Yeni Üyelik
25.
Bölüm

25. BÖLÜM

@yazarimsibirileri

Bugün uygulama garipti o yüzden ancak bu saatte yükleyebildik 🥺

​​​​Yorumlarını merakla bekliyoruz 🥰🥰🥰

×××

Eva’nın beni getirdiği butik özel bir villaydı ve her ne kadar benim haberim olmasa da alanında isim yapmış yerlerdendi. İçeriyi gezerken gördüğüm her parçanın fahiş fiyata sahip olduğunu sormadan da anlayabiliyordum. Eva hiç önemli değilmiş gibi davranıyordu ve ben de ona ayak uydurmuştum. Onunla birlikte takılmanın bana bu kadar iyi geleceğini hiç düşünmemiş olsam da şu anda kafam dağıldığı için bir nebze daha huzurluydum.

Eva, bizimle özenle ilgilenen çalışanla kafasındaki elbiselerin detaylarını konuşurken bense tavandan yere kadar uzanmış olan pencerenin önündeki berjerde kahvemi yudumluyordum. Dalgın gözlerim villanın bahçesindeki adamların üzerinde geziniyordu. Hasan’ın attığı mesajdan sonra peşimizde bir koruma ordusuyla hareket etmek durumunda kalmıştık. Tuna bizzat başlarındaydı. Onu yukarıya davet ettiysek de bizi yalnız bırakmayı tercih etmişti. Zaten içeride bizden başka müşteri kabul edilmiyordu. Bir nevi işimiz bitene kadar burayı kiralamış gibiydik.

“Ah, iyi ki gelmişiz,” diye şakıdı Eva cıvıl cıvıl gülümsemesiyle hemen karşımdaki berjere oturup onun için bırakılan kahveyi eline aldığı sırada. Çalışan kadın ortalıktan kaybolmuştu, sanırım kıyafetleri ayarlayacaktı. “Günlerdir dışarıya çıkmadığım için patlamak üzereydim. Burada işimiz bittiğinde bir yere yemek yemeğe de gidelim mi?”

Elimden geldiğince gülümsemeye çalıştım. “Olabilir, kahvaltı yapmadan çıkmıştım.” Çünkü yapacak iştahım kalmamıştı, köşkten nasıl çıktığımı bile hatırlamıyordum.

“Ciddi misin? Keşke söyleseydin Nehir. Miden boşken seni buralara sürüklemiş olmak beni çok üzdü şu an.”

Hafifçe omuz silktim. “Açlık hissetmiyorum. Ayrıca kahve iyi gidiyor,” diyerek avuçlarımın arasındaki porselen bardağı gösterdim. Eva beni tepeden tırnağa inceledi ve sonra da sıkkınca soluğunu havaya verdi.

“Bir sorun var, değil mi?”

“Yok, bunu da nereden çıkardın?”

“Yapma Nehir, artık seni tanıyorum ve bu suratı biliyorum. Hasan sana ulaşmayı başarmış, haberleri duydum. Yoksa bundan mı canın sıkkın?” diye sorarken o da gerilmişti, çünkü karnında taşıdığı ve yeni yeni iyileşmeye yüz tutmuş yara Hasan’ın eseriydi.

Göğsüme yorgun bir soluk çekip, “Ondan hâlâ nasıl bir iz olmayabilir?” dedim biraz isyan edercesine. “Şimdiye kadar bulunması lazımdı, Eva. Şimdiye kadar sesinin kesilmesi lazımdı.”

“Akın onu bulmadığı her gün deliriyor,” dedi sanki onun deli hâllerini hatırlamak tüylerini diken diken etmiş gibi irkilerek. “Tuna gece gündüz demeden bir şeyler bulabilmek için çabalıyor. Baksana, telefonu elinden düşürmüyor bile,” derken kafasıyla bahçedeki adamı işaret etti. Araçlardan birinin kapısına sırtını yaslamış, dudaklarının arasına sigarasını kıstırmış hâldeydi. İkinci katta bulunduğumuz için onu ve diğer adamları rahatça görebiliyorduk. Tuna telefonla konuşuyordu ve aynı esnada elinde tuttuğu başka bir telefonu da kurcalıyordu. Sanırım tek telefonla idare edemeyecek kadar yoğundu.

“Bu kadar işi varsa neden peşimizden geldi ki?”

“Bak, Çağlayan soyadıyla her yere girip istediğini elde edebilirsin. Korumasız dışarıya çıksan bile eğer onlardan olduğun biliniyorsa kimse sana yanaşmak istemez ama şu anda açık bir tehdit altındayız. Bu yüzden önlemler arttırıldı. Tuna bizimle geldi, çünkü otel olayı gibi bir şey yeniden yaşanırsa cidden ortalık karışır.”

“Buraya ilk gelişin miydi? Yoksa güvenilir yer değil mi?”

“Buraya daha önce de geldim, güvenilir yerdir ama ne olacağını bilemeyiz, öyle değil mi? Otel de güvenilir yerdi ama... olanlar ortada.”

“Eva, o geceyi yaşamana neden olduğum için beni asla affetme,” dedim birden. Kadının zümrüt yeşili gözleri irice açıldı, güzel dudakları itirazla aralandı.

“Sana kaç kez daha kabahatinin olmadığını söyleyeceğim? Eğer tam tersi olsaydı, benim yüzümden sen yaralanmış olsaydın, beni affetmez miydin?”

“Varsayımları varsayamayız,” dedim saçmaladığımı düşünmeden. “Kendimi suçlu hissediyorum-”

“Bunu görebiliyorum ama ben seni suçlu görmüyorum. Bu soruyu bana bin kez de sorsan cevabım aynı olacak, tamam mı? Seni suçlu görmüyorum. Bir kez daha söylememi ister misin? Seni suçlu görmüyorum.”

İstemsizce tavrına gülümsediğimde Eva bana daha geniş bir gülümseme sunup bakır rengindeki saçlarını kulağının arkasına itti ve gözlerinde saklanan çekincelerle bana kaçamak bir bakış attı.

“Artık arkadaş mıyız?”

Gülümsemem yavaşça silindi. Gözlerimi kaçırıp yarıladığım kahve fincanına odaklandım. “Sen benimle arkadaş olma, Eva. Herkes olabilir ama sen olma.”

“Neden? Beni... beni sevemedin mi?” dedi büyük bir üzüntüyle.

“Aksine sevdim,” diye itiraf ettim. Gözlerimi kısa bir anlığını kaldırıp ona baktım ve sonra yeniden hızla kaçırdım. “Hümeyra'ya benziyorsun,” dedim güçlükle konuşuyormuşum gibi. “Koca bir sevgi baloncuğu gibisin. Sana ne tür dertle gelirsem geleyim beni sarmalayacak kadar geniş bir kalbin var. Sana baktıkça içim ısınıyor. Ama bana böyle hissettirmeden nefret ediyorum. Bana böyle hissettirdiğin için çok korkuyorum Eva.”

Zümrüt yeşili gözlerine sinen şok evrilerek yerini hüzne bıraktığında, “Beni Hümeyra’ya mı benzetiyorsun?” dedi sanki tek önem verdiği nokta buymuş gibi. Yavaşça kafamı salladım. Birkaç kez dudaklarını açıp kapadı, ne diyeceğini bilememişçesine. Ancak sonra, “Senin için o kadar değerli miyim ki ben?” dedi inanamayışla.

“Değerlisin elbette.”

“Gerçekten mi?”

“Gerçekten.”

“Ben... beni sevmediğini düşünüyordum. Beni yanında istemediğini, hatta belki de görmek bile istemediğini...”

“Sonunun Hümeyra gibi olmasından korktuğum için,” diye fısıldadım.

“Gerçekten mi?” dedi şokla. Kafamı salladım, hâlâ ona bakmıyordum. “Tek nedeni bu mu? Yani... yani benden nefret etmiyorsun aslında?”

Masum masum bunu sormasına karşılık sinirlerim bozulmuş gibi güldüm. “Tabii ki nefret etmiyorum. Öyle davranmış olabilirim ama korkuyordum, senin de aynı şeyleri yaşamandan. Çünkü bana bulaşan herkes ölüyor.”

Güzel yüzündeki şaşkınlık tamamen silinmese de kaşları çatıldı. “Sana bulaşan herkes ölüyor mu?”

“Evet, gerçek bu. Eğer daha fazla zarar görmek istemediğin için benden uzak durursan bunu anlarım,” dedim sanki öyle bir şey olursa durum hiç içimi yakmayacakmış gibi.

Eva uzanıp kahve fincanına sarılı olan elimi bilek kısmından kavrayıp hafifçe sıktı. “Dünyadaki herkesin başına gelenlerin sorumlusu olarak kendini göremezsin, Nehir. Herkesin kendi tercihleri ve seçimleri vardır. Sen kimseyi bir şeylere zorlamadın, kimse senin yanında zorla kalmadı. Olacak olan şeylere engel olamazsın ki. O gece yaralandım, evet, bu ilk kez başıma geldi ve çok korktum ama asla seni suçlamadım. Nasıl suçlayabilirim ki? O gece beni davet bile etmemiştin, ben gelmiştim, yani benim tercihim doğrultusundaydı. Artık kendini suçlu görmeni istemiyorum, hiçbir konuda. Sen uğursuz biri değilsin.”

Bir damla yaş yanağımdan hızla kayıp düştü. Boğazım düğüm düğümdü ve içimi dökercesine ağlamak istediğim anların birindeydim. Aslında uğursuz biriydim. Gerçekten de gittiğim yere ölüm götürüyordum ama Eva o kadar tatlı dilliydi ki beni uğursuz olmadığıma inandırmıştı. Bir an için bile olsa ona inanmıştım ve bu çok iyi hissettirmişti.

“Ah, lütfen, sakın ağlama. Eğer ağlarsan senden daha çok ağlarım ve şiş gözlerle elbise denemek zorunda kalırım. Tanrım, düşüncesi bile korkunç!”

Yavaşça kafamı sallarken hızla gözlerimi kuruladım. Bu sırada kaçamak bir bakış attığım kadının ağlamamak için gözlerini tavana dikip elleriyle yüzüne hava akımı sağladığını gördüğümde dudaklarım hafifçe kıvrılmıştı. Eva gerçekten Hümeyra’ya benziyordu. Belki de bu yüzden onu çok kısa sürede çok güçlü şekilde benimseyebilmiştim. Bundan hem memnundum hem de korkuyordum, çünkü Hümeyra gibi onu da kaybedersem benim için hiç iyi olmazdı.

“Tamam, ağlamıyoruz,” diyerek burnunu çekti. “Ağlamıyoruz, ağlamıyoruz, ağlamıyoruz.”

Bir an için kıkırdamaktan kendimi alamadım. Eva bana şaşkınlıkla baktı ve sonra sanki ağlamak üzere olan o değilmiş gibi dişlerini sergilercesine güldü. “Ağlamıyoruz, gülüyoruz. Hep gülüyoruz. Güldüğünde gerçekten çok çekici oluyorsun.”

Hafifçe yüzümü buruşturdum. “Muşmulaya benziyorum.”

“Muş-mula mı? O da ne?”

Her ne kadar Türkçeyi çok iyi kullanıyor olsa da dilimize henüz tamamen hâkim olmadığını hatırlayarak, “Boş ver, Eva, boş ver,” diye sayıkladım yine gülerken. Onunla olmak gerçek anlamda bana iyi geliyordu.

“Pekâlâ küçük hanım, yeterince vakit harcadınız, şimdi lütfen işimize dönelim,” dedi ciddiyetle konuşan dadılar gibi. O dadılardan tek farkı yüzündeki sırıtıştı. “Tamam, gerçekten bu işi halledelim sonra istediğimiz gibi eğlenebiliriz, tüm gün bizim. Şimdi... elbise için kafanda belirlediğin bir tarz var mı?”

“Pek yok. Nasıl bir şey olması gerekiyor?”

“Biraz gösterişli,” dedi. “Özellikle seninkinin bayağı gösterişli olmasını istiyorum. Çünkü en çok merak edilen sensin. Alt katta senin için düşündüğüm tarzda kıyafetler bulunuyor. Renk olarak yine kırmızı düşünüyorum, sana oldukça yakışıyor.”

“Kırmızı istemiyorum,” dedim hızla, sesim huysuzdu ve bunu fark etmişti. “Gösteriş tamam ama kırmızı olmayacak.”

“Tamam,” dedi Eva tereddütle. “Kırmızı olmayacak.”

“Evet, olmayacak.”

“Cesur abiyle aranızda sorun mu var?” diye ansızın sorduğunda hızla kaşlarım çatıldı. Bana kuşkuyla bakıyordu ve ben de ona bu konuda tek kelime ederse anında çatacakmış gibi bakıyordum.

“Onunla benim aramda ne olabilir ki? Elbette hiçbir şey!”

“Anladım. Kırmızı istememekte kararlı mısın?”

“Kesinlikle.”

“Pekâlâ, kırmızı olmuyor ama gösterişli oluyor.”

“Hatta gerçekten iddialı bir elbise olsun,” diye homurdandım. “Gören bir daha dönüp baksın, tamam mı?”

Görevli kadın yeniden ortaya çıktığı sırada Eva bana yandan bir bakış atıp, tepkimden çekinmediğini belli edercesine sırıttı. “Ah, Nehir, şunu belirtmek zorundayım ki; Cesur abinin yanında sana bakacak kadar aklını kaybetmiş biri çıkacağını sanmıyorum.”

“Eva!” diye kısık sesle tısladım, beni duymazdan geldiğini belli edercesine sırıtarak omuz silkip yeniden ayaklandı ve son dakika golünü atmayı da ihmal etmedi. “Hatta biliyor musun, Cesur abi yanında olmasa bile kimse sana bakmaz. Bundan eminim.”

Ağzımın içerisinde homurdanıp gözlerimi devirdim. Eva ise tatlı gülümsemelerinden biriyle görevliyi karşıladı. Geçirdiği operasyonlar yüzünden yaşını asla kestiremediğim adının Aslı olduğunu öğrendiğim kadın da dudaklarına kuru bir tebessüm kondurup, “Selma Handan’ın özel tasarımlarını sizin için getirtiyorum Eva Hanım,” diye söze girdiğinde üst kattan inen birkaç çift topuklu ayakkabı sesini duyabiliyordum. “Dilerseniz önce sizi deneme kabinine alalım. Nehir Hanım için seçeceğim parçalar alt katta bulunuyor, sonra ona geçelim, sizin için uygun mudur?”

Eva cevap vermeden önce dönüp bana baktığında yavaşça kafamı salladım. “Pekâlâ,” dedi hemen ardından. “Önce ben deneyeyim.”

Merdivenden inen üç kadının elleri kolları kıyafet doluydu. Taşlı, kuyruklu, tüylü, tüllü, dantelli abiyelerin renkleri ışıl ışıldı. Hepsinin kendi başına dikkat çekeceğinden emindim ama henüz tamamını görememiş olsam da diğerlerinin altında kalmış olan zümrüt rengi anında dikkatimi çekmişti. “Eva, ben bu işten pek anlamam ama şu elbiseyi denemelisin, tam gözlerinin rengi,” diyerek ona fikrimi sunduğumda hevesle kafasını salladı.

“Hepsini deneyeceğim ama senin için önce onu.”

Bana göz kırparak deneme alanına doğru geçti. Sonradan gelen kadınlardan ikisi ve Aslı Hanım onunla birlikte gitti. Kalan kadın ise sanki benden çekinircesine göz göze gelmekten bile kaçınarak etrafta dolanıp bir şeyleri düzenlemeye koyuldu. Aşağıdaki adam kalabalığı yüzünden mi çekincesi vardı yoksa kimlerin burayı ziyaret ettiğini bildiği için mi böyle davranıyordu emin olamamıştım. Yine de benden, daha doğrusu bizden rahatsızlık duymasını anlayışla karşılayabilirdim, çünkü biz onun dünyasına ait değildik.

Yaklaşık birkaç dakika sonra Aslı Hanım hızlı adımlarla kabin alanından çıkıp yeniden yanıma geldiğinde boyalı saçlarını kulağının arkasına iterken, “Dilerseniz Eva Hanım kıyafeti giyene kadar sizinle aşağıya inelim ve sizin için birkaç parça seçelim. Aklımda size tam uyacağını düşündüğüm şahane birkaç parça var,” diye teklifte bulundu. Yavaşça kafamı sallarken hâlâ elimde tuttuğum kahve fincanını ortadaki sehpanın üzerine bırakıp ayaklandım. Merdivenlere yönelirken kabin kısmına kısa bir bakış attığımda elbette ki kimseleri göremedim ama konuşma seslerini az da olsa duyabiliyordum. Eva hararetle bir şeyler söylüyor gibiydi.

“Sanırım giydiği kıyafette kırk tane kusur buldu,” dedim kendi kendime konuşurcasına. Önümden inen kadın hafifçe boğazını temizledi.

“Eva Hanım daima seçicidir.”

Değişik motiflerin işlendiği demir tırabzandan elimi kaydırarak alt kata indiğimde tüm köşelere dizilmiş olan devasa duvar askıları ve o askılara asılmış olan çeşit çeşit elbiseyle karşılaştım. Geniş odanın ortasında dinlenmek için minimal oturma alanı oluşturulmuştu ve onun hemen çaprazındaki mankenin üzerinde kuyruğu odanın bir köşesini tamamen işgal etmiş bir gelinlik bulunuyordu. Bembeyazdı, tek bir boncuk ya da dantel tanesi bile barındırmıyordu. Çok sadeydi ama bir o kadar da büyüleyici duruyordu. Hayatımın hiçbir anında kendimi gelinlikle hayal etmemiştim. Bir gün onu giyebileceğimi bile düşünmemiştim. Ancak şimdiyse nutkum tutulmuş şekilde, tıpkı efsunlanmış gibi gelinliğe doğru birkaç adım atarken, “Bunu deneyebilir miyim?” diye heyecanla sormaktan kendimi alamamıştım.

Aslı Hanım gerginlikle, ne diyeceğini bilemez şekilde boğazını temizledi. “Nehir Hanım... ben...”

“Lütfen,” diye sayıkladım. “Bir kere bile deneyemez miyim?”

“Ben... özür dilerim... özür dilerim, Nehir Hanım. Gerçekten özür dilerim.”

Kendime gelmek ve aklımı toparlamak istercesine kafamı hızlı hızlı iki yana salladıktan sonra kadının derdinin ne olduğunu ve sesine sinen telaşın kaynağını anlamak istercesine omzumun üzerinden ona doğru dönecektim ki arkamdan uzanan deri eldivenli el ağzımın üzerine kapatıldı. Biri beni yakaladı. Kolunu karnımın üzerinden sarıp ondan asla kaçamayacağım sıkılıkla beni tuttuğunda var gücümle çığlık attım, boğuk çıkan sesim pencereden görebildiğim, artık aynı yükseklikte olduğum Tuna’ya ulaşamadı. Camlar filmliydi ve perdeler kalındı. İçeride led ışıklar yanıyor olsa bile pencereye baktıklarında bizi göremeyeceklerini biliyordum. Yine de tüm gücümle çırpınarak bedenimi zapt eden ellerden kurtulmaya ve çığlık atmaya çalıştım.

Beni tutan adam çırpınışlarımdan asla etkilenmiyormuş gibi burnunu saçlarıma bastırıp kulağıma doğru hareketlendi. “Onu deneyebilirsin,” dedi, yalnızca benim duyabileceğim bir tonla. “Ama sadece benim için.”

Dudaklarımdan kopan bir haykırış daha onun avucunda son buldu. Kim olduğunu anlayamamıştım. Yaşadığım şok yüzünden sesinin tanıdık olup olmadığını seçememiştim ama göğsüme garip bir soğukluk yerleşmişti. Bu sırada Aslı Hanım’ın yeniden, “Özür dilerim,” diye sayıkladığını duydum. Beni tutan kişi yavaşça ona doğru döndü ve eğer yanlış hissetmediysem kafasıyla ona gitmesini işaret etti.

Kadın rengi kaçmış yüzle gerisin geri merdivenlerden çıkarken, “Başka seçeneğim yoktu,” diye sayıklamaya devam etti. “Yemin ederim ki yoktu. Çok özür dilerim.” Yardım çağırmasını istercesine yeniden çığlık attım, boğuk sesime karşılık kafasını hızlı hızlı iki yana salladı. Binlerce kez özür dileyerek hızla merdivenlerden çıkıp beni orada daha kim olduğunu bile bilmediğim bir adamın merhametine bıraktı. Aklıma gelen senaryoların yönü daima Hasan’a çıkıyordu ve ona yakalandığımı düşünmek işkence gibiydi. Korku öyle güçlü bedenime yerleşmişti tüm uzuvlarımı teker teker kilitlemeye başlamıştı. Önce havada savurduğum ayaklarımın gücü çekilmişti, peşinden de beni tutan kolları çözmeye çalışan, etini kanattığım tırnaklarımın hareketleri ağırlaşmıştı. Sesim zaten boğuktu ama Aslı Hanım’ın merdivenlerden yükselen ayak sesleri tamamen kesildiğinde sesim bile kesintiye uğramıştı.

Kollarının arasında pelte misali kalmamdan memnunmuş gibi, “İşte böyle,” dedi yine kulağımın dibinde. “Bırak kendini bana, Nehir, tek yapman gereken bu. En başından beri,” diyerek altını çizdi. “En başından beri tek yapman gereken buydu.”

O an onu tanıdığım andı.

Gözlerim yerinden çıkacakmışçasına irileşirken bedenim elektrik akımına tutulmuş gibi kasıldı. “Yeniden kollarımın arasındasın,” dedi hafifçe iç çekerek. “Özlemişim...”

Ondan kurtulmak adına çırpınacak gücü kendimde bulduğumda güldüğünü duydum. “Seni bırakacağım ama bağırmayacaksın. Eğer bağırırsan dışarıdakilerin hepsini öldürmek zorunda kalırım. Hoş, gebermeleri sikimde olmaz ama sebebi sen olursun. Anladın mı?”

Hızlı hızlı kafamı salladım. “Güzel, artık söz dinliyorsun,” diyerek benimle dalga geçmeyi ihmal etmedi. Ardından da ellerini gevşetti ama onun geri çekilmesini bekleyemeyecek kadar tavırları midemi bulandırdığı için ellerini sertçe iterek ondan kaçtım ve o çok beğendiğim, bakarken kendimden geçtiğim ve bu yüzden bana yaklaşan tehlikeyi duyamadığım gelinliğin hemen yan tarafına diz çöküp eğilerek içimdekileri kustum. Neyse ki midemde olan tek şey içtiğim kahveydi. Hâlime endişelenmiş gibi yanıma gelip bir dizini yere yerleştirerek ellerini yeniden bana doğru uzattığında ondan kaçarcasına uzaklaştım ve yüzümü ona dönerek sırtımı ise sıra sıra asılmış elbiselere yasladım. Ona baktım ve yeniden midem bulandı.

O, Yiğit’ti.

Bana beni özlemiş, hasret kalmış gibi ve aynı zamanda bundan nefret edermiş gibi bakan adam oydu. Siyahlar içerisindeydi. Vücudunda sadece yüzüne bakınca tenini görebiliyordum. Boğazlı bir kazak giyiyordu, üzerinde eğrelti duran kalın örgülü hırkalardan vardı, yüzünü gizlemek istercesine örttüğü kapüşonunu gerginlikle geriye ittiğinde saçlarını sakladığı yine siyah rengindeki bere ortaya çıkmıştı. Ellerindeki deri eldivenler dahi siyahtı. Sanki tamamen karanlığa büründüğünü sergiliyordu. Yüzü tıraşlıydı. Tek kusuru dudağının kenarındaki ufak yaraydı ve bunu Hasan’ın yaptığını biliyordum, bana fotoğrafını atmıştı. Sahi, o konuda neler olmuştu?

“Bu kadar mı gerçekten? Bu kadar mı iğreniyorsun benden?” diye sitem ettiğinde buz gibi bakan yeşil gözleri pislettiğim zemine saplıydı. Hayal ettiği tüm güzel şeyler elinden alınmış gibi, ruhunu kaybetmiş gibiydi. Ona neler olmuştu bilmiyordum, bilmek bile istemiyordum; artık benim için hiçbir anlam ifade etmiyordu.

“Hâlâ hangi yüzle karşıma çıkabiliyorsun?” diye tısladım ona nefretle bakmaktan çekinmeyerek. Fark etmiştim ki artık içimde onu düşünen tek bir tarafım bile kalmamıştı. Sayesinde bu karanlık çukura bir daha asla çıkamayacak şekilde düşmüştüm. Bana yapabileceği en büyük kötülüğü yapmıştı.

Yumruk yaptığı ellerini sıkarak dizini yerden çekip doğruldu ve sanki tozlanmış gibi üst başını düzeltti. “Bana aynı sitemi sunmaktan hiç yorulmadın mı?” dedi bu sırada, bezgin görünüyordu.

“Sen kendinde misin, Yiğit?” diye sormaktan kendimi alamadım. Gözlerim kuşkuyla kısıldı. “Kafan yerinde mi? Yoksa o boktan haplardan mı attın?”

“Karşına ayık kafayla çıkamaz mıyım sanıyorsun?” diyerek sinirle güldü. “Kendimdeyim, merak etme. Hiç olmadığım kadar kendimdeyim.”

“Yine bana yalan söylüyorsun,” dedim kafamı hafifçe iki yana sallarken. Hap kullandığını anlamak için ona dikkatli bakmak bile yeterliydi. “İçeriye nasıl girebildin? Bu kadar mı aklını kaçırdın artık? Dışarıdakiler burada olduğunu anlarsa neler olacağına dair fikrin var mı?”

“Hiçbir sikim olamaz, hepsi geberir gider. Beni hafife alma, Nehir, bunu yapma. Artık karşında o Yiğit yok.”

Hafifçe gülümsedim, acı bir gülümsemeydi. “Evet,” dedim kabullenişle. “O sahte Yiğit artık yok.”

Duymazdan gelmeyi tercih etti ama sözlerimin canını sıktığını anlamıştım. “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ama senin için, sadece senin için eskisi gibi olabilirim. Elim çok güçlü, Nehir. Ailemin itibarını geri aldım, kalan her şey benim.”

“İtibar dediğin uyuşturucu satmak mı? Buna mı itibar diyorsun? Eğer gerçekten öyleyse keşke bu boktan itibarı Hasan’a bıraksaydın!”

“O piç kurusuna giymek için don bile bırakmam!” dedi aniden öfkeyle. Sonra ruh hâli beni şaşırtacak hızla değişti ve yüzüne tehlikeli, ürkütücü bir sırıtış yerleşti. “Bırakmadım da zaten. Üzerine çöktüğü tüm varlığımı elinden aldım, dımdızlak kaldı. Ailemin kazançlarına konabileceğini sanmanın bedelini ona ödettim.”

“Öldü mü?” diye sordum başka hiçbir şey umurumda değilmişçesine.

“Hayır ama eğer geriye kalan tek şey olan canını almamı da istersen tereddüt etmem.”

Gözlerimi devirmekten kendimi alamadım. Öldüğünü duysam ciddi anlamda rahatlayacaktım ama belli ki ölmemişti. “Elinden kaçırdın, değil mi?”

“Onunla neden bu kadar ilgileniyorsun ki?” dedi hoşnutsuzlukla. “Sana her şeyimi geri aldığımı ve çok güçlü olduğumu söylüyorum. O siktiğimin çakalını bırak! Bana odaklan tamam mı? Sadece bana! Senin için buradayım.”

Aşırı tahammülsüzdü ve ayrıca ağzı küfür doluydu. Önceleri yanımda küfretmekten çekinirdi ama şimdiyse iki kelimesinden biri küfür olacak potansiyeli taşıyordu. Hasan’la arasında ne geçtiğini ve ona şu anda ne olduğunu sorgulayacak isteğim bile yoktu. Hatta Yiğit’le daha fazla konuşmak dahi istemiyordum, canımı sıkmaya başlamıştı. Sıkkın ifademi saklamadan, “Ne istiyorsun?” diye sordum. Maksadım derdini anlamak ve sonra da ondan kurtulmaktan ibaretti.

“Açık değil mi?”

“Şimdi de kelime oyunları mı yapacaksın? Ne istiyorsun, Yiğit?”

“Seni istiyorum,” dedi benim bezgin tavrıma karşılık bastıra bastıra. Ona belli etmesem de sertçe yutkundum. “Neden şu anda, dışarıda arkanı kollayan adamlara aldırmadan karşında olduğumu anlamadın mı gerçekten? Benim tek derdim sensin, Nehir. Sana ulaşmanın planlarını kurup durdum ve işte, baş başayız. O siktiğimin takıntılı hasta herifinin etrafına ördüğü kalkanın içerisindeyim, sırf senin için.”

Yiğit ilk kez gözümü korkutacak derecede fikirlerini açıkça sunuyordu. Onunkisinin normal bir aşk olmadığını anlamak zor değildi ama tüm olanlardan sonra bile bu konuda ısrar etmesi beni en az Hasan’ın dehşet verici hayalleri kadar sarsmıştı. Üstelik artık emin olmuştum ki kesinlikle aklı başında değildi.

“Neyi duymak senin yollarını benden başka yöne çevirecek söylesene? Bıkmadın mı? Seni sevmeyen ve asla sevmeyecek bir kadın için çabalamaktan bıkmadın mı artık?”

Bunları duymayı beklemiyormuş gibi yüzü gerilirken, “Büyük konuşuyorsun,” diye homurdandı. Ona karşılık vereceğimi hayal edecek kadar deli miydi yoksa kafası o derece iyi miydi çözememiştim.

“Hayır doğruları söylüyorum.”

“Bu mu doğru? Beni sevmediğin mi?”

“Seni sevmiyorum,” dedim altını çizercesine. “Seni istemiyorum da. Görmek bile, Yiğit, görmek bile istemiyorum.”

Kabullenmeyişle başını hafifçe iki yana salladı. “Kafanın yerinde olmadığı ne kadar belli. Seni orada bırakmayacağım-”

“Aramızda kafası yerinde olmayan biri varsa o da sensin. Sana daha ne kadar net olabilirim gerçekten şaşırdım. Aklını kaçırdığını düşünmeye başlamak üzereyim.”

İğrenç bir biçimde güldü. “Takıntılı adamlardan hoşlandığını sanıyordum,” dedi, irkildim. Dudaklarının kenarına yerleşen sinir bozucu kıvrıma bakmaya bile tahammül edememiştim. Sözlerinin beni afallatması hoşuna gitmiş gibi o kıvrım genişlediğinde benim yeniden midem bulanıyordu.

“Seni artık tanıyamıyorum,” dedim kafamı yazık dercesine iki yana sallarken. Bunu duymak hoşuna gitmedi, çehresi anında sertleşti.

“Beni bu hâle sen getirdin oysaki.”

“Sen ne yaptıysan kendi kendine yaptın, arada beni de yaktın, olan bu.”

“Eğer polisi aramasaydın-”

“Ben polisi falan aramadım, başkası aradı!” diye çıkıştım. “Baban işin içine karışmasaydı oyununu daha kolay sürdürebilirdin mi sanıyorsun? Senin ne mal olduğunu gördükten sonra yine de seninle kalabileceğimi mi hayal ediyorsun yoksa?”

“Onunla kalıyorsun ama!” diye aniden bağırdığında kaşlarım daha çok çatıldı. Bir anda öfke onu ele geçirmişti. Ancak yine de orantılıydı, çünkü dışarıdan duyulmak istemiyordu. “O amına koyduğum kulüpte yatıyorsun, benden daha kirli bir adamla adın dilden dile dolaşıyor! O, senin için sorun olmadı da ben neden oldum?”

“Cesur senin gibi yalancı değil,” dedim meydan okurcasına yeşil gözlerine bakarak. Hâlâ yerde oturuyordum ve bedenim hâlâ kaskatıydı. “Ayrıca beni onun kollarına bizzat sen ittin!”

“Nehir, Nehir, Nehir,” diyerek hem kafasını hem de bana doğru kaldırdığı işaret parmağını hızlı hızlı iki yana salladı. “Ben öyle bir şey asla yapmadım! Onun kanatlarının altına sığınmak yerine beni dinleseydin-” derken kendine daha sakin olmayı emredercesine birden susup dişlerini sıktı ama bunun hiçbir işe yaramadığını anlamak zor değildi. “O orospu çocuğunun yaptığı tek şey seni kullanmak! Seni nasıl bu kadar kandırmış olabilir aklım almıyor!”

Kafam hafifçe sol omzuma doğru eğildi. “Cesur’un yaptığı tek şey beni korumak. Senin yapamadığını yaptığı için bu kadar öfkeli olmaya hakkın yok,” dedim Cesur’un adını vurgulayarak geçirmeyi ihmal etmezken. Yiğit daha çok öfkeyle doldu. Hatta o kadar öfkelendi ki bana doğru uçarcasına gelip omuzlarımı sıkıca kavradı ve bedenimi sanki bir bez bebekmişim gibi havaya kaldırıp ayaklarımın üzerine basmamı sağladıktan sonra beni kendime getirmek istercesine sarstı. Karşısında dimdik durdum, ondan korkmuyordum ve bunun farkındaydı.

“Ben seni aylarca her şeyden, kendimden bile korudum!” diye hırladı, Cesur’u savunmama katlanamıyormuş gibi.

“Sen bana kaliteli yalanlar sıraladın, hepsi bundan ibaretti. Baban beni karakolun önünden kaldırırken ortalıkta değildin, kuzenin olacak Hasan bana saçma sapan sapıkça hayallerini anlatırken de orada değildin. Hepsini geçtim Hümeyra ile Yonca vurulurken neredeydin?” Onu acıtan bir yerden yakalamışım gibi dişlerini sıktı. “Senin kendini savunmaya hakkın bile yok, Yiğit. Sana sadece def olup gitmek yakışır.”

Gitmeyi kabul etmediğini belli edercesine kafasını sert hareketlerle iki yana salladı. “Seni oradan almadan gitmeyeceğim.”

Olanca gücümle çığlık atmak ve ona saldırmak istedim, çünkü artık ciddi anlamda sinirlerimi bozmaya başlamıştı. “Seni istemediğimi söyledim-”

“İstersin,” dedi lafımı ağzıma tıkarcasına. “Zamanla istersin.”

İşte şimdi gerçekten korkmaya başlamıştım. “Asla.”

“Seversin de,” dedi beni duymazdan gelerek.

“Ben Cesur’u seviyorum,” dedim birden. Bunu söylemeyi ben bile beklememiştim. Hatta o kadar ani olmuştu ki tüm uzuvlarımı buz kestirecek derecede beni etkilemişti. Korku kaburgalarımın arasından fışkırarak dipten tepeye bedenime yayıldı ve kalbimin heyecanla atması kaldırmayacağım derecede bana ağır geldiğinde hızla bahanelere sarıldım.

Bunu Yiğit’in sinirlerini bozmak için söyledin, evet, bunun için söyledin, gerçek değil.

Yiğit bunu duymayı asla beklemiyormuş gibi donakaldı. Omuzlarımdaki elleri gevşedi, dudakları ne diyeceğini bilemezmişçesine aralandı. Dumura uğramış gibiydi. Afallamış suratına geri adım atmayarak bakıyordum. Artık aramızda belirgin bir nefret vardı ve onun ısrarla her şeyi yoluna koyma çabasını kırmalıydım, bundan sonra onunla hiçbir şey yoluna giremezdi. İlerlediğim yolda adını silmek istediklerimden biriydi. Başlarda bunu içten içe hiç istemiyor olsam bile artık netçe istediğimi fark etmiştim. Tıpkı babasına olduğu gibi, ölürse üzülmeyecek, aksine rahat bir soluk alacaktım.

Yiğit, “Ne dedin?” diye fısıldadı aynı şokla. Sanki kendine gelmesi için iyi bir dayağa ihtiyacı varmış gibiydi.

Aynı şeyi yeniden söyleyebilir miyim pek sanmıyordum. Bu yüzden, “Sen benim için çok önceden öldün,” dedim acımasızca. “Artık sadece düşman olabiliriz, anladın mı? Bundan sonra benden kurtulmak için çabala, Yiğit, çünkü ben öyle yapacağım.”

Yiğit sözlerimi hiç duymamışçasına omuzlarımı yeniden güçle sıkıp beni sarstı. “NE DEDİN?”

“CESUR’U SEVİYORUM-” diye haykırdığım anda eldivenli elleri hızla boğazıma sarıldı ve nefesimi kesercesine baskı uyguladı. Gözlerim yaşarıp yerinden fırlayacak kadar açıldığı esnada ellerim ellerinin üzerine sarıldı. Delirmiş gibi bakıyordu.

“O zaman öl daha iyi,” diye tısladı, parmaklarının uyguladığı gücü biraz daha arttırırken. Sanki hiç önemi yokmuş gibi gözlerimi yumdum ve ölümün beni karşılamasını beklemeye başladım. Önceleri nasıl öleceğimi çok düşünürdüm ve bundan korkardım. Kafamda her zaman iki seçenek olurdu. Birincisi bana sunulan ikinci hayatımı aynı sakinlikte devam ettirip, Hümeyra’nın da bana takıldığı gibi kedilerimle birlikte, tatlı ama çoğunlukla huysuz bir ihtiyar olarak kendimi hayal ederdim. Uyku için yatağıma girdiğim sıradan gecelerden birinde sabahı bir daha hiç göremeyeceğimden habersizce gidişim olurdu.

İkinci seçenekse ilkine hem zıt hem de korkunçtu. Peşimdeki aileme yakalanıp onlar tarafından katledileceğimi düşünürdüm ve bunun ne şekilde olacağını hayal etmekten bile kaçınırdım, çünkü babam gerçekten acımasız bir adamdı. Yılların acısını benden çıkartmak için elinden geleni yapacağından emindim.

Şimdiyse iki seçeneğime de uzak bir noktadaydım. Bana saplantılı bir erkeğin elleri boğazımdaydı. Aptal aşkı uğruna tıkırında giden hayatımı nasıl mahvettiğini kabullenmemek için çırpınan, kendisini daima temiz gören ve hep bir bahane bulanlardan biriydi. Gerçek hasta Yiğit’ti. Herkesin hasta gözüyle baktığı Cesur’un tüm çabası benim konforum ve iyiliğim içindi. Bu çukurda onun gibisine denk gelmek belki de hayatın bana sunduğu son şanstı.

Göz kapaklarım beni bekleyen sonu kabullenircesine kapanırken merdivenlerden inen ayak sesleri kulaklarıma çalındı. Normalden biraz hızlı ve daha sert adımlar uğultu şekilde beynimin içerisindeydi. Bir yudum nefes için çıkardığım boğuk sesler oldukça gürültülüydü, bu yüzden çevreme doğru düzgün odaklanamıyordum. Eva yokluğumu fark edip Tuna’yı mı çağırmıştı? Ya da Aslı Hanım butiğinin alt katında ölürsem başının daha büyük belalara bulaşacağını fark edip dışarıdaki adamlara haber mi vermişti? Son bir gayretle gözlerimi hafifçe aralamayı başardığımda gördüğüm yüz tüm tahminlerimi boşa çıkartmıştı. Gelen ne Eva ne Aslı Hanım ne de Tuna ya da onunla olanlardan biriydi.

Gelen Barut’tu.

“Yeter,” dedi Barut sert bir uyarıyla. Elini kaldırıp Yiğit’in koluna yerleştirdi ve sıktı, yeniden kapanmaya doğru giden kirpiklerimin arasından bunu zar zor görebildim. “Kendine gel, Yiğit. Hemen.”

“Ölsün daha iyi,” dedi Yiğit aynı kinle.

Barut yeni bir uyarı yapmadı. Bunun yerine ağır ağır kafasını sallayıp buna tezat bir hızla silahının kabzasını Yiğit’in ense köküne indirdi. Boğazıma sarılı olan eldivenli eller hızla gevşedi. Yiğit yere yığıldı, ben de yığıldım. Boğazımı tuta tuta öksürüp artık rahatça soluk alabildiğim için aç bir biçimde odadaki tüm havayı ciğerlerime doldururken Barut silahı beline geri yerleştirdiği sırada konuştu.

“Kaldırın ayak altından şu aptalı.”

Birinin üst kata seslenircesine ıslık çaldığını duydum. Merdivenlerde birkaç ayak sesi oluştu. Biraz uzağımda yere yığılı şekilde duran Yiğit’i kollarından tutup sürükleyerek götürmelerini izledim. O adamlardan biri Gökhan’dı ve gitmeden önce bana göz kırpmayı ihmal etmemişti. Doğrulmaya çalışırken öksürmeye devam ediyordum. Kendime gelebilmem ve Yiğit’in vahşileşmesinin şokunu atlatabilmem için biraz daha zamana ihtiyacım vardı. Ancak gözlerimin kadrajına giren bir şişe su ve onu tutan kişiyle birlikte kafamı toparlayabilmek için hiç zamanımın olmadığını anlamıştım.

“İyi gelir,” dedi Barut ısrarla şişeyi önümde tutmaya devam ederken. Onunla sürtüşemeyecek kadar berbat durumda olduğum için sessizce ikramını kabul edip uzattığı şişeyi kafama diktim. Ellerim titrediğinden suyun çoğu çenemden akarak kazağımı ıslattı, umursamadım. İçebildiğim kadar içip hâlâ sıkış tıkış olan ciğerlerimi gevşetebilmek uğruna derin derin soludum. Yeterli gelmedi. Bunun üzerine bir nebze ferahlayabilmek adına şişede kalan tüm suyu kafamdan aşağıya boşalttım.

Barut, “Bu kadar geç kaldığımı bilseydim...” diye başlamıştı ki devamını getirmedi, bunun yerine dudaklarını öfkeyle birbirine bastırıp kafasını hafifçe iki yana salladı. “Seninle özel olarak konuşabilmek için çok ısrar etmişti. Ona güven olmayacağını bilmem gerekirdi. Özür dilerim,” dedi beni olduğum durumdan daha çok afallatacak şekilde samimiyetle. Ardından kalkmama yardımcı olmak istercesine bana doğru elini uzattı. Önce eline baktım, sonra gözlerim mavi gözlerine düştü. Orada bana doğrulttuğu samimiyetin arkasındaki kötü adamı görebiliyordum, yaptığı tek şey göz boyamaktı. Bu yüzden ona ihtiyacım olmadığını belli edercesine kendi çabamla düştüğüm yerden kalktım ve onu, bana uzattığı eli hâlâ havada beklerken ardımda bırakıp yanından geçtim.

“Pekâlâ,” diyerek topuklarının üzerinde bana doğru döndü. “En azından otur, biraz konuşalım.”

Gitmek istesem bile öylece gidemeyeceğimin farkında olarak ağzımın içerisinde homurdandım. Artık sinirlerim iyice gerilmiş hâldeydi, bu yüzden tüm sabrım tükenmişti. Üstelik hâlâ az önceki olayın şokunu taşıyordum. Yiğit’in boğazımı sıkan ellerinin sert baskısı yerini koruyordu. Ne kadar ovalasam da o histen kurtulamıyordum.

“Nehir,” dedi Barut arkamdan gelirken. “İyi misin?”

“İyi gibi mi görünüyorum?” diye sesimi yükseltmekten kendimi alamadım. Odanın ortasındaki dinlenme kısmına geçip koltuklardan birine kendimi bıraktığımda bedenimdeki tüm güç çekilmiş gibi yığılmıştım. Ayrıca ayazda kalmışçasına titrediğimin farkında bile değildim.

Barut oradaki askılara doğru ilerledi ve kıyafetlerden birine ait olan kürk şeklindeki şalı alarak yanıma geldi. Bembeyaz tüylerin sarktığı kürkü omuzlarıma bırakırken ona hiç bakmadım. Tek yaptığım, “Ne istiyorsun?” diye homurdanmaktı. “Bu soruyu ona da sormuştum ama asıl sana sormam gerekirmiş, şimdi fark ettim.”

Derin, gerçekleşen durumdan dolayı canı sıkkın gibi gürültüyle iç çektiği sırada merdivenlerde yeniden ayak sesleri duyuldu. Kafamı çevirip baktığımda merdivenlerin üst kısmında, bizi görebileceği şekilde oturmuş olan Gökhan’la göz göze geldim. Bana yamuk bir sırıtışla bakarken, “Merak etme onu hallettim. Artık birkaç parmağı kırık,” demeyi de ihmal etmedi.

“Eğer bir köpeğin varsa ipini sağlam tutmalısın ki günün birinde başkalarını ısırdığı gibi seni de ısırmasın,” dedim ona meydan okurcasına bakarken. Ellerini havaya kaldırıp orasına karışmadığını belli edercesine ağzını eğriltti ve asıl muhatabımın kendisi olmadığını belli edercesine de Barut’u işaret etti.

“Yiğit eğer köpeklerimden biri olsaydı ağzında dişleri bile olmazdı,” dedi Barut sanki ortamdaki gerginlikten bunalmış gibi ceketini omuzlarından sıyırdığı sırada. “Tekrarı olmayacak. Bir daha aynı şekilde karşına çıkmasına izin vermeyeceğim.”

“Bana bunun sözünü hangi sıfatla verebiliyorsun? Benim hayatımda senin daimî bir yerin ya da rolün yok.”

Barut oturduğum koltuğun karşımda kalan kıvrımına yerleşirken hafifçe güldü. “Sandığının aksine senin tek kurtuluş biletin benim. Aslında görmek istesen bunu kolayca anlayacaksın.”

“Gerçekten sen benden ne istiyorsun? Tüm imaları bir kenara bırak da açıkça söyle,” dedim bu durumdan duyduğum rahatsızlığı saklamayarak.

“Zaten ne istediğimi sana daha önce söylemiştim. Eğer yeniden duymak istiyorsan benimle birlikte hareket etmeni istiyorum,” dedi netçe, isteği nefes alışımı ağırlaştırdı. “Bu sana iyi niyetle son kez anlaşma sunuşum, Nehir. Gerçekten iyi düşün. Benimle birlik olursan kârlı çıkacaksın. Seni korurum ve sonrasında sana temiz bir hayat sunarım. Bir deliyi sevmek seni sadece acıtır, anlıyorsun değil mi?”

“Sen... sen benden ne istediğinin farkında mısın?” dedim belirgin bir öfkeyle. “Sen benden ihanet etmemi istiyorsun. Sen bunu benden nasıl isteyebilirsin ki? Ne hakla? Sen kimsin ki Barut? Bunu isteyebilme cesaretini neyden alabiliyorsun ki?”

“Bu hikâyede masum olduğunu düşündüğüm kadına kimsenin vermediği o şansı veren kişiyim-”

Kafamı sertçe iki yana salladım, tepemden aşağıya suyu boşalttığım için ıslanan bebek saçlarım yüzümü yalayıp geçti. “Ben belki de bu hikâyenin en kanlı kişisiyim, ne biliyorsun ki?”

“Öyle bile olsa seni alakadar etmeyen bir çatışma arasında ölüp gitmeni istemem,” dedi geri adım atmayarak ama sözlerime takıldığını hafifçe çatılan kaşlarından anlamıştım. “Gözünde kötü adam olan benim, biliyorum ama tek suçu kalbine söz geçirememiş bir kadını harcamak bana göre değil.”

Sinirle güler gibi bir ses çıkardım. “Eğer ona âşık olduğumu düşünüyorsan ve yine de bana böyle bir teklif sunuyorsan gerçekten aptal olduğunu düşünmeye başlamak üzereyim.”

“Ona âşık değil misin?” diye sordu kafasını hafifçe sağ omzuna doğru eğip beni varla yok arası bir tebessümle izlerken.

“Şimdi konu bu mu oldu?” derken gözlerimi devirmekten kendimi alamadım. Artık bu imadan fazlasıyla sıkılmıştım. “Tüm bunları ona anlatmamdan hiç mi korkmuyorsun?”

“Anlatabilirsin, hiç önemli değil. Biz zaten düşmanız, Nehir. Düşmanlar birbirlerinin kuyusunu kazmak için ne gerekiyorsa yapar, bunu da öyle görebilirsin. Dışarıda onun adamları güya seni korumak için bekliyor ama bak, ben içerideyim. Seninle sohbet ettiğimden haberleri bile yok. Seni burada öldürsem ruhları bile duymayacak.”

“Ama öldürmek istemiyorsun, çünkü beni kullanmak senin için çok daha güzel sonuçlar verecek,” diyerek cümlelerinin açık kalan uçlarını birleştirdim. “Cesur bana takıntılı, beni arayıp bulamadığı o kadına benzetiyor falan filan... buradan onun canını yakmak istiyorsun ama bence beni şimdi öldürürsen daha çok canını yakmış olursun ve sıfır çabayla konuyu kapatırsın olur biter.”

Keyifle arkasına yaslanırken, “Gerçekten zeki bir kadınsın,” dedi beni takdir edercesine. “Ama bazen ölümden daha can yakıcı başka yollar da vardır.”

“Ondan neden bu kadar nefret ediyorsun? Sana ne yaptı?”

“Sadece ondan değil, hepsinden ama evet, en çok ondan,” dedi, mavi gözlerinden üzerime yayılan buz soğukluğuyla üşüyüp omuzlarıma bıraktığı kürke daha sıkı sarıldım. “Hikâyeyi bilmiyor musun? Babası annemi ve kardeşimi öldürdü. Sarp Çağlayan elini aileme uzattı. Bense o zamanlar o eli kıramayacak kadar yeni yetmeydim ama şimdiyse değil elini, kolunu yerinden sökecek kadar güçlüyüm ama o, geberip giderek bu ödeşmeyi benden aldı.”

“Sende hırsını onun çocuklarına mı yönelttin? Neden en çok Cesur?”

“Çünkü en çok Cesur’u severdi,” dedikten sonra güldü, tekinsiz bir gülüştü. “Hiçbir zaman unutamadığı kadından, Filiz’den olan ve yıllar sonra bulduğu oğlu onun için her şeyden çok kıymetliydi. Onun evlatları arasında yaptığı ayrım herkesin dilindeydi, biliyor musun? Cesur’u daima kayırışı, diğerlerini kenara itip onu başa geçirişi... Herkes ona bir deliyi adam etmeye çalıştığı için acıyordu.” Ellerimi sıktım, bunu fark etti, mavi gözleri yumruk şeklini almış olan ellerime düştüğünde, “Ona deli demem canını mı sıkıyor?” diye sordu biraz alayla.

“Evet,” dedim sıkılı dişlerimin arasından.

“Herif gerçekten deli, Nehir,” dedi bunun üzerine ciddiyetle. “Şimdilik her şey çok güzel, bunu görebiliyorum ama bir de onu terk etmek iste bakalım neler olacak?”

“Bir anlaşmamız var. Bittiğinde gideceğim, söz verdi,” dedim omuzlarımı dik tutmaya çalışarak.

“Bitmemesi için her şeyi yapar. Hadi diyelim ki bitti, gitmemen için her şeyi yapar. Seni kendisine mahkûm edecek, ediyor da. Arkanda o olmadan tek başına seni rahat bırakırlar mı sanıyorsun? Seni çoktan kendisine mahkûm etti bile Nehir.”

Sanki keyfim çok yerindeymiş gibi rahatça arkama yaslanıp ona alaylı bir bakış attım. İşin aslı söyledikleri kanımı dondurmaya yetmişti. “Dur bakalım, beni bu mahkumiyetten kurtarabilecek kişi de sensin, değil mi?”

“Aynen öyle. Senin tek biletin benim.”

“Lafları iyi satıyorsun ama sana kanacak değilim. Bir hain? Hiç değilim. Onu sırtından vurmayacağım.”

“Sen onu kalbinden vuracaksın,” dedi bunun üzerine, tüylerim diken diken oldu. Bu sırada pantolonumun arka cebine attığım telefonun çalmaya başlamasıyla oturduğum yerde sıçradım. Sanki biri telefonu elimden kapacakmış gibi hızlı hareket ederek onu cebimden çıkardığımda ekrandaki isim Cesur’a aitti. Gözlerimi telefondan kaldırıp Barut’a çevirdiğim sırada ekranı onun da görebileceği şekilde tutup, “Şimdi ona burada olduğunu söyleyeceğim,” diyerek tepkisini ölçmek istedim. Ancak o kılını bile kıpırdatmadı. Telefonu elimden almak için tek bir hamle bile yapmadığı gibi, “Aç,” dedi umursamazca. “Biletini kendi ellerinle yakmanı izlemek üzücü olacak.”

İkinci kere düşünmeden aramayı açıp telefonu kulağıma dayadım. “Efendim?” dedim düz tutmaya çalıştığım sesimle, bunun için boğazımı temizlemek zorunda kalmıştım.

“Nehir,” dedi, sonra sanki ne diyeceğini bilememiş gibi duraksadı. Sanırım aramızın hâlâ gergin olmasından kaynaklıydı. “Nasıl gidiyor?”

“İyi,” dedim. Barut bana bakıyordu, ben de ona. “İyi,” dedim bir kez daha. “Olması gerektiği gibi. Elbise giy çıkar.”

Barut genişçe güldü, şeytanların oynaştığı mavi gözleri bana memnuniyetle bakarken Cesur, “Eva yanında mı?” diye sordu ve bana nihâyet Eva’yı hatırlattığında gözlerim hızla irileşti. Kurulu bir robot gibi, “Şu anda elbise deniyor,” dedim ama bundan hiç emin olmadığım yüzümden belliydi.

“İşiniz bittiğinde hemen dönecek misiniz?”

“Bilmiyorum. Belki biraz daha dolaşırız?”

“Tamam, haberim olsun,” dedi kuru kuru. Sanki hemen dönmemi istiyor gibiydi.

“Kapatmam gerekiyor. Denemem gereken iki elbise daha var,” derken yanağımın içini kemiriyordum. Cesur ise gürültülü bir soluk verip, “Tamam,” dedi sadece ve sonra da telefon kapandı. Barut bana kocaman bir sırıtışla bakarken, “İyi bir yalancısın,” dedi iltifat edercesine. Sözlerini tamamen duymazdan gelip, “Eva ne durumda?” diye telaşla sordum.

“Mila onunla ilgileniyor.”

“Senin o manyak sevgilin eğer ona zarar verirse-”

Barut kısa bir kahkaha atarak sözlerimi böldüğünde öfkem daha da belirginleşti. Onu umursamayarak neler olduğunu kontrol etmek için ayaklanmaya niyetlenmiştim ki ellerini havaya kaldırarak geri oturmam için salladı. “Bekle, bekle, Nehir, sorun yok. Eva iyi, Mila ona zarar vermeyecek, sadece oyalıyor. Bu ziyaretimizin amacı zarar vermek değil, hâlâ anlamadın mı? Yalnız geldiğimden beridir seni tarafıma çekmek için uğraşıyorum ya da türlü tehditlerde bulunuyorum umurunda bile olmuyor ama Eva? Gerçekten mi? Onun için neden bu kadar endişeleniyorsun ki?”

“İnsan arkadaşı için endişelenebilir. Sanırım senin hiç arkadaşın olmadı?”

“Doğru, arkadaşın için elbette endişelenebilirsin ama Eva senin arkadaşın değil. O sadece Cesur yanında olduğu müddetçe yanında olacaklardan biri.” Afalladım. “Düşün bakalım, Cesur eğer senden vazgeçerse ve gitmene izin verirse Eva hâlâ senin arkadaşın olarak mı kalacak yoksa Cesur’un tarafında mı kalacak? Ya da Akın? Özgür? Tuna? Tuna’nın dengesiz kız kardeşinin bile umurunda olmayacaksın. Hepsi Cesur var olduğu sürece var, Nehir. Yani hepsi sahte.”

Bana sert bir tokat geçirmiş gibi irkildim. Şu anda onu duymazdan gelmek çok zordu. Öyle bir yere değinmişti ki üzerinde düşünmek bile beni terletiyordu. Ben ne diyeceğimi bilemez hâlde ağzımı açıp kapatırken Barut konuşmaya devam etti. Yakaladığı noktayı sıkıca tutmuştu ve bırakmaya niyeti yoktu.

“Cesur’a ufacık bir zararın dokunduğunda hepsi sana düşman olacak. İyiyken umurlarında değilsin ama işler kötüleştiğinde yine tek düşündükleri Cesur olacak. Onu daha sadece birkaç yıldır sakinleştirebildiler, bu bozulmasın diye ne gerekiyorsa yaparlar. Sen onların arasında sağa sola savrulacak, en iyi etkiyi verecek şekilde kullanılacak geçici ya da ne kadar kalıcı olduğu bile belli olmayan bir araçtan ibaretsin. Cesur istediği kadar varsın. İstemediğinde yoksun. Onlardan biri bile seninle olmayacak.”

Acımasızca üzerime savurduğu sözler karşısında boğazım kupkuru kesildi. Sert etkisinden kendimi koruyabilmek adına kürkün içerisine biraz daha sığındım. Barut ise bana nefes aldırmamaya niyetliymiş gibi saldırısını sürdürmeye devam etti. “Ona neden burada olduğumu söylemedin?” diye sorduğunda cevabımı duymaya tenezzül etmedi. “Çünkü seni ikna etmemi istiyorsun. Sana yeterince güçlü bahaneler sunarsam ona baktığında kalbini ele geçiren o tatlı heyecan bile yok olacak, biliyorsun. Zaten başından beri seni bir başkası olarak gören bir adamı nasıl sevmeye devam edebilirsin ki? Sonunuz tamamen belirsizlikten ibaret. Size baktığımda mutlu bir çift göremiyorum. Yeterli süre geçtikten sonra yüzüstü bırakılacak olan bir kadın görüyorum.”

Dudaklarıma minik bir kıvrım yerleşti ve daha sonra usul usul büyüdü. “Beni ikna edebilmen için biraz daha çabalaman gerekiyor,” dedim, o da güldü.

“Babasının izinden gidip ömrünü bir kadına çakılı kalarak tamamlayacak bir adam için kendini harcamana değmeyecek. İkinci Halide Çağlayan vakası olmak istemiyorsan benimle iş birliği yap.”

“Halide Çağlayan vakası neymiş?” dedim biraz merakla.

“Sevgisizlikten kafayı yeme ve kendinden önceki kadına en az Sarp Çağlayan kadar takılı kalma sendromu,” dediğinde Halide Çağlayan’ın hâline acırcasına dudaklarını eğdi. “Cesur’un yanında kalmaya devam edersen senin sonun da bu olacak. Bir gün seni gerçekten sevebileceğini hayal ederek seni her şekilde kullanmasına izin vereceksin. Belki de Halide Çağlayan’ın yaptığı gibi onun çocuklarını bile doğuracaksın ama hiçbir zaman hak ettiğin aşkı alamayacaksın.”

Boğazıma bir şey takılmış gibi öksürmekten kendimi alamadım. Ne dediğinin farkında mıydı? O kadar ileriye gideceğimi hiç sanmıyordum. Cesur’un yıllardır aradığı kadına karşı içimde kıskançlık oluşmaya başlamış olabilirdi ama sadece buydu ve daha fazlasına izin vermeyecektim.

“İyi misin?” diye sorduğunda yüzünde sinir bozucu sırıtışlardan biri vardı. Dişlerimi sıkıp homurdandım.

“Çabalamaya devam et.”

Ona buyurmam karşısında kaşlarını çatsa da üzerinde durmamayı seçerek, “Söylesene Cesur'la aranızdaki anlaşma ne?” dedi.

“Tolga, Hasan ve Yiğit,” dedim bunu gizleme gereği duymadan. “Onları istedim.”

“Ve sadece birini halledebildi. Sana daha öncesinde de söyledim, Nehir. Eğer istersen Hasan’ı ayaklarının önüne bırakırım.”

Gözlerim kısıldı. “Peki Yiğit’i?”

“Tereddüt etmem.”

Güldüm. “Sen yanındakileri hep bu kadar kolay mı harcarsın?”

“Yiğit’in yanımdakilerden biri olduğunu sana düşündüren ne ki?”

“Seninle birlikte hareket ediyor olması yetmez mi? Bence artık emirleri bile senden alıyordur.”

“Elbette benden alıyor. Kendini patron sanmasına izin veriyorum ama iplerini tuttuğum kukladan farksız. Onu kontrol altında tutmamın tek nedeni sensin. Günün birinde onun için geleceğini biliyordum. Sadece benden iste, Nehir. İste ve isteklerinin ne kadar hızlı gerçekleştiğini gör.”

“Yoksa Hasan’ı da sen mi saklıyorsun?”

Kafasını kısaca iki yana salladı. “Gerçekten iyi bir delikte saklanmıştı. Yiğit tahmin edemeseydi onu bulmak zor olabilirdi ama bulduk. Sonuçta kuzenler, Hasan’ı herkesten iyi tanıyor, bunun avantajını kullandık.”

“Hasan bana Yiğit’i yakaladığına dair mesaj atmıştı.”

“Biraz eğlenmesine izin verdik diyelim,” dedi önemsiz bir ayrıntıymış gibi omuz silkerken. “Ama sonra eğlenen emin ol o olmadı.”

“Öldü mü?”

“İste yeter.”

Gözlerimi devirdim. “İstediğimi biliyorsun.”

“Öyleyse benim tarafımdasın?”

Kafamı ağır ağır iki yana salladım. “Beni bu kadar kolay elde edebileceğini mi sanıyorsun?”

“Tamam, şöyle yapalım. Benden bir şey iste. İsteğini yerine getireyim ve sonra yeniden bunu tartışalım.”

Dudaklarım memnuniyetle kıvrılırken, “Neyi istediğimi zaten söyledim,” dedim.

Barut da güldü. “Bir isme ihtiyacım var. Yiğit mi? Yoksa Hasan mı?”

Üzerinde hiç düşünmeden, “Hasan,” dedim. “Onu bana getir.”

Hay hay dercesine kafasını sallayıp ayaklandı. “Bu konuşmanın diğerlerine göre daha güzel geçeceğini hissetmiştim ama bu kadar güzel geçeceğini gerçekten de ummamıştım. Sanırım sen de Cesur’un seni oyalamasından fazlasıyla sıkıldın. Bir sonraki görüşmemizde anlaşmamıza kadeh kaldıracağımızı umuyorum.”

Hafifçe omuz silktim. “Eğer ortamı hazırlarsan neden olmasın?”

“Cesur’un ruhu bile duymadan o kadar çok şey yaptım ki, yeni bir buluşma ayarlamak aralarında en basiti,” dedi göz kırparken.

Anladığımı belirtircesine kafamı salladım. Barut çıkardığı ceketini omzuna atıp askıya takar gibi bir elinin işaret parmağına astı. Mavi gözlerini kısaca üzerimde gezdirdiğinde boynumda fazladan oyalanması ve yüzünün gerilmesi karşısında ellerim hızla boynuma gitti. Yiğit’in hoyrat baskısı yüzünden tenimin zedelenmiş olabileceğini hatırlayarak tepemde bağlı olan saçlarımı çözüp onlarla boynumu gizledim. Bu hareketimden sonra Barut’un vücudu kaskatı kesildi. Bana baktı, bana uzun uzun baktı. Bu bakış bir adamın ilgisini çeken bir kadına bakması gibi değildi, hoşlanmak gibi hiç değildi. Garipti. Sanki bir anda onu fazlasıyla rahatsız etmiştim. Sanki bana bakmak onun için işkenceye dönmüştü. Kafasını kısaca iki yana sallayıp başka hiçbir şey söylemeden bana arkasını dönerek seri adımlarla merdivenleri tırmanmaya başladı.

Tüm konuşma boyunca ondan asla beklemediğim şekilde sessizliğini koruyan Gökhan ise ayaklanırken o her zaman taşıdığı serseri ifadesiyle konuştu.

“Yine görüşeceğiz sarışın.”

Yine görüşeceğiz.

Bundan öyle emindi ki bedenim kaskatı kesilmişti.

×××

Önümdeki masanın üzerinde parmaklarımla ritim tutmuştum. Çevremde gecenin coşkusuna kendisini kaptırmış onlarca beden vardı. Bense yine dalgın bakışlarla onları izleme modumu aktif tutuyordum. Yeraltı Kulübü’nde, kulüp sahiplerine ait, diğer misafirlere kapalı olan locadaydım. Bazı anlarda bazılarının üzerime düşen bakışlarını yakaladığım oluyordu. Çoğunlukla kadınların ilgi odağındaydım ve küçümseyen bakışlarına aldırmıyordum. Oturduğum yerde oturabilmek için her şeyi verecek kadar aklını kaybetmiş kadınlar vardı. Hatta bazıları o kadar ileri gidiyordu ki, kendisini Cesur’un istediği şekilde yapay bir yansımaya çevirenleri bile çıkıyordu. Bunu aşk için yaptıklarına inanmıyordum. Güç ve zenginliği elde edebilmek uğruna, fırsatını bulsalar önlerine çıkan herkesi ezebilirlerdi.

Bundan birkaç hafta öncesine kadar yerimi onlardan birine tereddüt etmeden verebilirdim. Cesur’dan ve bu dünyadan tamamen kurtulabilmem için en kestirme yol olurdu, ancak o treni kaçırmıştım, tıpkı diğer trenleri kaçırdığım gibi. Kalmayı seçen bendim, beni kalmam için ikna etmişti ve usul usul etrafımı örmüş, artık istesem de buradan çıkamayacak hâle getirmişti. Şimdi düşünmeden edemiyordum; tüm bunları avucuna düşen avı kaçırmamak için mi yapmıştı?

Zeki olduğumu hiçbir zaman iddia etmemiştim ama bu dünyayı tanıdığım için kendimi avantajlı gördüğüm doğruydu. Ancak Cesur beni öyle farklı bir yerden köşeye kıstırmıştı ki bildiklerimi bile unutmuştum. Aslında başıma neler gelebileceğini en başında tahmin etmek benim için zor değildi ama o, kalbimi hedef alarak beni etkisiz kılmıştı. Kalbim tüm acılara alışkındı, acılar onu kolayca yıkamazdı ama aşka ve aşka dair en ufak bir heyecana karşı fazlasıyla savunmasızdı. Bunu fark ederek beni en savunmasız olduğum yerden mi yakalamıştı?

Aşk mı?

Ona aşık mıydım?

Sürekli tarafıma yönlendirilen bu soruya verecek cevabım yoktu. Bilmiyordum. Ben acının ne olduğunu çok iyi bilirdim ama aşkın ne olduğundan haberim yoktu.

“İşte, bitti,” dedi Tuna, irkilerek ona doğru döndüm. Yanında adamlarından biriyle birlikte telefonuma gerekli olan yazılımları yüklüyorlardı. Masanın üzeri diz üstü bilgisayara bağlanmış olan birçok kablo ve aparatla doluydu. Ayrıca sürekli yenisiyle değişen içki bardaklarını da görmezden gelemezdim.

Hemen yanımda oturan Özgür, “Şimdi her şey kayıt altına alınacak öyle mi?” diye merakla sorduğunda kulağım Tuna’nın vereceği cevaptaydı. Hiç umurumda değilmiş gibi davranıyor olsam da telefonumu özelimden çıkarmaları canımı sıkmıştı.

“Evet, arama, mesaj ne olursa haberimiz olacak. Bu arada Hasan’ın Nehir’i aradığı numarayı tarattım, iz çıkmadı, telefondan kurtulmuş.”

Özgür zaten bunu beklediğini belli edercesine iç geçirdi. “Yine iletişime geçecektir. Onun gibileri asla rahat durmaz.”

Önümde öylece duran içki bardağına uzanıp ondan küçük bir yudum aldım. Hâlâ konuları Hasan’dı ama Barut bugün tüm koruma engelini aşıp karşımda belirmişti ve Tuna’nın bu esnadaki tek derdinin telefonuma kuracağı yazılımlar olması acı ama komikti. Barut bugün güç gösterisi yapmıştı ve Cesur sınıfta kalmıştı. Barut yarın bana Hasan’ı getirirse Cesur yine sınıfta kalacaktı. Payıma düşen beklemekten başka bir şey olmasa da içimdeki boğucu histen kurtulamıyordum. Tedirgindim, diken üstündeydim ve artık farkındaydım ki bundan sonra hep böyle olacaktım, çünkü Barut hayatıma dâhil olabilmek için ısrarcıydı.

Söylemeli miydim?

Onlara bugün olanları anlatmalı mıydım?

Yoksa herkes gibi artık sadece kendi çıkarlarım uğruna mı savaşmalıydım?

Özgür, “Al bakalım,” diyerek telefonumu Tuna’nın elinden alıp önüme bıraktı. Kafamı sallamak dışında hiçbir şey yapmadığımdaysa duraksadığını yakaladım. “İyi misin, Nehir? Bir sorun yok değil mi?”

“Elbette yok,” dedim, vardı ve bunu ona hissettirdiğimden emindim.

“Sabahtan beri garipsin,” dedi Tuna bunun üzerine. Güler gibi dudaklarımı eğrilttim.

“Öyle mi? Hiç farkında değilim.”

İkisi birbirine baktı, ne olduğunu sorgularcasına kısa bir bilgi alışverişinde bulunduklarında Özgür sahte bir gülümsemeyle bana döndü. “Yoksa istediğin tarzda elbise mi bulamadın? Siz kadınlar elbiselere bayağı değer veriyorsunuz sonuçta.”

“Daha çok sen o tarz kadınlarla vakit geçirdiğin için öyle sanıyor da olabilirsin,” dedim, bu kez gerçekten gülüp kafasını salladı.

“Tamam, payımı aldım.”

“Özgür,” dedim ona bir şey söyleyeceğimi belli ederek. Önündeki içki bardağını dudaklarına götürürken artık ciddiydi, devam etmemi sabırsızlıkla bekliyordu ve Tuna’nın da tüm dikkati bendeydi.

Söyleyecek miydim?

Derin bir solukla göğsümü şişirdikten sonra, “Bana aşkı tarif edebilir misin?” dedim bir çırpıda.

Özgür bunu asla beklemediğinden olsa gerek ağzına doldurduğu içkiyi püskürtmekten kendini son anda aldı. Tuna ise önce şaşırıp kaldı, sonra kaşlarını çattı ve hemen ardından da güldü ama nedense bir maskeden ibaretti.

“Tam adamına sordun, Nehir. Özgür aşkı ne bilsin? Onun en uzun ilişkisi bırak yirmi dört saati on iki saat bile sürmedi.”

“Ne?” dedi Özgür sanki sorun onda değil de diğer erkeklerdeymiş gibi bir tavırla. “Birine bağlanacak kadar aklımı kaybetmedim. Görüyoruz bağlananların hâllerini, akılları kafalarından uçuyor ve ben aklımı başımdayken seviyorum.”

Tuna, Özgür’ün omzuna vurdu. “Şuna aşktan korkuyorum desene sen.”

“Konuştu, ilkokul aşkı tarafından reddedilince aşka küsen adam,” dedi Özgür alayla. Tuna’nın yanındaki diğer adam da kıkır kıkır gülmeye başladığında Tuna hızla kaşlarını çatıp ona ters bir bakış attı.

“En azından ben biri oldu diyebiliyorum, sende o da yok.”

“Beni şikâyet ederken gördün mü koçum? Memnunum hâlimden. Onla bunla takılmak hoşuma gidiyor. İsimlerini hatırlama derdim bile yok, ne rahatlık bir bilsen.”

Yüzümü buruşturmaktan kendimi alamadım. “Ama ebediyen böyle gitmez-” diye başlamıştım ki Tuna hızla beni destekledi.

“En püsküllüsünden Allah belasını verse de biraz eğlensek.”

“Lan! O ne biçim dua!”

“Dua değildi ki,” dedi Tuna sırıtırken. Onun yanındaki ismini bilmediğim genç de konuşmaya katıldı. “En tillahından bedduaydı be abi!”

“Lan, seni o bilgisayar kablosu yaparım sana girdirip çıkartanın hesabı olmaz, kaybol lan!”

Adam anında masadan toz olduğunda Tuna kafasını geriye atarak kahkahalar patlatıyordu ve Özgür’ün sinirlerini bozmaktan hiç çekinmediği ortadaydı. Bense onları izlerken yaramazlık yapan çocuklarını onaylamaz bakışlarla izleyen anneler gibiydim. Suratımda hem yarım bir sırıtış hem de memnuniyetsizlik vardı.

Özgür huysuz bir tavırla kalabalığı işaret ederken, “Al, işte, onlara sor şu salak soruyu, bana niye soruyorsun kızım? Ne anlarım aşktan falan?” diye homurdanmayı da ihmal etmedi. Gösterdiği yere doğru baktığımda arka kısımdan çıkan Cesur, Akın ve Eva’yla karşılaştım. İki adamın bakışları da doğruca benim üzerimdeydi, Eva butikten çıktığımızdan beridir taşıdığı garipliği sürdürüyordu. Bana bakmıyordu, kimseye bakmıyordu. Aklı çok başka yerlerdeymiş gibiydi. Butikteyken ona ne olduğunu sorduğumda beni geçiştirmişti. Mila’nın adını bile geçirmemiş ya da bana Barut’a dair hiçbir şey sormamıştı. Sorgulamaması işime gelse de bir tuhaflık olduğunu görebiliyordum. Eva bir şeyler saklıyordu. Muhtemelen Mila onu iyi tehdit etmiş, gözünü korkutmuştu.

Cesur ve Akın, bulunduğum locaya doğru sakin adımlarla gelirlerken gözlerim ikisinin üzerinde geziniyordu. Etraftakilere nazaran fazlasıyla yapılı vücutlarıyla adeta şov yapar gibi geçtikleri yerleri yara yara ilerliyorlardı. Bazı anlarda onlara bırakın kafa tutmayı, onlarla konuşmak bile cesaret istiyordu ve şu an o anlardan birindeydik. Akın etrafındakilere sert bakışlarını sunarken Cesur’un koyu kahve gözleri odağından bir an bile ayrılmamıştı; benden. Oturduğum yerde gerildiğimi hissederken o bana yaklaştıkça boğazım kurumaya başladı. Yine de her şey yolundaymış gibi arkama yaslanıp, içki bardağımı dudaklarıma götürerek ifademi stabil tutmaya çalıştım. Bardağın arkasından tıpkı onun yaptığı gibi bende pürdikkat onu izliyordum.

Benim için yaptığı her şey beni kendisine daha çok mahkûm etmek için miydi?

İkilem içerisinde yaşıyordum. Sürekli onu tartmak ve doğruluğundan emin olmaya çalışmak artık bana ağır gelmeye başlamıştı. Ona güveniyordum ama çoğunlukla inanamıyordum ve böyle olması bana acı veriyordu.

Cesur locaya geldiğinde hiç tereddüt etmeden benim yanımdaki boşluğa iri bedenini bıraktı. Sık sık dönüp bana baksa da hiçbir söylemedi. Bense ondan çok Eva’yla ilgileniyordum. Solgun suratıyla tam karşımda oturuyordu ve masanın altındaki elleriyle oynadığını anlayabiliyordum. Bu sırada içkiler servis edildi, sağdan soldan muhabbetler açıldı. Eva hiçbirine katılmadı, ben de katılmadım. Derken Yavuz da masamıza dahil oldu. Her zamanki gibi soğuk tavrıyla ortamın enerjisini bir anlığını emse de sessizliğini hiç bozmaması onun yaydığı negatifliği kısa sürede unutturdu. Bir ara onunla göz göze geldim, Yavuz ummadığım şekilde dikkatle yüzümü incelediğinde kulübe gelir gelmez üzerime geçirdiğim boğazlı kazağın boğaz kısmını iyice yukarıya çekip boynumdaki kızarıklıkları saklarken olduğum yerde rahatsızca kıpırdandım.

Yavuz bende bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamış gibi hafifçe kaşlarını çattı ve sadece bana bakarak tarafıma birkaç soru iletti. Sorun olmadığını belli edercesine belli belirsiz kafamı salladım, inanmadığını anlamak zor değildi, daha çok kaşları çatılmıştı. Bu sırada Tuna’nın, “Telefon işini halletti bizim eleman,” dediğini duydum. Akın beni adım adım takip edecek olmaktan hoşnut bir şekilde kafasını salladı.

“Güzel, anında haberimiz olsun. Söyle onlara ihmal kabul etmem ona göre.”

“Bu ekstra önlemdi, Nehir zaten öyle bir şey olursa bize haber verir,” dedi Tuna sanki Akın’ın bu kadar ısrarcı olmasından rahatsız olmuş gibi ya da tek niyeti beni yoklamaktı. Ona beklediği desteği sunmadım, ifadesiz suratımla onları izlemeye devam etmek dışında hiçbir şey yapmadım.

Bu sırada Eva okları üzerimden çekmek istercesine, “Artık peşimizde sürekli birileriyle mi dışarı çıkacağız?” diye sordu. Özellikle bana hiç gözlerini değdirmiyordu.

“Hasan konusu kapanana kadar, sonra her zamanki gibi,” dedi Akın. İşte bunun üzerine gülmekten kendimi alamadım, hepsinin bakışları tarafıma döndü. Dibini bulduğum bardaktaki son yudumu mideme göndermek için harekete geçerken daha belirgin gülüp kafamı iki yana salladım.

“Komik olan ne?” diye sordu Özgür.

“İyi misin, Nehir?” dedi Tuna.

“İyiye benzer hâli mi var?” dedi Yavuz biraz sitemle. Bana şaşırdım, çünkü uzun zamandır arkamda durmamaya özen gösteriyordu. Hemen yanımda oturan Cesur iri bedenini bana doğru çevirerek, “Nehir,” dedi sorgularcasına. Kuşkuyla beni inceledi, ne olduğunu çözmeye çalışır gibi koyu kahve gözlerini yüzümün her karesinde gezdirdi. O an ona baktığımda bir şeyler bana garip geldi.

Söylemeli miydim?

Bitirdiğim bardağı vurur gibi masanın üzerine bırakırken, “Hasan’a bu kadar takılmanız gerçekten komik olmaya başladı,” dedim.

Akın’ın kaşları havalandı. “Sen neler yaşadığını unuttun galiba,” dedi biraz imayla. Bana yaptığı kısa hatırlatmanın üzerine bu kez ona yüzümün her karesine sinen öfkeyle baktım. Artık gülümseme yoktu.

“Köpekler sadece havlarlar, Akın. Eğer köpeklerden bu kadar korkuyorsan sahiplerini gördüğünde kaçacak mısın?”

Masada soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Herkes birbirine bakınıp durdu. Sadece Akın ile benim bakışlarım hiç kopmadı. İkimiz de birbirimize meydan okuyorduk. Aramızdaki soğuk savaş gün geçtikçe azalmak yerine ivme kazanıyordu ve artık umurumda bile değildi.

Özgür, ikiz kardeşini uyarırcasına, “Bence yeterince gerginiz, üsteleme,” dedi onun gibi eğlenmekten fazlasını düşünmeyen biri için oldukça sert bir üslupla.

“Neden?” dedi Akın bastırarak. “Köpeklerden haberi varsa sahiplerini de biliyor demek ki.”

“Sizden daha iyi bildiğimden emin olabilirsin,” dedim geri adım atmazken. Sonra yüzümü Akın’dan çevirip Cesur’a doğru döndüm ve üzerinde ikinci kere düşünmeden konuştum.

“Barut gittiğimiz butikteydi.”

Bu, Barut’un iddia ettiği kurtuluş biletimi bile bile yakmaktı.

Bu, kendi kurtuluşum uğruna bile olsa ihanet etmeyeceğimi ona göstermenin en net yoluydu.

×××

 

 

 

 

Loading...
0%