Yeni Üyelik
24.
Bölüm

24. BÖLÜM

@yazarimsibirileri

Burada yorumlarını hevesle okuyan iki kişi var 🥹❤️

Akın, “Hayır, Nehir'e yeni numara almana gerek yok. Elindekini kullanmaya devam etmesi daha iyi olabilir. Hasan belki yeniden iletişime geçer. Sen sana attığım numarayı araştır. Konumundan yer tespiti yapabiliyor muyuz dene bakalım,” derken eliyle işaret ederek, varaklı on iki adet sandalyenin bulunduğu oyma ayrıntılarla süslenmiş ahşap yemek masasına geçmemi istedi. Köşke girdiğimizde bizi karşılayan ve o andan itibaren peşimizden gelen kır saçlı, jilet gibi giyinmiş olan, kâhya olduğunu düşündüğüm adam benden önce hareket ederek oturmam için koltuklardan birini çekti. Adamın kibarlığına hiçbir tepki vermeden yerimi aldığımda endişe yüzümden akıyordu ve Akın hâlâ telefonun ucundaki Tuna’yla konuşmaya devam ediyordu.

“Tamam, Tuna, abimi düşünme, onunla ben konuşurum. Kulübe döndü mü?” Bana buraya geleceğini söylemişti. “Buraya mı gelecek? Öyle mi dedi sana?” dedi Akın sanki Cesur’un buraya gelmesi şaşırılası bir durummuş gibi duraksayarak. “Neyse tamam, gelmesi isabet olur. Konuşurum onunla. Sen işe koyul, halledince ara.”

Akın ummadığım şekilde bu işle ilgileniyordu ve nedense bu beni daha çok geriyordu. Ağrımaya başlayan başımı yatıştırmak istercesine parmaklarımın ucuyla alnıma masaj yapmaya başladığım sırada Akın hâlâ arabadan inerken benden aldığı telefonumu kurcalıyordu. Kâhya ve onun hemen yanında hazırda bekleyen genç kadın ise olan bitenle asla ilgilenmiyormuş gibi dursalar da kulak kesildiklerinden emindim.

“Bize yiyecek bir şeyler hazırlayın,” dedi Akın kafasını telefonumdan kaldırmazken. Kâhya anında yanındaki kadına kafasıyla işaret verip, “İstediğiniz özel bir şey var mı Akın Bey?” diye sormayı ihmal etmedi.

Akın yine kafasını kaldırmadan konuştu. “İstediğin bir şey var mı?”

Ortaya atılan soruyu üzerime alınmadım. Akın ile o kadar uzaktık ki bunu bana sorma nezaketi göstereceğini asla düşünmediğim için alnıma masaj yapmaya devam ediyordum, ta ki, “Nehir,” diyerek kısa bir anlığına gözlerini telefondan kaldırıp bana bakana kadar. “İstediğin bir şey var mı?” Kafamı ağır ağır iki yana salladığımda şaşkın tepkime karşılık kaşlarını çatmakla yetindi. Ardından da “Hazırlayın işte bir şeyler,” diye söylendi.

Genç kadın hızla ortalıktan kayboldu. Ondan geriye topuklu ayakkabılarının küt sesleri kalırken Akın nihâyet telefonlarla olan işini bitirmişti. Kendi telefonunu cebine atıp benimki masanın üzerine bıraktığı sırada hâlâ biraz uzağımızda bekleyen kâhyaya hitaben, “Annem yattı mı?” diye sordu.

“Bu akşam biraz başı ağrıyordu, ilaçlarını alıp erkenden yattılar efendim.”

Akın tam karşımda kalan sandalyeyi çekerken duraksadı. “Doktor bugün kontrole geldi mi?”

“Her zamanki saatinde buradaydı.”

“Annemin bir sıkıntısı yok, değil mi? İlaçlarını alıp almadığını takip ediyor musunuz?”

“Endişe edeceğiniz hiçbir sorun yok, Akın Bey. Anneniz gayet iyi.”

“Güzel. Abim gelecek, geç saate kalabilir.”

Adam kafasını salladı. “Yapmamı istediğiniz başka bir şey var mı efendim?”

“Yok, gidebilirsin.”

“İyi geceler Akın Bey, hanımefendi.”

Adamın kibarlığına karşılık hafifçe kafamı salladım. Sonra kâhya arkasını dönerek salonu terk etti ve gözlerini tıpkı birer ok gibi üzerime dikmiş olan adamla beni baş başa bıraktı. Derin bir solukla göğsümdeki sıkıntıyı gidermeye çalıştım. Gergindim, endişeliydim ve engel olamadığım şekilde korkuyordum. Hasan ciddiydi, otel olayından itibaren artık niyeti sadece gözümü korkutmak değildi, blöf yapmıyordu. Adam sapkın hayallerini gerçekleştirmek için adım adım ilerliyordu ve sonuca ulaşmasına sadece bir adım kaldığını bilmek tüylerimin diken diken olmasına neden oluyordu.

“Ee, açıklama yapmayacak mısın?” dedi Akın birden, düşünceler âleminde olduğum için irkilmekten kendimi alamadım.

“Ne açıklaması istiyorsun?”

Bana dik dik bakarken kollarını göğsünün üzerinde bağladı. Kaslarla bezeli pazuları genişledi, vücudu gerçekten iriydi ve en az Cesur kadar emek harcadığı netçe görülebiliyordu. “Bu Hasan’ın seninle telefon yoluyla ilk iletişime geçişi miydi?”

Kafamı yavaşça iki yana salladım. “Daha önce de birkaç kez oldu. Eski numaramı ona ben vermiştim, beni kulübe ilk gönderdiği zamanlarda. Ama şu anki numara yeni. Nasıl ele geçirdi fikrim yok.”

“Peki Nehir, bu durumdan neden hiç haberimiz olmadı?”

“Bilmiyorum,” dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. Tek kaşı havalandı.

“Bilmiyorsun?”

“Onu pek önemsememiştim-”

“Önemsemediğin adam az kalsın Eva’yı öldürüyordu!” diye aniden gürlediğinde oturduğum yerde sıçradım. Ardından sanki beni olduğundan daha fazla korkutmak iyice asabını bozmuş gibi bir şeyler homurdanarak elini ahşap masanın üzerine geçirdi.

“Özür dilerim,” dedim çabucak. “Böyle olmasını asla istemezdim-”

Akın gürültülü bir soluk alıp, “Daha önceki iletişimlerinde sana ne söyledi?” diyerek sözümü kesti. Sanırım bu konuda daima önüme sert duvarlarını dikecekti ve onları hiçbir zaman yıkamayacaktım.

“Aynı şeyler,” diye geveledim, tüm bedenim kaskatıydı. “Aynı imalar işte.”

Dişlerini sıkıp hırsla saçlarını karıştırdı. “Abim tüm bunların ne kadarını biliyor?” diye sorduğunda sertçe yutkunmaktan kendimi alamadım.

“Çoğunu bilmiyor. Ona bu mesajdan bahsedecek misin?”

“Elbette bahsedeceğim,” dedi aksi mümkün değilmişçesine bir tavırla. “Bir şeyleri saklamaktan hiç hoşlanmam. Senin aksine.”

Bana attığı taşa karşılık, “Bir şeyleri saklamak benim de hoşuma gitmiyor,” diye homurdandım. “İşler iyice çığırından çıkmasın diye bazı anlarda sessiz kalıyorum hepsi bu.”

“Böyle anlarda asla sessiz kalma, Nehir,” dedi net bir uyarıyla. “Sonucunda ölecek olsan bile böyle anlarda her şeyi anlat. Başından beri seninle iletişimi olduğunu ve neyin peşinde olduğunu bilseydik o otel olayı yaşanmayabilirdi.”

“Otel neredeyse sizin kontrolünüzde. Her yerde adamlarınız vardı. Buna rağmen oraya girebilmişse yine girebilirdi-”

“Otel sadece tanıdığımız. Bize her hareketini bildirirler, fazlası yok. Olayı tüm yönüyle bilseydik otel ciddi anlamda bizim kontrolümüzde olurdu ve anında müdahale edilirdi. En azından o piç kurusu elimizde olurdu.” Ardından bana laf anlatmaktan usanmış gibi sıkkın bir solukla göğsünü şişirdi. “Yeni bir arama alırsan bu kez söyle.”

“Söylerim.”

Kesinlikle söylerdim, çünkü artık bu iş fazla ciddiyet kazanmıştı. Akın bana bir müddet dik dik baktıktan sonra aklına bir şey gelmiş gibi yeniden telefonunu eline alıp birini aradı. Bu sırada servis arabasının çıkarttığı ince ses kulaklarıma ulaştığında gözlerim salonun eşiğine döndü. Hemen hemen aynı yaşlarda görünen iki kadın hazırladıkları yiyeceklerle dolu servis arabasını iterek masaya doğru yaklaşıyorlardı.

“Tuna, bundan sonra Nehir’in telefonunu izleyeceksin. Tüm aramalardan ve mesajlardan haberin olacak. Yarın telefonunu al ve bu işi sağlayacak zımbırtıları yükle.”

Omuzlarımın düşmesine engel olamadım. Sessizliğimi koruyarak çalışanların getirdikleri yiyecekleri servis etmelerini izlemeye koyuldum. Akın ise Tuna’yla düşündüğümden daha uzun konuştu. Aynı soruları sordu, yeni cevaplar bekledi ama kimse bu kadar hızlı olamazdı. Sabırsızlığının nedenini anlıyor olsam da bazen beklemekten başka bir seçenek olmuyordu. Ayrıca Hasan’ın kendini yakalatacağını sanmıyordum. Çağlayanların bile bulup deşemediği bir çukura saklanmışken aptal bir telefon numarasıyla yakayı ele vermeyecek kadar akıllı olduğundan emindim. Kurnaz bir sırtlan gibiydi. Parça koparmak için an kolluyordu ve fırsatını bulduğunda ısırmaktan geri durmuyordu.

Güzel kokularıyla midemi harekete geçiren yiyecekler servis edildiğinde iki kadın başka bir arzumuz olmadığından emin olarak ayak altından çekildiler. Yeniden Akın’la baş başa kaldığımda masanın altında ayağımı stresle sallıyordum. O ise günlerce aç kalmış gibi yemeklere gömülmüştü. Elim tabağımın kenarında duran altın rengindeki kaşığa dokunurken, “Akın,” dedim yavaşça. Kafasını yemeğinden kaldırmadan, “Hmm?” diye mırıldandı.

“Bana hiç mi güvenmiyorsun?”

Ağzında çevirdiği lokmayı yutmadan önce kısa bir duraksama yaşadı. Gözlerini kaldırıp bana diktiğindeyse, “Gerçek mi yalan mı?” diye sordu.

“Gerçek,” dedim.

“Güvenmiyorum,” dedi tereddüt bile etmeden. “Sana nasıl güvenilir onu da bilmiyorum.”

“Bu kadar sorunlu biri miyim senin için?”

“Sana baktığımda hiçbir zararı olmayan mağdur bir kadın görüyorum ama o kadın değilsin, Nehir.” Kafasını hafifçe iki yana salladı. “Gözlerindeki başkaldırışın belki sen bile farkında değilsin ama ben görüyorum. Geçimsiz biri olduğum için değil, sende olan bazı şeyler beni rahatsız ettiği için aramızda bir çizgi var.”

“Kabuğumun altındakileri bilmeden beni kabul edemez misin?” diye sordum bir ümitle. Akın kafasını ağır ağır iki yana salladı. “Cesur’un bildiğini bilmek de sana yetmez mi?” dedim bu kez. Ağzına bir parça ekmek attığı sırada konuştu.

“Eminim abime hepsini anlatmamışsındır.”

“Evet ama ona anlatabiliyorum ve bende bir sorun görmüyor-”

“Çünkü sana takılmış.”

“O, sandığın gibi hasta değil,” dedim sesimin sertleşmesine engel olamazken. “Sürekli bunu ima etmen artık sinirlerimi bozuyor.”

“Onu sinir krizi geçirirken görmediğin için bunu reddedebiliyorsun. Doktoru onu tımarhaneye kapatmamız gerektiğini söylediğinde orada değildin, bu yüzden kabullenemiyorsun. İçmekten başka hiçbir şey yapmadığı günlerde onu bir köşeye yığılmış hâlde bulup bu kez öldüğünü düşünerek paniklemedin de. Sen onu hastayken hiç görmedin ki Nehir. Sen onu gerçek anlamda hiç görmedin.”

Afalladım. Dudaklarım birkaç kez açılıp kapandı ama diyecek hiçbir söz bulamadım. Akın yine yalan söylüyor olabilir miydi? Sanki bunu düşündüğümü hissetmişçesine, “Seni kaçırma niyetinde değilim bu kez,” derken çatalını tabağın kenarına bıraktı. “Abim yetimhanede tanıştığı o kızı sandığından daha çok kafasına taktı. Kız en iyi abimle anlaşıyordu. Bu durum öyle bir hâl almış ki babam abimi yetimhaneden aldığında abim o kızın yapayalnız kalacağını düşünerek bunalıma girmişti. Hatta onsuz kimseyle konuşmayacağından, yiyip içmeyeceğinden o kadar emindi ki öleceğini bile düşünüyordu. Biz zaten ailemize yeni biri geldiği için huzursuzduk, onu hiç anlamadık, o da derdini anlatmadı. Günler, belki de aylar üzerine öğrendik tek derdinin geride bıraktığı kız olduğunu. Babam hemen harekete geçti ama abimin anlattığı kız ortalıkta yoktu. Sanki hiç olmamış gibi. Bir zaman sonra babam bile ona inanmadı. Anlattığı hikâyenin yalan olduğunu düşündü, abimi tedavi ettirmek için uğraştı. Kimse ona inanmadıkça abim iyice çıldırdı ve sonra biz de ona inandık. İnanmasak bile onun iyiliği için hiç değilse inanmış gibi yaptık.”

Afallamış bir şokla kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. “O kız... kadın... gerçekte yok mu yani?”

“Var,” derken omuz silkti. “Var ama var olduğunu söyleyebilecek olan herkes şu anda ölü. Şaibeli ölümler, şaibeli durumlar oldu. Abim yetimhaneden çıktıktan sadece bir hafta sonra orada yangın çıkmış, tüm belgeler yanmış, müdür ve yardımcıları ölmüş. Toplu ölüm gibi düşün, hepsi aynı odadaydı, olmaması gereken bir saatte.” Kan yüzümden çekildi. “Bu yüzden kıza dair elimizde hiçbir şey yok. Ne bir bilgi ne bir resim, hiçbir şey. İnternet tabanına bile hiçbir bilgi girilmemiş. Daha sonrasında yetimhane boşaltılıp kapatıldı. İçerisindeki çocuklar farklı yetimhanelere taşındı. Peşlerine düştüm. Sırf abimin o kadar da deli olmadığından emin olmak için her birini araştırıp buldum. Abimle yaş, onunla arkadaş olan dört çocuğun dördü de o kızın var olduğunu onayladı. Abim yetimhaneden çıktıktan sonra kızı doğru dürüst görmemişler. Yangın çıktığı gece tüm çocuklar bahçeye toplanmış, biri özellikle o kızı aradığını söyledi ama kız ortada yoktu.”

İçime rahat bir soluk çektiğimi fark ettim. Benzetildiğim kadının hayalden ibaret olmamasının beni rahatlatacağına kırk yıl düşünsem olur vermezdim ama şu anda durum buydu. Cesur’un o derece delirdiğini kabul etmektense kadının varlığını kabul etmek gözüme daha makul görünmüştü. Duyduklarımın etkisiyle hâlâ şaşkınlık ve biraz da yaşanılanlardan dolayı hüzün doluyken, “Belki de o yangından çıkamamıştır,” dedim boğazımı temizleyerek.

“Ona ait tek bir kemik bile çıkmadı. Eğer kanatlanıp uçmadıysa cesedi bulunurdu. Zaten yangın sadece yönetim kısmında çıkmıştı. Yatakhanelerin bulunduğu katlar hiç etkilenmedi.”

“Cesur’un oda arkadaşlarını bulup kızın varlığını teyit ettin, tamam. Peki kızın oda arkadaşlarını bulup kıza ne olduğunu teyit ettirdin mi?” Akın çatalıyla önündeki eti didiklerken birden durdu. Bunun üzerine, “Bunu düşünemediniz mi gerçekten?” diye sormaktan kendimi alamadım. “Belki kıza ne olduğunu onlar biliyordur, çünkü aynı odada kalanların birbirlerinden illa ki haberleri vardır. Mesela biz, birbirimizle pek muhabbetimiz olmasa bile kimin ne yaptığını daima bilirdik.”

Akın yeniden telefonuna yöneldi. “Küçük bir ihtimal ama bunu denemeye değer,” diyerek sanırım yeniden Tuna’yı aradı. “Şimdi beni iyi dinle, Tuna. Abimin döneminde yetimhanede kalan tüm çocukların kayıtlarını çıkartmıştık ya onları bul yeniden. O kızla aynı odada kalan isimleri ve şimdi nerede olduklarını istiyorum. Detayları konuşuruz.” Tuna ona her ne dediyse Akın hafifçe gülerek bana baktı. “Yok, abim değil bu kez. Nehir, orijinalini bulmak için birkaç fikir sundu diyelim.”

Göğsüme sivri ve zehirli oklarından birini daha savurmuştu ve hedef on ikiden vurulmuştu. Kaburgalarımın arasına yerleşen acıyı görmezden gelmeye çalışarak dişlerimi sıktım. “Gerçekten sinir bozucusun.”

Omuz silkip, “Seni rahatsız etse de gerçek bu,” diyerek yemeğine kaldığı yerden devam etti. “Her şey bittiğinde avuçlarında kırık kalbinin parçalarıyla kalırsan en başında seni uyardığım için pişmanlık hissetmeyeceğim.”

Çatalı alıp saplarcasına ete geçirirken, “Aklında hep olumsuz sonlar var. Tam tersi olursa suratının ne hâle geleceğini çok merak ediyorum,” diye homurdandım.

“Tam tersi olursa... hmm... o zaman yengem oluyorsun,” dedi.

Kalakaldım. “Ne?”

Akın güldü. Tıraşlı yanaklarında açılan çukurlar onun tüm sinir bozucu tavırlarını gölgede bırakmaya yetecek kadar şirindi. “Tam tersi olursa ve kalırsan yengem oluyorsun işte. Abinin karısına yenge denmiyor muydu?”

Kalbim deli gibi çarpmaya başlarken yanaklarıma ateş bastığını hissettim. Hâlâ o şaşkın suratla duruyordum ve bunu yüzümden silmek için sanırım sıkı bir tokada ihtiyacım vardı. “Sen delirmişsin,” dedim sonunda konuşabildiğimde. Kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. “Kafayı yemiş olan bence sensin.”

“Mutlu son istemiyorsun, mutsuz son istemiyorsun. Bence sen önce neyi istediğine karar ver, Nehir,” dedi birden tüm ciddiyetini kuşanarak. “Çünkü ilerlediğin yolun iki sonucu var. Buradan baktığımda iki sonun da seni huzura erdirmeyeceğini görebiliyorum.”

Kalbimi normal ritmine düşürebilmek için birkaç kez derin soluklar alıp verdim. Sadece tek bir kelimeyle nevrimi şaşırmış olmak beni ciddi anlamda rahatsız etmişti. “Benim tek istediğim sessiz sakin bir hayat sürmek,” dedim ama artık bunu ne kadar istediğim bile şaibeliydi, çünkü gerçekleşebileceğini düşünmemeye başlamıştım. “Bela istemiyorum. Sorun istemiyorum. Kimsenin beni tanımadığı bir yerde yaşayıp gitmek istiyorum.”

Akın komik bir şey söylemişim gibi kafasını geriye atarak güldü. Gamzelerine karışan şen kahkahası normal bir anda olsa insanın içini ısıtacak cinstendi ama şu anda beni iyice dondurmaya yetmişti. “Sen gerçekten garip bir kadınsın,” dedi aynı sırıtış dudaklarında asılıyken. Ancak artık bakışları karanlıktı. “Hangi rüyadaysan seni uyandırayım, Nehir. Tüm bunlar senin için artık sadece hayal olabilir. Pisliğin içerisine batabileceğin kadar battın, bir daha temizlenebilir misin sanıyorsun? Hadi diyelim ki abim seni özgür bıraktı, vazgeçti senden. O vazgeçse yeraltı vazgeçer mi? Seni abime karşı piyon gibi kullanmak isteyecek kaç kişi çıkar ben bile emin değilim. Gittiğin hiçbir yerde huzuru bulamazsın. Bela seni bir gölge gibi takip edecek bundan sonra. En başında beni dinleseydin belki bir şansın olabilirdi ama artık yok. Ne oldu, sözlerim seni korkuttu mu?” dedi irileşen gözlerime yine o sırıtışıyla bakarak. “Artık kaçmayı düşünme bile, çünkü terk etmeyi denersen bu kez düşmanın ben olurum, bunu söylerken ciddiydim, Nehir. Sözlerim sana şaka gelmesin. Bundan sonra senin tek yapacağın abim istediği sürece yanında kalmak. Sadece aranızdaki ilişkinin sınırlarını çizme özgürlüğün var. İster onunla ol ister sadece yanında ol, bu kadar. Onunlayken zaten zarar görmezsin. Ha, diyelim ki seni bıraktı, al, bu da sana sözüm olsun. O zaman güvenliğini ben sağlarım ama o zamana kadar artık bazı mecburiyetlerin var.”

“Bana bunu dayatamazsın!” diye bağırdım. “Bunu yapma hakkına sahip değilsin!”

“Emin ol hiçbir dayatma yok. Yolunu kendin seçtin. Neden kaldın ki? Aptal bir intikam uğruna mı? Yoksa abimin sana olan ilgisi mi aklını çeldi? Kalbine söz geçirememişsen seni anlarım. Dürüst ol, Nehir. Söyle de kurtul.”

Ellerimi masanın üzerine geçirip onlardan destek alarak ayaklandım. Akın’a tepeden bakarken, sanki o bana tepeden bakıyormuşçasına benden rahattı. “Bu konuşma saçma sapan bir hâl almaya başladı.”

“Ona âşıksın,” dedi.

“Hayır,” dedim.

“Ona âşık oldun,” diye bastırdı.

“Hayır- seninle bunu tartışmayacağım!”

Akın gülerek sırtını sandalyeye yasladı. “Biliyor musun şunu fark ettim ki onu sevmen işime gelir. Böylece ona hiçbir zararın dokunmaz. Evet, gerçekten öyle. Şimdiye kadar ona kapılmamanla ilgili sana söylediğim her şeyi unut.”

“Birine zararının dokunmaması için ona âşık olmana gerek yok,” diye çıkıştım. “Ayrıca o işler senin ruh hâlinin değişikliklerine göre şekillenmiyor.”

Gülüşü biraz daha genişledi. “Neden bu kadar hararetlendin ki? Su iç, Nehir, su iç, iyi gelir.”

Tırnaklarım avuçlarıma gömüldü. Yüzüne sert bir yumruk geçirip tüm dengesini şaşırmasını sağlamayı arzuladığımı fark ettim. Ancak ne yazık ki ben o kadar güçlü değildim. “Benimle ilgili ne biliyorsun ki? İstersem giderim ve beni asla bulamazsın.” Artık bulurdu. “İstersem senin o hayal dediğin hayatı yaşarım, haberin olmaz.” O hayat benim için artık ciddi anlamda hayalden ibaretti. “Beni hafife almayı ya da kukla gibi oynatabileceğini sanmayı kes artık. Kalıyorsam bir sebebi var.” Tamam, o sebepten benim bile haberim yoktu. “Gidersem de bu Cesur’un beni istemiyor olmasından olmaz. İstemem yeterli.”

“O zaman iste, Nehir,” derken yine gülüyordu. “Biz de ne olacağını izleyip görelim.”

“Hâlâ beni hafife alıyorsun,” diye homurdandım.

“Kimsesiz bir kadını ne kadar ciddiye almam gerekir?” diye sorarken gözlerindeki bakış sinsi ve tehlikeliydi. Bana olta atıyordu. Bunu fark ettiğimi belli edercesine güldüm.

“Oyununa gelmeyeceğim.”

Kafasını hafifçe iki yana salladı. “O mağdur kadın değilsin,” dedi yeniden, bu kez daha çok kendinden emindi. “Ve abim bunu biliyor.”

“Evet, biliyor.”

“İyi,” dedi sandığımın aksine kurcalamayarak. Ardından çenesinin ucuyla kalktığım sandalyeyi gösterdi. “Otur hadi, yemeğini ye.”

Homurdandım. “İştah bırakmadın.”

“Yine de ye. Solgun görünüyorsun.”

“Beni düşünüyormuş gibi davranman komik oluyor,” diye ağzımın içerisinde söylenerek sandalyeme geri oturdum. Midem açlıktan kıvranıyordu ve gurur yapamayacak kadar leziz görünen yemekler beni bekliyordu. Karşımdaki adama bir kez daha bakmadan tabağımdaki yiyeceklere gömüldüm. Uzun zamandır bu kadar acıktığım ve yerken kendimden geçtiğim bir an olmamıştı. O kadar hızlı yiyordum ki sanki biri çıkıp her an tabağı önümden kapacakmış gibi davrandığımın farkında bile değildim.

Benim aksime sakince yemeğini yemeye devam eden Akın ise hiç ummadığım bir anda, “Seninle arkadaş olmayı deneyeceğim,” diyerek az kalsın yediğim lokmada boğulmama neden olduğunda gürültüyle birkaç kez öksürmekten kendimi alamadım.

“Hey, bu kadar heyecan yapmana gerek yoktu. Boğulup gideceksin,” diye takılarak önümdeki kadehe su doldurup onu bana doğru uzattı. Bardaktan birkaç yudum peş peşe aldıktan sonra, “Bu dengesizlik hepiniz de var mı yoksa sadece sana özel mi?” diye homurdandım.

“Belki bende daha fazladır.”

“Kesinlikle!”

“Senden sadece dürüst olmanı bekliyorum,” dedi hemen sonra ciddiyetle. “Abime söyleyemeyeceğin bir şey olursa bana söyle. Oldu da yanlış bir şey yaptın asla saklama. Ya da bu geceki gibi birileri sana ulaşmaya çalıştığında bunu gizleme hatasına düşme. Bir sorun varsa birlikte çözeriz. Her zaman seçenekler vardır.”

Gözlerim kuşkuyla kısıldı. “Bana barış çubuğu uzatmana neden olan ne?”

Omuz silkti. “Belki haklısındır. Ona iyi gelebilirsin. Abim ilk kez bir kadın yanında kalsın diye elinden geleni yapıyor. Senin de ona karşı tamamen boş olmadığın orada,” dediğinde ona ters ters baktım, umursamadı. “Her ne kadar gözüme şaibeli gelsen de ve asla göründüğün kadar saf olmadığından emin olsam da,” diyerek iğnesini batırmayı es geçmedi. Gözlerimi devirdim. “Sana yaptığım son uyarıları da dikkate alacağını umarak, bence her gece yatarken söylediklerimi kendine hatırlatmalısın, bir karar değişikliği yaptım diyebiliriz.”

“Allah razı olsun!” dedim hoşnutsuz bir tavırla. Akın bu sözüme karşılık gür bir kahkaha patlattı. İşte şimdi daha samimi görünüyordu.

“Hepimizden, Nehir, hepimizden!”

×××

Ahşaba çivi çakılırcasına çıkan ses beni irkilterek uyandırdığında yer ve zamanı kavramam biraz zamanımı aldı. Gözlerimi birkaç kez ovuşturup esneyerek kendime gelmeye çalıştım, ancak o kadar uykum vardı ki kirpiklerimi birbirinden ayırmak işkence gibiydi. Sonunda pes ederek kafamı yığar gibi yastığa gömüp solumda kalan komodinin üzerindeki telefonuma uzanmaya çalıştım. Titreyip duran aleti kendime çektiğimde kimin aradığına bile bakmadan aramaya cevap verip telefonu kulağıma dayadım, yüzümse yastığa dayalıydı.

“Nehir?” dedi Eva hattın diğer ucundan.

“Hmm?”

“Uyuyor muydun?”

“Hı-hım.”

“Saatin kaç olduğun farkında mısın?”

“Kaç ki?”

“Öğlenden sonra iki olmak üzere,” dediğinde biri etime iğne batırmış gibi hızla yattığım yerden kalktım. Ani hareket ettiğim için sersem gibi olduğum yerde sallanmaktan kendimi alamazken, “Neden kimse beni uyandırmadı?” diye homurdanmayı da ihmal etmedim. Tam da bu sırada yatağın ayakucu pufundaki ceket dikkatimi çekti. Benim değildi ve kime ait olduğunu biliyordum.

“Halide Hanım misafirlerinin rahatı için evin tüm kurallarını esnetebilir,” diyerek güldü. “Uyumaya devam edecek misin?”

“Hayır, fazla bile uyudum.”

“Güzel, sana bir teklifim var, umarım reddetmezsin.”

“Söyle bakalım.”

“Şu geçen geceki dövüşü kazanan taraf bir davet organize edecek, haberin vardır.”

“Var,” derken tüm tadım kalmıştı.

“Davet için elbise bakmaya çıkacağım. Benimle gelir misin? Mecbur değilsin, eğer gelmezsen senin için de bir tane alacağım. Ama eğer gelirsen mutlu olurum. Hem havamız değişmiş olur, son olanlardan sonra buna ihtiyacımız var bence.”

Tıpkı annesinin vereceği şekeri bekleyen kız çocuğu hevesiyle cevabımı beklediğini fark ettiğimde sessizce iç geçirdim. “Elbise bakmaya çıkacak kadar kendini iyi hissettiğinden emin misin?”

“Söz konusu alışveriş olduğunda her zaman iyi olurum,” derken kıkırdadı.

Gülümsedim. “Pekâlâ, tamam o zaman.”

“Tamam mı? Geliyor musun?”

“Evet, geliyorum. Saat kaçta?”

“Şimdi çıkacağım, yarım saate orada olurum. Teşekkür ederim, Nehir.”

Eva'nın neşeli nidaları eşliğinde telefonu kapattığımda yüzümde aptal bir gülümseme asılıydı. Onun çeyreği kadar pozitiflik taşısam hayatım daha kolay ilerleyebilirdi ama benim yüküm ona göre fazla ağırdı. Çıplak ayaklarımı yataktan sarkıtarak oturduğumda gözlerim yine pufun üzerindeki cekete döndü. Cesur’a ait olduğundan emindim. Yoğun parfümünün kokusu bile odaya sinmişti. Gece oldukça geç gelmiş olmalıydı, onu beklerken uyuyakalmıştım ve o, odama girmişti. Belki de uyurken beni izlemişti. Bunun düşüncesi bile içime garip bir hissin doluşmasına neden olduğunda kafamı hızlı hızlı iki yana sallayarak etkisinden kurtulmaya çalıştım.

Ceket sanki orada değilmiş gibi davranarak ayaklandığımda hedefimde banyo vardı. İhtiyaçlarımı giderip, karışmış saçlarımı tarayarak kafamın tepesinde topladım. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra havluya uzanırken aynaya yansıyan görüntüme baktığımda bitkin bir kadın görüyordum. Yüzüm solgun duruyordu. Günlerce uyusam bile kendimi toparlayamayacak gibi bir halim vardı ve buna neyin sebebiyet verdiğini bilmiyordum.

Banyodaki işlerimi bitirdiğimde pufun diğer ucuna bıraktığım pantolonuma yöneldim. Giymem için yatağın üzerine gecelik bırakmışlardı ama benim tercihim pantolonumu çıkartıp baldırlarıma kadar inen kazağımı gecelik olarak kullanmaktan yana olmuştu. Kıyafetlerime çekidüzen verdikten sonra ayaklarım pufun üzerindeki ceketin yanında durduğunda içimden kendime homurdanarak cekete uzandım. Buram buram kokan parfüm Cesur sanki dibimdeymiş kadar yoğundu.

Ceketi de beraberimde alarak odadan çıkıp kendimi geniş koridora attığım esnada sudan çıkmış balıktan halliceydim. Köşkün tüm dizaynı antika kokuyordu ve her parçanın değerinin bol sıfırlı olduğuna emindim. Halide Çağlayan’ın zevki biraz çağın gerisinden geliyordu. Yine de asaletli olduğunu inkâr edemezdim. Kendimi tıpkı bir hanedan ailesinin gösterişli evindeymiş gibi hissediyordum. Tek sorun evin ruhu yoktu. Bana hiçbir sıcaklık vermiyordu. Bir müzeyi gezmekle eşdeğerdi.

Ne yapacağımı bilemeyerek dün gece çalışanlardan birini takip ederek geldiğim yöne doğru yöneldim. Cesur’un odası hangisiydi bilmiyordum ve burada birçok kapı bulunuyordu. Üstelik Cesur odasında bile olmayabilirdi, çünkü saat epey geçmişti. Koridorda aylak aylak yürürken merdivenlerden çıkan kâhyayı gördüğümde altın bulmuş korsan gibi sevinerek, “Merhaba,” diyerek adama seslendim.

“Nehir Hanım, tünaydın.”

“Tünaydın... ee...”

“Adım Halit, efendim,” dedi hafifçe tebessüm ederken.

“Tünaydın Halit Bey, herkes nerede?”

“Halide Hanım ve Akın Bey kış bahçesindeler. Eğer isterseniz size oraya kadar eşlik edebilirim?”

Yavaşça yüzüm düştü. “Cesur gitti mi?”

Adam sanki onun varlığını bir an için unutmuş gibi bana özür dilercesine baktı. “Cesur Bey henüz odasından çıkmadılar efendim.”

“Bana onun odasını gösterir misin?”

“Tabii, buyurun, bu taraftan.”

Kâhyanın eliyle gösterdiği yöne doğru yürümeye başladım. Bir gariplik vardı ama ne olduğunu anlayamamıştım. Kollarımın arasındaki ceketi biraz daha sıkı kavrarken koridoru dönüp kaldığım odayı geçtim ve sonra yeniden koridoru döndüm. Biraz gerimden ilerleyen adam önümdeki kapıyı göstererek, “İşte burası,” dediğinde ciğerlerime gürültülü bir soluk çektim.

“Teşekkür ederim.”

“Sizin için kahvaltı hazırlatıyorum, kış bahçesinde mi istersiniz yoksa salonda mı?”

“Teşekkür ederim, salon olabilir.”

Adam kafasını sallayıp yanımdan ayrıldı. Resmiyeti, jilet gibi giyimi ve mesafeli üslubu hiç alışkın olmadığım için beni geriyordu. Kim bu kadar ciddiyetin içerisinde yaşamaktan mutlu olabilirdi ki? Benim olmayacağım kesindi. Kâhyanın koridorda giderek uzaklaşan seslerini dinlerken elim yavaşça havalandı. İçeriye girmeden önce kapıyı çalacaktım ki duraksadım ve parmaklarım yavaşça kapının koluna sarıldı. O gecenin bir vakti benim kaldığım odaya girerken emindim ki bu inceliği göstermemişti, benim göstermememde de sorun olmazdı. Tıpkı bir hırsız misali ses çıkarmamaya özen göstererek kolu çevirdim. İçeriye girmeden önce temkinli hareketlerle kafamı hafif öne uzatıp odayı kontrol ettim, yatak dağınıktı ama Cesur yatakta değildi. Yokluğundan aldığım cesaretle bir hayalet gibi usulca odanın içerisine sızdım.

Köşkün her yanından akan şaşaaya rağmen bu oda o kadar sadeydi ki köşke ait her şeyle zıttı. Büyük bir yatak, yatağın ayakucundaki köşeye tam uyacak şekilde tasarlanmış ufak köşe takımı dışında odanın geri kalanı ıvır zıvırla doluydu. Giysi odası ayrı kapının ardındaydı. Kendisine ait banyosu da vardı ve kulaklarıma dolan su sesi duş aldığını anlamam için yeterliydi. Evet, ceketi bırakıp derhâl buradan toz olmam gerekiyordu, biliyordum ama bunu yapmak yerine arkamdan kapıyı kapatmıştım. Onunla konuşmam gerekiyordu. Akın ona neler söylemişti merak ediyordum. Aslında merak etmiyordum, çünkü hoş karşılamayacağını tahmin etmem için onu tanımama gerek yoktu. Azar işitecektim ve bu daha erken olsun diye aptal gibi orada dikilerek bekliyordum.

Çok kısa bir an kulüpteyken onun duştan çıktığı anlar gözümün önüne geldiğinde biri beni çimdiklemişçesine yerimde sıçramaktan kendimi alamadım. Teninden akan su damlalarının iç gıdıklayıcı görüntüsü o kadar aklıma kazınmıştı ki şimdi de o hâlde olduğunu bilmek boğazımın kupkuru kesilmesine, yanaklarıma ve boynuma sıcak basmasına neden olmuştu. Bedenimin ona verdiği tepki korkunç boyutlara ulaşmaya başlamıştı ve bunun önüne nasıl geçeceğimi hiç bilmiyordum. Geçmek isteyip istemediğim bile tartışılırdı.

Biraz hava alma ihtiyacıyla odanın içerisinde ilerleyip pencereye ulaştım ve sürgülü camı sonuna kadar açarak soğuk havanın odaya dolmasına izin verdim. Bir atletle sahil boyu yürürsem ancak tenimdeki sıcaklıktan kurtulabilirmişim gibi hissetmekten kendimi alamazken hemen yanımda duran şövale dikkatimi çekti. Üzeri beyaz bir kumaşla örtülüydü ve hemen yanında bulunan sehpanın üzerinde çeşit çeşit kalem bulunuyordu. Elim zihnimden bağımsız havalandığında örtünün ucundan tutup asıldım. Saten kumaş parçası yağ gibi kayarak şövalenin ahşap ayaklarının dibine düştü. Ortaya çıkan kâğıtta karakalemle bir kadın resmedilmişti. Kısa saçları omzunun hizasındaydı ve kıvır kıvırdı. Dudaklarında öylesine geniş bir gülümseme vardı ki tüm dişleri ortadaydı ve neşe saçıyordu. Bir karakalem çalışması bile olsa gözlerindeki canlılığı hissedebiliyordum. Ayrıca onu birine benzetmiştim, hatta birine değil, iki kişiye; Akın ve Özgür’e.

O, sanırım Sena’ydı.

Çizime daha dikkatli baktım. Gerçekten sevimli bir kadına benziyordu. Hayat dolu olan, daima gülenlerden biriymiş gibi aksettirilmişti. O an onunla tanışmak istemiştim. Artık asla mümkün olmasa da bunun hayalini kurmaktan kendimi alamamıştım. Cesur’a ne kadar benziyordu? Ya da Özgür’e, Akın’a? Akın’a benzemediğinden emindim. Bu düşüncemle birlikte dudaklarım hafifçe kıvrıldı. Kız kardeşleri ışıl ışıldı ve o gittiğinde sanırım ışığını da götürmüştü ki geride kalan kardeşleri karanlıkta kalmıştı.

Üst üste biriktirilmiş kâğıtların altında başka neler olduğunu merak edercesine uzanıp kâğıtları tutan aparatı kaldırdım ve hepsini elime aldım, bunu yapmadan önce Cesur'un ceketini şövalenin yanında duran sehpaya bırakmıştım. En öndeki kâğıdı alıp en arkaya koyduğumda Sena’ya ait bir başka çizim gözlerimin önüne düştü. Bu kez yavru bir köpeği seviyordu. O sevdiği köpeğe dikkatle baktığımda onun kulübe girdiğim ilk gece üzerime atılmak için çırpınan köpek olduğunu anlamam fazla zamanımı almadı ve hızla diğer yaprağa geçtim. O günden beridir köpeklerle aram limoniydi, hatta ciddi derece beni korkutuyorlardı.

Önüme çıkan diğer çizimde bu kez Sena ve yaşından ve yüzlerinin andırmasından yola çıkarak sanırım babası vardı. Sena babasının boynuna sıkı sıkı sarılmıştı ve yine o güzel gülümsemelerinden biri dudaklarındaydı. Parmaklarım yavaşça kayarak kadının yüzünün sınırlarında gezindi. Her şey daha farklı olsaydı ve hâlâ yaşıyor olsaydı şimdi bana Akın gibi mesafeli mi davranırdı yoksa Özgür gibi tüm sorunları görmezden gelip problem yokmuş gibi mi davranırdı diye düşünürken yere düşen su damlasının çıkarttığı o tiz sesle tüm vücudum kaskatı kesildi. Suyun kesildiğini, duştan çıkışını duymayacak kadar çizime dalıp gitmiştim ama o minik damla beni birden kendime getirmişti. Elimde olmadan sıçrayarak arkama döndüm ve aynı saniyede buna pişman olup yeniden hızla önüme döndüm. Kahretsin! Üzerinde sadece beline öylece dolanmış bir havlu vardı ve onu en son bu şekilde gördüğümde ciddi derecede nefesimi kesen anlar yaşamıştık.

Boynumdan başlayarak yüzüme doğru yayılan sıcaklıkla baş etmeye çalışırken, “Özür dilerim, karıştırmak niyetinde değildim aslında,” diye geveleyerek kâğıt destesini aldığım yere bırakmak için hareketlendim.

“Bekle,” dedi hızla, tıpkı bir robot gibi öylece kalakalıp vereceği yeni komutu bekledim. Cesur aramızdaki tüm mesafeyi kapattı, yutkunmak zorunda kaldım. Ardından da üzerime doğru eğildiğini hissettim. Yüzünü sol omzumdan uzatarak yanağını yanağımın biraz uzağında tuttu ve çenesini omzumun üzerine dayadı. “Birlikte bakalım,” dediğinde aklım başımdan uçmuş hâldeydi ve nasıl nefes alındığını bile unutmuştum.

“Ben... bu iyi bir fikir gibi görünmüyor.”

Hafifçe güldü. “Gevşe, fırtına kuşu,” diye fısıldarken kollarını karnımın üzerinde birleştirip beni göğsüne doğru çektiğinde şampuanının kokusu bedenimin etrafını sarıp beni kuşattı. “Neden bu kadar gerildin ki? Sarılmaktan çok daha fazlasını yapmadık mı seninle?”

Kalbim ritmini şaşırdı. Kollarının arasında o kadar hızlı nefes alıp veriyordum ki uzun bir koşudan çıkmış gibiydim ve tenimin sıcaklığı daha çok artmıştı. Birlikte tüm sınırları aştığımız anlar çok uzakta değildi ve bu yüzden beni haddinden fazla etkilemesi sanırım normaldi. Ona kızmak, ansızın böyle imalarda bulunmaması için onu azarlamak istesem de bundan vazgeçerek sertçe yutkunup kâğıtları yeniden kendime doğru çektim. Cesur yanağını yanağıma dayadı. Kısa sakalları tenime iğne gibi batıp nefesimi daha çok keserken, “Demek Sena’yla tanıştın,” dedi.

“Çok tatlı birine benziyor,” dedim tüm odağımı kâğıttaki kadına vermeye çalışarak “Bunları kim çizdi?”

“Ben çizmiştim.”

“Sen mi? Sen bu kadar yetenekli misin?”

Güldü. “Neden imkânsız bir şeyden bahsedermiş gibi konuşuyorsun? Herkesin bir becerisi vardır.”

“Bilmiyorum. Bana hiç bahsetmemiştin?”

“Bana hiç neleri yapmaktan hoşlandığımı sormadın ki.”

“Bizim hiç öyle bir ilişkimiz olmadı ki,” diyerek bu kez ben onu taşladım.

“Olmaması için hiçbir neden yok. Sor hadi, neyi merak ediyorsan.”

İç çektim. “Ne zamandan beri çiziyorsun?”

“Her zaman çizmekten hoşlanmışımdır ama son on sene buna daha çok ağırlık verdim. Güzel olan şeyler zamanla akıldan eksilmeye başlıyor. İnsan sözleri unutur, yüzleri unutur, bazı anları unutmamak istedim.”

“Hmm... eğitim aldın mı?”

“Hayır, kendi kendime. O zamanlar bir şeylerle uğraşmam gerekiyordu, kafamı dağıtabilmem için. Dövüşe başlamıştım ama fazlası lazımdı. Ben de zaten yaptığım şeyi geliştirmeyi tercih ettim.”

O zamanlar bir şeylerle uğraşması gerekiyordu, kendisini iyice kaybetmemesi için. Aldığım soluk canımı yaktı. “Artık çizmiyor musun? Seni hiç çizerken görmedim.”

“Çiziyorum elbette.”

“Öyle mi? En son ne zaman çizdin?”

Dudağının kenarı kıvrıldı, bunu teninin yanağıma baskı uygulamasından anladım. “Dün gece.”

Dilim damağım iyice kururken, omurgamdan aşağıya soğuk bir rüzgâr gelip geçti. “Kimi ya da neyi?”

“Saçları yastığının üzerine dağılmış, yorganla savaşır gibi onu tekmelemiş, kazağı güzel bacaklarını örtmeye yetmemiş bir kadını,” dedi, hızla öksürmeye başladım. Cesur ise güldü.

“Odama gizlice girmen yetmemiş gibi bir de resmimi mi çizdin? Bu... ayıp!” dedim diyecek bir şey bulamayınca.

Cesur ufak bir kahkaha attı. Sesinin tınısı içime işlediğinde kalbim bir darbe daha almıştı. “Aramızda ayıp mı kaldı?”

“Elbette,” diye ağzımın içerisinde homurdanıp kâğıdı değiştim. Her ne kadar yüzümü ona doğru dönmek ve yakınlığından bir nebze olsun uzaklaşmak istesem de henüz onu yeniden yarı çıplak görmeye hazır değildim. “Başka çizimler de var mı?”

Hafifçe omuz silkti. “Seni çizmeyi seviyorum.”

Seni çizmeyi seviyorum.

Bu cümle ardı ardına zihnimde yankılandı. Kalbim öyle sert göğsüme çarptı ki kaburgam sızladı. Midemdeki tatlı kıpırdanma içime tarifsiz bir hissin dolmasına neden oldu. Bu cümle beni hiç ummadığım şekilde etkilemiş, ona karşı gerdiğim duvarlardan birini daha tuzla buz etmişti. Yeniden düşünebilmem biraz zamanımı aldı ve yeniden konuşabilmemse epey süre sonra gerçekleştiğinde ansızın tıkanmışım gibi boğazımı temizledim.

“Görebilir miyim?”

“Hmm... onlar bana özel.”

“Onlar benim çizimlerim.”

“Evet.”

“Bu yüzden bence görmem gerekiyor.”

Güldü. “Başka zaman yeniden iste, şu anda en son yapacağım şey bu anı bozmak.”

Soluklarım hızlandı. Kurulu bir robot gibi, “Tamam,” diye mırıldanıp yavaşça kafamı salladım, yanağım yanağına sürtündü. İçine sert bir soluk çektiğini duymak sırtımın iyice gerilmesine neden oldu. Aramızdaki şey gittikçe yoğunlaşıyordu ve bundan kaçmak adına yapabileceğim tek şeyi yaparak kâğıdı çevirdim. Karşımda yine bir kadın çizimi vardı ve bu kez o kadın Sena değildi. Kâğıdı iki yanından kavrayan parmaklarım, gözlerim çizimin üzerinde gezindikçe sıkılaştı. Hiç zarar vermek istemeyeceğim hâlde bir anda tüm kâğıtları yırtmayı aklımdan geçirdim. Çünkü karakalemle hayat verilmiş, sadece gözleri maviye boyanmış o kadının kim olduğunu anlamıştım.

Sertçe yutkunmaktan kendimi alamazken, “O mu?” diye sordum. Sesim buz gibiydi.

Cesur gerildiğini benden saklayamadı. “O.”

Hiç yorumda bulunmadım ama artık kâğıdı daha sıkı tutuyordum, tırnaklarım kenarlarını aşındırmaya başlamıştı. Çizimde tüm odak nokta gözleriydi, yüzünün büyük kısmı saçlarıyla örtülmüş hâlde ve fluydu ama gözleri o kadar netti ki yüzünün geri kalanının olmamasını önemsiz kılıyordu. Doğrudan bana bakan mavi gözlerine uzun uzun dalıp gittim. Kıskançlık kanıma usulca yayıldı ve ayrıca içime tuhaf bir his doldu. Değişikti, nedenini bile çözememiştim ama kendimi oldukça garip hissetmiştim. Ona benzediğimi biliyordum ama yine de afallamıştım, elimde değildi. Aslında orijinal olan oyken, orijinal olan benmişim gibi öfkeyle dolmuştum ve buna daha fazla sabredemeyerek, “Yeter bu kadarı,” diye homurdandım. Ardından da Cesur’un beni sarmış olan kollarını ittim. Elimdeki tüm kâğıtları gelişigüzel şövaleye yapıştırıp orada kalmaları için klipsini taktım. Ancak yine de aralarından biri kayarak yere düştü, görmezden gelerek üzerinden geçerken Cesur, “Nehir,” dedi ardımdan, artık o neşeli adam gitmişti.

Yüzümdeki ifadeyi düz tutmaya çalışarak, “Eva’yla birlikte dışarıya çıkacağım. Beni almaya geliyor,” dedim sırf bu andan kaçabilmek adına.

“Sadece çizim. Ne zaman çizdiğimi bile hatırlamıyorum,” dedi söylediklerimi hiç duymamış gibi. “Seni neden bu kadar rahatsız etti ki? Zaten biliyordun-”

“Sadece çizim mi?” diye birden parladığımda sonunda yüzümü ona doğru çevirmiştim. “Sadece çizim falan değildi onlar Cesur. Orada ne gördüğümün farkındayım.”

“Ne görmüşsün?”

“Kafanı dağıtmak için başlamadın buna ya bir şeyleri unutmamak için değil. Onu! Onu kendine unutturmamak için başladın. Hatırladığın kadarıyla çizip asla unutmayacağın hâle getirdin. Sen ona gerçekten çakılı kalmışsın,” dedim, hayal kırıklığı gözlerime sindi. “Sen gerçekten...” Kafamı ağır ağır iki yana salladım. İşte, kalbim heyecanla çarpmaktan acıyla çırpınmaya hızlı bir geçiş yapmıştı.

Bana doğru bir adım attı. “Sen gerçekten ne?”

Kafamı ağır ağır iki yana salladım. “Onu asla aşamayacaksın.”

“Nehir-”

Duymak istemediğimi belli edercesine elimi kaldırıp onu susturdum. “Hayatında başkasının daimî bir yerinin olduğunu biliyorum, evet, ama bu onu rahatça gözüme sokabileceğin anlamına gelmiyor. Kendime bu gurursuzluğu daha fazla yaşatmayacağım-”

Anında kaşları çatıldı. “Ne demeye çalışıyorsun?” diyerek sözümü keserken bana doğru sert bir adım daha attı, aynı şekilde ben de geriye doğru adımladım, çehresine ürkütücü bir ifade oturdu.

“NE DEMEYE ÇALIŞIYORSUN NEHİR?!”

Aniden sesini yükseltmesi irkilmeme neden olduğunda ona yabancı gözlerle bakmaktan kendimi alamadım. Belki de tanıdığım adamdan çok daha farklıydı ve gerçekten kafayı sıyırmış delinin tekiydi. Bunun düşüncesi bile yüzümdeki kanın çekilmesine neden olduğu sırada, “Gidecek misin?” diye sordu birden gücünü kaybetmiş bir sesle. Sertçe yutkundum.

“Hayır,” dedim, neden hâlâ kaldığımı artık ben bile bilmiyordum. “Aramızda mesafe olsun istiyorum. Artık ağır gelmeye başladı, Cesur. Birini seversin ve onu unutamazsın, bunu anlarım ama ona benzeyen başka birini istemek... bu... bu hastalıktan başka bir şey değil.”

“Ona âşık olamayacak kadar çocuktum,” dedi bunu bininci kez anlattığı için biraz öfkeyle. “Onunla aramdaki bağ hiçbir zaman düşündüğün gibi değildi, hiçbir zaman. Buna sen de mi inanmıyorsun artık?”

Son sorusu bir kıymık gibi göğsüme saplandığında içim sızladı. “Biraz kafamı toplamama izin ver, tamam mı? Gerçekten buna ihtiyacım var.”

“Nehir-”

“Lütfen,” dedim hızla ve gerisin geri odadan çıkıp gittim. Beni durdurmadı ama odadan çıktıktan sonra bir şeyleri kırdığını çıkan gürültüden anlamıştım.

×××

 

 

Loading...
0%