@yazarimsibirileri
|
Hayatımın birçok evresinde, karşılaştığım bazı durumlar, olaylar ya da sözler beni darmadağın etmişti. Yıkılmıştım, onlarca kez. Canım yanmıştı, binlerce kez. Ama bu kez o kadar farklı bir acı bana tokat gibi çarpmıştı ki yeniden cümle kurabilmem biraz zamanımı almıştı. Elim Cesur’un omzundan kayıp düşerken afallamış ve şok dolu bir şekilde, “Ne?” diye fısıldadığımda kendimi aldığı darbeyle tuzla buz olmuş bir cam gibi hissediyordum. Cesur dişlerini sıktı, yanağındaki kasların seğirdiğini yakaladım. Ne düşünmem gerektiğini şaşırdığım ve aynı anda yüzlerce şeyi düşündüğüm anlardan birinin içerisinde hapsolmuştum. Karnıma bıçak gibi saplanan ağrıyı bastırmak istercesine elimi üzerine yerleştirdiğimde asıl ağrıyan kalbime nasıl çare bulacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Ona kartlarımı açmıştım, istediğini almıştı. İstediğini alınca benimle işi bitmiş miydi? Bahsedildiği gibi bana kapıyı göstereceği an gelmiş miydi? “O hıyar işte sana bunu söylememi istedi.” Bir kez daha, “Ne?” dedim aynı kayıp ve şok dolu sesle. Cesur yavaşça bana doğru döndü. Koyu kahve gözleri yüzümü taradı ve derin bir soluk aldı. “Akın,” dedi sanki bir çeşit şok yaşadığımı fark etmiş gibi ağır ağır. “Seni bırakmamı teklif etti. Hasan seni bırakacağım anı bekliyor, nasıl olduysa Akın bunu fark etmiş, kullanmak istedi.” Gürültüyle yutkundum. Kalbim hâlâ ritmini bulamamış hâldeydi. Dehşet hâlâ kanımda dolaşıyor, şakaklarımdan akan soğuk su hissi sürmeye devam ediyordu. Elimi iyice karnıma bastırırken, “Yani... yani...” diye sayıkladım aynı sersemlikle. “...beni gönderecek misin?” “Fırtına kuşu,” dedi uyarırcasına biraz sertçe. “Bana bunu soruyor musun gerçekten?” Gözlerime yerleşmiş olan korkuyu maskelemek için çabalasam da bunu beceremedim. “Göndermez misin?” dedim sanki vereceği cevaba muhtaç, ömrüm boyunca o cevapla yaşayacakmışım gibi. Kaşlarını çatıp, “Üşüdün mü?” diye sordu birden. Kafamı hızlı hızlı iki yana sallayarak onu geçiştirdim ve hâlâ soruma cevap beklediğimi belli edercesine ona baktım. Gözleri iyice kısıldı. “Titriyor musun sen?” diye sorarken elini bana doğru uzattı, dokunuşundan kaçtım, durdu. “Nehir,” dedi ne olduğunu anlamaya çalışır gibi. Toparlanıp hızla yataktan indim. Kirece dönmüş suratımla ve dağılmış aklımla, “Ben... gideyim,” diye kendi kendime sayıkladım. Daha bir adım bile atmamıştım ki Cesur sağ elimin bileğimi yakalayarak beni durdurdu. “Nereye?” “G-gidiyorum,” dedim boştaki elimle yüzüme gelen saçlarımı beceriksiz şekilde geriye ittiğim sırada. “Gitmemi istedin-” “Öyle bir şey istemedim,” dedi bileğimi daha güçlü tutarken. “Ama-” “Nehir,” dedi, aniden dolan gözlerimi ona çevirdiğimde göğsüne mermi yemiş gibi irkildi. Bana uzunca bir süre donuk donuk baktığında olduğum yerde rahatsızca kıpırdanıp elimi ondan kurtarmak için çekiştirdim. Beni serbest bırakmak yerine kendisine doğru çekip bacaklarının arasına girmemi ve baldırının üzerine oturmamı sağladı. “Ne oldu?” diye fısıldadı benim becerip toplayamadığım saçlarımı iri elleriyle yüzümün önünden çekerken. “Bilmiyorum,” dedim. Gerçekten bilmiyordum. Elim ayağım boşalmış gibi hissediyordum, sanki büyük ve bomboş bir çukura tepe üstü düşmüştüm. Beynim karıncalanıyordu, düşünmeye çalışmak işkence gibiydi. Kafamı hızlı hızlı iki yana sallayıp, “Bilmiyorum,” diye tekrarladım. Her an muslukları açabilir ve hüngür hüngür ağlayabilirdim. Birden susuz kalmış çiçek gibi sönen hâlime karşılık derin bir soluk alıp, “Gitmeni istemedim,” dedi tane tane. “Asla istemem.” Durgun bakışlarımı kaldırıp altan alttan ona baktığımda, “Asla,” diyerek vurguladı. “Bunun doğru olduğuna inanabilir miyim?” “Bunun doğruluğundan şüphe dahi duyma.” Dudağımın içini kemirip gözlerimi bile kırpmadan ona bakmaya devam ederken, “Günün birinde sen de beni terk edenlerden biri olacak mısın, Cesur?” diye sordum. Parmakları hafifçe çeneme dokunup kafamı yukarıya kaldırdığında yüzü sadece biraz uzağımdaydı ve beni anlamak için öylesine dikkatli bakıyordu ki ruhum karşısında çırılçıplak kalmış gibi tüyleri diken diken kesilmişti. “İçinde taşıdığın küskün kadını aynı yerden kıranlardan biri olmayacağım, Nehir,” dedi avuçlarıma bir yemin bırakırcasına. “Asla,” dedi bu kez kırmızı kalemle altını çizer gibi. “Elimde olsa gitme eylemini içeren tüm sözleri dağarcığından silerdim, sen hâlâ seni öylece bırakabileceğimi mi düşünüyorsun?” Ciğerlerim sıkışmış gibi gürültülü bir soluk aldım. “Asla?” “Asla.” “Bu bir söz mü?” “Bu bir yemin,” dedi. Kalbim birden ritmini en tepeye çıkarttı. Cesur dudaklarını dudaklarıma dokundurup usulca bastırdı; verdiği yemini mühürlemek ister gibi. Sözlerine ve bana hissettirdiği huzura sorgulamadan inandım. Sorgulamam, inanmamam gerekse bile önemsemedim. Yeniden canlandığını ve hareket kabiliyetini kazandığını hissettiğim ellerimden birini Cesur’un yüzüne çıkartıp kısa sakallarının parmak uçlarıma batmasına izin verirken dudaklarıma bıraktığı masum öpücüğü derinleştirdim. Bana içimi garip bir heyecanla dolduracak şekilde gözlerini bile kırpmadan bakıyordu, diğer elimi de boynuna doladım ve yoğun bakışlarından kaçmak istercesine gözlerimi kapattım. Büyük eli belimi kavrayarak beni tamamen göğsüne çekti ve öpüşmemiz biraz daha derinleşti. Ağır, sakin ve doyma arzusu taşıyan bir öpücüktü. Tek sorun doymanın imkânsız olmasıydı. Sonunda ayrıldığımızda Cesur alnını alnıma dayadı. Sıcak nefesi yüzüme vururken gözlerimi hafifçe araladım, hâlâ aynı şekilde bana bakmaya devam ettiğini görmek gürültüyle yutkunmama neden oldu. Benden biraz uzaklaştığı sırada, “Sen nasıl bir kadınsın?” diye yakındı. “Hem avuçlarımın arasında duruyorsun hem de aramıza koyduğun uçurumların ardından bana bakıyorsun.” Kafasını çok hafifçe iki yana salladı. “Seninle ne yapacağım ben?” “Tam bir baş belası olduğumu daha güzel söyleyemezdin.” Güldü. Gözlerim anında dudaklarının aldığı kıvrımları dolaştı, ciğerlerime doldurduğum soluğun bana yetmediğini hissettim. Parmaklarının tersiyle çıplak omzumdan dirseğime doğru minik temaslar içeren bir çizgi çekerken, “Yıkanalım mı?” diye sordu. Yavaşça kafamı salladım. Sıcak su hâlâ vücudumda dolaşan gerginliğe iyi gelebilirdi. “İstersen ilk sen gir. Ben de odama-” dediğim sırada Cesur kolunu bacaklarımın altından geçirerek ayaklandı ve beni banyoya doğru taşırken hâlâ yüzünden silinmemiş olan gülümsemesiyle bana yandan bir bakış attı. “Birlikte yıkanmaktan bahsediyorum.” “Beni mi yıkayacaksın?” “Evet,” dedi şaşırmama aldırmadan. “Seni yıkayacağım.” Dakikalar öncesinde bir yapbozun eksik parçalarıymış gibi bütünleştiğim adamla birlikte yıkanma fikri beni nedensizce gerdiğinde kollarının arasında kaskatı kesilmekten kendimi alamadım. Aramızda hiçbir sınır kalmamıştı, kalması için ne kadar uğraşsam da tüm çizgileri silmişti ve şimdi bir çizgiyi daha silmeye niyetliydi. Kuruyan boğazımı gevşetmek niyetiyle yutkunurken, “Kendim yıkanabilirim,” dedim tereddütte kaldığımı saklayamadan. Beni banyoya taşıyıp lavabo tezgâhının üzerine bıraktı. Soğuk mermer kalçalarıma keskin bir ürpertinin yayılmasına neden olduğu esnada, “Şu gergin bedenini okşayarak yatıştırmak istiyorum,” dedi, içime sert bir soluk çektim. “Avuçlarımın altında mayışıp koynumda uyuyana kadar.” “Bu gece... sence de çok şey istemedin mi?” Ellerini bacaklarımın iki yanından mermere bastırarak beni kıskacına aldı. “Gün henüz doğmadı,” diye bana hatırlattı. “Gün çoktan doğdu. Zaten sabah olmak üzereydi,” diye ona hatırlattım. “Ben içeriye dolan hiçbir ışık göremiyorum,” dedi dudaklarına yerleşen yamuk bir kıvrımla. Hafifçe gözlerimi kıstım. “Çünkü yerin altındayız?” “Evet.” “İçeriye ışık girmemesi sence de normal değil mi?” “Evet.” Benimle oynadığının pekâlâ farkındaydım. Gözlerime sinsi bir bakış düştüğünde elim havalanıp Cesur’un sert ve belirgin kaslarla şekillenmiş olan göğsüne kondu, tırnaklarımla boynuna doğru ince bir yol çizerken, “Sabah oldu, anlaşma bitti,” dedim. Güldü. “İsterse dışarıda üç güneş aynı anda doğsun, hâlâ benim odamdasın ve dışarı çıkana kadar da anlaşma geçerli.” “Dışarı çıkmama izin vermeni mi bekleyeceğim?” dedim hayretle. Yüzünü yüzüme yaklaştırıp burnunun ucuyla burnumu dürttü. Bana o karanlık bakışlarından biriyle bakarken, “Dışarıya çıkmana izin vereceğimi hiç sanmıyorum,” dedi, kan akışım ağırlaşmaya başladı. Sonra eliyle çenemi yukarıya itip dudaklarımı istediği konuma kaldırdı ve güzel bir öpücük vaadiyle bana yaklaşsa da sınırlarımı zorlamak istercesine sadece dudaklarını dudaklarıma sürterek yüzünü benden uzaklaştırdı. Heyecanlandığımı ve daha sonrasında istediğimi alamayınca içime çöreklenen memnuniyetsizliği ona belli etmemek için çehreme yerleştirdiğim maskeyle birlikte onu izledim. Benimle oynuyorsa onunla oynayacaktım. Sanki keyfim yerine gelmiş gibi bir tavırla bedenimi hafif geriye doğru yatırarak, işinde maharetli bir ustanın elinden çıkmış gibi kusursuz görünen iri vücudunun üzerinde gözlerimi gezdirdim. Ellerini sıktığında kollarına doğru uzanan belirgin damarlar kasıldı, göğsündeki kas kütlesi peş peşe seğirdi. Bedenini kaplayan kasların dalgalanarak varlıklarını hatırlatması, karşımda çırılçıplak durmasının verdiği çekinceden kaynaklı değildi, emindim. Karşımda çıplak durmak onun için önemsiz bir ayrıntıydı. Onu tetikleyen benim bir nevi iştahla gözlerimi üzerinde gezdirmemdi. Dudaklarım onu etkilediğimin farkındaymış gibi sinsi bir kıvrımla şekillenirken, “Hile yapacaksın, öyle mi?” diye sordum. Bir an için neyden bahsettiğimi anlayamadı, anladığındaysa kafasını iki yana sallayarak güldü. “Eğer bana biraz daha öyle bakarsan tek yaptığım hile bu olmayacak.” “Başka ne yapabilirsin ki? Anlaşmayı uzattın, tamam. Ben kapıdan çıkıp gidine kadar... ve bunun için ayağa kalkıp kapıya doğru yürümem yeterli.” Uzanıp geceliğimin ince askılarından birini işaret parmağının kıskacına alarak onunla oynarken, “Eğer izin verirsem,” dedi bu önemli ayrıntıyı unutmuşum gibi vurgulayarak. Askıyı omzumdan aşağıya indirdiği esnada konuşmaya devam etti. “Şundan artık kurtulalım.” Göğsümü koca bir solukla şişirdiğimde bakışları kısa bir anlığına havaya kalkan göğüslerime değdi; arzusu belirginleşti, bense bir daha nefes alamayacakmışım gibi tıkandım. Aklımı sabit tutmaya çalışarak, “Doğrusu şu: eğer ben istersem,” dedim. “İsteklerine önem veriyorum fırtına kuşu,” dedi oyunbaz sürtüşmemize tezat ciddiyetle. Ardından hafifçe üzerime doğru abandı ve koca vücudunu bacaklarımın arasına soktu. Çıplaktı, geceliğim haricinde çıplaktım ama henüz tenlerimiz birbirine değmiyordu. Ondan biraz kaçmak adına iyice geriye yattığımda aslında tek yaptığım ona alan açmaktan ibaretti ve Cesur bu fırsatı kaçıracak biri değildi. Omzumdan düşürdüğü askıyı bırakan parmakları kolumdan kayarak sol göğsümün hemen altına yerleşti ve bir an sonra göğsümü avuçlayacakmış gibi tehditkârca orada beklemeye başlarken, “Ama isteklerin benim isteklerimin önüne geçtiğinde, senin isteklerini benim isteklerime uydurmak için neler yapabileceğimden haberin yok,” dedi karnımın alt kısmına uyarılar gönderecek tonla. Nefes nefese kalmış bir hâldeyken, “Hasta,” dedim ondan etkilendiğimi maskelemeye çalışarak. “Sen gerçekten hasta ve tehlikeli bir adamsın.” Yüzünü boynuma doğru eğdiğinde bakışlarındaki istek tıpkı avının şahdamarına dişlerini geçireceği anın hayallerini kuran bir vampirden halliceydi ve ben de o aptal kurbandım. Çığlık atıp kaçmak yerine benden daha rahat bir parça kopartabilsin diye kafamı geriye atarak boynumu ona sunuyordum. Cesur, “Öyleyim,” dedi karanlık bir fısıltıyla. Dudakları varla yok arası tenime değdi ve değdiği noktaların karıncalanmasına neden oldu. “Öyleyim, Nehir ve seni kendimden korumayı hiç istemiyorum.” Dudaklarını şahdamarımın üzerine bastırdı. Kalbim tekledi. Bunu derhâl durdurmalıydım, yoksa bir daha durdurabileceğimi sanmıyordum. Ona yenilmeme ramak kalmıştı ve bu yenilgi benim felaketim olacaktı, biliyordum. Şu anda sadece lavabo tezgâhının üzerinde oturmuyordum, mantığımın da üzerinde oturuyordum. Hatta mantığımı ayaklarımın altına almıştım. Onunla olmamam gerektiğini bile bile ona çekilmekten kendimi alamıyordum. Sanki felaketi olacak fırtınaya doğru sürüklenen dümeni kırılmış, çapası kopmuş başıboş bir gemiydim. Sonunda parçalanacağımı bile bile beni götüren akıntıyla savaşmak yerine ona kapılmıştım. Sıkıntı tıpkı bir karabasan gibi omuzlarıma tünediği sırada, “Akın sana beni göndermeni mi söyledi?” diye sordum ansızın. Aynı soğukluk yeniden bedenime yerleşirken Cesur’un duraksadığını hissettim. Boynuma çarpan sıcak solukları ağırlaştı. Uzunca bir süre öylece kaldı ve anı mahvetmiş olmam huzurunu kaçırmamış gibi yavaşça geri çekildiğinde ifadesi bir kaya kadar sertti. “Seni göndermiş gibi yapmamı istedi. Çoğu kişi seni göndereceğimi düşünüyor-” “Günün birinde zaten öyle olmayacak mı?” “Sana bir gün seni bırakacağımı hiç hissettirdim mi Nehir?” dedi birden ters bir tavırla. “Hissettirmeyi bile bırak sana açıkça söylüyorum, neden inatla anlamamak için diretiyorsun? Seni bırakmayacağım. Gitmek istesen bile.” “Ben de sana daha en başında bir gün gideceğimi açıkça söyledim,” dedim duyduklarımın beni etkilemesine izin vermeyerek. Kafasını hafifçe iki yana sallarken, “Sanki gidebilecekmişsin gibi,” dedi, aldığım soluk kıymık gibi göğsüme battı. “Az önce sana gitmeni söylediğimde yüzünün ne hâle geldiğini gördüm. Hâlâ bana teslim olmamak için kıvranıyorsun ama çok yakında kendine yaptığın bu eziyeti tamamen bitireceğim, göreceksin.” Ben akıntıya karşı savaşamayan o gemiydim. Ve tam da şu an hızla ilerlediğim fırtınanın beni yutacağından emin olmuş, geminin pruva kısmına çıkıp kollarımı iki yana açarak fırtınaya karışacağım anı beklemeye başlamıştım. Boğazımı temizleyip, “Akın-” diye başlamıştım ki Cesur konuşmama izin vermedi. “Seni bırakacağım ve seninle işimin bittiğini herkese duyuracağım,” diye başladığında sanki bunları yüzüme bakarak söylemek zormuş gibi benden uzaklaşarak banyonun bir köşesine yerleştirilmiş jakuziye doğru ilerledi. “Böylece Hasan seni almak için saklandığı delikten çıkacak ve onu enselemiş olacağız. Planı buydu.” Açık bir yem gibi... “Aslında,” dedim durdum. Tehlikeler, olasılıklar barındırsa da üzerinde düşündüğümde tüm bunları göz ardı edebileceğim sonuca erişebiliyordum; Hasan’ı yakalamaya. “Aslında işe yarayacak planmış.” “Aptalca bir plan,” derken musluğu yerinden sökmek istercesine sertçe çevirip sıcak suyun jakuziye dolmasına izin verdi. Su, iç gıdıklayıcı ritmiyle banyodaki sessizliği deldiği sırada Cesur akan suyu izlerken kafasını hafifçe iki yana salladı ve bana bakmadan konuştu. “Gerçekten işe yarayacağını düşünüyor musun?” Tırnaklarımı tezgâhı kaplayan mermere geçirdim. “Yarayabilir. Kapının önüne konulmamı bekliyor, bunu birçok kez ima etti.” Cesur omzunun üzerinden hızla kafasını bana doğru çevirdi. Tıpkı bir alev yumağı gibi öfkeyle parlayan gözleriyle karşılaştığımda oturduğum yerde kazık yutmuşum gibi doğruldum, Cesur da doğruldu ve bana doğru yeri döven iki adım attı. Huzursuzca bacaklarımı birbirine sürtmekten kendimi alamazken, “Bak bana,” dedi kafasını hafifçe sağ omzuna yatırarak. “Sence ben kadınını bir yem gibi kullandıracak bir adam mıyım?” Yutkunamadım. Gözlerimi kaçırmamak için büyük bir savaş verdiğim sırada, “Önemi yok,” diye mırıldandım, sesim içime kaçmış gibi çıkmıştı. “Hasan’ın bulunmasını istiyorum ve bu yol onu kısa yoldan ortaya çıkartacaktır, dışarıda olduğumun kulağına gitmesi yeterli.” Bana doğru sert bir adım attı. “O it ortaya çıksın diye herkese seni bıraktığımı duyuracağım, öyle mi?” dedi, karşılık vermek istesem de söyleyecek tek kelime bulamadım. “Herkes seni kullandığımı ve sonra da hevesimi alıp bir kenara attığımı düşünecek, öyle mi?” Bir adım daha attı, sanki yer sallanmış gibi titredim. “O itin seni ne niyetle beklediğini bile bile seni kapının önüne koyayım, öyle mi?” Bakışlarım büyük bir öfkeyle yanan gözlerinden koparak kaçarcasına uzaklaşıp lavabonun mermer tezgâhının kenarlarını sıkan ellerime düştü. Böyle söylediğinde kulağa iğrenç gelse de sonuca giden yolda hepsini görmezden gelebilirdim. Konuşmadan önce yanağımın içini kemirip, “Önemi yok,” diye fısıldadım. Sesim onun öfkesi karşısında oldukça güçsüz çıkmıştı. “Önemi yok?” Yavaşça kafamı salladığım sırada birden güler gibi bir ses çıkartınca ona kaçamak bir bakış attım ve bana çok daha kızgın baktığını gördüğümde yeniden bakışlarımı kaçırdım. “Beni şaşırtmanı beklemem bile hata!” dediğindeyse karnıma sert bir ağrı saplandı. “Bak, eğer onu yakalayacaksak bunların gerçekten önemi yok,” diye hızla karşı çıktım. “Zaten herkesin gözünde o konumdayım, bunu sen de biliyorsun. Herkes bana bir zaman sonra bitecek heves gözüyle bakıyor. Bu yeni bir şey değil, bu yüzden evet, önemi yok.” “Önemi var, Nehir, önemi var,” dedi canlılığını kaybetmiş, benimle savaşmaktan birden yılmış gibi yorgun çıkan bir sesle. “Benim için çok önemi var.” Kaynağını çözemediğim suçluluk hissi gelip göğsümün tam ortasına kondu. “Cesur-” “Böyle bir şey olmayacak, sakın uzatma. Akın’ın böyle bir şeyi teklif etmesini görmezden geldim, çünkü Eva yaralandığı için çok öfkeli. Hasan’ı eline geçireceği anı iple çekiyor. Bu uğurda aptalca düşündüğü onlarca durum oldu, bu da onlardan biri. Eğer bana seni kullanmayı teklif eden çenesini kırmamışsam işte bu yüzden.” “Eva için ben de kendimi suçlu hissediyorum. Bu yüzden bunu yaparım, Cesur, gerçekten önemli değil. Hasan’ın saklandığı yerden çıkması için-” “Onu günlerdir arıyorum ve bulmak için yıllarca aramam gerekse bile bu uğurda seni kullanmayacağım,” dedi son sözünü söylemiş gibi konuyu noktalayarak. Ağır ağır kafamı sallamakla yetindim ama çehreme sinmiş olan düşüncelerin yönü belliydi ve Cesur da bunun farkındaydı. “Nehir,” dedi kafamın içerisinde dönen fikirleri duyabiliyormuş gibi uyarıyla. “Beni anladın, değil mi?” Boğazımı temizleyip, “Anladım,” diye mırıldandım. “Yüzüme bakarak söyle,” dedi sabrının sınırlarında geziyormuş gibi ters ters. Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda beni sahiplenen tutumuyla burun buruna gelmek soğuk suyun altına girmişim gibi tenimi ürpertti. İtiraz edebilirdim, karşı çıkabilirdim ama tek yaptığım uysal bir kedi gibi, “Anladım,” demekten ibaret olduğunda omuzlarım yenilgiye uğramışım gibi düştü. Cesur aramızda kalan kısa mesafeyi kapatarak yeniden önümde dikilirken gözlerimi bile kırpmadan onu izliyordum. Sanki gözümü korkutmak istemezmiş gibi çehresindeki karanlık ifadeyi maskelese de onu hâlâ görebiliyordum. Akın’ın isteği onu çıldırtmıştı, tepki vermemiş olsa bile ciddi anlamda sinirleri zorlanmıştı ama yine de Akın’ın sağlıklı düşünmediğini varsaydığı için sakin kalabilmişti. Şimdiyse beni ürkütmemek için sakin kalmaya çalışıyordu. Ondan korkmamı istemiyordu ama ondan korkacağım şeyler düşünüyordu, emindim. “Fırtına kuşu,” diye fısıldadığında büyük elini yanağıma yerleştirip baş parmağıyla dudaklarımın kenarını okşadı. “Beni sırtımdan vurmazsın, değil mi?” Sakin sesinin altında akan cehennemin ateşi beni bir çıra gibi yaktı. Bu soruyu bana ikinci soruşuydu ve bu kez ilkinden çok daha derin etkisi olmuştu. Nedensiz bir vicdan azabı kaburgalarımın arasına sokularak kendisine yer edinirken, “Vurmam,” dedim kuru kuru. Bunu neden sorguladığını soracak gücü kendimde bulamadım, bunu sorgulamış olması anlayamadığım şekilde içimi acıtmıştı. Baş parmağı dudağımın kenarını okşamaya devam etti. “Güzel,” dedi daha sonra. “Güzel, fırtına kuşu. Sınırlarımı zorlamayacaksın.” “Sınırlarını nasıl zorlayabilirim ki?” dedim sanki konuşmayı yeniden öğreniyormuşum gibi duraksaya duraksaya. “Arkamdan Akın’la plan yaparak,” dedi, irkildim, irkildiğimi yakaladı ve gözlerindeki o tehlikeli bakış katlandı. Elini yanağımdan uzaklaştırıp benden bir adım geri çekildiğinde sanki üzerime tam da o an kar yağmaya başlamış gibi üşüdüm. “Öyle bir şey-” diye başlamıştım ki, “Yaparsın,” diyerek sözümü kesti. “Eva yaralandığı için kendini suçlu hissediyorsun. Bu yüzden öyle bir şey yaparsın, Nehir. Yapmam deme, seni görüyorum.” “Cesur-” “Eğer öyle bir şey olursa,” dedi yine kelimeleri ağzıma tıkarcasına sertçe. Soluğum kesildi, şu anda her şeyi yapabilecek kadar tehlikeli görünüyordu. “Eğer benden habersiz bir şeyler yapmaya kalkarsanız sana yemin ederim Nehir, Akın’ın aklı başına gelene kadar tüm kemiklerini kırarım ve bunu izlersin.” × Yiğit radyodan yükselen şarkıya ıslıkla eşlik ederken ilerlediği ıssız yolda, bir adım sonrasında karşısına ne çıkacağını bilmemekten rahatsız olmuyordu. Sanki sıcak yaz aylarından birindeymiş gibi camını sonuna kadar açmıştı ve kolu dışarıdaydı. Yanında bir dostu olmadığı gibi belinde kendini koruyacağı bir silahı da yoktu. İlerlediği yolun sonunda bulacakları onu korkutmuyordu. Dibi görmüş birini ne korkuturdu ki? Dikkat çekmeme gayesi taşımadığı için aracın uzunları açık hâldeydi ve ilerlediği toprak yolun ucundaki dönemeci geçtiğinde farlarının geceyi delen keskin ışıkları bir kilometre kadar uzağında kalan dağ evinden netçe gözükecek şekli almıştı. Göğsünün altında korku namına tek bir his bile taşımadan, silahlarını hazırlayarak gelişini karşılamak için hizaya geçen adamlara daha hızlı ulaşmak adına gaza yüklendi. Yiğit bu gece kaybettiği her şeyi geri alacaktı. Ya da ölecekti. Biten şarkının hemen ardından yenisi başladı. Araç birkaç tümsekten homurdanarak geçti. Ayağını gaz pedalına biraz daha bastırdı ve toprak yolda olabileceği en yüksek hızla hedefindeki eve ulaştı. Dudaklarından hâlâ sanki keyifli bir iş yapıyormuş gibi ıslık mırıltıları dökülse de yeşil gözlerinde kendisine yer edinen karanlık artmıştı. Bu dağ evine en son çocukluğuna geldiğini hatırlıyordu. Babasının sahip olduğu sayısız mülklerden biriydi. İstanbul’un bir ucunda, Hallaçlı Köyü’nün sınırındaki bu ev sessizliği bakımından, onlar gibi sıkıntılı işlerle uğraşan kişiler için mükemmel bir kafa dinleme alanıydı. Ayrıca pek bilinmezdi, kendisi bile yerini bulmakta zorlanmıştı. İki katlı, geniş bahçesinin etrafını örten duvarlar yüzünden içini göremediği evin önünde aracın motorunu durdurduğunda etrafa park edilmiş diğer araçlar elbette ki dikkatini çekmişti. Biliyordu ki duvarların ardından birçok gözün kıskacı altındaydı ve yine birçok namlunun hedefindeydi. Ancak korku hissi zihninden silinmiş gibi rahat bir edayla ayağını arabadan dışarıya atıp araçtan indi. Evi şöyle bir gözden geçirdiğinde tüm ışıklarıyla karanlık geceyi ve ıssız dağ başını deldiğinden bir kez daha emin olurken kafasını hafifçe geriye atarak gürültülü bir soluk verdi. Ardından da toprak temini kaplayan ufak mıcırları ayağının altında çiğneyerek çift kanatlı demir kapıya doğru ilerledi. Zili çalmasına gerek yoktu, kapı ona açılacaktı. Umduğu gibi kapı gecenin sessizliğini bozarcasına gıcırdayarak iki yana açıldığında Yiğit hafifçe güldü. Kapının ardından kendisine uzanan namluları gördüğündeyse gülüşü kaybolmak yerine yüzüne biraz daha yayıldı. Her an üzerine yağacak kurşunların olmasından çekinmeyerek eve doğru ilerlemeye devam etti. Bahçeye girdi, etraftaki onlarca adamın üzerinde gözlerini gezdirip onların açtığı yolda yürüdü. Evin kapısına uzanan beş basamaklık merdivenin önüne geldiği sırada kapı yavaşça açıldı ve gözlerinde şeytanların dans ettiği o adam dışarıya çıktı; kuzeni, Hasan. “Vay vay vay, kapımda kimleri görüyorum,” dedi Hasan gevşek ve tepeden bir tavırla. Hiç kuşkusuz Yiğit’e bir böceğe bakar gibi bakıyordu ve onu ezmek için ayağını kaldırmasının yeterli olacağından emindi. “Görüşmeyeli uzun zaman olmuş be kuzen, öldüğünü falan düşünüyordum.” Sırıttı. “Ama ölmemiş olman çok iyi, çünkü bu fırsatın elimden alınmasına gerçekten kızardım.” Yiğit sessizliğini korudu, sadece ona baktı. Neredeyse birlikte büyüdüğü adamın gerçek yüzü midesini bulandırıyordu. Evlerinde bir yılan beslemişlerdi ve o yılan yeterince büyüdüğünden emin olduğu anda sahiplerini ısırmıştı. Başının koparılması gerekiyordu. Hasan dudaklarının arasındaki kürdanın yerini değiştirip onu sol tarafına doğru iterken küçümseyen bakışlarını Yiğit’in üzerinden ayırmadan, “Söylesene kuzen,” dedi yavaşça. “Neden kapımdasın?” Dudaklarına küstah bir kıvrım yerleşti. “Ayaklarıma kapanmak için mi?” “Yok,” dedi Yiğit birden. O da hafifçe gülümsedi, tehlikeli bir gülüştü. “Başını ezmek için.” ×× Bir gece öncesinde orada birinin kanı akmamış gibi insanlar Yeraltı Kulübü’ne girmek için sıraya girmişti. İçerisinin aslında kanla kaplı olduğunu bilselerdi kaçı eğlenmeye devam ederdi ya da kaçı çığlıklar atarak buradan koşarak çıkardı diye düşünerek onları izliyordum. Gece henüz yeni başlamıştı ve ben dışarıda, kulübün kapısının tam önünde park edilmiş olan spor arabanın kaputuna kalçamı yaslamış sigara tüttürüyordum. Kulüp solumda kalıyordu, sağımdan trafik akışı devam ediyordu ve diğerlerinden daha cakalı olan misafirlerin lüks araçları hemen önümde durarak taşıdıkları yolcuları birer birer indiriyorlardı. Yolcusunu indirmek için bana doğru yaklaşan neredeyse her aracın şoförü aynısını tekrarlıyordu; önce bana bakıyorlardı ve bunu yaparken gözleri kısılıyordu, ardından üzerine oturduğum Bugatti’ye gözleri düşüyordu ve bakışları anında değişiyor, bir daha benimle göz göze gelmiyorlardı. Sigarayı dudaklarımın arasında kıstırarak dumanı ciğerlerime doldururken sıradaki aracın ayaklarımın birkaç karış uzağında durmasını izledim. Bu kez aynı göz takibi yaşanmadı, sürücü koltuğundaki adam gözlerini benden bir saniye bile ayırmadan araçtan indi ve anahtarını yanına doğru gelen valelerden birinin avucuna fırlattı. O adam yine böyle bir gecede beni evime bırakmıştı. “Selam,” diyerek önümde dikildiğinde ona hafifçe gülümsedim. Tuna iyi biriydi. Her şeye koşturan ve her şeyi yoluna koymaya çalışarak kendini yoranlardandı. Ayrıca mesafesini kusursuz çiziyordu. Aynı anda hem çok yakın hissettirebiliyor hem de kendine çizdiği sınırları bozmuyordu. “Selam.” “Nasılsın, Nehir? Her şey yolunda mı?” Yavaşça kafamı sallayarak sorun olmadığını belirttim, aslında hiçbir şeyin yolunda olduğu yoktu. Onaylayışımı teyit etmek istercesine gözlerini hızlıca üzerimde gezdirip, “Üşümüyor musun? Hava oldukça soğuk,” dedi. Sanırım neden dışarıda olduğumu merak ediyordu. “Sürekli yerin altında durmak bir zaman sonra boğucu oluyor,” diye yakındım. Hava çivi gibiydi, aklı olan dışarıda beş dakikadan fazla kalmazdı ama ben içeriye dönmeyi şu anda pek istemiyordum. “Üzerine şal getirmelerini ister misin?” “Gerek yok, paltom yetiyor, teşekkür ederim,” dedikten sonra üzerine oturduğum arabanın kaputuna bıraktığım sigara paketini ona doğru uzattım. İçerisinden bir dal kaparken, “Eyvallah,” diyerek kafasını salladı. Tuna’nın cebinden çıkardığı çakmakla sigarayı yakmasını izlediğim sırada, “Didem nasıl?” diye sordum. Sanki onun adını anmam Tuna’nın hoşuna gitmemiş gibi yüzü değişti. “İyi, okuluna gidiyor. Dersler, sınavlar... bilirsin işte.” “Anladım,” diye mırıldandım. Tuna, Didem’den konuşmaya kapalı gibiydi ve gerçeği söylemek gerekirse bu gece ben de pek Didem’den konuşma havamda değildim. Öylesine muhabbet açmak amacıyla konuşuyordum. “Abim bu gece geç dönecek,” dedi Tuna bir anda, içime doldurduğum zehirli dumanı havaya bırakmadan önce biraz bekledim. Bedenim olduğu yerde dikildi ve gözlerim hafifçe kısıldı. Tuna’yı gördüğüm andan beridir ona Cesur’u sormak için içime tırnaklarını geçiren arsız istek şimdi daha fazlasını istiyordu. “Neden sürekli kulüpte kalıyor? Özgür ve Akın sık sık evlerine giderken o neden gitmiyor?” diye sordum sanki neden gecikeceğini pek de merak etmiyormuşum gibi. İşin aslı onu merak ediyordum. Banyodaki konuşmamızdan sonra çekip gitmişti ve o zamandan beri onu görmemiştim. “Onun evi burası. Yani... burayı evi gibi benimsemiş,” dedi Tuna daha fazlasını sormamamı istercesine kestirip atan bir tavrını hafif yumuşatarak. Ardından gözlerini kulübe doğru dikti ve aynı konuyu eşelememem için benim sormadığım o sorunun cevabını verdi. “Nazım amcayla birlikte, Tarabya’da. Hakan dövüşü kazandığı için büyük bir kutlama yemeği verilecek.” Yüzüm ekşidi. “O adamın kendine gelmesi aylar sürer.” “Zaten ancak birkaç gün sonra olur. O zamana kadar da kendisini toparlar.” Rahatlığı kan dondurucuydu. “Bu buradaki kaçıncı ölümdü?” Tuna konuşmadan önce etrafa bakındı ve çevredekilerin beni duymadığından emin olduğunda, “Nehir, lütfen herkesin içerisindeyken daha dikkatli ol,” diyerek beni uyardı. “Şu anda buraya gelenler şehrin en ünlü kulübünde eğlenmek için burada, bunu unutma.” Sigaramın dumanı usul usul tüterken tek yaptığım Tuna’ya bakmak oldu. Onu onaylamadım ya da hatamı kabul eden hiçbir hareket sergilemedim. “Nasıl kimse bunun farkında değil? Her şey bu kadar gelişmişken, kulüp bu kadar ünlüyken... arka planında neler döndüğünü nasıl bilmezler?” “Bazen bakarsın ama görmezsin. Bazense görürsün ama anlamazsın, anlamazdan gelirsin. İşte o hesap. Ayrıca işimi düzgün yapıyorum,” dedi sona doğru kendini beğenmiş bir sırıtmayla. Aslında daha çok beni biraz olsun neşelendirme gayesindeydi. Çabasına karşılık hafifçe dudağımın kenarını kıvırdım ama merakım hâlâ yerini koruyordu. “Cidden... hiç problem yaşamadınız mı?” “Doğru yerlerde adamların olduğunda problem çıksa bile kolayca çözülür. Sözüm ona ülkenin geleceği için çalışan o koca göbekli kaç vekilin çoluğu çocuğu düzenlenen dövüşlere tonlarca para yatırıyor eğer bilseydin şaşırıp kalırdın.” “Yani bu onları istediğiniz an tehdit edebileceğiniz mi demek oluyor?” Güldü. “Yani bu; kuralları bizim belirlediğimiz demek oluyor. Şantajla ya da zor kullanarak değil, Nehir, çoğu zaten bizim dostumuz.” Anladığımı belirtircesine kafamı salladım. Karanlık bir ağ gibi her yanda asılıydı. En güvenilir yerde de vardı en tekinsiz yerde de. Tuna’nın sürekli etrafta gezinen keskin bakışları kulübün kapısında uzun süre oyalandığında sigaramı yeniden dudaklarıma götürüyordum. Kapı solumda ve biraz arkamda kalıyordu. Kimin dışarıya çıktığını göremesem de birinin çıktığından emindim, çünkü Tuna boğazını temizleyip, sanki yeterince kusursuz değilmiş gibi kendine çekidüzen vermesiyle bunu açıkça belli ediyordu. Çok geçmeden üzerine oturduğum arabanın kapılarının açıldığını belli eden minik ses kulaklarıma ulaştı ve aracın sinyal ışıkları yandıktan hemen sonra motorun gürüldeme sesi yükseldi, irkildim. Kimin geldiğine görmek için omzumun üzerinden baktığımda Akın’la karşılaşmak beni duraksattı. Elindeki anahtarla aracın motorunu çalıştırmıştı, belki de bunu aracın üzerinden kalkmam için yapmıştı. Akın’ın dik bakışlarına karşılık omuzlarımı iyice havaya kaldırdım ve önüme dönerek istifimi bozmadan arabanın üzerinde oturmaya devam ettim. Dudaklarımın arasına kıstırdığım sigaradan çektiğim soluğun ağır ağır havaya karışmasına izin verirken Tuna bir bana bir de Akın’a bakıp duruyordu. Akın’a döndüğü anlardan birinde kafasını hafifçe sallayıp, “Eve mi?” diye sordu. “Evet, Özgür kalacak.” Tuna bir kez daha kafasını salladı ve aracın kapısı açıldı. Akın’ın sürücü koltuğuna yerleştiğini aracın hafifçe sallanmasından anladım. Hemen sonra da kapıyı kapattı. Tuna artık kalkmam gerektiğini hatırlatmak istercesine bana bakarken Akın sabırsızca kornaya asıldı. Bense umursamazca sigaramdan bir yudum daha aldım ve kalanını ayaklarımın hemen dibine atıp aheste aheste aracın üzerinden kalktım. Topuklu botlarımla yere attığım izmariti ezerken, “İyi geceler, Tuna,” dedim, Tuna bana garip garip baktı. Ona hafifçe gülümseyerek sağ tarafıma doğru döndüm ve aracın etrafından dolanıp yolcu koltuğunun kapısını açtım. Tuna bir şey söyleyecek olsa da sözlerini yutup bekledi ve ben de kendine has kokusu olan aracın içerisindeki yerimi aldım. Akın hareketime anlam veremezmiş gibi bir süre donuk donuk beni izledikten sonra elini öfkeyle direksiyona geçirip gaza asıldı ve akan trafiğin arasına öyle hızlı daldı ki gözlerimi dehşetle irileştirmekten kendimi alamadım. Tamam, neden bunu yaptığımı ben de bilmiyordum; tek aklımdan geçen onunla konuşmak istediğimdi. Ancak bunun bu şekilde ilerleyeceğini düşünmemiştim. Şimdi Akın’ın bariz öfkeyle kullandığı ve gaza abanıldığında insanı koltuğa yapıştıracak olan o arabanın içerisinde, İstanbul trafiğinde yağ gibi kayarak ilerliyorduk. Sık sık şerit değiştirmek, ara sıra makas atarak ilerlemek sanırım yüzümün rengini attırmış olacak ki Akın alayla, “Kemerini tak,” dedi. Bunu ikiletmedim, çünkü cidden gözümü korkutmuştu. Akın kemeri takmama karşılık güler gibi bir ses çıkarttığında onu duymazdan gelerek, “Konuşabilir miyiz?” diye sordum sanki normal bir andaymışız gibi. “Aynı nezaketi arabama binmeden önce de gösterseydin seni orada bıraktığımda konuşacak bir şeyimiz olmadığını anlardın.” Attığı taşı yeniden duymazdan gelmeyi seçip, “Yine konuşacak çok şeyimiz var,” diye bastırdım. “Ne istiyorsun, Nehir?” dedi biraz bıkkınlıkla. “Abimi tamamen avucuna aldığın için seni tebrik etmemi mi?” Akın aracı sertçe sol şeride attığında tırnaklarımı karnımın üzerinden dolanan kemere geçirdim, nefes kesecek kadar hızlıydı ve bunu etrafta başka araçlar varken yapması beni korkutmaya başlamıştı. “Tamamen avuca almak mı? Bu da nereden çıktı şimdi?” “Yalan mı? O iti yakalayabilirdik, kısa yoldan onu bulabilirdik ama kendini ortaya atmaktan korktun, değil mi? Neden atasın ki zaten, bizim için neden böyle bir şey yapasın ki?” “Öfke senin aklını bile kör etmiş-” “Öyle!” diye aniden bağırdığında yerimde sıçradım. “Bana bağırma. Bunların hiçbiri olsun istemezdim.” “Ama oldu! Hadi al geri alabiliyorsan, hadi! Bunların hepsi senin yüzünden oldu. İnkâr edebilir misin?” Bana cevap hakkı sunmadan kafasını şiddetle iki yana salladı. “Edemezsin!” “İnkâr etmiyorum zaten,” dedim hem kabullenmişlik hem de biraz öfkeyle. “Eva yaralandığı için ne kadar acı çektiğimi bilmiyorsun. Gözünde düşmandan farkım yok, anlamak zor değil ama ben senin düşmanın değilim, Akın.” “Dost gibi de davranmıyorsun.” “Beni böyle suçlayamazsın!” diye çıkıştım. “Anlamaya bile çalışmıyorsun. Sadece senin canın yanmadı, hepimizin canı yandı. O gece ben de yaralanabilirdim ya da ölebilirdim de.” Aniden duraksadım, devam ettiğimde sesim baştaki yüksek tonunu kaybetmişti. “Gerçi eminim sen ölmemi tercih ederdin.” Akın araba sanki yeterince hızlı ilerlemiyormuş gibi gaza biraz daha asılırken sabır çekercesine kafasını hafifçe sol omzuna doğru çevirdi. “Kötü biri olduğumu düşünüyor olsan da ölmeni umacak değilim. Sinirlerimi bozuyorsun, anladın mı?” “Gözünde sorun çıkartan, düzeni bozan biriyim. Benden kurtulmak için yer arıyorsun-” “Senden kurtulmam o kadar kolay ki Nehir,” dedi kanımı donduran bir alayla. “İsteseydim bu senin ölüm yolculuğun olurdu. İsteseydim çoktan toprağın altında çürümüştün. Bu yüzden saçma sapan şeyler düşünerek benim canımı daha fazla sıkma.” “Neden bana karşı bu kadar tahammülsüzsün?” diye sordum bu durumdan kırıldığımı ona belli etmeyerek. “Nedenlerini sana kaç kez daha anlatacağım? Abimin etrafında olmanı istemiyorum, bitti, bu kadar!” Omuzlarımın düşmesine engel olamadım. Artık ona Cesur’la asla düşündüğü şekilde bir yakınlık kurmayacağıma dair sözler sarf edemiyordum, çünkü tüm sınırları ihlal etmiştim. Tıpkı bir siluet gibi yanımızdan kayıp giden araçları donuk gözlerimle izlerken, “Onu ikna etmeye çalıştım,” diye mırıldandım. Akın sessiz kaldı ama sözlerime kulak kesildiğine emindim. “Onu ikna etmek umurumda bile olmazdı, Akın, yemin ederim. Ben istediğini yapmaya hazırdım.” Yutkundum. “Hazırım,” dedim, Cesur’un kızgın yüzü gözlerimin önünde belirdi, ondan kaçmak istercesine gözlerimi sımsıkı yumdum. “Kapının önüne konulmak ya da herkesin düşündüğü şekilde geçici heves konumuna düşmek benim için önemli değil,” derken bunu Akın’a söylemenin daha ağır hissettirdiğini fark ettim. “İyi yerden yakaladın; Hasan dışarı atıldığımda beni bulurdu, bekleyişte olduğundan eminim. Gizliden beni takip edersiniz ve onu yakalarsınız.” Bir kez daha yutkundum. “Bunu yapmaya hazırım. Korkmuyorum.” Korkuyordum. “Ama bunu yapmayacağım.” Akın dişlerini sıkıp tısladı. “Benimle dalga mı geçiyorsun?” “Çünkü eğer bunu yaparsam,” diye devam ederek Akın hiç konuşmamış gibi davrandım. “Cesur er ya da geç arkasından iş çevirdiğimizi öğrenecek. Sonrasında sizin aranız açılacak.” Kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. “Düşmanlarınız bile sizin aranızı bozamamışken bunu bozan ben olmayacağım, anladın mı? İşte bu yüzden bunu yapmayacağım.” “Haberi olmazdı,” dedi Akın direksiyonu sıkı sıkı tutarken. “Olurdu. Olacağını biliyorsun,” dedim onun aksine sakin bir sesle. Bu esnada Akın’ın telefonu çalmaya başladı. Bir eli direksiyonda kalırken diğer eliyle deri ceketinin iç cebinden telefonu çıkarttı ve ekrandaki isme baktıktan sonra telefonu oturduğumuz koltukların arasındaki bölmeye doğru fırlattı. “Olurdu tabii, olurdu!” dedi hiddetle. Direksiyonu bu kez sağa doğru kırıp araçlara makas atarak ilerlediği sırada ekrandaki ismi görebilmiştim; Cesur arıyordu. Muhtemelen Tuna ona Akın’la birlikte gittiğimi söylemişti. “Al, sonuç yine sana çıkıyor, bak!” dedi Akın tamamen bir öfke balonuna dönmüş şekilde içindekileri zor tutuyormuş gibi. “Kıyamıyor sana, tamamen ele geçirdin onu!” Emniyet kemerini avucumun içerisinde ezerken, “Sen Eva’ya kıyabilir miydin?” diye yavaşça sordum. Akın kısa bir duraksama yaşadı ama savuşturması çok gecikmedi. “Ne alakası var? Onunla sen bir değilsin!” Onunla sen bir değilsin. Bu basit cümle beynimde deprem etkisi yaratıp tüm duvarları üzerime yıktığında beni koca bir enkazın altında bıraktığını bastırmak istercesine acıyla tebessüm ettim. “Doğru, o güvenilir, bense güvenilir değilim,” dedim bu kez kırıldığımı saklayamadan. “Ama gerçekten merak ettiğim için soruyorum; ona kıyabilir miydin? Sırf düşmanını yakalayabilmek için onu sokağa atar mıydın? Düşmanının yanına gönderir miydin? Herkese onu artık istemediğini, kullanıp attığını duyurur muydun?” Akın’ın direksiyonu kavrayan parmakları bembeyaz kesildi, yüzümdeki acı tebessüm hafifçe genişledi. “Kıyamazdın,” dedim. “O kadar seviyesiz de olamazdın ama Cesur’dan öyle olmasını bekliyorsun, çünkü senin için benim hiç değerim yok. Biliyor musun söz konusu Eva olsaydı, Cesur senden asla böyle bir şey istemezdi,” dediğimde Akın sanki göğsüne bir ok saplanmış gibi gürültüyle soluk aldı. “O, senin gözünde hasta ama senin öfkeyle hareket ettiğine dikkat edip söylediklerine tolerans gösterecek kadar da ince düşünüyor.” Bu kez benim telefonum çalmaya başladığında ceplerimi karıştırarak onu buldum ve ekrandaki ismin üzerinde uzun uzun gözlerimi gezdirirken, “Bana takıntılı olduğu için kıyamadığını düşündüğünden eminim,” diye devam ettim. “Ama konu Eva olduğunda senin de gözün hiçbir şeyi görmüyor, Cesur’dan daha hastalıklı birine dönüşüyorsun, belki de farkında bile değilsindir ama öyle.” Akın bir daha asla konuşmayacakmış gibi görünse de ansızın, “Telefona cevap ver,” diye homurdandı. Sanırım Cesur’u kızdırmak istemiyordu. Parmağımı ekranda kaydırıp aramayı cevaplandırdıktan sonra telefonu kulağıma dayadım. Hattın diğer ucundan, “Nehir,” diye seslenmesi içimde bir şeylerin günler sonra güneşi gören çiçekler gibi baş kaldırmasına neden oldu. “Efendim,” dedim sesimi her zamanki gibi tutmaya çalışarak. Sanki hiç sorun yokmuşçasına davranmak kolaydı, alışmıştım. “Neden o arabadasın?” “Onunla konuşmak istediğim meseleler vardı.” Cesur bir süre sessiz kaldı. Hattın ucundan kulağıma dolan sert soluklarını işittim. “Umarım beni kızdıracak meseleler değildir.” “Değil, için rahat olabilir.” “Sesinin canı sönmüş,” dedi birden. Sanki şu anda onun için diğer her şey önemini yitirmişti ve en önemli sorun sesimin cansız çıkması oluvermişti. “Yolunda gitmeyen bir şeyler mi oldu?” “Yok, her şey yolunda,” dedim ama boğazım düğüm düğümdü. “Fırtına kuşu,” dedi soluğunu gürültüyle verirken, boğazımdaki baskı arttı. “Beni kandıramayacağını biliyorsun değil mi?” Hiç sorun yokmuşçasına davranmak kolaydı ama karşımdaki kişi Cesur olduğunda sürekli avlanıyordum. “O hıyar iyi bir yumruğu hak etti,” dedi daha sonra, kızmıştı. “Eve mi gidiyorsunuz?” “Bilmiyorum, sanırım.” “Seni almaya geleceğim.” “Tamam,” diye mırıldandıktan sonra telefonu kapattım ve onun beni sarıp sarmalamasına duyduğum ihtiyacı kollarımı kendime sararak gidermeye çalıştım. Sarıyer’e uzanan İstinye Caddesi’nden ilerlerken gözlerim ışıl ışıl parıldayan boğaza döndü. Şehrin canlılığı karanlık suları öyle şahane aydınlatıyordu ki sadece bakmak bile huzur vericiydi. Kafamı cama doğru dayayıp omuzlarımdaki yükler ağır geliyormuş gibi bedenimi yığarcasına koltuğa yasladığım sırada, “Hasan bana beni beklediğini söyledi,” dedim, kelimeler zihnimden bağımsız dudaklarımdan dökülüyordu. “Kapı dışarı edildiğim anda beni alacak.” “Hasan sana bunu mu söyledi? Ne zaman?” “Otele girdiği gece,” dedim. Sonra gürültüyle yutkundum. “Hasan bana bir şey daha söyledi.” Akın sanki duyacağından hoşlanmayacağını bilirmişçesine birkaç saniyenin ardından ancak konuştu. “Ne söyledi?” “Bana tecavüz edeceğini.” Araç aniden yolun sağ tarafına kayıp sert bir frenle durduğunda beni ön cama yapışmaktan kurtaran kemere sıkı sıkı tutunuyordum. Akın ise birkaç küfür savurup hırsını direksiyondan çıkartmak istercesine ellerini oraya geçirdi. Bir kez daha gürültüyle yutkundum ve dudaklarım yeniden aralandı. “Bir de Yiğit’in orada olacağını ve bunu ona izleteceğini de söyledi.” Akın, “Siktiğimin orospu çocuğu!” diye kükredi. “Bunları şimdi mi söylüyorsun Nehir, ancak şimdi mi?” Öfkesini yeniden bana çevirmiş olmasına karşın güler gibi bir ses çıkartarak gözlerimi denizden kopartıp Akın’ın öfkeden kararmış gözlerine diktim. “Söyleseydim beni dışarı atmayı teklif ederken bir kez daha düşünür müydün?” “Sikeyim!” diye hırlayıp elini yeniden direksiyona geçirdi. “Kafayı yiyeceğim, anlıyor musun? O piç kurusunu bulamadığım her gün daha çok deliriyorum. Onun vücudunu bıçakla deşmediğim her saniye benim içim deşiliyor. Bedel ödetmek istiyorum, Nehir! Onu inlete inlete gebertmek istiyorum.” “Anlıyorum,” dedim kafamı sallayarak. “Ama bu uğurda sağlıklı düşünmüyorsun.” “O it hâlâ bulunamamışken nasıl sağlıklı düşünebilirim?” diye bağırdı. “Eminim bulunacak, ebediyen bir delikte saklanarak yaşayamaz. Biraz sakin ol lütfen, öfkeni onu bulduğun ana saklaman herkes için en doğrusu olacak.” Kıyametlerin koptuğu karanlık bakışları caddenin üzerinde mıhlı kalmaya devam etti, beni duyduğundan bile şüpheliydim. “Bir de... Cesur’a bundan bahsetme, ona hepsini söylemedim.” Akın kollarını direksiyonun üzerinde birleştirip kafasını da kollarının üzerine yasladı, artık yüzünü göremiyordum. “Ama bana söyledin, çünkü vicdan azabı çekmemi istiyorsun,” dedi yüzü kapalı olduğu için boğuk çıkan sesiyle. “Hayır, sana söyledim, çünkü Cesur’dan ne istediğini fark etmeni istiyorum.” “Eyvallah,” dedi huysuz bir homurtu şeklinde. “Şimdi de özür dilememi mi bekliyorsun?” “En azından arkadaş olabilmemizi bekliyorum,” dedim gözlerimi ondan ayırmazken. Duyduğuyla sırtındaki tüm kaslar kasıldı, yanağımın içini dişledim. “Ben senin düşmanın değilim,” diye yeniden belirtmekten kendimi alamadım. “Senden abini almaya niyetim yok. Haklısın, onu kullanmak isteseydim şimdiye kadar istediğim şekilde kullanabilirdim ama bunu yapacak biri değilim. Cesur’un bana olan zaafını kullanmayacağım. Eğer bir yemin duymaya ihtiyacın varsa-” “Yok,” diye kestirip atarken toparlandı ve yeniden direksiyonu çevirip yolda ilerlemeye kaldığı yerden devam etti, ancak bu kez az öncekine nazaran bir hayli yavaştı. “Yemin duymaya ihtiyaç kalmadı.” Kaşlarım sorgularcasına havalandı. “Neden böyle söyledin?” “Ona çekiliyorsun, Nehir,” dediğinde itiraz edeceğimi hissederek konuşmama izin vermeden ufak bir ayrıntı ekleme gereği duydu. “İstemeden de olsa.” “Uyarılarınız aklımda,” dedim kısık sesle. Hatta sesim o kadar kısık çıkmıştı ki sanırım inandırıcılık namına tek bir kırıntı bile barındırmıyordu. “Uyarıların hepsi yalandı,” dedi Akın aniden, şaşkınlıkla ona doğru döndüm, bana bakmıyordu ve dişlerini sıktığını yanağının seğirmesinden anlayabiliyordum. “Senin gitmen için öyle söylemiştim. Abim önüne gelen her kadınla birlikte olmadı, benzerleriyle karşılaşsa bile.” “Peki bunu şimdi neden söylüyorsun?” Beni duymazdan gelerek konuşmaya devam etti. “Geçenlerde o bulduğum kadını da ben ayarladım, numaraydı. Abimin tepkisini ölçmek istemiştim. Aslında, Nehir, seni öne atarak öfkemin arkasına saklansam da ikinci amacım yine abimin tepkisini ölçmekti. Beni şaşırtmadı, seni tamamen kafesinin arasına almış, saplanmış sana. Belki gerçekten aradığı kadını bulup ona getirsem bile dönüp bakmayacak, o hâle gelmiş.” Gerginlikle dudaklarımı yalayıp, “Bu... çok korkunç bir şeymiş gibi konuşuyorsun,” dedim ağır ağır. “Çünkü öyle. Sana olan isteği çok korkunç. Sınırları yok. Aşk mı? Sanmıyorum. Onunki başka bir şey. Onunki ciddi derecede hastalıklı bir şey. Bu yüzden korkmalısın, Nehir. Ona bakarken, onunla konuşurken ve ona doğru attığın her adımda gerçekten korkmalısın.” Yüzümün renginin solduğuna emin bir hâlde, “Şimdi de beni kaçırtmak için yeni taktiğin bu mu?” diye sordum. “Benden neden bu kadar nefret ediyorsun ki?” Omzunun üzerinden dönüp bana baktı. “Senden nefret ettiğim falan yok. Ne kadar aksini düşünsen de senin iyiliğin için gitmeni istemiştim. Çünkü kalırsan dengeler değişecekti, bunu abimin sana bakışından bile anlayabiliyordum, ta en başında.” “Peki... şimdi? Hâlâ gitmemi istiyor musun?” Gaza biraz abanırken yola saplı olan bakışları sertleşti. “Hayır,” dedi hiç ummadığım şekilde netçe. “Artık gitmeni istemiyorum, çünkü eğer gidersen abim dağılır. Onu yeniden toparlayamayız.” Kafasını hızlı hızlı iki yana salladı. “Onu bir daha asla toparlayamayız.” İçime doluşan huzursuzluğu dağıtmak adına oturduğum yerde sağa sola kıpırdanırken aklımdaki tüm kötü düşünceleri kovdum, çünkü onlar beynimi acıdan kıvrandıracak kadar güçlüydü. Bu yüzden durumu tatlıya bağlama isteğiyle beceriksizce gülümsemeye çalışıp, “Öyleyse bu artık arkadaşız demek mi oluyor?” diye sordum ama bunu sorarken bile ters tepki alacağımı düşündüğüm için çekincem ortadaydı. “Eğer arkadaş olursak abim seni bırakana kadar onun yanında kalacaksın, Nehir. Çünkü eğer onu terk edecek olursan en büyük düşmanın ben olacağım.” Soluğum kesildi. “Ne?” diye sayıkladım şokla. “Sen ne dediğinin farkında mısın-” diyerek dumura uğramış olmamı ortalığa dökecekken Akın cümlemi tamamlamama izin vermeyerek kafasını bana doğru çevirip sert bakışlarını üzerimde gezdirdi. “Aslında bunun için arkadaş olmamıza bile gerek yok,” dedi. “Eğer onu terk edecek ya da yaralayacak olursan işte o zaman benden kork. Bu da sana en büyük yeminim olsun.” Damarlarımda akan kanın ağırlaştığını hissettim, dudaklarım kurudu. Kendimi gerçekten bir bataklığa düşmüş gibi hissediyordum. Bataklık burasıydı ve ben gittikçe dibe çöküyordum. Artık bataklıktan çıkmayı başarsam bile çamur her yerime bulaşmıştı. Ne tarafa dönsem ayak izlerim çıkacaktı ve asla bir daha temiz olamayacaktım. Hâlâ avucumda duran telefonumun bildirim sesi aracın iç gıcıklayıcı motor sesine karıştığında boğazımı temizleyerek kendimi toparladım ve az önceki konuşma hiç yaşanmamış gibi davranmayı seçerek telefonun ekranını açtım. Biri fotoğraf atmıştı. Telefona kayıtlı olmayan bir numaraydı ve bu numaradan daha önce hiçbir bildiri almadığıma emindim. Parmaklarım numaranın üzerine dokunup sohbeti açtığında karşıma çıkan fotoğraf öyle keskin bir hızla nefes alışımı kesti ki ciğerlerim bile ağrıdı. İri iri açtığım gözlerle ekrana baktığım sırada Akın, “Kim?” diye sordu, sanırım tepkim anında dikkatini çekmişti. Ona cevap veremedim, tam da bu esnada aynı numaradan mesaj geldi. “Onu aldım, sıra sende. Sabırsızlanıyorum, Nehir, çok sabırsızlanıyorum.” Titreyen parmaklarım fotoğrafın üzerine dokunup fotoğrafın tam ekran olmasını sağladı. Doğrudan bana bakarcasına kameraya bakan o yeşil gözlerin sahibini tanıyordum. O, Yiğit’ti. Bir zamanlar dostum, şimdiyse hiçbir şeyim olan o adamın fotoğraf karesindeki hâli gürültüyle yutkunmama neden olmuştu. Sıkı bir yumruk yediğini belli edercesine burnu kanıyordu, dizlerinin üzerine çökmüş hâldeydi ama kameraya öyle dik bakıyordu ki sanki diz çöken kendisi değil, bir başkasıydı. “Kim, Nehir? Konuşsana.” “Hasan,” diye fısıldadım korkunun sindiği sesimle. Sonra telefonun ekranını Akın’a doğru çevirdim. “Sıra bana geldi. Onu yakaladı, sıra bana geldi!” ×××
|
0% |