cesur çıkarmış olmalıydı. Ellerimi iki yanımdan yatağa bastırıp boş bakışlarla zemini izlemeye koyuldum. Aklımda dönüp duran sahneler kesik kesikti. Eva’yı apar topar hastaneye kaldırmıştık, çok kan kaybettiği söylenmişti ve onu hemen ameliyata almışlardı. Kan grubunun A+ olması arayışa çıkmamızı gerektirmemişti, kolayca hallolmuştu. Geriye uzun süren ameliyatın bitmesini beklemek kalmıştı, ki o anlarda pek de kendimde olduğumu söyleyemezdim. Ama doktorun ameliyattan çıkıp iyi geçtiğini, tehlike olmadığını söylediği o anı netçe hatırlıyordum. Zaten işte o an benim için çözülme noktası olmuştu. Tişörtün bana geniş olan yakası sol omzumu ortaya çıkartmış, uzun etekleri elbise gibi baldırlarıma dökülmüş hâldeydi. Odada yalnızdım, ta ki birisi yatağın ayakucunda kalan kapıyı yavaşça açana kadar. Dönüp kimin geldiğine bakmadım ama gelen kişi beni uyanmış ve yatakta otururken görünce kısa bir an duraksamıştı, kesilen adımlarından bunu anlamıştım. Ardındansa kapıyı kapatıp bana doğru yaklaşmıştı. Ağır adımlar, odaya yayılan yemek kokusu ve gelenin o olduğunu hissetmiş gibi sakin ritmini aniden yükselten kalbimle hareket etmeden ve gözlerimi zemindeki noktadan ayırmadan beklemeye devam ettim. Eğer göğsüme bağlı olan bir EKG cihazı olsaydı düz bir çizgide ilerleyen nabzımın hızla tepeye yükseldiğini kâğıda işlerken ürpertici sesler çıkartabilirdi. Cesur önümden geçerek getirdiği tepsiyi yatağın kenarındaki komodine bıraktı. Sanki geri döndüğünde uyanacağımı biliyordu. Hemen orada bulunan sandalyeyi önüme çekerek oturduğunda boyu benden uzun duruyordu. Zeminle arama giren bedeni yüzünden artık bakışlarım göğsünün üzerindeydi. Yeni bir tişört giymişti ve bedeni tişörtün içerisine zorla sıkıştırılmış gibi gergin, ayrıca her an dikişlerini attıracakmış gibi de şişkin duruyordu. Göz ucuyla baktığım tepside dumanı tüten bir çorba ve küçük şişe sulardan bulunuyordu. Acıkmıştım, midem aldığım nefis kokudan ötürü kıvranıyordu. Ancak tüm olanlardan sonra iştahımın yemek kabul edebileceğini sanmıyordum. Yine beden olarak ve ruh olarak kendimi aşırı yorgun hissettiğim anlardan birindeydim, artık bu anları atlatmak iyice zorlaşmaya başlamıştı. Cesur bir süre karşımda sessizce oturdu. Ona bakmıyordum ama o, bana bakıyordu. Solgun olduğuna emin olduğum yüzümün her karesinde dolanan gözleri geçtiği yerlerde karıncalanma oluşturacak kadar keskin ve derindi. Sessizlik aramızda büyüdükçe kelimeler dudaklarımdan dökülmek için bana yalvardı ama onları serbest bırakacak gücü kendimde bulamadım. Bu sırada, “Artık bir şeyler yemen gerekiyor,” dedi konuşmak için konuşurcasına. Sesini duymayı özlediğimi o an fark ettim. Aradan geçen birkaç günde en çok her konuda beni yatıştırmayı bilmesini ve sesiyle sakinleştirmesini aramıştım. Onu cevapsız bıraktım. Sanki cevap vermemem daha çok gerilmesine neden oldu. Karşımda dimdik duruyordu ama öte yandan omuzları düşmüş gibi hissetmeme neden oluyordu. Uzanıp kâseyi altındaki tabakla birlikte aldı ve kaşığı içerisine daldırıp çorbayı ağzıma taşımadan önce sıcaklığını azaltmak istercesine yavaşça üfledi. Sıcak nefesi kaşıktan sekerek yüzüme çarptığında derin bir soluk alarak irkilişimi saklamaya çalıştım. Ardından Cesur kaşığı dudaklarıma yaklaştırıp bekledi. O an odaya girdiğinden beri ilk kez ona baktım. Yorgun görünen koyu kahve gözlerinde sanki bir şeyler kırıldı. Sırtına keskin bir hançer saplanmış gibi kasıldığını fark ettim. Dudaklarım yavaşça aralanıp kaşığı içeriye davet ettiğinde gözleri dudaklarıma kaydı. Oradaki kabuk bağlamaya başlamış çatlağa uzun uzun baktı ve baktıkça gözlerindeki karanlık arttı. Cesur sessizliğin devam etmesi karşısında biraz daha gerildi. Kaşığı ikinci kez kâseye daldırırken dişlerini sıktığını yakaladım, kısa sakallarla bezeli olan yanaklarındaki minik kıpırtılar orada seğiren kasları ortaya seriyordu. Yeniden kaşığa aldığı çorbaya üfledi ve yeterince soğuttuğuna emin olunca ancak kaşığı bana doğru yaklaştırdı. Gözlerimi ondan ayırmadan ikinci lokmanın boğazımdan kaymasına izin verdim. Kaşığı tutan eli sıklaştı, parmak uçları hafifçe beyazladı. Yine ona baktım, sadece bunu yaptım. Ancak Cesur artık buna dayanamıyormuş gibi kaşığı gürültüyle kâsenin içerisine atıp, “Bana öyle bakma,” dedi sert ve bir o kadar da yalvarır gibi çıkan bir sesle. Sözcükler ancak çıkış iznini alabilmiş gibi dudaklarımdan dökülmeye başladı. “Neden gelmedin?” diye sorduğumda sesim normal seviyedeydi ve biraz da frekansı bozulmuş radyo misali şırıltı barındırıyordu. “Gelebileceğim en hızlı şekilde geldim,” dedi kâseyi aldığı yere geri bırakırken. “Yine de geç kaldım biliyorum-” “Daha önce,” dedim onu durdurarak. Benim sorumun cevabı bu değildi. “Daha önce neden gelmedin, Cesur?” Durdu, sonra dişlerini daha çok sıktı. “Yalnız kalmanın sana iyi geleceğini düşünmüştüm-” “Gelmiyor,” diyerek yine lafını kestiğimde koca bir damla hızla yanaklarımdan yuvarlandı. “Zaten hep yalnızdım. Hiçbir zaman bunun iyiliğini görmedim.” “Seni tamamen yalnız bırakmadığımı biliyorsun-” “Ama yine de yalnız bıraktın! Bırakmasaydın tüm bunlar olmayacaktı!” dedim birikmiş tüm kinimi kusmak istercesine biraz sesimi yükselterek. “Ya doğru düzgün yanımda ol ya da beni tamamen bırak-” “Nehir,” dedi adımı vurgu ve uyarıyla telaffuz ederken. “Eğer daha iyi hissedeceksen her şey için beni suçlamaya devam et. Ama bırakmaktan bahsetme.” Gözlerimden bir damla daha firar ederken ondan kaçmak istercesine ayağa fırlayarak odanın içerisinde ne yapacağımı bilmez hâlde dolandım. “O, nasıl?” diye sordum Cesur’a geçirmeye hazır olduğum tırnaklarımı birkaç santim geriye çekerek. “İyi, iki saat önce uyandı, her şey yolunda.” “Gidip onu göreceğim. Sonra da buradan-” diye başlamıştım ki nedense kendimi birden susarken buldum. Kapıya doğru yönelen sert adımlarımı, “Şu anda yine uyuyor,” diyerek kesti. Onun da ayaklandığını hissettiğimde biraz olsun rahat nefes alabilmek için pencereye doğru ilerledim. Camı açıp serin havanın yüzüme çarparak saçlarımı havalandırmasını takip ederken Cesur hemen arkamdaydı. “Sonra da buradan ne?” Kollarımı göğsümün üzerinde bağlayıp, “Sonra buradan gideceğim,” dedim buz gibi bir sesle. Göremesem de kaşlarını çattığından emindim. Hatta yüzündeki o sarsılmaz ifade sertleşmiş, gözlerindeki bakış fırtınalarla kuşanmıştı. Bana karşı sabırlı olmaya çalışıyordu, fark ediyordum. Onu ne yönden vuracak olursam olayım bunu sakinlikle karşılayacaktı ama konu gitmeye gelince onun sınırlarını geçmiş oluyordum ve tüm sakinliği bitiyordu. “Beni mi deniyorsun?” dediğinde aslında göründüğünün aksine öfkeli olduğunu hissetmek irkilmeme neden oldu. Bana yüzüne sabitlediği maskenin altından bakıyordu, aslında içi kaynayan bir kazan gibiydi ve bunun nedeninin ne olduğunu biliyordum. Bunun nedeni sınırlarının ihlal edilmesi ve bu olurken ruhunun bile duymamış olmasıydı. “Hayır, yapacağım şeyi söylüyorum. Beni kapıya koymanın vakti geldi.” Kolumdan tuttuğu gibi sert bir hareketle bedenimi kendisine çevirdiğinde karanlık gözleri gözlerimi esir aldı. “Yine saçma sapan konuşuyorsun. Bu kez fırtınaya doğru uçma, Nehir, bu kez sabrım yok.” “Görmüyor musun sürekli yara alıyorum? Artık kurtarılacak hâlde değilim,” dedim acıyla. Sanki ben o an bir hastane odasında sedyede yatan hastaydım ve ruhum bedenimi terk etmek üzereydi. Kalp atışımın zayıflayan sesleri kulaklarıma doluyordu. Cesur ise beni hayata döndürmeye yemin etmiş o doktordu. Elindeki şok cihazını göğsüme bastırıyor, zayıflayan kalbimi yeniden canlandırmak için ter döküyordu. “Senden izin almak zorunda değilim ama peşimden geleceğini, bir gölge gibi beni takip edeceğini biliyordum. Bırak gideyim, Cesur. Gittiğimde her şey çözülecek. Kimse tehlikede olmayacak, huzura ereceksiniz-” “Senin gitmen benim için huzur değil ancak cehennem olur,” dedi. “Ama kaldığım müddetçe cennet yüzü de görmeyeceksin,” dedim. “Eğer yanımda olacaksan ben cehennemde bile huzurla yaşarım,” diyerek son noktayı koyduğunda ona kafamı ağır ağır iki yana sallayarak baktım. “Memnun musun?” diye sordum daha sonra. “Beni yanında tutmak istediğin için olanlardan memnun musun? Bak,” derken elimle patlamış dudağımı gösterdim. “Bak ben bununla atlattım ama Eva, benim yüzümden ve senin yüzünden ölümden döndü.” Büyük eli çenemi kavradı. Tutuşunda naziklik yoktu. Uyguladığı güç yüzümü ekşitmeme neden olurken, “Benim yüzümden,” dedi dudağımdaki çatlağa bakarak. “Zehrini kus, beni suçla, bana kız. Çünkü dün gece ne olduysa hepsi benim yüzümden oldu.” Ben kendimi suçluyordum. O da kendisini suçluyordu ve üstüne benim de onu suçlamamı istiyordu. Islak kirpiklerimin arasından birkaç damla peş peşe düştü. Öfkenin bedenimden çekildiğini hissettiğim sırada, “Neden gelmedin, Cesur?” diye sordum ufak bir hıçkırık eşliğinde. Aniden yelkenleri indiren tavrımı garipsedi ama gözlerindeki sert bakışın yumuşadığını gördüm. Çenemi serbest bırakıp beni göğsüne doğru çektiğinde sanki tek ihtiyaç duyduğum şeye kavuşmuşum gibi ona sokulsam da “Dokunma bana,” diye sızlandım. “Sana sığındığımda daha iyi hissettiğim için kendimden nefret ediyorum,” dedim, beni daha sıkı sarıp sarmaladı. Kollarından kurtulmak için hafifçe kıpırdansam da aslında kurtulmak istemiyordum. “Bana böyle şefkat gösterme, kanıyorum, Cesur,” dedim ağlar gibi çıkan sesimle. “Şefkate o kadar açım ki sana kolayca kanıyorum.” Dudaklarını saçlarıma bastırırken, “Seni kandırmaya çalışmıyorum. Hiçbir zaman bunun için uğraşmadım,” dedi. Burnumu sertçe çektim. Sözleri sanki kulaklarıma hiç ulaşamıyormuş gibi, “En çaresiz anımda senin adını seslendiğim için kendimi asla affetmeyeceğim,” dedim yine aynı öfkenin damarlarımda dolandığını hissederken. Sırtına bir hançer saplamışım gibi tüm bedeni kasıldı. “O anda bana mı seslendin?” dedi sanki bu öğrendiği taşıyamayacağı kadar ağır bir yükmüş gibi. “Gelmedin. Sana seslendim, duymadın.” Saçlarıma doğru sert bir soluk verdi. “Eğer niyetin beni öldürmekse bunu bir silahla yap, Nehir, kelimelerle değil.” “Çok korktum,” diye fısıldadım. “Kendim için değil, Eva için çok korktum.” Eli sırtımda kayarak beni sakinleştirmek istercesine dolanırken, “İlk kez başarısız olmak bu kadar ağır geliyor,” dedi itiraf edercesine. Gözlerimi sımsıkı yumup, avucumun arasında sıkıştırdığım tişörtüne biraz asıldım. “Seni suçlamak, tüm öfkemi senden çıkarmak istiyorum.” “Yap,” dedi hiç düşünmeden. “Eğer iyi olacaksan buna razıyım.” “Ama bu bana daha farklı bir acıyla geri dönüyor. Oysa sana çok öfkeliyim-” Göremesem bile dudaklarından varla yok arası silik bir kıvrımın geçip gittiğini hissettim. “Gelmediğim için mi?” Sanki inişli çıkışlı garip ruh hâlim tam da bu noktada silkelenerek kendine gelmeye başladığında irkildim. Sanırım şu an konuyu değiştirmenin en doğru zamanıydı, yoksa yaşadığım duygusal çöküntü yüzünden her şeyi ortalığa seriverecektim. Boğazımı temizleyip, “Eva iyi, değil mi?” diye sordum emin olma umuduyla. “İyi. Yeniden uyandığında tamamen kendinde olacak. Bunu atlattı, o göründüğünden güçlü bir kadındır.” “Akın,” dedim durdum. Yavaşça Cesur’dan uzaklaşıp aramızdaki teması sonlandırırken sanki bunu reddeder gibi anında üşüyen bedenimi görmezden gelip kollarımı kendime doladım. Bu sırada Cesur yarım kalan cümlemi tamamlamama izin vermeden konuştu. “Saatlerce Eva’nın başında bekledi. Hâlâ yanında.” “Onları... biliyorsun?” “Elbette. Akın benim kardeşim,” dedi başka bir açıklamaya gerek görmeden. Çünkü kardeşler birbirlerini bilir ve anlardı. “Eminim artık benden gerçekten nefret ediyordur.” “Bu da nereden çıktı?” “Çünkü Eva benim yüzümden zarar gördü,” dediğimde lafımı kesmesine izin vermeyerek elimi kaldırdım. “Senin yüzünden değil, Cesur, benim yüzümden. Hasan kargaşa yarattı, bundan faydalandı. Gerçekleri konuşalım, sen her şeye aynı anda koşamazsın. Alabileceğin tüm önemleri zaten almıştın. Hasan sinsice saldırdı ve onu kışkırttım. Eva'ya saldıracağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Belki bunu düşünebilseydim asla sesimi çıkartmazdım.” “O orospu çocuğunun adını anma!” diye beklemediğim şekilde tısladığında kendimi irkilmekten alamadım ve bir kez daha emin oldum. Cesur ciddi derecede öfkeliydi. Derisinin altında saklanan canavar bu gibi anlarda yüzünü gösteriyor ve sonra da kabuğuna geri dönüyordu. “Ona öyle bir bedel ödeteceğim ki Nehir, sana yemin ederim tüm yeraltı bunu konuşacak.” “Ben-” “Sen değil, ben. Artık bu mesele senden çıktı.” “Ama ben de benim canımı yaktığı gibi onun canını yakmak istiyorum-” Elini dudağımdaki yaraya çıkartıp baş parmağıyla üzerini okşarken, tenime uyguladığı yumuşaklığa tezat vahşi bir tınıyla, “Onun o kadar canını yakacağım ki bugüne kadar kimlerin canını yakmışsa acısı çıkacak,” dedi. Gözleri öylesine karanlık bakıyordu ki kendimi bundan korunmak istercesine bedenime daha sıkı sarılırken ve sertçe yutkunurken bulmuştum. “Ona ne yapacaksın?” “Acıyor mu?” diye sordu sorumu duymazdan gelerek. Zaten cevabını duymaktan korktuğum bir soru olduğu için pek üzerinde durmadan kafamı hafifçe iki yana salladım. “Koridoru gören kamera kayıtlarını izledim,” dedi daha sonra. Karşımda kaskatıydı. Vücudunu saran belirgin kaslarının dalgalanışını izlemek ürkütücüydü. “Her yer karanlıkken orada neler oldu Nehir?” “Boş ver-” diye söze girmiştim ki çenemde asılı kalan elinin işaret parmağı dudaklarımın üzerine konarak geçiştirmelerimi susturdu. “Söyle,” diye buyurduğunda ona baktım. Derisinin altındaki canavar dudaklarımdan dökülecek kelimeleri bekliyordu. Parmağı hâlâ dudaklarımın üzerindeyken, “Beni kapıya koyacağını ve bu gerçekleştiğinde beni orada bekliyor olacağını söyledi,” dedim. Her kelimemde dudaklarım parmağına sürtündü, tenimin yandığını hissettim. Cesur’un taş kesilmiş suratında belli belirsiz, yapay bir gülümseme oluştu. Elini dudaklarımdan çekip sertçe yüzünü sıvazlarken gözleri benden kayarak pencereden dışarıya dönmüştü. “Onun derisini yüzeceğim,” dedi ağzının içerisinde konuşarak. “Kırılmadık kemiğini bırakmayacağım yine de kurtulabilmek umuduyla yerde sürünmek için çabalayacak.” Soğuk bir rüzgâr akımına tutulmuşum gibi tüylerim diken diken oldu. Sonra Cesur yeniden bana baktı. “Benim canımı yaktı,” derken burada kendisinden bahsetmediğinden emindim, benden bahsediyordu. “Onun canını alacağım.” ××× Hastane koridorunda yankılanan adımlarım yavaştı. Saatin ibresi akşama doğru uzanıyordu ve ben kaçıncı kezdir saymadığım şekilde kendimi Eva’nın odasına doğru giderken bulmuştum. Sürekli onu kontrol edip duruyordum, bundan sıkılıyor gibi görünmüyordu, hatta memnundu. Hâlâ ona değer veren bir arkadaşı olduğunu düşünüyordu, oysaki o yatakta yatmasına sebep olan bendim. Kimsenin görünürde olmadığı koridoru sola döndüğümde Eva’nın odası tam karşımdaydı ve Akın odadan çıkmak üzereydi. Onunla karşılaşınca adımlarımın sekteye uğramasına engel olamadım. Keskin gözleri oradaki varlığımı hemen yakaladığında kısıldı. Üzerini değiştirmiş olmalıydı, çünkü onun Eva’yı kucakladığı anları hatırlıyordum ve baştan aşağıya onun kanıyla boyanmıştı. Suratındaki yorgun ifade kadrajında ben olduğum için dağılmış, yerini ifadesizliğe ve buz bakışlara bırakmıştı. Kapıyı arkasından kapatırken sanki orayı benim için tamamen kilitlemek istercesine bakıyordu. Onu anlayışla karşılıyordum. Zaten başından beri benden hoşlanmıyordu ve şimdi de hoşlandığı kadın benim yüzümden karnına açılan koca bir kesikle hastaneye kaldırılmıştı. Danışma kısmındaki hemşireler dışında kimsenin bulunmadığı koridorun Akın’ın varlığı yüzünden bana dar geldiğini hissettiğim sırada beni yok sayarak geçip gitmesini umar gibi sırtımı duvara yaslayarak bekledim. Başım hafifçe öne doğru eğikti ve ona değil, ayaklarıma geçirdiğim hastane terliklerine bakıyordum. Akın sonunda kapının önünde dikilen iri bedenini hareketlendirip çıkmak için yanıma doğru gelmeye başladığında derin bir soluk alarak kendimi kastım. Cesur ortalıkta değildi ve içimden yine ona seslendiğim anlardan birindeydim. Bu olay sanırım benim için alışkanlık hâline gelmek üzereydi. Sıkıştığım her an tek kaçış yolum oymuş gibi adını sayıklarken kendimi buluyordum ve bu durum sinirlerimi bozuyordu. Akın sert adımlarla yanımdan geçtiği sırada pek de benimle muhatap olacakmış gibi görünmüyordu. Daha çok umduğumu yaparak beni yok sayıyordu. Sanki orada değilmişim gibi davranmayı seçtiğini anladığımda bundan duyduğum rahatsızlık canımı sıktı. Benimle konuşup beni suçlamasını da istemiyordum, beni yok saymasını da. Kendimi tutamayıp, “Akın,” diye seslendiğimde birkaç adım ötemde, sırtı bana dönük hâlde duraksadı. Konuşmamla sırtındaki tüm kaslar gerilmişti. Sanırım sesimi duymaya bile tahammülü yoktu. “Beni suçluyorsun, biliyorum. Haksız da sayılmazsın,” dedim güçsüz, yorgun sesimle. “Ama üzgün olduğumu bilmeni istiyorum. Eğer bir şansım olsaydı onun önüne geçmek için asla tereddüt etmezdim.” Ellerini sıktığını yakaladım. Ayrıca omuzlarını dikleştirdi ve bana dönme zahmetine girmeden, “Bir daha onun yanında olma yeter,” dedi üzerime doğrulttuğu görünmez arbaletindeki oku göğsüme saplar gibi. Çehrem acıyla dağlansa da bir daha sesimi çıkartamadım, Akın da cevap beklemeden oradan uzaklaştı. Tek yaptığım arkasından kafamı sallamak oldu. Aldığım görünmez yara yüzünden sırtımı yaslandığım yerden ayıracak gücü kendimde bulamazken Eva’nın odasının kapısı bir kez daha açıldı. Bu kez kadrajıma giren yüz Özgür’e aitti ve ikiz kardeşinin aksine beni gördüğünde hafifçe gülümsemişti. Ardından kapıyı aralık bırakarak yanıma doğru yaklaşırken yüzümdeki dağınık ifadeyi toplamaya çalıştım. Akın’ın aksine Özgür birkaç kez beni yoklamaya yanıma gelmişti. Tuna, Didem ve hatta benimle pek konuşmamış olsa da Yavuz bile gelmişti. Tek kapımı aşındırmayan Akın’dı ve bu konuda ona kızmıyordum. “Nehir, nasılsın?” “Gördüğün gibi,” diye ortada bir cevap verdim. Bu soruya yalandan da olsa iyiyim diyecek kadar iyi değildim. Kafasını salladı. Özgür onu tanıdığımdan beri ilk kez özensiz bir hâlde karşımdaydı. Normalde giyimine oldukça dikkat ettiğini biliyordum, ancak şu anda gömleğinin üzerinde lekeler vardı ve kan lekeleri olduğuna emindim. Eva’dan bulaşmış olmalıydılar. Gömleğine baktığımı fark edince sanki görmemi istemiyormuş gibi üzerini düzeltirken, “Değiştirecek zaman bulamadım,” diye söylendi. “Şimdi icabına bakmak için eve gidiyorum. Duş alıp geri döneceğim.” Bu kez ben kafamı salladım. “Cesur nerede haberin var mı?” “Otelle ilgileniyor.” “Otelle ilgileniyor?” “Hasan itinin kolayca içeriye sızmasında kimin hatası varsa onların yakasında.” “Onlara...” dedim durdum. Devam ettiğimde sesim içime kaçmış gibiydi. “Ne yapacak?” “Boş versene Nehir,” dedi bunları önemsememem gerektiğini belirtircesine. İç çektim. “Peki, gerçekten de hatası olan biri var mı?” “Güvenlik kameralarıyla ilgilenen eleman orada yeniymiş, rüşveti kabul etmiş. Bizden haberi yoktu. Bizden haberi olsaydı bu aptallığı yapmazdı.” “Anladım,” diye mırıldandım kuru kuru. “Hasan’dan herhangi bir haber var mı?” “Kaçtı,” dedikten sonra gözlerine tehlikeli bir bakışın yerleştiğini gördüm. “Şimdilik.” “Anladım,” dedim yine. Özgür aramızdaki mesafeyi koca bir adımla kapatırken elini omzuma yerleştirerek gerçek bir dostmuş gibi sıkıp, “Onu bulacağız, şüphen olmasın. Endişe etmene ya da korkmana gerek yok,” dedi. “Korkmuyorum,” diye cevap verdim. Doğruydu, artık korkmuyordum, çünkü yanımda onlar vardı. “Görüyorum, Nehir,” dedi. “Kendin için korkmadığını görebiliyorum. Gerçekten çok farklısın. Eva yıllardır bizimle ama sen soğukkanlılıkta onu çok geride bıraktın.” “Bana baktığında aklında şüpheler oluşmaya başladı, değil mi?” dedim sertçe yutkunarak. Omzumdaki elini geri çekip cebine tıktı. “Bazı anlarda.” “Şüphe insanı rahatsız eder-” “Başlarda ediyordu, evet,” dedi açıkça. “Ama artık etmiyor. Çünkü abimin bir şeyler bildiğine eminim ve sonra benim bilmeme gerek olmadığını anladım. O, sorun etmiyorsa ben de etmem.” Birbirlerine olan güçlü bağ bana abimle aramdaki bir zamanlar sımsıkı olan bağı hatırlattığında içime cam kırığı gibi batan duyguları yüzüme yansıtmamak için kendimi kasmak zorunda kaldım. Ardından, “Akın’a gerçekten üzgün olduğumu söyler misin? İstediğini bir gün gerçekleştireceğim,” dedim yavaşça. Özgür’ün yüzü ciddileşti. “Senden ne istedi?” “Bana kızgın-” “Ne istedi?” diye diretti. “Önemli değil, Özgür. Ben de senden bir şey istemiştim, hatırlıyorsun değil mi?” diye sorduğumda Eva’nın odasının aralık kalan kapısı yavaşça açıldı. Özgür’le birbirine saplı duran bakışlarımız odadan çıkan kadına döndüğünde kopmak zorunda kaldı, ancak yeniden buluşması pek uzun sürmedi. Özgür bana kaşlarını havaya kaldırarak bakıyordu, sanki hâlâ aynı şeyi istiyor olmam onu şaşırtmıştı. “Gitmek istediğimde bunu sağlayacaksın,” dedim sadece onun duyabileceği seviyede. “Söz verdin. Ne zaman istersem?” Bana cevap vermedi. Hatta cevap vermekten kaçarcasına bize doğru yaklaşan kadına odaklanıp, “Tamam mı, gidelim mi?” dedi boğazını temizleyerek. Halide Çağlayan koridora çıktığı andan beri üzerimden ayırmadığı gözleriyle beni tepeden tırnağa süzerken, “Ah, Nehirciğim,” dedi tatlı bir tavırla. “Seni gördüğüme sevindim. İyi misin? Henüz doğrudan tanışamamış olsak da senin için çok endişelendim.” Özgür, “Annem,” diyerek kadının konumunu üzerinden geçercesine ortaya serdiğinde kafamı sallayarak karşılık verdim. “İyiyim, teşekkür ederim Halide Hanım. Sizi sıkıntıya sokmak istemezdim. Olanlar için üzgünüm.” “Şu anda herkes iyi ya en güzeli bu,” dedi duaları kabul olmuşçasına gözlerini minnetle havaya dikerek. “Özgür, oğlum, bize izin ver de birlikte bir kahve içelim. Doğru düzgün tanışamadık bile, bir telafisi olsun.” Özgür onayımı beklercesine bana baktığında içten içe hiç istemiyor olsam bile kendimi kafamı sallarken buldum. Bunun üzerine, “Öyleyse ben Akın’ı bulayım, sonra seni alırım anne,” diyerek yanımızdan ayrıldı. Yaşını yaptığı makyajla örtmeye çalışan ve giydiği topuklularla boyu neredeyse benimle eşit seviyede olan kadınla baş başa kaldığımda ne yapacağımı ya da diyeceğimi bilemeyerek sadece bekledim. Halide Çağlayan benim aksime oldukça rahattı. Annesinin peşine takılan ördekler gibi onu takip ederek hastanenin kafeteryasına indiğimizde gerçekleşen olayı öğrenince yaşadığı şoku anlatıyordu ve benim tek yaptığım dinlediğimi belirtircesine mırıltılar çıkartmaktı. Kaldığımız katın sakinliğine nazaran gözüme fazlasıyla kalabalık gelen kafeteryadaki masalardan birine karşılıklı oturduğumuz sırada neredeyse her köşede bulunan adamlardan biri yanımıza gelerek bir arzumuz olup olmadığını sordu. Halide Hanım ikimiz için de kahve söyledi ve adam hızla yanımızdan uzaklaştı. Buraya ait, sanki bir hastanın yakınıymış gibi duruyorlardı ama her köşede Cesur’un adamlarından birileri vardı ve ne tarafa dönsem birisiyle göz göze geliyordum. “Sıkı önlemler alınmış,” dedi Halide Hanım aklımdaki düşünceleri okurmuş gibi. Sesi garip çıkmıştı ve buna anlam verememiştim. “Evet, öyle görünüyor.” “Siz önemlisiniz Nehirciğim, aynı hatanın tekrarı olmamalı.” Sadece dudaklarımı hafifçe kıvırarak gülümser gibi yaptım. Kadının benden ne istediğine dair hiçbir fikrim yoktu ama gözleri o kadar üzerimdeydi ki artık rahatsız hissetmeye başlamıştım ve bunu o da fark etmişti. “Geçenlerde kulübe geldiğimde aslında seninle tanışmayı da istemiştim ama galiba apar topar çıkmak zorunda kalmışsın. Tekrar gelmek istesem de orası biraz fazla gürültülü. Artık kafam pek de gürültüyü kaldırmıyor,” diyerek tebessüm etti. Boğazımı temizleyip, “Benimle neden tanışmak istediğinizi anlayamıyorum,” demekten kendimi alamadım. Merakım kaba olsa da sesimi oldukça kibar tutmaya çalışmıştım. Karşımdaki kadın duruşuyla ağırlığını ortaya koyan kadınlardandı. Sanki buranın sahibi oydu. Bazılarına bu duruşu yakıştırırdım. Mesela anneannem gerçekten bu duruşun hakkını veren kadınlardandı. Ancak Halide Çağlayan’a baktığımda beni rahatsız eden bir şeyler görür gibi oluyordum. “Sence de nedeni ortada değil mi?” diyerek tavrımı sıcak karşılarcasına güldü. “Cesur’un ilgisini çeken kadını merak etmemi yadırgamıyorsundur umarım.” Onunla aramda elle tutulur bir şey olmadığını söylemek istesem de çenemi kapalı tuttum. Ne söylersem söyleyeyim Cesur ile beni kafasında bir kurguya oturtmuş olmalıydı. Sessiz kalmama karşılık, “Utanmana gerek yok,” dedi sanki cana yakın bir dostmuş gibi. Bu sırada adam kahvelerimizi getirerek masamıza bırakıp gitti. Porselen fincanı önüme çekerken bu konuşmadan nasıl sıyrılabileceğimi düşünüyordum. “Evlatlarım için her zaman en iyisini isterim,” diye devam etti. “Mutlu olduklarını görmek beni mutlu ediyor. Onlar için yaşıyorum, Nehir, gerçekten sadece onlar için yaşıyorum.” Boğazımı temizleyerek karşımdaki kadının yüzünü taradım, yalan söylüyor gibi görünmüyordu. Hatta çehresindeki ifade birden öylesine ciddileşmişti ki bu beni germişti. “Cesur için de böyle düşünmeniz, onu diğerlerinden ayırmamanız çok hoş,” dediğimde Halide hafifçe gülümsedi. “Sanırım çoğu şeyden haberin var.” Kafamı salladım. “Bir şeyler biliyorum.” “Onu ben doğurmuş olmayı çok isterdim,” dedi, irkilmeme neden olacak garip bir bakışla. Sonra yüzündeki ifadeyi toparlayarak bana sıcak tebessümlerimden birini sundu ama bunun sahte olduğunu anlamıştım. “Ama ben doğurmamış olsam da oğullarımdan farkı yok.” “Ne güzel,” dedim kuru kuru ve kahvemden yudumladım. Halide ise bakımlı parmaklarını fincana sararak beni izlemek dışında hiçbir şey yapmadı. Kısa saçları dümdüz teller şeklinde yüzünün etrafındaydı ve gözlüklerinden sarkan taşlı ip saçlarının arasından boynuna dolanmış hâldeydi. Taktığı takıların gösterişine diyecek laf yoktu, her biri servet değerinde olmalıydı. “Sanırım senin için oldukça değerli olan bir eşya kaybetmişsin,” dediğinde kaşlarım kuşkuyla havalandı. Sorgulayan tavrımı fark ederek, “Kulüpte olanlardan haberdar olurum Nehir, oğullarımı takip etmek istemem seni şaşırtmasın lütfen,” diyerek durumu açıklamaya çalıştı. “Evet, kolyemi kaybettim.” “Hâlâ bulunmadı mı?” “Bulunamadı. Eva binlerce kez özür diledi. Arka koridorda kamera bulunmadığı için yapabileceğimiz pek de bir şey yok. Sanırım artık umudu kesmeliyim.” “Yoksa şu bir pençeye benzeyen eski bir parça mıydı?” diye sorduğunda, “Evet,” dedim şaşkınlıkla. “Sivri kenarları zamanla erimiş aslan ayağı şeklindeydi. Bunu nasıl bilebilirsiniz?” “Ah, o gün kulüpteyken eşyalar yeni odaya taşınıyordu. Yeni odayı merak ettiğim için bakmak istemiştim ve kolyenin kutusu çalışanlardan birinin kucağındaki eşya yığınının üzerindeydi. Adam tökezleyince kutu yere düştü, içerisindeki kolyeyi orada gördüm. Hemen eski yerine konuldu ama kaybolmuş olması çok üzücü. Senin için kıymetli bir şeye benziyor.” Anladığımı belirtircesine kafamı sallarken, “Çok kıymetliydi,” diye mırıldandım. “Yoksa bir aile yadigarı falan mıydı?” “Hayır, hayır, yetimhaneden bir arkadaşım giderken bana bırakmıştı,” dedim hiç düşünmeden. “Ah,” diyerek kaşlarını havaya kaldırdı. “Sanırım senin için kıymetli olan asıl şey kolye değildi, arkadaşındı.” Dudaklarıma buruk bir gülümseme yer edinirken, “Adı Sarp’tı,” dedim, kadının gözlerindeki bakış donuklaştı. Oturduğu yerde gerildi ve kahve fincanına sarılı olan elinin sıklaştığını yakaladım. Sonra aklıma onun kocasının isminin de Sarp olduğu geldi ve tepkilerini buna yordum. Kadın, ciddi anlamda kocasına hasret kalmış görünüyordu. “Yani... öyle işte, boş verin. Kolyenin benim için anlamı vardı, yıllardır benimleydi. Onu kaybetmek çok ağır gelse de yapabileceğim pek bir şey yok.” Halide Hanım, “Sen hangi yetimhanede kalmıştın?” diye sorunca aniden vücuduma bastıran gerilmeyi ona belli etmemeye çalıştım. Yüzüme sabitlediğim sakin ifademle, “Beyazıt Yetimhanesinde kaldım,” dedim. “Cesur’un da bir zamanlar yetimhanede kaldığını biliyor muydun?” dedi hemen sonra. Yavaşça kafamı salladığımda, “Onu Kocaeli’ndeki yetimhanelerden birinde bulmuştuk. Adı neydi, ah, hatırlamak imkânsız, üzerinden çok zaman geçti. Onu aldığımızda genç bir oğlandı. Biraz geç kalmıştık, annesi olacak kadın,” diye hırsla başlamıştı ki birden sustu, sanki kendini dizginlemeye çalışırcasına birkaç kez derin derin soluk alıp verdi. Gözlerine bulaşan nefreti okuduğumda şaşkınlığımı yüzüme yansıtmamaya çalıştım. “Annesine onu terk edip gittiği için çok kızgınım. Bize haber verseydi gerekeni yapardık ama buna bile tenezzül etmedi.” Devam eden konuşmamız çok da uzun sürmedi ama Halide Hanım’ın gözlerine takılan o nefret yerini korumaya devam etti. Benim için hem sıcak hem de garip olan bu sohbet bittiğinde onun Özgür’le birlikte hazırlanan arabaya binerek uzaklaşmasını izlemiştim. Onlar giderken Tuna, Eva için birkaç parça eşya getirmişti ve ben de eşyaları alarak Eva’nın yanına çıkmış, dağılan aklımı toparlamaya çalışmış ve Halide Çağlayan’ın garip tavırlarını kafamdan silmek için uğraşmıştım. ××× 2 hafta sonra… Dövüşün başladığını belli eden zil sesi çaldığında etrafımdan ıslık ve alkış tufanı koptu. Kulübün ortasına kurulmuş olan platformun üzerindeki dövüş kafesine sırtım dönük şekilde oturuyordum. Herkesin hevesle beklediği, bahisçilerin ellerini ovuşturarak ortada dönen dövüşü izlediği gecede ben önüme çektiğim içki bardağının ağız kısmında işaret parmağımı kaydırmak dışında hiçbir şey yapmıyordum. Bar kısmındaydım, yalnızdım ve midem bulanıyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde gerçekleşecek olan kanlı dövüşü organize etmiş olmanın ağırlığı sırtımdaydı. Hasan’ın saldırısının üzerinden geçen iki haftadan sonra Eva ayağa kalkıp, etrafla ilgilenebilecek kadar iyileşmiş olsa da her adımında yanında olmuş ve başımızdan geçen olaylar yüzünden ertelenen gecenin gerçekleşmesi için tüm hazırlıklara katılmıştım. Zaten midemi bulandıran da buydu; gerçekleşecek ölüme ortam hazırlamak. Dudak uçuklatacak fiyatlarla kafesteki iki adamdan birinin kazanmasını uman ilkel arzularla dolu insan kalabalığının arasında kendime edindiğim yer onlardan pek de farklı değildi. Artık kendimi tamamen kirlenmiş ve karanlığa karışmış hissediyordum. Bir bacağımı diğerinin üzerine atarken elbisemin dar eteğinin bana engel olmasını umursamadım. Bordo tonlarında, vücuduma sımsıkı yapışmış, dizlerime kadar uzanan bir elbisenin içerisindeydim. Kalın askılıydı ve sırtı tamamen kapalı, önü çok hafif dekolteliydi. Saçlarımı açık bırakmıştım, yüzümün iki yanından aşağıya doğru salınıyorlardı. Önümdeki içkiden tek bir yudum dahi almamıştım, öğürerek içimdeki her şeyi ortalığa dökmeye hevesli midem yüzünden içebileceğimi de sanmıyordum. Birinin bile bile bana sürtünerek sol tarafımdan bara yaslanmasıyla birlikte başım hızla o tarafa döndüğünde barmene eliyle işaret ederek içki istediğini belirten Cesur’la karşılaştım ve bu kaşlarımın havalanmasına neden oldu. Vücuduna tam oturan gömleklerinden birini giyiyordu. Birkaç düğmesi açıktı ve biçimli bedenini gözler önüne seriyordu. Sakalları hafif uzamış, elmacık kemiğinin oradaki eskimiş bıçak yarasını gizlemişti. Hafif güç uygulayarak elinin birini tezgâha bastırırken katladığı gömleğinin altına doğru kaybolan belirgin damarları ortadaydı. “Nasıl gidiyor?” diye sorduğunda gözleri kısa bir anlığına arkamdaki bir noktaya kaydı ve kimi görmüşse ona kafasını sallayarak karşılık verdi. “İyi,” dedim boğazımı temizleyip sanki sorun varmış gibi oturuşumu düzeltirken. Cesur yavaşça kafasını salladı ve benim gibi bara doğru dönerek dirseğini tezgâhın kenarına yaslayıp ağırlığını bar bankosuna yükledi. Arkamızda dönen dövüşe ev sahipliği eden o değilmiş gibi umursamaz bir tavırla önüne bırakılan içkiyle ilgilenmesi karşısında, “Misafirlerinin yanında olman gerekmiyor muydu?” diye sormaktan kendimi alamadım. Bu sırada tamamen önüme dönmüştüm, ona bakmıyordum ve dışarıdan bakan bir göz için birbirlerini tanımayan iki insan olarak göründüğümüzden emindim; aramızda mesafe vardı ve bu mesafe bedensel olarak değil, etrafa yaydığımız enerjiden dolayıydı. “Onlarla ilgilenenler var,” dedi hızla. Kesip atarcasına konuşmasına karşılık tırnaklarımı avuç içlerime gömdüm. Aramız tuhaftı. Her yerde delicesine Hasan’ı aradığını biliyordum ve onu bulamayarak tamamladığı her günün sonunda biraz daha buza dönüyordu. Ancak bu akşamki hâli daha farklıydı. Sanki bir şeyden rahatsızlık duyuyormuş gibiydi. “Polisin tüm bu olanlardan nasıl haberi olmuyor?” diye sordum öylesine. Amacım sırf muhabbet açmak, taşıdığı ekstra gerginliğin kaynağını çözmeye çalışmaktı. “Elbette haberleri var. Günümüz şartlarında onların haberi olmadan nefes bile alamazsın. Sadece seslerini çıkartmıyorlar. Çıkartanları da susturmak kolay. Bu ülkede üst mercilerden tanıdığın olduğu sürece her şey kolay,” dedikten sonra omzunun üzerinden bana baktı. “Öldürmek bile.” Ağır ağır kafamı salladım. “Maalesef öyle.” “Öyle,” dedi. “Kendimi antik dönemleri konu alan filmlerdeki gladyatörleri izleyen halktan biri gibi hissediyorum,” dedim itiraf edercesine. “Buradaki herkes birinin ölümünü izlemek için geldi ve hatta bunun için bahis bile yatıranlar var.” “Zamanın modernleşmesi insanların içerisindeki vahşi arzuları sadece bastırdı, onları saklanmaya itti. Yoksa şu anda gördüğün her insan, binlerce yıl önce yaşamış olan o insanların soyu. Aynı kan, aynı arzular. Değişen tek şey zaman.” “Ama tüm bunlar... tüm bunlar,” derken kafamı hafifçe iki yana sallayarak gürültülü bir soluk verdim. “Çok canice, acımasızca. Az önce yanıma gelip içki alan ikilinin seçtikleri tarafın kazanmasını umarak ceplerini doldurarak buradan ayrılmak istemelerini dinledim. Tek düşündükleri paraydı.” “Elbette parayı düşünecekler,” dedi beni şaşırtarak. Yine önüne dönmüştü ve yine bana bakmıyordu, benim ona bakmadığım gibi. “Gladyatörleri örnek gösteriyorsun ama onlar birer köleydi ve ölmeye ya da öldürmeye mecburlardı. Ancak burada kimse istemediği bir şeye mecbur değil. Dövüş talebiyle onlar geldi, önce kendi aralarında anlaştılar, sonra da benimle anlaştılar. Kazanmayı ya da kaybetmeyi göze aldılar. Herkes içerisinde karanlık arzular taşır, Nehir,” dedi yine adıma o garip vurguyu yaparak. “Sen de dâhil.” “Ben birinin ölmesini izlemek için ağzımın sularını akıtmam,” dedim sertçe. Cesur yine omzunun üzerinden bana doğru baktı, ona dönen yüzümdeki çatık ifadeyi inceledi. Ardından da bedenini tamamen benden tarafa çevirip, “O kafese Hasan’ı soksam,” derken çenesiyle arkamda kalan kafesi işaret etti. “Ölmesini mi umarsın yaşamasını mı?” Dudaklarım birkaç kez açılıp kapandı. Tüm sözcükler beynimden silinmiş gibi diyecek bir şey bulamazken çatık kaşlarla ona bakmaya devam ediyordum. Sonundaysa çareyi, “Bu durumun farklı olduğunu biliyorsun,” diye çıkışmakta buldum. “O, benim canımı yaktı. Bana yaptıkları ya da yapmak istedikleri, hiçbiri umurumda değil. O, benim arkadaşlarımı öldürdü. Bu durumu kullanamazsın tamam mı? Onun gibi aşağılık birinin ölmesini istemem beni karanlık arzulara hapsolmuş biri yapmaz.” “Ama o arzuları taşıdığını gösterir,” diye bastırdı. “Senin buradakilerden farkın yok. Kimsenin kimseden farkı yok. Güç kimin elinden tutarsa karanlık ona bulaşır. Şimdi güç senin ayaklarının altında. Onu ayaklarının altına ben serdim.” “Sen karanlıkla dolusun ve beni de kendin gibi yapmak istiyorsun. Sırf senden gidemeyeyim diye-” “Hâlâ benden gidebileceğini mi düşünüyorsun?” dedi tehlikeli bir tebessümle. Çenemi havaya dikerek karşılık verdim. “Aramızda bir şeylerin geçmiş olması sana bağlı kalacağım anlamına gelmiyor.” “Bedenini bana öylesine sunmuş olmanı mı diyorsun?” dedi hırlar gibi. “Bunun hiçbir önemi yok. Sana dokunmadan önce de aynıydı şimdi de aynı.” Birinin duymasından endişe edercesine sağa sola bakarak, “Sessiz ol,” diye homurdandım. “Neden? Bize baktıklarında iki arkadaş görmüyorlar, Nehir,” dedi biraz alayla. “Kimseye aksini inandıramazsın. Bir çocuğa bile. Buradaki herkes senin benim kadınım olduğunu biliyor.” “Öyle olsa bile kimsenin bunu duymasına gerek yok.” “Neyi? Kendini bana öylesine sunmuş olmanı mı-” diye başlamıştı ki elimi birden dudaklarına bastırdım. Bana bakan koyu kahve gözlerindeki minik parıltı yutkunmama neden olurken yüz ifadem kızgındı. “Kes şunu, Cesur. Ne duymak istiyorsun? Bir kez daha öylesine olduğunu söylememi mi?” Güçlü parmaklarını bileğime sararak elimi ağzının üzerinden uzaklaştırdı ama havada tutmaya devam etti. “Eğer gerçekten öylesineyse senin için hiç önemi yok demektir,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. Sonra beni tuttuğu bileğimden çekerek göğsümü göğsüne çarptı ve o sırada yakaladığı boşluktan faydalanıp koca bedenini bacaklarımın arasına soktu. “Eğer önemi yoksa bunu yeniden tekrarlamamız da senin için sorun olmayacaktır, değil mi?” Bileğimden tuttuğu elim yumruk şeklini aldı, tırnaklarım etimi sıyırdı. Elbisemin dar eteği yukarıya doğru kaysa da belirli bir yerden sonra bacaklarıma ip gibi dolanmıştı ve Cesur’a tam alan açmadığı gibi tenimi kesmeye de başlamıştı. Ona öfkeli gözlerle bakıp, “Geri çekil,” diye tısladım. Çevremizdeki birkaç başın bize doğru döndüğünden emindim ve bizi fark edenler etmeyenleri dürtüyor, onları da bize çekiyorlardı. “Geri çekilmek mi?” dedi buz gibi bir alayla. “Öp beni, tam da burada, herkesin içerisinde. Ne önemi var ki senin için? Sıradan birini öper gibi öp.” “Saçmalıyorsun,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. Elimi kurtarmaya çalışsam da bırakmadı. “Gerçekten saçmalıyorsun artık. Geri çekil.” “Öp,” diye buyurdu. “Ya da gerçeği söyle.” “Hangi gerçeği?” dedim bir kez daha elimi çekiştirirken. “Öylesine olmadığı gerçeğini.” Bunu henüz kendime bile söyleyememiştim. “Öylesineydi,” dedim aksini iddia eden tüm hislerime rağmen. “Ve bir daha da tekrarlanmayacak. Bana fahişe muamelesi yapamazsın-” Diğer eli öyle hızlı çenemi kavradı ki beni kıskacına aldığını canım acıyana kadar anlayamamıştım. Parmakları çenemi sıkarak dudaklarımdan firar eden sözleri gerisin geri çekmek istercesine baskı uygularken, “Laflarına dikkat et, Nehir. Bazen çizgimi aşıyorsun,” dedi hırlar gibi. Gözleri alev alev yanıyordu. “Sen de kalabalığın içerisinde beni sıkıştırmaya çalışmayı bırak,” dedim eli hâlâ çeneme baskı uyguladığı için boğukça. Ardından serbest bıraktığı elimle çenemi tutan bileğine birkaç kez vurdum. “Canımı yakıyorsun.” Beni anında özgür bırakıp bedenini bacaklarımın arasından çekti ve barmenin yenildiği içkiyi kafasına dikerek kendisine sakinleşmek için zaman tanıdı. Bu sırada ben de çenemi ovalayıp kaçamak bakışlarla etrafımı kontrol ettim, bizi izleyen birkaç göz vardı ve sergilediğimiz her hareketin etraftakilere malzeme olacağını anlamak zor değildi. Cesur tüm çabalarına rağmen bir gram sakinleşemediğini belli edercesine yumruk yaptığı elini tezgâhın üzerine gömüp, “Bir daha öyle aptal aptal kelimeler kullanma,” diye tısladığında gittikçe harlandığını ayırt etmekte zorlanmadığım bakışları üzerimdeydi. “Ama beni o konuma düşürüyorsun-” “Asıl sen kendi kendini o konuma düşürüyorsun. Öylesine?” diyerek güler gibi dudaklarını kıvırsa da bu ölüm kadar soğuk bir hareketti. “İstediğin kadar inkâr et, ben gerçeği biliyorum. Bir gün bunu senin ağzından da duyacağım.” Yeniden bana doğru yaklaştı ve aramızdaki mesafeyi sıfırlayacak kadar yüzünü yüzüme eğdi. “O gece nabzının nasıl attığını hatırlıyorum, Nehir,” dedi, yutkunmak zorunda kaldım. “Sana zorla mı dokundum?” diye sorduğunda cevap beklediğini fark ederek, “Bunları konuşmanın sırası değil,” diye sızlandım. “Sadece cevap ver. Seni zorladım mı?” Kafamı hafifçe iki yana salladım, kalbim yine o geceki gibi delicesine atıyordu. Yüzünü sağ tarafıma, kulağıma doğru eğerek bana iyice sokuldu. “O gece,” diye fısıldadığında tenime düşen soluğu tüylerimin diken diken olmasına neden oldu. “Havluyu üzerinden çözerken ya da seni yatağa taşırken beni durdurabilirdin, dururdum. Sen izin verdin. Her şey sen izin verdiğin için gerçekleşti. İnkâr etmek kabul etmekten daha kolay, bilirim. İnkâr etmeye devam edebilirsin, fırtına kuşu ama ihtiyaçla adımı sayıkladığın o anları unutmadım. Hatırladıkça...” Sert bir soluk aldı. “Hatırlamak için doğru bir an değil ama ne zaman gözlerimi kapatsam oradaki perdeye düşen görüntüler hep aynı. Yatağa dağılmış ıslak saçların, sana kendimi her çarpışımda heyecan ve arzuyla balık gibi açılıp kapanan dudakların, çarşafı sıkan ve sonra sıkı sıkı bana dolanan ellerin...” “Yeter,” dedim nefes nefese kalmış bir hâlde. Ellerimi sert göğsüne dayayıp onu itmek için yerimi aldım ama itecek gücü kendimde bulamadığım için ellerim öylece kalakaldı. “Yeter, Cesur, lütfen kes şunu. Biri duyacak-” “Yine o geceki gibi elimin altında titriyorsun,” dedi, göğsüme çektiğim soluk yarıda kesildi. Sonra Cesur dudaklarını kulağımın altındaki bölgeye hafifçe bastırdı, nefes almayı bıraktım. Hisler hızla bana saldırırken kaskatı kesilmiştim ve tüm bedenim engel olamayacağım istekle yanmaya başlamıştı. Kendimde garipsediğim bu durum yüzünden elimi ayağımı nereye koyacağımı şaşırmıştım. O geceye dair anılar hızla zihnime dolduğunda ve bana dokunuşunu yeniden hissettiğimde o anlardaydım; göğsüm körük gibi inip kalkıyordu ve ayrıca kulaklarımda birbirimize karışan nefes seslerimiz vardı. Sonra dövüşün bittiğini belli eden zil sesi çaldı. Kendime gelebilmek için kafamı hızlı hızlı iki yana salladım ve ancak Cesur’u itebilecek gücü içimde bulabildim. Göğsüne uyguladığım baskıyla birlikte geri çekildiğinde gözlerindeki alevlere artık arzu dağılmış hâldeydi ve dudağının kenarında minicik bir kıvrım asılıydı. Cesur arkasında kalan bar bankosuna yaslanırken ben de önümde kalan ve içmeyi unuttuğum içkiye sarılıp günlerce susuz kalmışım gibi bardaktaki tüm sıvıyı mideme doldurdum. Hâlime karşılık dudaklarındaki zafer sırıtışı biraz daha belirginlik kazandığında hızla gözlerimi kaçırarak boşalan bardağa sapladım. Ondan bu kadar etkilenmiş olabileceğimi hiç hesaba katmamıştım. Aramızda geçeni sanki hiç yaşanmamış gibi düşünüp ona göre davranmanın olan biteni unutturmaya yetmediğini artık anlamıştım ve bunun ağırlığı bambaşkaydı. “Fırtına kuşu,” dedi yenisiyle değiştirilmiş bardağı önüne çektiği sırada. Keyifli görünüyordu. “Şimdi bir kez daha söylesene öylesine olduğunu?” Boğazımı temizleyip, “Artık diğerlerinin yanına dönmelisin,” diye hatırlattım. Uzaklaşmamız en doğrusu olacaktı, çünkü karnımın alt kısmına saplanan ağrılar yüzünden karşısında iki büklüm kalmak üzereydim. “Benimle gel,” dedi, elimi yavaşça karnıma bastırıp oradaki kıpır kıpır hissi yok etmek istedim. “Böyle iyi.” “Nehir,” dediğinde yüz ifadesi öylesine hızlı ciddileşmişti ki irkilmiştim. “Kalabalığın içerisinde ve aynı zamanda dışarısında kalmaya çalışmak seni yeterince yormadı mı?” “Ne? Bu da ne demek şimdi?” dedim afallamış bir hâlde. “Yüzünü saçlarınla gizlemeyi bırak,” dedi sıkılı dişlerinin arasından konuşarak. Sanki bunu görmeye bile tahammülü yoktu. Aniden fevrileşen tavırları dolayısıyla olduğum yerde kazık yutmuş gibiydim. “Öyle bir şey yapmıyorum-” “Yine inkâr mı edeceksin? Gece başladığından beridir buradasın, yanıma gelmiyorsun, eyvallah, dönüp bakmıyorsun bile. Etrafta hayalet gibi dolaşıyorsun. Baktığım yerde bir varsın bir yoksun. Seni hiçbir zaman hiçbir şeye zorunlu tutmadım, şimdi de değilsin. Kendini Eva’nın yokluğunda buraya göz kulak olmak zorunda hissetme. Burada kalmak istemiyorsan, gece sana ağır geliyorsa odana git.” Durdu ve asıl bombayı ortaya bıraktı. “Fare gibi saklanmaya devam etmek istiyorsan git.” Bana sert bir tokat geçirmiş gibi tepeden tırnağa titredim. Ne yapmaya çalıştığımı anlamış olmasına şaşırmamıştım, burada beni herkesten çok tanıyan oydu; gerçek beni. Bu ayrıcalığı ona ben vermiştim ve kullanmasına kızmaya hakkım da yoktu. Soluğumu yorgunca dışarıya verirken omuzlarımın düşmesine engel olmadım. Işığını tamamen kaybetmiş gözlerimi yüzüne değdirip, “Beni hep yakalıyorsun,” dedim isyan edercesine. “Herkesten saklanabiliyorum ama senden saklanamıyorum.” Cesur aramıza giren mesafeyi yavaşça kapatarak iri bedenini üzerime bir yorgan gibi örttü. Görüş alanıma kendisinden başka birinin girmesine izin vermeyecek kadar bana sokulurken eli havalanıp yüzümü örten saçlarımı geriye doğru itti. “Sana ait olan her şeyin bana özel olması hoşuma gidiyor,” dedi parmakları saçlarımda gezindiği esnada. “Ama bazı şeyleri herkesin bilmesini istiyorum. Seni, fırtına kuşu. Seni bilmelerini istiyorum.” Bana cevap verme fırsatını sunmadan saçlarımdaki elini oturduğum bar sandalyesinin minik yükseklikteki sırt kısmına yerleştirip aniden sandalyeyi çevirdiğinde artık yüzüm kafese doğru dönmüştü ve sırtım Cesur’un göğsüne değiyordu. Kafesin içerisinde yeni başlamış olan dövüş tüm vahşetiyle gözlerimin önündeydi. Adamlardan birinin diğerinin yüzüne geçirdiği okkalı yumruğu izlerken göğsüme bir şey takılmış gibi derin bir soluk alarak ciğerlerimi şişirdim. Cesur, “Kalabalığı görüyor musun? Bu gece doluluk oranımız yüzde yüzün üzerinde,” dediğinde dudakları kulağımın biraz uzağındaydı ve ben sırtımı ona yaslamamak için kendimle savaşmak zorunda kalıyordum. “Ve henüz herkes gelmedi. Gecenin sonunda gerçekleşecek olan dövüş için gelecek onlarcası daha var. Buradakilerin hepsine, gördüğün her yüze dikkatli bak,” derken parmakları belimden kayarak karnıma dolandı ve beni kendisine doğru çekti. Sırtım göğsüyle tamamen bütünleşmiş hâldeydi. Dediğini yaparak etrafımda göz gezdirmeye başladım. Beyaz gömleğinin içerisindeki, boynuna iri altın zincirlerden birini takmış olan yaşlıca bir adam kollarının altına aldığı iki kadınla birlikte localardan birinde oturuyor ve karşısındakilerle sohbet ediyordu. Başka bir tarafta genç bir çift kafesteki dövüşü sıkı takip ediyor ve hop oturup hop kalkıyorlardı. Biri tüm gürültüye rağmen telefonuyla konuşuyordu, başka biriyse purosunu tüttürüyor, dövüşten ziyade önündeki kadının kalçalarını izliyordu. “Aralarında düşmanların da var mı?” diye sordum hâlâ etrafımı izlerken. “Var,” dedi. “Burada dostlarım kadar düşmanlarım da var.” Dudaklarımı yaladım. “Onları evine sokman tehlikeli değil mi? Sadece girişte silahlarını aldırdın, bunun yeterli olacağını sanmıyorum.” “Tüm önlemleri aldım. Kimin ne yapacağını, neyi istediğini ve neyi planladığını hesap etmem çok kolay. Çünkü onları tanıyorum, fırtına kuşu. Burada gördüğün her yüzü tanıyorum. Sen hariç,” dedi, nefesim kesildi. “Buraya aitsin. Burada doğdun. Ama seni tanımıyorum. Seni kimse tanımıyor. Bak,” diyerek elini daha çok karnıma bastırdı. “Herkesin yüzüne bak. Yeraltı tam karşında duruyor ama içerisinden tek bir kişi bile seni tanır gibi bakmıyor. Tüm gece biri çıksın diye bekledim. Hadi,” dedi beni sahiplenircesine tamamen kendisine çekerken. “Biri çıksın da seni benden almaya çalışsın. Hadi, görelim.” “Cesur,” diye çaresizlikle ve tek çarem oymuş gibi adını sayıkladım, beni göğsüne gömmek istercesine sarıp sarmaladı. “Belki de şu anda burada olup sana öylesine biriymişsin gibi bakıp geçenlerden biri de abindir,” dediğinde kafamı şiddetli iki yana salladım. Geçen onca yıldan sonra onlar için gerçekten de bir yabancıya dönüşmüş olabilir miydim? Bunun düşüncesi dahi kalbimin sıkışmasına neden oldu. Gözlerimi defalarca kez etrafımdaki yüzlerin üzerinde gezdirdim. Onu aradım ve ona dair hiçbir iz bulamadım. “Belki baban bile buradadır-” “Hayır!” dedim telaşla. Ellerim karnımın üzerine sarılı duran koluna saplandı ve tenine tırnaklarımı geçirdim. Bedenimi çok farklı ve ağır bir korku kapladı. “O, burada değil. Olsa bilirdim. Onu görürdüm.” “Babanı tanırdın ama abini?” diye sorduğunda sert bir duraksama yaşasam da cevabım gecikmedi. “Onu da tanırdım.” “Öyleyse burada değiller?” “Değiller.” “Öyleyse... belki de ölmüşlerdir.” “Neden bu kadar acımasız davranıyorsun?” dedim acıyla kıvranıyormuş gibi sesimin çıkmasına engel olamazken. Karnımdaki elini oturduğum sandalyenin kenarına kaydırıp beni yeniden çevirdiğinde yine sırtım herkese dönük hâle gelmişti ve o ana kadar delicesine etrafta tanıdık bir yüz arayan gözlerim Cesur’a mıhlanmıştı. “Bana adını söyle, fırtına kuşu.” “Nehir,” diye fısıldadım her an ağlayacakmışım gibi zayıf bir sesle. Cesur aynı acımasız tavrıyla, “Gerçek adını,” dedi, yutkundum ve cevap olarak kafamı hafifçe iki yana salladım. Koyu kahve gözlerindeki bakış donuklaştı. Sanki var olan şüpheleri gerçeğe dönmüştü ve bunun ağırlığı yüzünün her karesine sinmişti. Sonra bir anda, “Gerçek adın Nehir değil,” dedi aydınlanma yaşamış gibi. Cesur’un ruhuna sinen şoku soludum. Sanki her şeyi ama her şeyi düşünebilmişti ancak bunu asla düşünmemiş, aklının ucundan bile geçirmemişti. “Gerçek adın Nehir değil.” “Gerçek adımı taşısaydım bu yaşıma kadar gelemezdim,” dedim ona bir kez daha yenilmiş gibi. Açıklamam onu düştüğü boşluktan çıkartmadı, bana hâlâ aynı donuk bakışlarla bakıyordu. Bir kez daha, “Gerçek adın Nehir değil,” dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım ve ancak biraz üzerinde düşününce tepkisinin altındaki nedeni kavrayabildim. En az onun kadar yüzümdeki ifade gerilirken bakışlarım da donuklaştı. Dudaklarım aralandığında kendimi zehrini akıtmak isteyen bir yılan gibi öfkeyle kabarmış hissediyordum. “Adım Nehir değil ve senin aklındaki kadın da değilim. Kimse beni tanımıyor olabilir ama ben herkesi tanıyorum, tamam mı? Seninle ortak geçmişimiz yok, olsa bilirdim.” Sanki ona sert bir tokat atmışım gibi kafasını hafifçe iki yana sallayarak kendisini toparladı. Gözlerindeki buzların kırıldığını görürken yine aynı konuya saplanmış olmanın sıkıntısı karnımın ağrıyla büzüşmesine neden oldu. Umutlara kapılmamam gerektiğini biliyordum ama bununla yüzleşmek yine de can yakıcıydı. “Fırtına kuşu-” “Nehir,” diye bastırdım. “Adım Nehir. Bu isim beni hayatta tuttu. Bu isimle büyüdüm. Bu isme büründüm,” derken içimde yanan ateş yıkıcıydı. Ancak şöyle bir sorun vardı; Nehir Sözeri, kanlı dövüşün gerçekleşeceği gecede Yeraltı Kulübü’nde oturup içki içmezdi. Birini öldürünce hayatına kolayca devam edip, yetmezmiş gibi sıradaki kurbanlarının peşine düşmezdi. Yeraltı Kulübü’nün ve bu karanlık dünyanın daimî sahiplerinden biriyle birlikte olmaz, onun yanında bir saniye bile kalamazdı. Bunları ancak Deniz Seymen yapabilirdi. Ve ben bir bedende iki hayat taşıyordum. Kötü olansa Nehir Sözeri’yle olan bağımın gittikçe kaybolmasıydı. Bedenimde yeniden Deniz doğuyordu, hem de bu onu öldüren karanlık dünyanın tam orta yerinde gerçekleşiyordu. “Öyleyse bana soyadını ver,” dedi Cesur makul bir istekte bulunuyormuş gibi bana bakarak. “Tüm bu karmaşa bitsin. Karşımda kimin olduğunu bilmek istiyorum.” Derin bir soluk aldım. “Sana kendimle ilgili kimseye anlatmadığım şeyler söyledim. Yine söylerim, söyleyeceğim de. Ama bu istediğini sana bile söyleyemem Cesur.” “Neden?” “Çünkü gerçek bir kez ortaya çıktığında onu bir daha saklayamazsın.” Gözlerindeki bakış kırıldı, parçalarının sağa sola dağılışını zihnimin derinliklerinde duydum. “Bana güvenmiyor musun-” Hızla ona doğru uzanıp elimin tekini göğsüne, kalbinin hemen üzerine yerleştirdim. “Güveniyorum,” dedim daha fazla konuşmasına izin vermeyerek. “Neden bilmiyorum ama sana gerçekten güveniyorum. Şu anda arkamda biri olsa ve silahını sırtıma doğrultmuş olsa senin tereddüt etmeden beni namlunun ucundan çekeceğini, arkanda saklayacağını ve kurşunun önüne geçeceğini biliyorum. Senin için sırları olan yabancı biriyim ama benim için bunu yaparsın, biliyorum.” Baş parmağım sert göğsünün üzerinde hafifçe kayarak tenini okşadı. “Konu sana güvenmemek değil. Böyle düşünme. Konu tamamen benim. Onları yeniden karşımda görmeye hazır değilim. Hiçbir zaman da olmayacağım. Eşeleme, Cesur. Onları anıp bir yerlerden karşıma çıkmalarına neden olmadıkça ve burada olduğumu bilmedikleri sürece senin için sorun değiller. Ölmüşseler benim için daha iyi. Ölmemişseler de ölü gibi kalmaları benim için en doğrusu olacak.” “Ölmüşseler derken bile sesin titredi,” dediğinde sertçe yutkundum. “Babandan bahsederken buz gibisin, öldüğünü bilsen, hatta öldüğünü görsen bile üzülmeyeceksin, bunu anlamak zor değil. Senin tüm meselen abin. Babanın tarafına geçtiği için ona çok kırgınsın. Bu seni incitmiş. Bir de ne fark ettim biliyor musun? Onları karşında görmekten korkuyorsun evet ama sen aslında en çok abini sana düşman görmekten korkuyorsun.” Göğsünün üzerinde oldukça küçük kalan elime bakışlarımı indirip canlı rengini yitirmiş parmaklarımın iyice beyaza çalmasını izlemeye ihtiyacım varmış gibi avucumu göğsüne bastırdım, parmak uçlarım beyazlaştı. Derin bir soluk alıp, “Bu akşam neden bu kadar acımasızsın?” diye sorduğumda yine ona isyan eder gibiydim. “Seni bir köşelerde saklanmaya çalışırken görmek ya da korktuğunu hissetmek beni delirtiyor. Şu anda ortalığı ayağa kaldırıp saklanan her şeyi nasıl ortaya çıkartmak istediğimi tahmin bile edemezsin. Kimin nesi olduğun, kimlerden olduğun, kim olduğun,” dedikten sonra durdu ve derin bir soluk aldı. “Hatta kim olmadığın bile umurumda değil,” dedi, elim göğsünden kayarak düştü, kaburgalarımın arasında atan kalbim kasıldı. “Peşinde bir ordu mu var? Dağıtırım. Varlığını öğrenirseler seni yok etmek için mi uğraşırlar? Onları yok ederim. Beni anlıyor musun?” Soluk almayı dahi bırakmış hâldeyken yavaşça kafamı salladım. Bana karşı daima kartları açıktı. Anlamazdan gelmeyi tercih eden bendim, buna mecburdum, çünkü her ne kadar sözlerinin doğruluğunu kalbimin derinliklerinde hissetsem de o, takıntılı ve bu yüzden de biraz kalbi hasta bir adamdı. Ona kapılmak, kendime vereceğim en büyük ceza olurdu ve ben sınırı geçmek üzereydim. Belki de çoktan geçmiştim. “Beni anladığını ima ediyorsun ama şu anda senden benimle oturduğum locaya gelmeni istesem gelmezsin,” dedi bana umutsuz bir vakaya bakar gibi bakarken. “Böyle ücra köşelerde saklanamaya çalışmanı değil, benimle göz önünde olmanı tercih ederdim. Bu şekilde güvende olmuyorsun, aksine daha çok dikkat çekiyorsun.” “Daha ne kadar üzerime geleceksin?” dedim can çekişen bir sesle. “Kabuğumu kırmaya mı çalışıyorsun? Bu kabuk yirmi sekiz yıllık, Cesur,” diye ona hatırlattım. “Öyle kolay kırılabilseydi bunu çok önceden yapardım.” Hızlı ve sert hareketlerle birkaç kez kafasını salladıktan sonra dönüp barmenin hangi ara yenildiğini asla yakalayamadığım bardağı kaptı ve tüm içkiyi içti. Ardından yanımdan geçip gitmek için döndüğü sırada bir şey hatırlamış gibi durup yine burnumun dibine kadar sokuldu. Dudakları neredeyse kulağıma değmek üzereyken, “Aramızdaki tüm sınırları nasıl kırdıysam o kabuğu da kıracağım. Sonra tamamen avuçlarımda kalacaksın, fırtına kuşu,” dedi ihtirasla. Tüm tüylerim diken diken olduğu sırada Cesur geri çekilip bana bir daha bakmadan kabalığa karıştı ve Akın ile Özgür’ün de bulunduğu locaya doğru ilerledi. Onu izlemeyi keserek önüme döndüğümde kalp atışlarımı eski haline döndürmek umuduyla boynumu ovalamaya başladım. Onlarca insanın arasında beni allak bullak ederek gitmişti. Barın arkasındaki tüm içkileri içsem bile içimdeki garip hisler orada kalmaya devam edecekti ve sanki günlerce uyusam da karnımdaki kasılmalardan kurtulamayacaktım. İçgüdülerime söz geçiremeyerek yeniden yüzümü kalabalığa döndüğümde tek hedefim Cesur’du. Oturduğu locada onu bulmak zor değildi. Kaya kadar sert ifadesiyle yüzü bana dönük biçimde, ellerinin ikisini de C şeklindeki locanın deri koltuğunun sırt kısmına doğru uzatmış oturuyordu. Onca kalabalığa rağmen bakışları doğrudan bendeydi. O, bir avcıydı. Ben de gözden kaçırmak istemediği avıydım. İşin kötüsü beni avlamıştı ama bunu tekrar tekrar yapmak istiyor gibiydi. Locası kalabalıktı. Akın onlardan bağımsız takılıyordu ve sürekli telefonuyla ilgileniyordu. Eva’yla mesajlaştığına yemin edebilirdim, aklı ondaydı. Son olaydan sonra artık Akın, Eva’ya olan ilgisini saklama zahmetine girmiyordu. Her ne kadar Eva örtbas etmek için hâlâ çabalıyor olsa da Akın tıpkı Cesur gibi kartlarını teker teker açmaya başlamıştı. Özgür ise kolunun altına aldığı kadının kulağına her ne fısıldıyorsa onun sık sık kahkaha atmasına neden oluyordu. Diğer dört adamı tanımıyordum, yüzlerini daha önce görmemiştim. Ancak bu gece oğlunu dövüştürecek olan adamlardan birini seçebilmiştim, birkaç loca ötedeydi ve stresle ayağını sallıyordu. Dik duruyormuş gibi görünse de gözlerindeki endişeyi oturduğum yerden bile okuyabiliyordum. Gecenin sonunda aptal düşmanlığı uğruna oğlunu heba edebilirdi ve bunun endişesiyle kıvranıyor olsa da geri adım atmayacak kadar gururluydu. Gözlerim yeniden Cesur’u bulduğuna bana sunduğu sessiz daveti hissettim. Yanına gitmemi, onunla oturmamı istiyordu. Beklenen zaten buydu, herkes beni onun kadını, aslında daha çok aklındaki kadına benzettiği kadın olarak biliyordu. Bu sayede kendime onun yanında yer edinirken endişelerimi uzak tutabilirdim. Bunu kullanabilirdim. Aradığı o kadınmış gibi takılabilir ve böylece üzerime dönmesi muhtemel şüphelerden kaçabilirdim. Gözden uzak olmak yerine göz önünde kalarak kendimi saklamaya devam edebilirdim. Cesur’un yanına gitmek için kendime yarattığım elle tutulur fikrin ardından içimde amansız bir istek oluştu. Omuzlarımı dikleştirip kendime düşünme şansı vermeden bar sandalyesinden indiğimde yemin edebilirdim ki Cesur’un dudaklarında ufak bir memnuniyet kıvrımı oluşmuştu. Ancak ona doğru tek adım bile atamamışken insan kalabalığının arasından sıyrılarak aniden görüş açıma giren Barut’la karşılaşınca elektrik akımına tutulmuşçasına tepeden tırnağa irkildim. Sanki aradığını bulmuş gibi bana bakarken kolunu yanındaki kadının beline dolamış, onu kendi bedenine yapıştırmıştı. “Nehir,” dedi tehlikeye ev sahipliği yapan mavi gözlerini yüzümde gezdirerek. “Seninle yeniden karşılaşmış olmak ne hoş.” Dudaklarımı yapay olduğu metrelerce öteden belli olan kıvrımlarla şekillendirip hafifçe kafamı salladım. Buradaki herkes benimle mesafesini koruyordu, gözler üzerime değse de benimle tek kelime eden olmamıştı. Barut ise herkese çizilen sınırı umursamadığını göstermekten çekinmiyordu. Sanki sınırlarla oynamak ve onları esnetmekten aldığı zevki hiçbir yerde tadamıyor gibiydi. Cesur’un onu fark ettiğini biliyordum, o da biliyordu ama önemsemediği ortadaydı. Tam içimizde duruyordu, ancak kimse ona dokunamayacakmış gibi herkese göğsünü şişirerek bakıyordu. “Geleceğini düşünmemiştim,” dedim sırf bir şeyler söylemiş olmak için. O, düşmandı. Bana dostça yaklaşması aldatmacadan başka bir şey değildi ve yemin edebilirdim ki burada bulunan diğer düşmanlar gibi kanlı dövüşü izlemeye gelmemişti. Onun gayesi daha farklıydı. Bana bakarken yıllarca aradığı değerli elması nihâyet bulmuş gibi bakan hırslı bir korsanın tavırlarını taşıyordu. Ancak elmas sahteydi, ben Cesur’un aradığı kadın değildim ama Barut, elmasın sahte olmasıyla ilgilenmiyordu. Onun için elması bulmuş olmak yeterliydi. “Böyle bir organizasyonu kaçırmak olmazdı,” dedi. Yeniden kafamı salladım. Onu ev sahibiymiş gibi karşılamak tenime onlarca iğrenin batmasına neden oluyordu. Ben ev sahibi değildim, tıpkı buradaki herkes gibi misafirdim. Ancak içgüdülerim bu şekilde davranmam gerektiğini fısıldıyordu. Beni kullanabileceği bir araç olarak görmesini istemiyordum. “Öyleyse gecenin tadını çıkarmanız dileğiyle,” dedim daha fazla yanında kalmayacağımı ve konuşmayı devam ettirmeyeceğimi belli ederek. “İyi eğlenceler.” Oradan ayrılmak üzereyken, “Gecenin tadını çıkartabilmem için benimle bir içki içmen gerekir,” dedi, dişlerimi sıktım ve yeniden asla tekin bakmayan gözlerine döndüm. Onunla fazladan tek kelime bile etmek istemiyordum. Üstelik Cesur’un bu konuda keskin çizgileri vardı. Gözlerim kısa bir anlığına Cesur’a değdi. Oğlunu dövüştürecek olan adamlardan biri, Hancı Fahri onun yanındaydı ve onunla bir şeyler konuşuyordu ama avcı gözleri bizim üzerimize çakılıydı. Hissettiğim rahatsızlık katlanırken, “Başka zamana,” diyerek onlara arkamı döndüm. Bu kez gitmek için kararlıydım, ta ki o kadın konuşana kadar. “Bırak sahibine gitsin, sevgilim. İpleri sıkı tutuluyor baksana.” Dişlerimi kırmak istercesine birbirine geçirip yumruklarımı sıktım. Hışımla yeniden onlara doğru döndüğümde Barut’un yanındaki kadın sanki az önce bana güzel bir iltifatta bulunmuş gibi gülümseyip, “Mila,” dedi kendisini tanıtmak istercesine. Ardından Barut’a iyice sokuldu. Birlikte olduklarını anlamam zor olmazken kadını tepeden tırnağa incelemekten kendimi alamadım. Cesur giyinmeyi tercih etmişti, kısacık elbisesiyle birleşen derin göğüs dekoltesi ilgiyi kolayca üzerine topluyordu. Gece siyahı uzun saçları ve yoğun tuttuğu göz makyajıyla zümrüt yeşili gözlerini ön plana çıkartmıştı. Bu ona nefes kesen, tehlikeli bir güzellik eklemişti ve beni rahatsız etmişti. Onda Barut’tan bile daha çok rahatsız edici bir şey vardı. Mila’yı fazla umursamadığımı belli edercesine tüm odağımı Barut’a çevirip, “Ne istiyorsun?” diye sordum. Kaba olmak umurumda bile değildi. Bu adamın Cesur’la derdi vardı ve tüm içgüdülerim ondan uzak durmam gerektiğini haykırıyordu. “Mila, sevgilim, sen Gökhan’ın yanına geç. Birazdan yanınızda olurum,” dedi Barut bedenine yapıştırırcasına sıkı sıkı tuttuğu kadının çıplak omzuna ufak bir öpücük bırakırken. Mila, ona karşı tıpkı bir uysal kedi gibi kafasını salladı ve onu benimle baş başa bırakmayı umursamadan yanımızdan ayrılarak kalabalığa karıştı. Kadının ne zaman sokacağı belli olmayan sinsi bir yılan gibi kırıta kırıta gidişini izlediğim sırada, “Onun kabalığını görmezden gel,” dedi Barut özür dilercesine. “Bazen kıskançlığı her şeyin önüne geçebiliyor.” “Öyleyse onu kızdırmamanı tavsiye ederim. İlgileneceğin kadın o, ben değilim. Onun yanında olmalısın,” dediğim sırada Mila’nın gidişini izlemeye devam ediyordum. Aniden önüne çıkan bir adamla hafifçe çarpıştıklarında kadının dudaklarında hangi kötülüğü beslediğinden emin olamadığım ufak bir kıvrım belirdi. Çarptığı adama bir şeyler söyledi, adam ona gelişigüzel kafasını sallayıp bulunduğum tarafa doğru gelmeye başladı. Mila, omzunun üzerinden dönüp giden adama baktı. Sonra gözleri ondan sekerek beni buldu ve gülümsedi. O adam Yavuz’du. Barut elini koluma hafifçe dokundurdu, irkilerek dokunuşundan kaçtım. İrileşen gözlerimi yeniden ona çevirdiğimde, “İyi misin? Beni duymuyor gibiydin,” dedi çözmek istercesine yüzümü tararken. “Farkında değilim, kusura bakma,” diye öylesine bir şeyler sayıkladığımda gözlerim yeniden Barut’tan sekerek bize yaklaşmaya devam eden Yavuz’a kaydı. Doğrudan yanıma geliyordu. İfadesi sorgulayıcı, bakışları henüz sadece sırtından gördüğü Barut’un üzerindeydi. Beni rahatsız eden biri olduğunu anlaması için beni tanımasına gerek yoktu. Yüzüme bakan herkes Barut’un yanında durmaktan gerildiğimi okuyabilirdi. “Bir terslik mi var, Nehir?” Bu soruyu birkaç kez içimden kendime sordum. Neden ortada hiçbir şey yokken bu kadar aşırı tepki veriyordum? Çünkü tüm içgüdülerim Yavuz’u herkesten saklamam gerektiğini haykırıyordu. En çok da fırsatını ararcasına beni kollayan düşmanlara karşı bunu yapmalıydım. Barut’un ne olduğunu anlamak ister gibi arkasına dönüp bakacağını hissettiğimde, “Yok tabii ki. Sen ne diyordun? Üzgünüm, biraz başım ağrıyor, odağımı toparlayamıyorum,” diyerek ilgisinin bende kalmasını sağladım. Kuşkuyla gözlerini kıssa bile en azından arkasında kim olduğunu kontrol etmeyi erteledi. Tam da bu sırada barboylardan biri ortaya çıkarak Yavuz’u durdurdu ve kendi aralarında konuşmaya başladılar. “Pek iyi görünmüyorsun. Son olanların seni bu kadar yıpratmış olabileceğini düşünmemiştim. Her şey yoluna girdi mi?” “Elbette. İyiyim, bazen yılanın kuyruğuna bastığında can havliyle dönüp seni ısırabilir,” dedim önemsiz bir şeyden bahsediyormuş gibi. “Bu da yılanın kuyruğuna değil kafasına basman gerektiğini gösterir,” derken hafifçe dudağının kenarını eğriltti. “Hasan’ı hâlâ bulamamış.” “Ama bulacak,” diye bastırdım. “Emin misin? Üzerinden iki koca hafta geçti. Cesur eskisi kadar formunda değil sanırım.” Alayını görmezden geldim. “Hasan saklanmayı iyi bilen bir köstebek. Kafasını dışarıya çıkardığı an başının kopacağını biliyor. Korkusundan deliğinden çıkamayan birinin gözümde hiçbir değeri yok.” Barut bu kez çok daha belirgin bir şekilde gülüp kafasını hafifçe iki yana salladı. “Hiç düşünüyor musun merak ediyorum,” dedi eğleniyormuş gibi. “Belki de Hasan’ı bulmak istemeyen Cesur’dur. Sonuçta seninle fazladan bir gün daha geçirebilmek için her şeyi yapacağını biliyoruz-” “Sen delirmişsin,” dedim yüzümde patlayan şokla. “Sen gerçekten delisin. Herkes Cesur’u deli sanıyor ama gerçek deli sensin!” “Böyle düşünmek sana iyi gelecekse durma, devam et.” İçime ektiği şüphe tohumlarının filizlenerek kaburgalarıma dolanmaya başladığını görmezden gelmeye çalıştım. Olta atıyordu, biliyordum ama yine de oltanın ucundaki lezzete çekiliyordum, çünkü şüphe işte böyle illet bir şeydi. Benimle oynuyor olduğunu bilmek var olan öfkemi kamçılarken, “Ne istiyorsun, Barut? Derdin ne senin?” diye çıkıştım. Barut birden ciddileşerek, “Hasan’ı bulabilirim,” dedi. O kadar kendinden emin duruyordu ki sanki Hasan’ı saklayan zaten oydu. “Dilersen Hasan bu gece sen yatağına girmeden önce ayaklarının dibinde olur. İstemen yeterli, Nehir. Benden istemen yeterli.” Başımı hafifçe kaldırıp çenemi havaya diktim. Ellerim yine yumruk şeklindeydi. “Öylesine iyilik yapacak biri olduğuna inanacak değilim.” “Sadece dost olmak istiyorum,” dedi makul bir istekmiş gibi. “Benimle dost ol. Benden alacakların, senden isteyeceklerimden daha büyük olur. Kârlı çıkarsın.” “Senden tek istediğim benden uzak durman. Ben yeterince kârlıyım, görmüyor musun? Cesur benden hiçbir talepte bulunmadan her istediğimi yapıyor. Onunla anlaştım, Barut, başka anlaşmalar artık umurumda bile değil.” “Neden senin yanında olduğunu biliyorsun,” diye hatırlatmada bulunduğunda aynı dik duruşla karşısında durmaya devam etmek için direndim. Beni bununla vurmasına izin vermeyecektim. “Beni sonuca ulaştırdıktan sonra ne önemi var ki?” Mavi gözleri hafifçe kısıldı, sözlerimi kesip biçti. O, beni terazisinde tartarken Yavuz yanındakiyle konuşmayı bitirmişti ve adımlarının hedefinde yine biz vardık. Aynı nedensiz endişenin tüm bedenimi turlamasını görmezden gelmeye çalıştım. Yanıma gelen şu an öfkeyle dolu olduğunu bildiğim Cesur olmalıydı, benden hâlâ haz etmeyen Akın olmalıydı ya da meraklı bakışlarını üzerimize diktiğinden emin olduğum Özgür olmalıydı ama Yavuz olmamalıydı. “Biliyor musun, seninle kolay yoldan anlaşamayacağımızdan başından beri emindim. Sadece şansımı deneme niyetindeydim. Denedim ve bir kez daha emin oldum. İstediklerinin katbekat fazlasını önüne sersem ve karşılığında senden hiçbir şey istemesem bile benimle aynı masaya oturmazsın.” Kafasını hafifçe sağ omzuna doğru eğdi. “Başından beri onunla anlaştığın için değil, Nehir. Ona âşık olduğun için.” Bana sert bir tokat geçirmiş gibi irkilip, “Ne?” dedim şokla. “Saçmalıyorsun-” Beni duymazdan gelerek bar bankosuna ilerleyip içki istedi. Yeniden bana döndüğünde yüzünde kendinden emin gülümsemesi asılıydı. Onu bozabilmek adına, “Saçmalık! Öyle bir şey yok!” diye çıkıştım. İnkârımı anlayışla karşıladığını belli edercesine kafasını sallaması beni daha çok sinirlendirdi. Ancak başka bir şey söyleyemeden Yavuz yanımıza geldi ve ben dilimin ucundaki zehri yutmak, kendi kendimi zehirlemek zorunda kaldım. Yavuz hiçbir ön konuşma ihtiyacı duymadan, “Sorun var mı?” diye sordu, gözleriyse Barut’un üzerindeydi. Yavuz, onunla ilk kez karşılaşıyordu, ancak hakkında kararını ilk bakışta vermiş gibi sadece duruşuyla bile aralarına koca uçurumlar sokmuştu. Barut’a dik dik bakıyor, onunla sözsüz bir savaşın içerisindeymiş gibi göğsünü şişirdikçe şişiriyordu. “Sorun yok, gece için gelmiş,” dedim çabucak. Yavuz’la aramız garipti. Benimle hâlâ mesafesini koruyordu, ancak hiç değilse arada bir birkaç kelimelik de olsa benimle konuşuyordu. Bu anlardan birinin tam da şu an gerçekleşiyor olması midemdeki düğümlerin kıvrılarak canımı yakmasına neden olurken, “Baksana, Cesur seni arıyordu, şurada oturuyor, yanına uğra mutlaka,” diye yalan söyledim. Hızlı hızlı konuşmamı ve sanki hemen gitmesini ister gibi davranmamı sorgular gibi tek kaşını kaldırarak yüzümü taradı. Yavuz yanına gittiğinde Cesur anı idare ederdi, emindim ama sonrasında ona durumu açıklamam gerekecekti. “Tuna'yla birlikteydim ve Tuna onun yanından geliyordu. Bana öyle bir şey söylemedi.” “Cesur az önce benim yanımdaydı. Seni aramak için buraya gelip etrafa bakındı. Önemli bir şey olabilir.” Yavuz kafasını sallayıp kalabalıkta Cesur’u arar gibi gözlerini dolaştırdı. Gitmesini beklerken yanaklarımın içini kemirdiğimi ona çaktırmamak için çabalayarak kendimi kasmamdan dolayı tüm vücudum kaskatıydı. Yavuz sonunda kalabalığı eşelemeyi bırakarak yeniden bana döndü, ardından Barut’a baktı. Barut bizi keyifle izliyordu. İçkisinden yudumluyor, tekinsiz minik sırıtışıyla her hareketimizi takip ediyordu. Yavuz ona bir şey söylemek için dudaklarını aralasa da nedense bundan vazgeçti, vazgeçmesi tuttuğum soluğumu rahatlayarak bırakmama neden oldu. Sonra Yavuz yeniden bana döndü, bu kez bir şey söylemeye niyeti yoktu, çünkü gözlerine sinen kuşku zaten yeterince soru doluydu. Neyse ki sonunda kalabalığa karışarak Cesur'a doğru ilerlemeye başladığında ancak kendimi kasmayı kesebilmiştim. “Yavuz’u benden kaçırmak için bu kadar uğraşmana gerek yoktu, Nehir,” dedi Barut kafasını iki yana sallayarak gülerken. “Onu zaten tanıyorum, kim olduğunu biliyorum, senin için ne kadar önemli olduğunun farkındayım.” İçkiyi eline alarak bana doğru yaklaştı. Tam karşımda dikildiğinde mavi gözlerinde yanan parıltılar cehennem ateşine bulanmış zevki andırıyordu. Zehirli dudakları yeniden aralanıp beni darmaduman edecek sözleri zihnime üflemeden önce ciğerlerime derin bir soluk çektim, çünkü göğsüme dikenler batmadan bunu bir daha yapamayacağımdan neredeyse emindim. “Çabanı takdir ediyorum ama şunu da bilmelisin; onu benden kaçırabilmen için ancak ve ancak ölmüş olması gerekir.” Zehirli mavi gözleri arkamdaki bir noktaya kaydı, dudaklarındaki sırıtış büyürken bunun keyiften çok nefretten kaynaklı olduğunu ayırt etmek nefesimi kesti. Arkamı dönüp bakmasam bile Cesur’un buraya doğru geldiğinden emindim. Sonra Barut, “Şimdi sana bir soru soracağım ve seni rahat bırakacağım,” diyerek yeniden bana odaklandı. Suratında girdiği tüm bahisleri kazanmış şeytanın ifadesi asılıydı. “İki kişiden birini seçmek zorunda kalsan bu değer verdiğin tek dostun mu olurdu yoksa âşık olduğun adam mı?” Afalladım, güldü. “İçimden bir ses bu sorunun cevabını yakın zamanda öğreneceğimizi söylüyor.” ××× Barut kendinden emin gibi... 👀👀
|
0% |