@yazarimsibirileri
|
“Değerli konuklar, beklenilen dövüşün birazdan başlayacağını duyurmaktan memnuniyet duyarım. Bahisler için bu son çağrıdır.” Mikrofona konuşan adam gecenin korkunçluğuna rağmen o kadar keyifliydi ki bir ölümün haberini değil de bir düğünün haberini verir gibiydi. Mideme saplanan krampı görmezden gelmeye çalışırken kucağımda duran elimi sıktım. Gecenin sonuna yaklaştıkça gerginliğim katlanıyordu. Ciddi derece artmış olan kalabalığın ortasında, Cesur’un tam yanında oturuyordum. Kolunun tekini yaslandığım koltuğun sırt kısmına atmış, bana dokunmadan beni kollarının altına almıştı. Sessizdi ve kızgındı. Hangi ürkütücü eylemlerin döndüğünü çözemediğim bakışları sık sık tam karşımızdaki localardan birine oturan Barut’a değiyordu. Sanırım bunu tek fark eden ben değildim, çünkü Akın da durumun farkındaydı. “Normalde gelmezdi. Daha öncekilere gelmemişti. Daha önce buraya hiç gelmemişti,” dedi ortaya konuşurcasına ama sözlerinin hedefinde ben vardım, çünkü pekâlâ Barut’un burada oluş nedeninin ben olduğumun hepsi farkındaydı. Özgür bardağındaki sıvının tamamını midesine yolladıktan sonra, “Son zamanlarda çok gözümüzün önünde dolaşır oldu,” dedi sanki içki onu çarpmış gibi kafasını hızlı hızlı iki yana sallayarak. “Yakında saldırır.” Öylesine basit bir şeyden bahsedercesine bunu söylemiş olması tüm bedenimin kasılmasına neden oldu. Cesur sanki bunu hissetmişçesine koltuğun sırtına yasladığı elini kaydırarak çıplak omzuma indirdi, daha çok kasıldığımda hızla boğazımı temizleyerek oturduğum yerde rahatımı ararcasına kıpırdandım ve omzumdaki elinin düşmesini sağladım. “Aranızdaki husumetin kaynağı ne?” diye sordum gözlerim kalabalığı yararak Barut’u bulurken. Mila yanındaydı ve ona bir şeyler anlatıp sohbet ettikleri sırada dışarıdan mükemmel bir çift gibi görünüyorlardı. Sanki hiç günah işlememişler, hiç kan dökmemişler gibi. “Babam onun annesini ve kardeşini öldürmüştü,” dedi Akın birden. Gözlerim hızla onu buldu. Bir anda ortalığa savurduğu cümlelerle ve duygusuz ses tonuyla nevrimi şaşırmama neden olduğunda, “Ne?” dedim şokla. “Bu doğru mu?” Cesur, “Doğru,” dedi bunu öylesine bir şeyden bahsediyormuşçasına ortaya döken kardeşine dik dik bakarken. “Ölüm olacak kadar ne oldu?” diye sordum hâlâ bunu sindiremediğimi belli ederek. Kan akmış olması demek olayın çığırını aştığını gösteriyordu. “Uzun hikâye, düşünme bunları.” Cesur’un geçiştiren tavrını umursamayıp, “Karşılığı ne şekilde oldu?” diye bastırdım. Bunu eşelemem ve yerinde sorular sormam Akın’ın şüpheyle bana dönmesini sağladığında soğuk sesini yeniden duydum. “Karşılığı olmadı.” “Nasıl olmaz? Olmaması sizi hiç rahatsız etmedi mi?” “Adam yataklara düştü, intikam almaktan önce kendi canı gelince her şeyi bıraktı.” “O, bıraktı ama oğlu bırakmışa benzemiyor,” dediğimde üçü de Barut’tan bahsettiğimi anlamıştı. Donuklaşmış bakışlarım yeniden Barut’a döndüğünde onu içkisini içerken yakaladım. Sırtını geriye yaslamıştı ve kolunun tekini Mila’nın sandalyesine doğru uzatmıştı. Düşmanının mekânında asla huzursuz görünmemesi artık iyice beni rahatsız eder olmuştu. Barut, karşısında oturan Gökhan’ın anlattığı şeye güldü. Mizacı kötü değildi, aksine sadece bakmakla bile herkesin güveneceği, yakınlık hissedeceği tiplerdendi. İçindeki şeytanı çok iyi kamufle ediyordu. Cesur kulağımın dibine kadar sokulup, “Ona bakma,” diye hırladı, irkildim. Hızla bakışlarımı Barut’un üzerinden kaçırırken Cesur’dan uzaklaşmak için oturduğum yerde hafifçe kaydım. Herkesin gözünün önündeyken bu kadar yakın durmak diken üstünde hissetmeme neden oluyordu. Aslında etraftakiler umurumda değildi de beni asıl geren Akın ve Özgür’dü. Ne zaman Cesur bana yaklaşsa onlar bakışlarını başka yöne çeviriyorlardı. Belki rahat olmamamız için böyleydi, belki beni onun yanında görmeye tahammül edemedikleri için tavırları soğuklaşıyordu. Ya da tüm uyarılarına rağmen aptal gibi Cesur’un yanında olduğum için acınası hâlime gözlerini kapatmayı tercih ediyorlardı. Cesur’a bakmamayı tercih ederken boğazımı temizleyip, “İntikamını almak için sırasını beklediğinin farkındasınız, değil mi?” diye sordum. Özgür her zamanki umursamazlığıyla, “Beklemek yerine harekete geçse de biraz eğlensek,” dedi tehlikeli sırıtışıyla. Akın ise, “Arkanda biz varken bu kadar korkma,” dedi, gizli alayını hissetmemek imkânsızdı. “Arkanda biz olmadığımız zaman kork. Çünkü dışarısı senin için artık çok daha tehlikeli.” Dudaklarım sevimsiz kıvrımlardan birine ev sahipliği yaparken ifadem ekşiydi, bunu saklama zahmetine bile girmiyordum. Cesur’un sert bir soluk verdiğini duyduğumda Akın’a karşılık vermesine engel olmak istercesine masanın altından elimi baldırının üzerine koydum, dönüp bana baktı. “Hasan gibi belki de onlarcası dışarıya çıkacağım anı kolluyor olabilir ama emin ol artık kimseden korkmuyorum. Kaybedecek bir şeyim kalmadı,” dedim, aklıma Yavuz geldi, yutkundum. Hâlâ kaybedecek bir şeylerim vardı. Akın önce birkaç saniye donuk bakışlarını üzerimden çekmedi ancak sonrasında sanki büyük bir aydınlanma yaşamış gibi gözlerinin parladığını yakaladım. Onunla sürtüşecek kafada olmasam da bunu istiyor gibiydi. Bu yüzden Cesur’a bir şey söylemeye hazırlandığı sırada bize doğru yaklaşan Eva’yı gördüğümde bu kozu kullandım. Akın’a onun sinirlerini bozacağını bildiğim sivri bakışlarımdan birini atıp, “Bence en çok sen korkmalısın,” diyerek bize doğru yaklaşan Eva’ya döndüm. Akın her ne söyleyecekse vazgeçerek bakışlarımın kaydığı yönü takip ettiğinde ve Eva’yı gördüğünde hızla dişlerini sıktı, hatta gıcırdattığını duyar gibiydim. İmam açıktı; Eva, namlunun ucunda olabilirdi. Akın beni kalıcı olarak görmüyordu ama Eva onun için kalıcıydı ve düşman için açık hedefti. Akın, yaklaşan kadını takılı kaldığı kalabalıktan sıyırıp alma niyetiyle ayaklanırken Cesur içmek için ağzına yaklaştırdığı bardağın içerisindeki açık renkteki sıvıya bakarken konuştu, onu sadece ben duyabildim. “Korkuyor musun? “Bu da nereden çıktı?” “Buradakilerin onlarcası benim canımı yakmak için an kollar,” dedi, yutkunamadım. Onun canını yakmak artık benden mi geçiyordu? Bunu kabullenmediğimi belirtircesine içimden şiddetle kafamı iki yana salladım ve yükselen nabzımı görmezden geldim. “Korkmalı mıyım?” Güldü. “Asla,” diyerek bardağı kafasına dikti. Dudaklarımı kemirirken gözlerimi kaçırdım. “Peki, sen korkuyor musun?” diye ansızın sorduğumda etrafta dolanan bargirllerden birine yeni içki için işaret vermek üzereydi ki duraksadı. Bakışlarını ağır ağır yüzümde gezdirmeye başladı. Her ne kadar ona bakmamak için büyük çaba sarf ediyor olsam da içimdeki dürtüye yenilerek ona doğru döndüm. Yüzündeki ifade nefesimi tutmama neden oldu. Sanki çok değer verdiği bir şeyi kaybettiğini hayal etmişti ve bunun hayali bile ona o kadar ağır gelmişti ki acı birden çehresine sinmişti. Cesur sertçe yutkundu. Bunu fark etmek benim de sertçe yutkunmama neden oldu. Ardından, “Uzun zaman sonra ilk kez,” dedi, devamını getirmedi. İçimden devamını getirmeye öyle çok korktum ki suratıma dehşetin izleri dağıldı. Bu sırada yanımızdan geçen bargirl, Cesur’un boşalan içkisini fark ederek hızla yenisiyle değişti. Cesur ise sanki onca kadehi başkası içmiş gibi yeniden bardağa uzandığında, “Bu kadar içme,” diye mırıldandım. “Bu gece için fazla olmadı mı?” “Gerginim,” dese de önündeki bardaktan parmaklarını ayırmıştı. “Dövüş yüzünden-” “Dövüş yüzünden değil,” dedi çabucak. Masanın üzerinde duran eliyle aklındakileri dağıtmak istercesine ritim tutmaya başladı. “Onuna ne konuştun, fırtına kuşu?” Dakikalardır duymayı beklediğim soru nihayet kulaklarıma ulaştığında derin bir solukla omuzlarımı dikleştirdim. “O, tehlikeli biri. Size saldıracak, Cesur. Yeterince sağlam zarar vermek için doğru anı bekliyor.” Dudaklarında buzdan bir kıvrım oluştu. “Seni korkutmayı başarmış.” “Etrafıma baktığımda birçok düşman görüyorum ama hiçbiri onun kadar sinsi değil,” dedim ürperdiğimi saklayarak. “Ayrıca kurnaz, gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Ondan hoşlanmadım, çevremdeyken rahat olamıyorum. Belki de evet, ondan korkuyorum. Onda beni rahatsız eden bir şey var ama çözemiyorum.” “Barut’u yıllardır tanıyorum ve sırasını beklediğini elbette biliyorum. Bunları düşünmeyi bana bırak, Nehir. Onun diğer düşmanlardan hiçbir farkı yok, senin için de olmasın.” Daha fazla uzatmamak adına kısaca kafamı salladım. Cesur ne söylerse söylesin Barut’u sıradan göremiyordum. Onda bir gariplik vardı. Beni açıkça tehdit ettiğinden bahsetmek istesem de kendimi tuttum. Çünkü eğer bahsedersem bu geceki dövüşe Cesur çıkardı ve karşısındaki isim de Barut olurdu. Birbirlerine girdiklerini hayal etmek bile kanımın donmasına neden olduğu sırada, “Yavuz’u Barut’tan mı kaçırıyordun?” diye sormasıyla ansızın yakalanmışım gibi yerimde sıçradım. “Ne? Ne kaçırması?” “Onu neden yanıma yolladın?” Neyi kast ettiğini ancak anladığımda, “Yavuz’un göz önünde olmasını istemiyorum,” diye mırıldandım. “Böyle gecelerde onu uzak tutar mısın?” “Bir de kaybedecek bir şeyin olmadığını söylüyorsun,” dedi içimi buza çeviren alayla. “İyi bir oyuncu olmayı öğrenmelisin fırtına kuşu. Aksi hâlde elinde nelerin olduğunu herkes görmeye devam edecek.” Verecek bir cevap bulamadım, zaten cevap vermemi bile beklemedi. Tam da bu sırada Akın, Eva’yla birlikte masaya döndüğünde tüm odağım ten rengi sönmüş Eva’da toplandı ve az önceki konuşma hiç yaşanmamış gibi yapmayı tercih ettim. “İyi misin?” Bana kısa, cansız gülümsemelerinden birini bahşetti. “İyiyim, uykum var ama uyuyamadım. Aşağıya inersem kendime gelirim diye düşündüm.” Anladığımı belirtircesine kafamı salladım. Birçok sorgu cümlesi dudaklarımdan dökülmek için sırasını bekliyor olsa da sessiz kalmayı seçerek Eva’yı kıskacıma almakla yetindim. Bu gece garip olanlar arasında Eva da vardı. Hatta sabahtan beridir tuhaftı. Gece başlamak üzereyken kaçar gibi odasına çekilmişti, öyle hızlı ortalıktan kaybolmuştu ki bir daha geri gelmeyeceğinden emindim ama şimdi karşımda duruyordu. Karşımda duruyor ve tedirgin, kaçamak gözlerle etrafına bakıyordu. Sanki birini arar gibiydi. Kaşlarımı çattım. Bu sırada anons ediliyordu. “Sevgili konuklar taraflar ringdeki yerlerini almaya hazır. Siz de hazırsanız başlıyoruz!” Cesur, “Yanımda ol,” diyerek ayaklandığında ve benim de onunla kalkmamı istercesine baktığında yavaşça kafamı sallayıp, “Birazdan gelirim,” diye mırıldandım ve bakışlarımla Eva’yı işaret ettim. Sorgulayan çatık kaşlarıyla Eva’yı inceledi ve benim fark ettiklerimi fark ettiğinde gözleri hafifçe kısıldı. Sorular dilinin ucuna dizilmiş olsa da eşelemeyi sonraya bıraktı. Oturduğu yerden izleyeceği maçlardan biri olmadığı için gitmeden evvel bana son kez bakıp kardeşleriyle birlikte kafese doğru ilerledi. Kalabalığı yararak ilerlemelerini izlerken iç geçirmekten kendimi alamadım. Tabiri caizse geçtikleri yeri sarsıyorlardı. Masada Eva’yla baş başa kaldığımızda etrafına kaçamak bakışlar atmaya devam eden kadını bir süre daha sessizce izledim. Arayışta olan zümrüt yeşili gözleri nihâyet aradığını bulduğunda birden durdu, irileşti, nefes alışı bile ağırlaştı. Baktığı yönü takip ederek gözlerimi kalabalığın üzerinde gezdirdim. Maçı seyretmek için herkes ayaklanmış hâldeydi, bu yüzden görüş açım sürekli birileri tarafından işgal ediliyordu. İfademi sorgular gibi tutmamaya özen göstererek, “Eva, bir sorun yok değil mi?” diye sordum yavaşça. İrkildi. Sanki onu yakalamışım gibi yerinde sıçrayıp kendine zaman kazandırmak istercesine yüzünü sıvazlayıp kafasının tepesinde topladığı saçlarını düzeltti. “Yok, yok tabii ki,” dedi zoraki gülümsemeleri eşliğinde. “Sadece biraz ağrım var. Uyuyamadım bu yüzden.” “Haber verelim doktora-” “Gerek yok, Nehir, geçer birazdan. Zaten çok durmayacağım, kafam dağılsın diye aşağıya indim.” “Pek de kafa dağıtmak için uygun bir gece değil,” diye ağzımın içerisinde yuvarladığımda onu köşeye kıstırmışım gibi yüzünü sıkıntı kapladı. “Aslında onun için buradayım,” dedi gözleriyle Akın’ı işaret ederek. Anlamamı umarcasına bana baktı. “Hakan’la arkadaşlar. O, çok stresli, Nehir, Hakan’ı kaybedebilir. Bu yüzden destek olmak için indim.” Hafifçe gülümsedim. “Öyleyse yanında olmalısın.” Eva hızlı hızlı kafasını sallayarak masadan fırladı. Gülümsemem hızla yüzümü terk etti. O kadar seri hareket ederek yanımdan uzaklaştı ki benden kaçtığından emindim. Akın’ın yanındaki yerini almasını izlerken şüpheyle gözlerimi ikisinin sırtında gezdiriyordum. Eva bugün genel olarak mı tuhaftı yoksa bana özel mi böyleydi emin değildim. Aklıma Akın’ın ondan benimle arasına mesafe koymasını istemiş olması bile geçiyordu. Sanırım bundan emin olabilmek için Eva’yı önümüzdeki birkaç gün dikkatli incelemem gerekecekti. “Evet, millet, işte Nazım Çekel’in oğlu Hakan Çekel. Babasından sonra ailenin tek erkeği tam karşınızda duruyor. Ya bu savaşı bitirecek ya da kendisiyle birlikte ailesini de bitirecek,” dedi dövüşü sunan o coşkulu ses. Kalabalığın arasından Hakan’ı destekleyenler ıslık çalıp adını bağırırken kimileri de yuhaladı. “Ve diğer köşede de Fahri Hancı’nın oğlu Erkan Hancı. Hancı ailesinin en büyük erkek çocuğu. Beş erkek kardeşinin arasından seçildi ve bu gece, omuzlarına bırakılan zaferi sırtlayabilecek mi hep birlikte göreceğiz.” Destekleyici ve aynı zamanda yuhalayıcı bağırışlar yeniden yükseldi. “Ne dersiniz? Artık başlasın mı?” Kalabalıktan güçlü ve aç bir haykırış döküldü. “Evet!” “Biraz daha gürültü istiyorum millet, daha iyisini yapabilirsiniz. ARTIK BAŞLASIN MI?” “EVET!” Herkes hevesle maçın başlamasını beklerken aniden bulanan midemi durdurmak istercesine elimi karnıma bastırdım. Tam da bu sırada önümdeki kalabalık sağa sola kayarak görüş alanımı açtığında tıpkı avına odaklanmış olan bir yırtıcı gibi bana bakmakta olan Barut’la göz göze geldim. Hemen yanında duran Mila ve karşılarında oturan Gökhan kendi aralarında bir şeyler konuşuyor gibiydiler ama Barut’un onları duyduğundan şüpheliydim. Yüzümün her karesinde, karnıma bastırdığım elimde bile gözlerini gezdirdiğini fark ettiğimde hızla kendimi toparlamaya çalıştım. Omuzlarımı dikleştirip yüzüme yerleşmiş olan tiksinç ifadeyi sildim. Yerine soğuk, mesafeli ifademi yapıştırdım ve ona dik dik bakmaktan geri durmayarak oturduğum yerden kalktım. Sağlam adımlarla kalabalığa karıştığımda asla çözülmeyecek bir düğüm gibi birbirine geçmiş olan insanlar birer birer bana yol vermeye başladı. Cesur’un yanına ulaştığımda kalabalığın arasına karışmış birkaç adamıyla göz göze gelmiştim. Sanırım etrafımızda güvenliği sağlayan onlarcası daha vardı ve sadece dört tanesi etten bir duvar gibi Cesur, Akın, Özgür, Tuna ve Eva’nın arkasında dikiliyorlardı. Herkes kafese bakarken onların sırtı kafese dönüktü ve keskin bakışları diğer insanların üzerindeydi. Beni görünce geçmem için kenara kayarak yolumu açtıklarında hızla aralarından sıyrılarak geçtim. Mikrofonu elinde tutan adam ringin ortasına doğru ilerlediğinde tepedeki spot ışıkları doğruca onu aydınlattı. Sadece konuşarak rahatlıkla gemisini yürütecek tipe sahip olduğu tartışmasız ortadaydı. Gençti, tıpkı Tuna gibi cılız ama ondan farklı olarak yılışkan birine benziyordu. Bulunduğu her kabın şeklini alabileceğine emindim. Aslında böyleleri güvenilmez olurdu ama işin arka yüzünde ev sahiplerinin güvenini kazandığı ortadaydı. Sakalsız yüzü tepesinden vuran ışığın altında parlarken, “Herkes hazır olduğuna göre gecenin dövüşünü başlatıyorum,” diyerek kalabalıktan aynı etkileşimi almayı bekledi. İnsanların gür bağırışları yüzünden kulaklarım uğuldadığı sırada Cesur’un yanındaydım. Bedenini bana doğru çevirmese de omuzunun üstünden bakarak beni tepeden tırnağa kısa bir kontrolden geçirmeyi ihmal etmemişti. Hakan ve Erkan sunucunun yanına yaklaştı. Üzerlerinde sadece şort bulunuyordu. Hakan ellerini bandajlamayı tercih etmişti. Beyaz bandajı sol eline sardığı sırada Erkan’ı sağ eline muştayı geçirirken görmek gözlerimin irileşmesine neden oldu. “O... o ne yapıyor?” diye sorduğum esnada sunucu, “Hazır mısınız?” dedi sağ ve solunda bulunan iki adama bakarak. Erkan muştasını sergileyerek kafasını salladı. Hakan ise şortunun cebinden çıkardığı kelebek çakıyla havada ufak bir şov sergilerken sunucuyu onayladı. “İstedikleri bir aleti seçme şansları vardı,” dedi Cesur gözlerini ringden ayırmadan konuşarak. Bir şey söylemek istesem de çenemi kapalı tutarak onları izlemeye devam ettim. Sunucu ikisinin arasından çekilmeden önce, “Unutmayın dostlarım bu gece sadece tek bir kural var,” dedi sanki çok ama çok önemli bir sırrı ortaya serecekmiş edasıyla. Fark etmiştim ki adama ciddi yüz hiç yakışmıyordu. Şaklabanlık onun için doğuştan biçilmiş kaftandı. Zaten çok geçmeden suratına gevşek sırıtışlarından biri yerleşti ve mikrofona tüm gücüyle bağırdı. “O da hiçbir kuralın olmaması!” Islıklar koptu, tezahüratlar edildi. Sunucu ellerini havaya kaldırarak insanları susturmaya çalıştıktan sonra, “İyi olan kazansın!” diyerek sahneden ayrıldı. Kafesin kapıları kapandı, sürgüsü çekildi. O kapıdan sadece tek kişinin canlı çıkabileceğini bilen iki rakip baş başa kaldı. Zil çaldı ve dövüş başladı. Karnıma sert bir ağrının saplandığını hissettiğimde yüzümdeki ekşi ifade çoğalmıştı. Bir çocuk gibi sızlanıp gitmek için elimden geleni yapmak üzereydim. Cesur bunu hissetmiş gibi elini yavaşça belime sarıp beni sıkı sıkıya kendisine çekti ve hemen ardından da “Buraya geldiysen sonuna kadar kalacaksın,” dedi duygusuzca. “Eğer gidersen herkes bir korkak olduğunu düşünecek.” Hakan kelebek çakısını havada savurduğunda sadece havayı değil, Erkan’ın kolunu da kesip geçti. İrkildim. “Bunu izlemek gerçekleşecek ölüme ortak olmak gibi,” derken kafamı hafifçe iki yana salladım. Bu kez Erkan saldırdı ve muştayla bütünleşmiş olan yumruğunu Hakan’ın çenesine indirdi. İnsanlar öyle büyük bir coşkuyla haykırdı ki sesler kulaklarımı sağır etti. Aldığı darbeyle Hakan’ın ağzından fırlayan birkaç dişin ve kan dolu tükürücüğün havada savrulduğunu hayal meyal görebildim. Eğer öyle bir yumruk bana atılmış olsaydı kesinlikle canımdan olmuştum ama Hakan sadece birkaç saniye savsaklamış ve hemen kendisini toparlamıştı. Daha doğrusu toparlamış görünüyordu ama beyninin serseme döndüğünden emindim. Hatta kısa bir anlığına kim olduğunu bile unutmuş olmalıydı. Cesur’un belimi saran eli sıkılaştı. “Bu birlikte dâhil olduğumuz ilk ölüm olmayacak,” diye hatırlatmasını sorun etmeyi geçmiştim, cümleleri öyle imalıydı ki bunun son olmayacağını da vaat ediyordu. Üstelik kanımı donduracak kadar merhametsizce duruyordu. “Beni pisliğine bulaştırmaktan memnunsun,” dedim donuklaşan bakışlarımı demir tellerle çevrilmiş kafese mıhlarken. Dışarıdan bakan bir göz için izlediği manzaradan asla etkilenmiyormuş gibi dursam da nabzım delicesine atıyordu. Hakan sonunda üzerindeki sersemlikten sıyrılıp atağa geçti, bıçağı öyle doğru anda savurdu ki rakibinin karnından beline doğru uzanan koca bir yarık açmıştı. Kanlar yağmur gibi etrafa savrulduğunda mide bulantımı bastırabilmek için kendimi kastım ve gözlerimi kaçırmamak için kırpmayı bile kendime yasakladım. Bu sırada Cesur, “Sen bunlarla yıkılacak bir kadın değilsin. Ölüm sana yabancı değil,” dedi, sertçe yutkunmak zorunda kaldım. İkimiz de birbirimize bakmıyorduk, gözlerimiz ringdeydi. “Dayanamayacağını düşünseydim seni odandan çıkartmazdım.” “Dayanabilirim ama bu izlemek isteyeceğim anlamına gelmiyor.” “Şu anda isteklerinin bir önemi yok, fırtına kuşu,” dedi aynı duygusuz tavrını sürdürerek. “Gözlerini kaçırma, dövüşten çok izlenen sensin.” “Herkese senin yanına yaraşır bir kadın olduğumu mu göstermeliyim?” dedim hafif alayla. Cesur sonunda gözlerini ringden kopartarak bana çevirdi. Kahve harelerini ele geçiren gerginliğine eğlenen bir kıpırtı karışırken, “Bunun için çaba göstermene gerek yok,” dedi, ne diyeceğimi bilemeyerek öylece yüzüne bakakaldım. “Herkese buranın liderlerinden biri olduğunu göstermen yeterli.” Kendimi uysal uysal kafamı sallarken buldum. Hakan’ın Erkan’a attığı güçlü yumrukla birlikte heyecanlanan insanların çıkardığı gürültü bizi bulunduğumuz ana geri çektiğinde bakışlarımız yeniden ringe döndü. Ardından Hakan ikinci yumruğunu rakibinin karnına geçirdi. Cesur, “Biraz daha yukarıya vursaydı nefesini tamamen keserdi, aptal herif,” diye homurdandı. “Hakan sence başaracak mı?” “Başarmak zorunda. O kaybederse tüm ailesi kaybeder.” Dudağımın kenarını eğdim. “Tek oğlan o diye mi?” “Sadece tek oğlan değil tek çocuk o diye. Yoksa kadınlar da pekâlâ düzeni devam ettirebilir.” “Öyleyse Nazım amca büyük bir kumar oynuyor,” dedim kalabalığı yaran gözlerimi ona saplarken. Sürekli alnındaki terleri silip duruyordu ve gerçekten tedirgin görünüyordu. Her ne kadar bunu maskelemeye çalışsa da korkusu büyüktü. Sonra kalabalığı biraz daha eşeledim ve Erkan’ın babasını buldum. Etrafında etten duvar örmüşçesine dikilen diğer dört oğluyla gururlu ve dik bir şekilde maçı izliyordu. Hiç taviz vermiyordu, çünkü geride güvendikleri vardı. Cesur yorum yapmadı. Sessizliği huzursuzluğumu katlıyor olsa da elbette bunu belli etmedim. Aslında şu anda gevezelik ediyordum ama tamamen dövüşe odaklanmaktan kaçmamın tek yolu buydu. Nitekim Erkan savurduğu sert tekmeyle Hakan’ın elindeki kelebek çakının yere savrulmasına neden olduğunda, “Bir şey yapamaz mısın?” diye atıldım. Çakı kafesin tellerine yakın bir yerde kalmıştı ve Hakan üzerine yağmur gibi yağan yumruklardan kaçmaya çalıştığı için çakıyı alma şansına erişemiyordu. “Yapamam,” dedi kafasını kısaca iki yana salladığı esnada. “Oradan birinin ölüsü çıkacak, karar verildi.” “Silahını düşürdü. Kaybedecek!” dedim sesime sinen dehşeti saklamadan. “Silahsız da başarabilir. Onlar işin gösteri kısmıydı.” “Eğitimsiz, Cesur, senin gibi değil. Dövüşmüyorlar ki yaptıkları şey birbirlerine girmek.” “Erkan da eğitimsiz. İkisinin şartları eşit. İyi hamle yapan kazanır. Yaşamak isteyen iyi oynamak zorunda, buna mecburlar.” “Bu kadar merhametsiz konuşma,” diye mırıldandım cansız bir sesle. “Hakan için endişelendiğini biliyorum, hiç umurunda değilmiş gibi davranma.” “Umurumda olduğunu bilsen daha huzurlu mu hissedeceksin?” diye sorduğunda sadece kafamı sallayarak karşılık verdim. Bunun üzerine derin bir soluk aldı. “Elbette umurumda. Hakan’ı severim. Aralarından birini tutmak benim konumumdaki biri için doğru olmaz ama Hakan kazansın isterim.” “Konumun yüzünden böyle katı duruyorsun yani?” Kafasını çok hafifçe iki yana salladı, bunu sadece ben fark edebildim. “Gözünde beni aklamaya mı çalışıyorsun? Merhametsiz yanımı hiç görmedin, fırtına kuşu, görsen başkalarından değil en çok benden korkardın.” Güldüm ama beceriksiz, zorlama bir gülüştü. “Görmek istemem de.” “Ben görmeni isterdim. Çünkü kendimi saklamak istemediğim tek kişisin.” “Sen delirmişsin,” dedim kan akışımın ağırlaştığını ondan saklamaya çalışırken. “Gerçekten hastasın sen.” Bu kez gülen o oldu ama onun gülüşünde de neşe ya da sıcaklık yoktu. Sıcak yaz gününü kışa döndüren gülüşlerden biriydi. Yine de yorum yapıp konuyu uzatmak yerine sessizliği tercih etmesinden memnun kalarak iç geçirdim. Kesinlikle normal biri değildi. Zaten bu dünyada olan kimse normal değildi; ben bile. Erkan muşta sayesinde bükülmez kıldığı yumruğunu bir kez daha Hakan’ın yüzünde patlattığında Hakan birkaç dişini daha kaybetti, ağzından akan kanlar çenesine doğru dağılıp yere damladı. Aldığı ikinci darbe dünyasını şaşırmasına neden olduğunda Erkan bu fırsatı çok iyi kullanarak yumruklarını peş peşe savurmaya başladı. Hakan olduğu yerde yalpaladıkça Erkan daha çok hırslanıyordu. Kalbimin dehşetle göğsümü delmeye başladığını hissettiğimde yumruklarımı sıkarak yüzümü aynı şekilde tutmaya çalıştım. Cesur beni daha çok kendisine çekti, sanki biraz sonra gerçekleşecek sahneden beni korumak ister gibiydi ama aynı zamanda o sahneyi izlememi istediğini biliyordum. Derken Hakan dizlerinin üzerine düştü. Çığlıklar yükseldi. Kalabalık daha fazlası için bastırıyordu. Erkan kesik karnından sızan kanları ve acıyı hiç hissetmiyormuş gibi gerinip rakibini devirmek için gerekli olan o son yumruğu attı, Hakan boş çuval gibi devrildi. Nazım amcanın kalbini tutarak kalakaldığını yakaladım, benim kalbim de sızladı. “Bitti mi? Öldü mü?” diye sordum sanki bir an sonra delicesine ağlayacakmışım gibi garip bir sesle. Akın ve Özgür o kadar sessizdi ki nefes bile almıyorlardı. “Bitmedi,” dedi Cesur kaskatı bir çeneyle. “Bitmedi daha.” Yanağımın içini kemirerek yere düşen adama baktım, hâlâ nefes alıyordu. Ancak birazdan göğsü kıpırdamayı kesecekti, çünkü Erkan son hamleyi yerine getirmek için Hakan’ın üzerine çıkmış, muştayı elinden söküp attıktan sonra çıplak ellerini Hakan’ın boğazına dolamıştı. Elimi karnımın üzerinden sarıp Cesur’un belimde duran elinin üzerine koydum ve güç almak istercesine sıktım. Hakan nefessizlikten kızarmaya başlamıştı. Gözleri hissettiği zorlanmadan dolayı dışarıya fırlayacakmış gibi belirginleşmişti. Göğsünün üzerine kaya misali oturan adama gözlerini dikmiş bakarken ellerinin can havliyle tutunabileceği bir şeyler aradığını görmek ayazda kalmışım gibi üşümeme neden olmuştu. “Cesur,” diye fısıldadım. Çılgınca tezahürat eden kalabalığın arasında sesim kaybolup gitti ama onun beni duyduğundan emindim. “Ölüyor. Hâlâ bir şey yapmayacak mısın?” Cevap vermedi. Zaten cevap vermemesi bile bir cevaptı. Hiçbir şey yapmayacaktı, Hakan’ın ölmesini izlemek dışında ve ben de ona katılanlardan biri olacaktım. Erkan’ın yüzüne eklediği zafer sırıtışı hissettiğim dehşeti kamçılarken Hakan’ın az önce yere düşen kelebek çakısına uzanmaya çalıştığını yakaladım, sadece birkaç santim uzağındaydı. Birkaç yudum nefes için çabalamıyordu, bir ömür için çabalıyordu. “Cesur,” diye sayıkladım yeniden. Böyle anlarda ona seslenmek artık alışkanlığım olmaya başlamıştı. “Alabilecek mi? Çakıyı alabilecek mi?” “Hakan’ın kazanmasını mı istiyorsun?” diye sorduğunda aslında gerginlikten kaskatı kesildiğini biliyordum ama sesi o kadar umursamaz ve eğlenir gibi çıkmıştı ki birden nevrimi döndürmüştü. Üstelik sanki yeterli değilmişçesine üzerine, “Artık birinin ölecek olması önemli değil mi?” dediğinde elektrik akımına kapılmışım gibi irkilmekten kendimi alamamıştım. Ne kadar çabuk birinin öleceğini kabul edip kendime rakip bile seçebilmiştim? İç muhasebem sürüp giderken Hakan’ın çakıya uzanmasını canlılığını kaybetmiş gözlerle izledim. Biraz öncesine kadar beni ele geçirmiş olan heyecan bulutu tıpkı aniden bastıran yaz yağmuru gibi geçip gitmişti. Kısa süre için elde ettiği etki kuvvetliyken artık tesiri geçmişti. Hakan parmaklarının arasına çektiği çakıyı sıkıca kavradığından emin olduğu anda saldırdı. Çakı, Erkan'ın sağ kolunun altından göğsüne girdi, kanlar boşaldı, Erkan acıyla haykırdı ve bedeni yere devrildi. Nefessizlikten morarmış olan Hakan hâlâ çakıyı sıkı sıkıya elinde tutmaya devam ederken kendine birkaç uzun saniye verdi. Sıkışan ciğerlerini havayla doldurduğu sırada Erkan yerde kıvranıyordu. Bense tıpkı ruhsuz biri gibi olanları izliyordum ve artık yorum yapmıyordum. Hakan hâlâ tam olarak kendisini toparlayamamış olsa da eline geçen fırsatı kaçırmamak adına yavaşça doğrultu. Bıçağı tutan eli kan içerisindeydi. Yüzü gözü tanınmayacak şekilde parçalanmıştı. Ciğerleri temiz havaya doymamıştı, ancak o hiçbiri umursamayarak dizlerinin üzerine kalktı. Çakıyı doğruca Erkan’ın kalbine saplamasını bekledim ama bunu yapmadı. Tüm gücünü toplayarak ayağa kalıp Erkan’ı saçlarından tutarak doğrulttu. Sonra da arkasına geçti ve çakıyı boğazına dayadı. Sanki az önce ölmek üzere olan o değilmiş gibi böbürlenerek karşıya baktı; Erkan’ın babasının ve kardeşlerinin olduğu yere. Dağılmış çenesiyle gülüp çakıyı bastırarak çekti. Kan tazyikli bir su gibi etrafa savrulurken dişlerimi sıktım. Burada birine acımak en büyük hataydı, bunu yeniden teyit etmiştim. Birkaç dakika öncesine kadar öleceği için endişe ettiğim adam tek bir an bile tereddüt etmeden rakibinin boynunu ikiye ayırmıştı. Üstelik bunu yaparken zalimce gülebilmişti de. Gözlerim ringin zeminine doluşan kanın üzerinde takılı kalmışken, “Artık gidebilir miyim?” diye sordum tıpkı cansız, planlanarak kurulmuş robot gibi. Cesur bana döndü. Ona bakmadım. Bir şey söylemesini bile beklemeden yanından ayrıldım, elini belimden çekerek gitmeme izin vermek dışında hiçbir şey yapmadı. ××× Yeraltına ait olan herkesin dört gözle beklediği kanlı dövüş bitmişti. Kazanan taraf alkışlarla, tezahüratlarla ve coşkuyla evine uğurlanırken kaybeden taraf yanlarında damarlarındaki tüm kanı dövüştüğü kafese akmış olan cesedi götürmüştü. Yaptıkları anlaşma doğrultusunda aralarındaki husumet son bulmuştu. Dost ortamı ebediyen olmayacak olsa da barış ortamı oluşturmak uğruna biri canını vermişti ve herkes de bunu desteklemişti. Tazeliği geçtikçe ağırlığı daha çok artan gecenin yükü omuzlarımdaydı. Ondan biraz olsun kurtulabilmek ümidiyle bar kısmına tünemiştim. Midem hâlâ eski sağlığına kavuşamadığı için içkiye çok yüklenmesem de hafif tonda bir şeyler yudumluyordum. Gecenin bitiminde, kalabalık teker teker dağılırken ancak kulübe gelen Didem’le birlikteydim. Her zamanki gibi tepeden tırnağa simsiyah olmayı tercih etmişti. Üzerindeki tek değişiklik sağ kaşına taktırdığı piersingdi. Üstelik yeniydi, etrafı hafif şişkin ve kızarıktı. Kafasına geçirdiği beysbol şapkasıyla onu kamufle ediyordu, sanırım şimdilik pek görünmesini istemiyordu. “Bana bunu da kaçırttıkları için onları asla affetmeyeceğim,” dedi kinle Cesur’a, ikizlere ve en çok da Tuna'ya bakarken. Aynı isyanı belki de bininci tekrar edişiydi. Hepsinde sessiz kalmak artık canımı sıktığında onu biraz olsun yatıştırabilmek ümidiyle bir şeyler söylemek istedim. “Yetişkinlerin bile izlememesi-” “Ben yetişkinim tamam mı? On dokuz yaşındayım, Nehir! Devlet beni adam sayıyor ama onlar için hâlâ beş yaşında gibiyim!” Aramızda neredeyse on yaş fark olmasına rağmen bana adımla hitap etmesini umursamadım ama orantısız şekilde sesini yükseltmesi kaşlarımı çatmama neden olmuştu. Didem aksiydi, emindim ki bazı sorunları vardı ve tüm hırçınlığının kaynağı buydu. Aniden yükselen tepkisine karşılık sessizliğimi korusam da hoşnutsuzluğumu fark ettiğinde, “Üzgünüm, asabım bozuk, gerçekten burada olmak istemiştim,” diye söylendi. Tüm curcuna bittiğinde gelmiş olduğu hâlde Tuna’nın Didem’i görünce onu gözleriyle boğduğunu yakalamıştım. O sakin adam resmen gözlerinden alevler taşırmıştı. Anlaşamadıklarını biliyordum ama bunu hayli yadırgıyordum, çünkü ben zamanında abimden başka kimseyle anlaşamayan bir çocuktum. O bana yetiyordu. İç çektim. Sanırım herkes için aynı şeyin geçerli olmadığını kendime kabul ettirmem gerekiyordu. “Nasıl geçtiğini anlatır mısın? Çok merak ediyorum.” Gönlümü almak istercesine bana yaklaşmasına karşılık yüzümdeki düz ifade hiç değişmedi. “Bunu başkasından iste Didem. Ben de o mide yok.” Omuzlarının düştüğünü yakaladım. Kalan tüm hevesi hava kaçıran balon misali söndüğünde geriye neşeye dair hiçbir şey kalmamış, yüzü asılmıştı. “Buraya boşuna geldim desene. Tuna’nın çenesini boş yere çekeceğim.” “Baksana, onunla sorunun ne?” diye ansızın sorduğumda Didem dudaklarını büktü. Anında sorduğum için pişman hissettim, çünkü hassas bir mesele olabilirdi ve ne olursa olsun Didem’in yarasını deşmek istemezdim. “Onunla sorunum yok. Asıl onun benimle sorunu var,” dedi düşman bakışlarını Cesur ve ikizlerle hararetli bir konuşmada olan Tuna’ya dikerken. Bizden epey uzaktaydılar ve müzik yüksek sesle olmasa da açık olduğu için onları duymamız imkânsızdı. Üstelik mekân boşalmış olsa da etrafı temizlemek için onlarca kişi çevremizde bulunuyordu ve çıkardıkları gürültü fazlaydı. “Benden nefret ediyor. Hah, sanki ben ona bayılıyorum.” “Bir abi kardeşinden neden nefret etsin ki?” dedim kırık tebessümümle. Sonra o tebessüm acıya dönüştü. Benim abim bile benden nefret edebilmişse tüm abiler edebilirdi. “O benim öz abim değil,” dedi, kalbim dondu. “Babam annemle birlikte olduğunda ne karısının bundan haberi vardı ne de annem birlikte olduğu adamın evli olduğunu biliyordu. Babam iki tarafı da yıllarca idare etmiş. Ben yoğun çalıştığı için veli toplantılarıma gelemediğini düşünürken aslında o, karısının ve oğlunun yanındaymış.” Dudakları acıyla eğrildi, gözleri nemlendi ama sanki anlattıkları hiç canını yakmıyormuş gibi hızla kendini toparlayarak devam etti. “Sonra işte tahmin edebileceğin gibi gerçek ortaya çıktı. Öyle yer yerinden de oynamadı, babam umursamadı bile. Onun için iki kadın olması hiç sorun olmadı. Annem babamın ne işle uğraştığını öğrendiğinde bizi terk etti. Gitti. Arkasına bile bakmadı. Arkasında ne bıraktığını umursamadı bile. Sekiz yaşındaydım...” Birden nabzım o kadar yükseldi ki kalbimin sesi kulaklarımı uğuldattı. Didem konuşmaya devam etti ama onu duyamadım. Hayat öykümüzü ortaya sersek benzer noktaları en az bana olduğu kadar onun da kanını dondurur muydu bilmiyordum ama sekiz yaşındayken yaşadıklarımızın ağırlığı bazı noktalarda örtüşüyordu. “...bana Tuna’nın annesi baktı biliyor musun? Kendi annem bakmadı ama o kadın baktı. Benden nefret etmedi. Belki de benden nefret etmeyen tek kişi oydu. Babamın bile beni sevdiğini düşünmüyorum.” Beni de babam hiç sevmemişti. “Zaten çok geçmeden öldü gitti işte. Ardından Saliha annem de öldü. Tuna’yla baş başa kaldık,” derken güldü. “Babasını benimle paylaşmak zorunda kaldığı için benden nefret ediyor, başından beri.” “Birlikte mi yaşıyorsunuz?” diye sordum sırf bir şeyler söylemiş olmak için. Didem bıkkınlıkla homurdandı. “Evet. Evden ayrılmama izin vermiyor. Bana bayılmadığını biliyorum ama gitmemi de istemiyor.” Ardından omuz silkti. “Zaten çoğu gece burada kalıyor ben de evde tek başıma kafamı dinliyorum. Yoksa sürekli birlikte kalsak eminim ikimizden biri delirmiş olurdu. Her şeyime karışıyor, biliyor musun? Aklına gelebilecek her şeye. Çok yememe ya da az yememe. Çok uyumama ya da az uyumama. Okuluma, ki sırf onun baskısı yüzünden o lanet okula gidiyorum. Tamam, beni oraya zorla gönderiyor ama arkadaşlarıma karışma hakkını bile kendinde bulabiliyor. Anlamıyorum sanıyor ama sürekli peşimde adamlarını dolaştırıyor. Uyuz!” “Bence sana değer veriyor,” dedim temkinli bir tebessümle. “Kimse nefret ettiği birinin yemesiyle içmesiyle ya da uyumasıyla ilgilenmez.” Didem itiraz etmek için hızla dudaklarını aralasa da nedense birden durdu ve gözlerini Tuna’nın üzerine dikti. Ona baktıkça yüzündeki kızgın ifade soldu, yerini hüzün aldığında, “Bana bir kere bile değer verdiğini hissettirmedi,” dedi kırık bir kız çocuğu gibi. “Ağzından tek bir güzel söz bile duymadım.” Düştüğü yoğun duyguların pençesinden kurtulmak istercesine kafasını şiddetle iki yana salladığında çehresine sinen hüzün dağıldı, yerini yine aynı soğukluk kapladı. “Umurumda da değil. Bana karışmasın yeter.” Umurunda olduğundan artık emindim ama yine de hiçbir şey söylemedim. Bitirdiği bardağını yenisiyle değiştirtmek için bar kısmını artık toplamaya başlamış olan barmene seslendiğinde Tuna sanki bunu duymuş gibi bakışlarını hızla Didem’e sapladı. Kardeşinin hunharca içki içmesine tahammülü yokmuş, hatta onu burada görmeye bile tahammülü yokmuş gibi bir tavra büründüğünü yakaladım ve bunun nefretle ilgisi olmadığına kalıbımı basabilirdim. Tuna artık müdahale etmek zorundaymış gibi anlattığı şeyi hızlandırdı, el kol hareketlerinden bunu anlamak mümkündü. Konuşmayı bitirdiğindeyse Cesur sadece kafasını salladı ve sonra koyu kahve gözleri beni buldu. Aynı esnada bir kez daha kafasını salladığında Tuna hızla bulunduğumuz alana doğru gelmeye başladı. Cesur’un da hareketlendiğini gördüğümde kalbim aniden hızlanarak beni şaşkına çevirdi. Ancak henüz iki adım bile atmamıştı ki Akın onu durdurdu. Her ne söylediyse Cesur o içimi delen bakışlarını üzerimden çekmişti ve ben tıpkı güneşin terk ettiği mazlum bir çiçek gibi yediğim soğuk rüzgârla titremiştim. “Siktir, işte bela geliyor,” dedi Didem huysuzca burnunu kırıştırıp daha yeni eline aldığı bardağı hızla kafasına dikerken. Baş edilmesi zor, yaramaz bir kız çocuğu gibiydi ve bu hâlinin Tuna’yı delirttiğini anlamak için onu tanımaya gerek yoktu. “Çocuk, seni kaç kez daha uyaracağım?” dedi Tuna yanımıza gelir gelmez öfkeyle. Didem omuz silkti. Önemseyip abisine bile bakmıyordu. “Babammışsın gibi davranmayı kes, ikimiz de rahat edelim.” Tuna sabır çekercesine gözlerini havaya dikti ve sonra bana dönerek özür dilercesine baktı. Anlayışla kafamı salladım ve sorun olmadığını belirterek hafifçe gülümsedim. Yeniden kız kardeşine döndüğünde çehresini hızla öfke kapladı, dişlerini sıktı. “Sorun çıkartmak isteyeceğin bir gece değil, Didem. En son abim seni uyardığında aldığın cezayı unutma.” “Şantajcı!” dedi Didem tıslayarak. “Sürekli beni aynı şeyle korkutmayı kes. Cesur,” demişti ki Tuna adeta kısık sesle haykırmayı başarırcasına hırlamıştı. “Didem!” “Tamam, Cesur abi,” dedi Didem gözlerini devirerek. “O bile senin kadar bunu sorun etmiyor. Her neyse, buraya girebilmek için çok uğraştım. Kenara çekil de biraz tadını çıkartayım.” “Kalk, hemen!” dedi Tuna emrindeki birine buyurur gibi hiddetle. “Eğer iki saniye içerisinde kalkmazsan buraya girmeni tamamen yasaklatırım.” Didem elektrik akımına maruz bırakılmışçasına hızla ayağa fırladığında ve abisinin ortaya serdiği tehdide karşılık sanki bir şey yapabilecekmiş gibi yüzü öfkeden morardığında gülmemek için gözlerimi başka yöne çevirdim. Baktığım yöndeyse Cesur vardı. Gözlerim tıpkı mıknatısa yapışan demir parçası gibi ona çekildiğinde derinden çattığı kaşlarıyla Akın’ı dinlediğini görünce yanımda didişmeye devam eden ikiliden tamamen soyutlandım. Akın hızlı hızlı bir şeyler anlatıyordu ve bu sırada Özgür’ün onaylamadığını belirtircesine kafasını iki yana sallamasını yakalamıştım. Hatta müdahale etmek için bir şey söyleyecekti ki Akın tarafından susturulmuştu. Tuna ve Didem’in tartışa tartışa yanımdan kaybolup gitmelerine dikkat edemedim. Eva yine ortalıkta değildi ama Yavuz buradaydı ve Akın ile Cesur’un gittikçe alevlenen konuşması dikkatini çekmiş gibi onlara doğru yönelmişti. Sadece onun değil etraflarındaki çalışanlar bile sık sık kafalarını kaldırıp onlara bakıyorlardı. Ne konuştuklarına dair hiçbir fikrim yoktu ve olduğum yerden onları duymamın da imkânı yoktu. Cesur’un saniye saniye hoyratlaşan ifadesi boğazımın kurumasına neden olurken oturduğum yüksek bar sandalyesinden yavaşça kayarak indim. Yanlarına gidip gitmemekte kararsız kaldığım o anlarda Cesur’un tek eliyle birden Akın’ı giydiği kazağın yakasından tutup kendisine çekmesiyle şoka uğradım. Herkes şoka uğradı. Özgür hızla araya girip onları ayırmaya çalıştı ama ne Cesur'un bırakmaya ne de Akın’ın diklenmeyi kesmeye niyeti varmış gibiydi. Ayaklarıma sanki beton dökülmüş gibi ileriye adım atamıyordum, kilitlenip kalmıştım. Cesur, Akın’ı sertçe sarstı. İkisi de vücutlarındaki koca kas kütleleriyle o kadar iriydi ki olası bir kavganın sonucunu düşünemiyordum. Onları birbirlerinden koparmaya çalışan Özgür ve Yavuz yanlarında hayli zayıf ve güçsüz görünüyorlardı. Çalışanlar artık tamamen yaptıkları işleri bırakarak olayı seyretmeye başladığında nihâyet müzik de kapatılmıştı. Akın’ın, “Düşün, bana hak vereceksin,” diye tısladığını işitebildim. Cesur bunun üzerine onun yakasına daha sıkı asılıp, “Asla!” diye hırladı ve son sözü buymuş gibi kardeşini iterek bıraktı. Özgür ve Yavuz hızla ikisinin arasına girip onları birbirlerinden uzaklaştırdı ama o an anlamıştım ki Akın’ın niyeti kavga etmek değildi. Akın bir şeyi anlatmaya çalışıyordu ve o şey her neyse Cesur’un hiç ama hiç hoşuna gitmemişti. Hatta o kadar gitmemişti ki sanki burada kalırsa kontrolünü kaybedecekmiş gibi hızla mekânı terk etmişti. Bu anları sadece dikilerek izlemeyi bitirdiğimde ayaklarım nihâyet çözülebildi ve asansörlere doğru iki adım attım. Üçüncüsünü atacaktım ki, “Sen odana dön, Nehir,” diye seslendi Akın, irkildim. “O, sana geri dönecek.” Kararsız kaldığımı belli edercesine sertçe yüzümü sıvazladıktan sonra, “Sorun ne?” diye sordum biraz isyan eder gibi. “Sorun ne Akın? Ona ne söyledin?” Buzdan farksız alaylı yamuk gülüşüyle, “Bizim senden başka ne sorunumuz olabilir?” dedi, donakaldım. “Odana dön. Merak etme, geri geldiğinde soluğu senin yanında alacak.” Özgür artık buna sabredemiyormuş gibi, “Akın,” dedi uyarıyla. “Artık fazla oluyor, şu davranışlarına son ver. Bu yaşında dayak yemek mi istiyorsun? Yeter. Yeter, amına koyayım lan!” “Dediğime gelecek, hepiniz göreceksiniz,” dedi Akın asla geri adım atmazken. “Kötü niyetim yok, bunu biliyor.” Hırpalanan üst başını düzeltirken kendini onaylamak istercesine kafasını aşağı ve yukarı sallayıp aynı cümleyi her kelimesine vurgu yapa yapa tekrarladı. “Kötü niyetim yok.” “Siktir git,” dedi Özgür ne hâli varsa görmesini ima edercesine elini havada savururken. Ardından o da asansöre doğru ilerledi ve bir şeyler homurdana homurdana aşağıya inen kabine binip gitti. Akın, “Bana sert bir şeyler yolla Efe,” diye bar kısmındaki gence seslendikten sonra oradaki masalardan birine oturdu ve hemen ardından da karşısındaki sandalyeyi Yavuz çekince içime doldurduğum soluk kıymık misali göğsüme battı. Ortada sorun olarak anılmam hiç problem değilmiş gibi Akın’la kısık sesle bir şeyler konuşmaya başladı. Eğer Yavuz, Hümeyra’yı kaybetmeden önceki Yavuz olsaydı okkalı bir dayak yiyebileceğini umursamadan Akın’a karşılık verirdi. Şimdiyse hiç sorgulamadan ya da rahatsız olduğunu belli eden ufacık mimik sergilemeden onunla aynı masaya oturacak kadar beni önemsemiyordu. İçkiler servis edildiğinde herkes hâlâ aynı şaşkınlıkla hareketsiz duruyordu, ben de o tayfaya dâhildim. Ta ki Akın, “Açın müziği, herkes işine devam etsin,” diye bağırana kadar. Rahattı, umursamazdı ve kendinden emindi. Ne olduğunu bilmiyordum ama Akın sonucunun istediği gibi olacağından şüphe duymuyordu ve bunun memnuniyeti şimdiden üzerine sinmişti. Çalışanlar etrafa sıçrayan kanları temizleyeme ve bir yandan da kafesi olduğu yerden sökmeye kaldıkları yerden devam ederken orada fazlalık olduğumu hissederek ağır adımlarla odama doğru ilerledim. Akın o kadar kendinden emin duruyordu ki bu yüzden Cesur’un peşinden gitmekten vazgeçmiştim. O, gelecekti. Ama gelmemişti. Günün doğmasına bir saatten az kalana kadar onu beklemiştim ancak geri dönmemişti. Ben de üzerime çöken uğursuz yorgunluğu hafifletmek istercesine duşa girmiştim. Su tepemden kayıp giderken hâlâ tek düşündüğüm Akın’ın Cesur'a ne söylediğiydi. Benimle ilgili olduğu su götürmez bir gerçekti. Belki de beni istemediğini açıkça ortaya sermişti ve Cesur buna delilenmişti. “Cesur böyle bir şey duysa yumruğunu sadece sıkmakla kalmaz Akın’ın yüzüne geçirirdi,” dedi içimden bir ses. Hâlime acıyarak gülmekten kendimi alamadım. Cesur benden asla vazgeçmezmiş gibi hissetmeyi bir an önce kesmeliydim ve en çok da bunu istemesini uman o aptal histen bir an evvel kurtulmalıydım. Haşlak su tenimden kayıp giderken ciğerlerime banyoyu dolduran boğucu havayı çektim, artık rahat nefes alamayacağım kadar buhar oluşmuştu. Bu yüzden musluğu kapatarak dakikalardır sürdürdüğüm eyleme son verdim. Saçlarımı üsten üsten kurulayıp havluyu bir kenara attım ve diğer havluyu bedenime sararak banyodan çıktım. Odama geçtiğimde boşlukla karşılaşmak omuzlarımın iyice düşmesine neden oldu; Cesur hâlâ gelmemişti. Tenim aldığım haşlak duş yüzünden alev alev yanıyordu. Bu yüzden gardırobumun kapaklarını açtığımda en ince ne varsa onu aramaya koyulmuştum ki Eva’nın bir köşeye sıra sıra dizdiği gecelikler imdadıma yetişircesine gözüme çarpmıştı. Renklerinin çoğunlukla kırmızı ve tonlarından oluşması karşısında gözlerimi devirmekten kendimi alamazken aralarından birine uzandım. Bedenimi kurutup altıma iç çamaşırımı geçirdiğim esnada kulak kesilmiş olduğum için Cesur’un açılan ve hemen ardından da kapanan kapısını duyabilmiştim, bunu yavaşça, çok ses çıkartmadan ve sanki biraz da kaçak köçek yapmış olması elbette dikkatimden kaçmamış, kuşkuyla kapıya doğru bakmama neden olmuştu. Sonunda geldiğini bilmek tüm hareketlerime hız kazandırınca askılı kırmızı geceliği çabucak üzerime geçirdim. Kısaydı, sırtı yarıya kadar açıktı ve ayrıca göğüs dekoltesi bir hayli fazlaydı. Sadece bununla dışarıya çıkmanın doğru olmayacağı düşünerek geceliğin devamı olan saten sabahlığı da giyinip kuşağını bağlamayı ihmal etmedim. Islak saçlarımı kurutacak kadar sabrım yoktu, neler olduğunu bilmek istiyordum. Bu yüzden onları olduğu gibi bırakarak kapıya doğru ilerledim ama sonra birden durdum. Ben mi gitmeliydim yoksa onun gelmesini mi beklemeliydim? “Bu saatte gelmez, uyanmamı bekler,” dedim kendi kendime cevap vererek. Ardından kafamı iki yana sallayıp bu saçma andan sıyrılmak istedim ve içimin içimi yemesine son vermek adına odamdan çıkmak için kapıyı açtım. Cesur’un odasına açılan kapı tam karşımdaydı ve ardında beni neyin beklediğini bilmemenin verdiği endişeyi taşıyordum. Akın neler karıştırıyordu tahmin etmek imkânsızdı ama içgüdülerim çok da kötü olmadığını iddia ediyordu ya da içgüdülerim bile beni kandırmaya çalışıyordu, bilemiyordum. Artık tüm dengem şaşmış hâldeydi. Endişelerimi kenara bırakıp ileriye doğru adım atacağım esnada karşımdaki kapı aniden açılınca olduğum yerde kalakaldım, çünkü dışarıya çıkan Cesur değildi. Üzerindeki gömleğin açık düğmelerini titreyen elleriyle ilikleyen bir kadındı. Yapay sarışın, lens yardımıyla mavi gözlü ve benim yaşlarımdaydı. Bana nefreti taşıyan gözlerle bakıp hışımla yanımdan geçip gittiği sırada hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendisini zor tutuyor gibiydi. Daha bunun şaşkınlığını atlatamamışken açık kalan kapının ardındaki Cesur’u gördüğümde boğazım kupkuru kesilmişti, çünkü üzerinde sadece beline bağladığı havlu vardı ve duştan yeni çıktığını belli eden su damlaları vücudundan yağmur gibi kayıyordu. Sert ifadesi beni gördüğü anda sekteye uğramış, yerini garip bir ifade almıştı. Sadece bu bile sertçe yutkunmama neden olduğunda içimde çöreklenen o garip hissi tattım. Acının yakın akrabası olan bir histi. Gözlerim yavaşça kısıldığında aklıma doluşan soruları süzgecimden geçirdim. O kadın kimdi? Cesur’un odasında ne işi vardı? Neden sanki kaçak bir birliktelik yaşamışlarmış gibi telaşla burayı terk etmişti? Yoksa ikizler gerçekten de haklı mıydı, Cesur önüne gelenle takılan biri miydi? Ben aptal gibi endişeden uyuyamayıp geri dönmesini beklerken o başka bir kadını koynuna almakla mı meşguldü? Sertçe yutkundum, çünkü zihnimden kayan o son soru her şeyden daha çok yakıcı gelmişti. Odama geri dönüp kapıyı ardımdan vurmayı ve kilidin dili döndüğü kadar kilitlemeyi istiyordum. Çünkü gördüklerim, en çok da düşündüklerim canımı acıtmıştı. Ancak sonra kendime böyle hissetmeyi yasakladım. Böyle hissedersem onun beni yaralayacak kadar içime yerleştiğini kabul etmiş olacaktım. Bunu reddederek yüzümdeki şapşal ifadeyi sildim ve tamamen bir buz parçasına dönerek sert adımlarla ona doğru ilerledim. Merak ettiğimi öğrenip geri dönecektim, bana açıklama yapacaktı ve sonra kiminle ne istiyorsa onu yapmaya devam edebilirdi. “Nehir,” dedi beni böyle bir anda karşısında bulmayı asla beklemiyormuş gibi o garip tavrıyla. Tırnaklarımı avuçlarıma geçirip bunu yok saymaya çalıştım. Şu anda asla girmek istemesem de odasına girip karşısında dikildiğimde kendime engel olamayarak etrafı kolaçan ettiğim için kalbim nefretle attı; bu nefret tamamen kendimeydi. Hiç dağılmamış yataktan hızla gözlerimi kaçırırken, “Akın sana ne dedi?” diye sordum çabucak. Çehresi hızla sertleşti. “Bunu merak ettiğin için mi buradasın?” “Evet,” dedim elimde olmadan öfkeyle. “Başka neyi merak edecektim gecenin bu saatinde?” Seni mi? Kahretsin ki onu da merak etmiştim. Cesur birkaç uzun saniye gözlerini üzerimde gezdirerek fevri tavırlarımın kaynağını çözmeye çalıştı. Çözemediğinde eliyle hoyratça ıslak saçlarını karıştırdı. “Güzel bir gece değil, Nehir, gerçekten,” dedi hemen ardından sanki en ufak bir şeye bile sabrı yokmuş gibi. “Eğer bilseydim asla bölmezdim,” diye homurdandım, aslında bölen bile değildim. Sanırım ben her şeyin sonuna gelindiğinde ortaya çıkmıştım. “Ama saatlerce seni bekledim. Akın bana senin açıklama yapacağını söyledi. Ne olduğunu bilmek istiyorum, şimdi, ertelemeden tamam mı? Sonra da giderim istediğini yaparsın.” Tüm cümlelerimin içerisinden sadece son cümlem onun aniden tepki vermesine neden olduğunda gözlerine konan öfke aldığım soluğun yarıda kesilmesine neden oldu. Sonra Cesur bana doğru sert, adeta bastığım yeri titreten adımlarla yaklaştı ve o koca bedenini tam dibimden geçirip gitti. Şampuanının ferah kokusu ciğerlerimi doldurdu, gözlerimi kapatarak havada asılı kalan kokuyu daha derin içime çektiğimi fark ettiğimde kendimi tokatlamak istedim, hatta tokatlanmış gibi irkildim de çünkü Cesur odanın kapısını gürültüyle üstüne vurmuş, bizi baş başa kılmıştı. “Neyi bilseydin asla bölmezdin?” diye sorduğunda bedenimi yavaşça ona doğru çevirdim. Çıplak sırtını kapıya yaslamış bana bakıyordu. Teni hâlâ nemliydi ve üzerinde sadece bir havlunun olduğunu bilmek karnımda bir şeylerin fokurdamasına neden oluyordu. “Bir kadınla olduğunu,” dedim dilimde dikenler varmış gibi. Cesur kollarını göğsünün üzerinde bağlayıp pazularının iyice göz doldurmasına izin verdiği esnada güldü. “Bir kadınla olduğumu mu? Yoksa onunla olduğumu mu düşündün?” “Başka ne düşünmemi bekliyorsun?” dedim yine kendime hâkim olamayıp kanımda kaynayan öfkeyi belli ederek. “Senden başkasıyla olamayacağımı,” dedi birden ciddileşirken, afalladım. “Sadece bunu düşünmen, aslında buna inanman gerekirdi. Çünkü gerçek olan tek şey bu.” “Gördüğüm şeylere inanmayı tercih ediyorum,” diye ağzımın içerisinde yuvarladığımda, “Sen daha çok gördüğünü istediğin gibi anlamayı tercih etmişsin,” diye karşılık verdi. “Neyse ne, boş versene. İstediğinle istediğini yapabilirsin, beni ilgilendirmiyor.” Huysuz homurtumun üzerine göğsünü yılgın bir solukla şişirdi. “Benimle ilgili her şeyin en çok seni ilgilendirdiğini hissetmeyi ne kadar arzuladığımı bilemezsin.” Birden omuzlarım hüzünle büküldü, tüm öfkem sönüp gitti. “Bana çok fazla anlam yüklüyorsun. Senden hiçbir zaman bunu yapmanı istemedim. Sen de kendine bunu yapma.” Ardından sanki tadım kaçmış gibi yüzümü ekşitip kapıya doğru, yani ona doğru adımladım. “Konuşmak için güzel bir gece değilmiş, haklısın.” Önümden çekilmedi. Orada, sırtını kapıya yaslamış hâlde dikilmeye ve gözlerime bakmaya devam etti. Bana oldukça uzun gelen süreden sonra ancak, “Artık merak etmiyor musun?” diye sorduğunda Akın ile ilgili olan durumu kast ettiğini anlamam biraz zaman aldı. “Uykusuzluktan başım ağrımaya başladı. Daha sonra konuşuruz. İkimizin de kendimizde olduğumuz bir anda.” “Beni kendimden eden birkaç kadeh içki değil sensin fırtına kuşu,” dediğinde sanki canımı yakan bir şey duymuşum gibi gözlerimi acıyla yumdum. Karşımda dimdik, kendinden emin ve ne istediğini bilircesine duruyordu. Kaçak dövüşen kişi bendim, buna mecburdum. “Birkaç kadeh mi? Gece boyu içtin,” diye ufak bir hatırlatma yaptığımda ona bakmıyordum. “Sarhoşsun. Yoksa neden böyle konuşasın, değil mi?” Dudaklarım zorlama bir tebessümle kıvrılmaya çalıştı. “Sadece sarhoşsun.” Cesur sırtından destek alarak kendisini kapıdan itti. Bana doğru koca bir adım attığında aramızdaki mesafe yok denecek kadar az kalmıştı ve bana öylesine derin bakıyordu ki etkisine kapılmaktan korkarcasına gözlerine bakmaya bile çekiniyordum. Elini kaldırıp ıslak saçlarıma dokunduğu sırada, “Kendine hep böyle bahaneler mi bulursun?” diye sordu. Parmakları saçlarımın arasına tıpkı bir tarak gibi girdiğinde sevgiye tepki veren yavru bir kedi misali kafamı avucuna doğru yaslamamak için kendimi tutmak zorunda kaldım. Çehrem acıyla bütünleşirken gözlerimi yumup, “Yapma,” diye yalvardım. Sesim güçsüzdü. Onun karşısında ben çok güçsüzdüm. “Senden başka kadın olamaz,” diye fısıldadı, kalbimdeki sıkışıklık hafifledi. Diğer parmakları saçlarıma karışmışken şakağımla yanağımın üzerinde duran baş parmağıyla usulca tenimi okşadı. Gözlerim hâlâ kapalıyken, “Olabilir. Olmak zorunda,” dedim tüm hislerim aksini haykırıyor olsa da. Devam ettirdiğim şeye zor dayanıyormuşum gibi sertçe yutkundum. “Kendini böyle bir şeye şartlandırma.” “O kadınla birlikte olduğumu duymak hoşuna mı gidecekti?” Ellerimi sıktım. “Evet.” “Aynı soruyu bir kez daha soracağım ve sen de gözlerini açarak cevap vereceksin,” dediğinde dilim damağım kupkuru kesildi. Kafamı hızlı hızlı iki yana sallayıp saçlarımdaki elinden kurtuldum ve yanından geçip gitmek için hareketlendim. Beni durdurmak için bedensel gücünü kullanmadı ama dilinin gücü bedensel gücünü bile gölgede bırakacak cinstendi. “Sen gerçekten korkaksın,” dedi sanki şimdiye kadar buna inanmamak için çaba göstermiş gibi biraz hayal kırıklığıyla. “O kadar korkaksın ki yaşamak için böyle olduğunu iddia etsen de sen yaşamaya bile korkuyorsun, Nehir.” Atacağım adım havada asılı kaldı. Ona hangi ara yüzümü döndüğümü bile yakalamazken, “Sor!” diye bağırdım. Doğrudan gözlerine bakıyordum. “Sor şunu!” Dişlerini sıktı. “O kadınla birlikte-” diye başlamıştı ki aramızda açılan mesafeyi hızla kapatıp, “Sadece düşünmek bile beni delirtiyor,” diye hırladım. Bu ilk kez dımdızlak her şeyi ortaya serdiğim andı. “Sense karşıma geçip bunu ikinci kez sorabilecek karar rahatsın! Kan beynime sıçrıyor, tamam mı? Oldu mu? Rahatladın mı şimdi-” Cümlelerimi dudaklarıyla söndürdü. Bana öyle ani saldırdı ki şaşkına dönmüştüm ve bir anda beni ele geçiren hırs balonunun ipini kaçırmıştım. Dudaklarımı talan edişine karşılık ellerimi çıplak göğsüne dayayıp bekledim. Bir galeyanla girdiğim yolun sonu benim için pek parlak görünmüyordu ve ben o yola yürüyerek değil tepetaklak yuvarlanarak girmiştim. Cesur alt dudağımı dişlerinin arasında kıstırıp hiç de nazik olmayacak şekilde çekiştirdiğinde tırnaklarımı göğsüne bastırdım. Beni özgür bırakarak hafifçe uzaklaştığındaysa gözlerindeki bakış hoyrattı. “Duymak istediklerimi ortaya dökmemek için direten şu ağzına yapmak istediklerimi bilseydin içinde ne varsa söylemeyi tercih ederdin,” dediğinde ürpermeme neden olacak kadar tehditkâr görünüyordu. Ardından benim konuşmama müsaade etmeden devamını getirdi. “Tuvaletlerden birine saklanarak gecenin bitmesini beklemiş. Sonra benim geldiğimi görünce de peşimden gelmiş. Doğruca duşa girmiştim. Soyunup banyoya girdi-” “Tamam,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. “Devamını duymak istemiyorum.” “Buradan çıkarken onun yüzüne baktın mı?” diye bastırdı, gözlerimi kıstım. “İstediğini almış bir kadın gibi mi görünüyordu yoksa reddedildiği için bozulmuş bir kadın gibi mi?” “Bana nefretle bakan bir kadındı.” “Çünkü bu kapıdan girip reddedilmeyecek tek kadının sen olduğunu biliyor, herkes biliyor. Sadece sen buna gözlerini kapatmayı tercih ediyorsun.” “Çünkü doğru olan bu,” dedim. Güldü. Yemin edebilirdim ki onu gülerken gördüğümde içimdeki bir şey yumruklarını göğsüme geçirmişti. Dudaklarındaki kıvrım hâlâ yerini koruduğu sırada, “Tüm doğruları sikeyim, Nehir,” dedi tıpkı bir aşk sözcüğü söylüyormuş edasıyla. Sonra hızla ciddileşti. “Sana doğru gelen her şeyin yedi sülalesini sikeyim.” Yüzümü buruşturdum. “Seninle önümü göremediğim uçsuz bucaksız bir okyanusa açılmamı istiyorsun. Dümen senin elinde, benimse can simidim bile yok.” “O dümeni tutabileceğini bilsem sana bırakmaktan hiç çekinmezdim. Batmaktan mı korkuyorsun? Can simidin yoksa ben sana olurum.” Kafamı hafifçe iki yana sallarken, “Sen hastasın,” diye sayıkladım. Her an ağlayacakmışım gibi gözlerim yaşlarla dolmuştu. Cesur beni kendisine doğru çektiğinde çıplak göğsüne yaslandım, daha da gerçeği yine yavru bir kedi edasıyla oraya sokuldum. Dudakları saçlarıma kondu, içimdeki fırtınayı dindirmek istercesine nemli saçlarımı öptü, kokumu içine çekti. Ardından dudaklarını sol şakağıma bastırdı ve oradan yanağıma indi, çene çizgime geldiğinde, “Eğer benim gibi birinin ilacı varsa o da sensin,” diye fısıldadı. Sertçe yutkundum, bunu hissetmiş gibi dudaklarını boynuma kaydırdı, her ne kadar bunu durdurmak için çabalamaya çalışsam da kafamı geriye yatırarak ona yer açmaktan ileriye gidemedim. Bunun üzerine boynuma bastırdığı dudakları yavaşça gerildi, güldüğünü hissetmek beni tamamen darmaduman etti. “Cesur,” diye sayıkladım. Sesim hem ona muhtaç hem de ondan kaçmak ister gibi çıktı. Dudakları bu kez köprücük kemiğimin üzerine kaydı, ayakta durabilmek için ona tutunmak zorunda kaldım. Ellerim pazularına dolanırken, “Yapma, lütfen,” dedim çaresizlikle. Sabahlığımın sıkı sıkıya bağlı olan kuşağına değen parmaklarını hissettiğimde kasıldım. Bu sırada, “Durdur beni,” dedi tıpkı benim gibi çaresizlikle. “Ben durmayı hiç istemiyorum,” diye devam ettiğinde kuşağımın bir ucuna asılarak oradaki düğümü kolayca çözmüştü. “Sen beni durdurabilecek misin?” Kafamı hızlı hızlı iki yana sallarken nefes nefese kalmış hâldeydim. “Sen durmak zorundasın,” dedim sabahlığımın önü tamamen açıldığı sırada. Cesur hafifçe geri çekilerek sabahlığın altından giydiğim geceliğin üzerinde gözlerini gezdirdi. Öylesine karanlık bakıyordu ki kendimi karşısında tamamen çıplak kalmış gibi hissediyordum. Ansızın, “Çok mu cesursun?” diye sormasıyla ne olduğunu anlayamamanın verdiği şaşkınlıkla ona baktım. Geceliğin derin dekoltesinin sınırlarında gözlerini dolaştırırken devam etti. “Etrafımda bu şekilde dolaşacak kadar cesursun,” dedi bir çeşit transtaymış gibi donukça. Hemen ardından, “Ya da aptal,” diye cümlesini tamamladı, aldığım soluk yarıda kesildi. “Cesur musun yoksa aptal mı?” Dişlerini sıktı. “Beni kışkırtmaya mı çalışıyorsun yoksa kırmızıya sarılmış teninin beni ne derece çıldırttığının farkında bile değil misin?” “Kışkırtmak mı?” dedim soluklarımı hâlâ düzene sokamamışken. “Öyle bir niyetim olmadı.” “Aptal,” diye fısıldadı bunun üzerine. “Bana ne hissettirdiğinden haberin bile yok.” Ellerini belime sarıp beni kendisiyle bütünleştirdiğinde karnıma değen sertlikle adeta kollarının arasında taşa döndüm. Ona dehşetle gözlerimi açarak bakarken, Cesur’un bakışları saf arzuyu ağırlıyordu. Karşı koymak için kendime zaman tanıdığım ama bir türlü kelimeleri birleştirip cümle kuramadığım o saniyelerde Cesur, “Bu gece çok içtim,” dedi yavaşça. “Kafam dumanlı, sarhoşum,” dediğindeyse yemin edebilirdim ki dudağının kenarında alaylı bir gülüş vardı. “Sen de çok içtin fırtına kuşu,” diye devam ettiğinde ancak ne yapmaya çalıştığını anlayarak, “Yoksa ben de mi sarhoşum?” dedim. “Sarhoşsun. Kanında dolaşan arzu bu yüzden. Bana karşı koyamaman bu yüzden. Gitmek istemen ama hislerine söz geçirememen hep bu yüzden.” “Bana bu gece için neden mi sunuyorsun?” diye sordum. Boğazım kupkuruydu ve bir yudum suya muhtaçmışım gibi kavrulduğumu hissediyordum. “Sana sabah uyandığında kullanabileceğin bir bahane veriyorum,” dedi, kalbim göğsüme yumruk atar gibi gömüldü. “Bu gece benimle seviş,” derken ellerinden birini yüzüme çıkartıp çene kemiğimin üzerine yerleştirdi ve baş parmağını aralık kalmış olan dudaklarıma bastırıp kaydırdı. “Saklanmadan. Gizlenmeden. Kaçmadan,” dedi beni açıkça görmek istiyormuş gibi bakarken. “Bunu istemediğini iddia ederek ya da pişman olduğunu söyleyerek çok iyi rol oynayabiliyorsun. Şimdi gerçeği gösterebilir misin?” Berbat bir yalancı olduğumu biliyordu. “Cesur,” dedim sertçe yutkunurken. “Çok fazla şey istiyorsun.” Çenemdeki eli boynuma doğru kayarak göğsümün biraz üzerinde durdu. Tüm parmakları açıktı ve tenimi saran avucu öyle sıcaktı ki sadece bu ufak dokunuşuyla bile aklımın sınırlarında geziyormuş gibi hissediyordum. “Şimdiye kadar benden sadece gerçekleri öğrenmeyi istedin,” dedim hızlı hızlı soluk alıp veren göğsüm yüzünden biraz hırıltıyla. “Şimdi de bir gece mi istiyorsun?” Bana doğru eğilip, “Gerçek bir gece,” dedi. “Sabah olduğunda benimle savaşmaya kaldığın yerden devam et ama sabah olana kadar bana kendini göster.” “Sabah olmasına çok az kaldı,” diye fısıldadım. Göğsümün üzerindeki eli kayarak hızla göğsümü avuçladığında irkildim, bunu hissetti. “Bana meydan mı okuyorsun? Geceyle gündüzü şaşırmanı sağlarım, fırtına kuşu, bunu yaparım.” Şu anda zaten sadece geceyle gündüzü değil doğruyu ve yanlışı, kısacası her şeyi şaşırmıştım. Bedenim ona uymak ve geri kalan hiçbir şeyi umursamamak için kıvranıyordu. Kalbim zaten Cesur’un tarafındaydı ama şimdi aklım bile bana ihanet ediyordu. Heyecandan sıkışan göğsüme derin bir soluk doldurup, “Vakit azalıyor,” diye fısıldadım. Cesur sanırım geri adım atmamı bekliyordu, çünkü bunu söylemiş olmamı idrak edebilmesi birkaç saniyesini almıştı ve anladığı anda da ifadesi beni ürkütecek kadar karamıştı. Beni sertçe tutup çevirdiğinde ve sırtımı kaya kadar sert olan göğsüne dayadığında, “Sonra pişman hissedecek misin?” diye sordu. Hatta sormadı adeta hırladı. Kafamı hafifçe iki yana salladım, başım dönüyordu. Cesur bunu cevap olarak kabul etmediğini belli edercesine saçlarımı kavrayıp yüzümü ona doğru çevirmemi sağladı. Ardından, “Açıkça söyle,” diye buyurdu. Hâlâ sırtım göğsüne dayalı olduğu için omzumun üzerinden ona dönmek zorunda kalmıştım ve bu biraz ters bir hareketti. “Pişman hissetmeyeceğim-” dediğim anda beni hızla öptü. Adeta hırsını çıkartmak istercesine dudaklarımla savaşıyordu ve ondan geri kaldığım söylenemezdi. Biz garip bir savaşın içerisindeydik. O kazanırsa ben kaybedecektim ama işin kötüsü ben kazandığımda da kaybeden ben olacaktım. “İlkinde de hissetmemiştin,” dedi benden birkaç yudum soluk için ayrıldığı sırada. Tamamen kendimden geçmiş gibi ona yaslanırken, “Hissetmemiştim,” dedim, öfkeyle güldü ve saçlarıma biraz daha kuvvetli asılıp kafamı iyice geriye yatırmamı sağladı. Yeniden dudaklarıma doğru eğildiğinde beni öpeceğini sansam da bunun yerine, “Seni düzenbaz,” diye tısladı. “Sana öyle şeyler yapmak istiyorum ki Nehir, bilseydin kollarımın arasında tamamen teslim olmuş hâlde durmazdın.” Göğsümü körükleyen heyecanıma rağmen dudaklarım açıkça meydan okuyan minik sırıtışlardan birine ev sahipliği yaptı. “Sana tamamen teslim olmamı çok istiyorsun ama olmayacağım.” Sözlerim onu delirtmiş gibi hırladı ve beni kapıya doğru yaklaştırırken, “Kaç gün daha benimle savaşabileceğini göreceğiz,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. “Ne kadar savaşçı olduğumdan haberin bile yok.” Elleri bedenimde hoyratça gezinerek üzerimdeki sabahlığı omuzlarımdan sıyırdı. Ayaklarımın dibine düşen kumaş parçasının üzerine bastım, yumuşaklığı tenimi gıdıkladı. Ardından elleri yeniden hareketlendi. Bu kez hedefinde geceliğim vardı. Onu yukarıya çekiştirip parmaklarını altına kaydırırken, “Kimlerle veya nelerle savaştığın, kimlere ya da nelere karşı kazandığın hiç önemli değil. Bana karşı kazanamayacaksın,” dedi sanki geleceğin nasıl şekilleneceğine şahit olmuş gibi kendinden emin bir tavırla. “Sana benim kadar yakın olan tek bir kişi bile olmamış,” dediğinde kast ettiğinin tensel temas olmadığını biliyordum. “Bana uzun bir süre daha direnemeyeceksin küçük düzenbaz. İtiraf et.” Elleri geceliğimin altındaki iç çamaşırımın sınırlarında gezinmeye başladığında bilinçsizce kafamı iki yana salladım. “Bu gece itiraf gecesi mi olacaktı?” “Bu gece bittiğinde yemin ederim ki günlerce etkisinden kurtulamayacaksın,” diye fısıldadı dudaklarını kulaklarıma yaklaştırarak. “Bana her baktığında arzuyla yanacaksın. Gururunu yenip yanıma gelene kadar ise kıvranacaksın.” “Hayal,” dedim, elleri belimin iki yanına kayıp iç çamaşırımın kenarlarına mengene gibi yapıştığında geri kalan tüm cümleleri unutmuştum. Güldüğünü işittim ama kendimi toparlayamayacak kadar kaybolmuş hâldeydim. İç çamaşırımı sinsice tenime dokunarak aşağıya doğru çekmeye başladı. Kalbim hızını o kadar arttırdı ki göğsümü ağrıtacak kadar şiddetlenmişti. Parmaklarının değdiği yerler önce karıncalanıyor, ardından uyuşuyor ve nihayetinde de sızlar gibi yanıyordu. “Heyecanın sabrımı iyice tüketiyor, Nehir,” dedi birden sertçe. “Canını yakmayı asla istemem ama o kadar aklımı başımdan alıyorsun ki sınırı aşarsam beni durdur.” İç çamaşırımı kalçalarımdan sıyırdığında çaresizce inlememek için kendimi kasmak zorunda kaldım. Eğilerek minik bez parçasını iyice aşağıya çekerken, “Düşmesine izin ver,” diye fısıldadı. Bacaklarımı oynatıp iç çamaşırımın ayaklarımın dibine, sabahlığımın hemen yanına düşmesini sağladım. Ayaklarımı teker teker ondan kurtardığım sırada Cesur ellerini baldırlarıma sürte sürte doğruldu ve sonra birden kollarımı yakalayıp önümde duran kapıya doğru uzattı. “Böyle kal,” diye buyurduğunda sıradaki hamlesinin ne olacağını düşünerek kendime eziyet ediyordum. Ellerim kapının soğuk yüzeyine yaslıydı, kollarım bir elektrik teli kadar gergin duruyordu ve iç çamaşırımın yokluğu yüzünden bacaklarımı birbirine bastırmak zorunda kalıyordum. Cesur birbirine değen bedenlerimizi ayırdığında belindeki havlunun yere düşerken çıkardığı o tok sesi işitmek soluğumu kesti. Arkamda tamamen çıplak olduğunu bilmek beni hem delicesine dehşete sürüklüyordu hem de var olan heyecanımı kamçılıyordu. Sert bir soluk alıp, “Fırtına kuşu,” diye sayıkladı. Elleri yeniden bacaklarıma değdiğinde elektrik akımına kapılmışım gibi irkildim. Geceliğimi usulca yukarıya topladığı sırada kapının hemen yanındaki düğmelere baktım. Işığı azaltmak için hamle yapacağımı hissederek, “Bırak. Açık kalsın,” diye hırladı. “Seni açıkça göreceğim. Beni açıkça göreceksin. Bu gece her şey açık olacak.” Avuçlarımı daha sert kapının yüzeyine bastırdım. Aynı esnada Cesur belimi iki yanından kavrayarak kalçamı dışarıya doğru iteceğim şekilde duruşumu ayarladı. Artık o kadar şiddetli soluk alıp veriyordum ki tek duyabildiğim kendi nefes alışımdı. Cesur kendisini kalçalarıma doğru bastırdı. Onu tamamen çıplakken orada hissetmek tüm bedenimi sarstığında gürültüyle yutkundum. Sonra usul usul içimdeki yerini almasını takip ederken bu yavaşlık sanki onun için bir eziyete döndüğünde hızla kendisini bana çarptı, dişlerimi sıkarak boğukça inledim. Kapıya dayanmış olan kollarım sarsıldı, avuç içlerim terlediği için tutuşumun dengesi bozuldu. “Düzenbaz fırtına kuşu,” dedi Cesur kendisini geri çekip yeniden bana yüklenmeden hemen önce. “Beni kendinden uzak tuttuğun için,” derken bir kez daha bedenini kalçalarıma çarptı, çıkan iç gıdıklayıcı ses odada dağılarak kayboldu. “Bana pişman olduğun yalanını söylediğin için sana o kadar kızgınım ki,” dediğinde kendisini öyle sert bana çarptı ki kollarım gücünü yitirip katlandı. Yanağım kapının soğuk yüzüne yapışırken Cesur aramızda mesafenin oluşmasına izin vermeyerek beni kafesledi. O kadar etrafımdaydı ki ondan başka hiçbir şey göremez hâldeydim. İri elleriyle karnımı sarıp kalçamı yeniden dışarıya çıkarmaya beni zorladığında içimdeki doluluk hissi karnıma ağrıların saplanmasına neden olacak kadar güçlüydü. “H-hevesin bir gün bittiğinde paramparça kalmamak için kendimi korumaya çalışmamın nesi yanlış?” dedim güçlükle konuşarak. Hırladı. “Sen bana geldiğinde zaten paramparçaydın,” dedi bir kamçı gibi içimdeki yerini sızlattığı esnada. “Bu heves değil. Anlamayacak kadar kör olamazsın.” Karnımdaki elinin biri kasıklarıma doğru kaydığında çaresizce yumruklarımı sıktım. Bu gerçek anlamda eziyetten farksızdı. Bedenini bir kez daha bana çarpıp boğukça inlememe neden olduktan sonra içimdeki yerini terk etmeyerek öylece kalıp parmaklarını iyice bacaklarımın arasına sızdırdı. “Bir gün benden alabileceğin bir şey kalmadığında-” Parmaklarını sertçe oradaki tepeye bastırıp, “Senden bir şeyler almanın peşinde değilim, doğrudan senin peşindeyim,” diye tıslarken parmaklarıyla orayı ezdi. “Bu hâldeyken beni delirtmek mi istiyorsun? Yanarsın, Nehir, yakarım seni.” Sonra sözcüklerin dudaklarımdan dökülmesine izin vermeyeceğini belirtircesine benimle oynadı. Parmakları hareket ettikçe içimde kaynamakta olan kazan fokurdamaya başladı. Çıkan buhar yüzünden kazanın kapağı takırdayıp duruyordu. Eğer beni tutuyor olmasa titreyen bacaklarım yüzünden ayakta durmam bile imkânsızdı. Zirveye yaklaşmak beni uzun bir maratonda koşmuşçasına yorup terletirken infilak etmem çok uzun sürmemişti. Sarsılarak içimde birikenleri serbest bıraktığımda Cesur boğukça inledi. İçimdeki varlığı hâlâ oradaydı ve beni yeterince zorluyordu. Üstüne tüm duvarlarımın kasılarak seğirmesi onu olduğu yerde sıkıştırmış, beniyse tümüyle darmaduman etmişti. Rahatlamanın etkisi hafiflemeye başladığında ancak tüm vücudumun titrediğini fark ederken, “B-beni o kadar çok kişi terk etti ki sen de edeceksin,” dedim hâlâ nefesimi düzene sokamamışken. Birden içimdeki varlığını geri çektiğinde hareketinin hoyratlığı beni acıyla inletti. Ardından Cesur bedenimi çevirip sırtımı sertçe kapıya yasladı. Geceliğimin etek kısmı kayarak çıplaklığımı gizlerken o karşımda çırılçıplak duruyordu. Çenemi kavrayıp parmak uçlarımda yükselmeme neden olacak kadar beni yukarıya çektiği sırada, “Beni kimlerle aynı kefeye koyuyorsun?” diye tısladı. “Babasının sözünden çıkamayan abine benzemem ben. Yanında kalırsam tüm dünyanın bana düşman olacağını bilsem, o dünyaya siktiri çeker sana daha çok sarılırım.” Ansızın bastıran ağlama isteğimi yok saymaya çalışarak, “Öp beni,” dedim boğukça. Cesur beni öyle hırslı öptü ki az önce söndüğünü düşündüğüm ateşin katlanarak büyüdüğünü hissettim. Ardından kalçalarımdan tutarak beni kucakladı ve dudaklarımızı bir saniye bile ayırmadan yatağa doğru ilerledi. Kalbim yeniden heyecanla çarpmaya başladığında Cesur’un boynuna doladığım kollarımla ona daha sıkı sarıldım, beni göğüs kafesine sokmak istercesine sarıp sarmaladı. Dudaklarımız usulca ayrıldığında beni incitmekten korkarcasına yere indirdi. Çıplak ayaklarım zemini kaplayan halıya değerken diz kapaklarımın arkasına yatağın örtüsü hafifçe sürtünüyordu. Kafamı kaldırıp ona baktığım sırada gürültüyle yutkunmaktan kendimi alamadım. Önümde kocaman bir dağ gibi dikiliyordu. Gerçek anlamda iriydi ve bazı anlarda bedensel büyüklüğü gözüme korkutucu geliyordu. Bu gece dövüş kafesinde o olsaydı karşısına kim gelirse gelsin hiç şansının olmayacağından şüphem yoktu. Ansızın bunu hatırlamak bana asıl sorunu hatırlattığında, “Söylesene,” diye söze girip dudaklarımı yaladım. “Akın sana ne dedi?” Çehresi aniden sertleşirken, “Siktir et,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. “Bu anı böyle mahvetme.” “Ama-” diye karşı koymak istemiştim ki elinin tekini göğsümün üzerine yerleştirip beni geriye doğru itti. Doğruca yatağa düştüğümde bana aynı sert ifadesiyle bakıyordu ve ona iyice aşağıdan bakmak boğazımın tamamen kurumasına neden olmuştu. “Cesur,” diye sayıklamıştım ki gözlerini kısarak tıpkı avına yaklaşan bir yırtıcı misali dizini yatağın ucuna bastırdı. İstemsizce ondan kaçmak adına yatakta geriye doğru kaymaya başlamıştım ki beni ayak bileğimi hızla yakalayıp yukarıya kaçan bedenimi kendisine çekti ve yine anlayamadığım bir hızla bacaklarımın arasına girerek yeniden içimdeki yerine yerleşti. Daha ilk darbesiyle o kadar derine ilerlemişti ki gözlerimin irileşmesine engel olamamıştım. Koyu bulutların dolandığı hırçın gözleri körük gibi inip kalkan göğsüme kilitlendiğinde uzanıp geceliğimin yakasına asıldı, geceliğin ince ipleri omuzlarımdan düştü ve sutyen giymediğim için karşısında tamamen çıplak kaldım. Sonraysa tüm hâkimiyeti eline alarak devam etti. Bitişe ulaşmaktan başka hedefi yokmuş gibi ara vermedi ve hiç yavaşlamadı. Kendisini bana her çarptığında dişlerimi sıkmak, onu karşılarken bedenimi kasmak zorunda kaldım. Bir şeyden duyduğu rahatsızlık o kadar belirgindi ki sanki bu yüzden öfkeyle hareket ediyordu. Cesur boğuk bir hırlamayla kendisini serbest bıraktığında ikimizde tamamen ter içerisinde kalmıştık. Tepemizdeki ışığın altında tenlerimiz elmas gibi parlıyorken buğulanmış gözlerle üzerimden kalkmasını izledim. Çehresinde rahatlamanın izleri yoktu, rahatlamaktan ziyade daha çok gerginleşmiş görünüyordu. Sesimin pürüzlü çıkmaması için boğazımı temizleyerek, “Cesur,” dedim yavaşça. Yan dönüp oturdu ve ayaklarını yataktan aşağıya sarkıttı. Yatağın iki yanına dayadığı elleri yumruk şeklindeydi, kollarını saran belirgin damarların kasılışını görebiliyordum. Geceliğimin askılarını toparlayıp göğüslerimi kapattıktan sonra temkinli hareketlerle doğruldum. “Bana söylemediğin bir şey mi var?” “Neden yavaşlamamı istemedin?” dedi bana bakmazken. “Canını yaktım biliyorum.” “Bunu istememiş miydin zaten? Bu gece bittiğinde günlerce etkisinden kurtulamayacağımı söylemiştin?” Beceriksizce gülümsedim. “Birkaç gün sızlaması beni öldürmez. Kırmaktan korktuğun için dokunmak istemeyeceğin camdan bir bebek değilim, Cesur.” “Seni gerçekten incittiğimde de yine yanımda kalacak mısın?” Sorusu damarlarımdaki kanın ağırlaşmasına neden olduğunda hafifçe ona doğru kayarak elimi çıplak omzuna yerleştirdim. Dokunmamla birlikte parmaklarımın altındaki kas kütlesi seğirdi. Bir sorun yokmuş gibi davranmaya çalışıp, “Sen beni incitmezsin,” diye fısıldadım. Cesur yüzünü bana dönmedi ama kafasını hafifçe bana doğru çevirdi. “Bunu gerçekten inanarak mı söylüyorsun?” Tereddüt bile etmeden, “Evet,” dedim. Çok ama çok minik bir kıvrım dudaklarını yoklayıp geçti. “Bu gece için son kez dürüstsün,” dedi kendi kendine konuşurmuş gibi. Yeniden, “Evet,” diye fısıldadım. Ardından içime yerleşmek için bekleyen kötü hisleri bastırmaya çalışarak derin bir soluk aldım. “Sorun ne Cesur?” “Bu gece benim yatağımda uyu,” dedi ve sonra gözlerini benden kaçırdığı gibi yüzünü de kaçırdı. “Sabah olduğundaysa git, Nehir.” ××× Cesur senin ağzın neler diyir 😅
|
0% |