Yeni Üyelik
26.
Bölüm

26. BÖLÜM

@yazarimsibirileri

Yorumlarınız bizi heveslendiren enn büyük şey 🥰🥰

 

《Ufak bir hatırlatma Nehir, Barut'un geldiğini Cesur'a söylemişti》

Cesur duyduğuna şaşırmış gibi görünmedi, hatta bunu söylediğimde tuttuğu soluğunu ancak rahatça verdiğini fark ettim. Kan damarlarımın içerisinde buz tutmaya başlarken ne olduğunu anlamak istercesine gözlerimi masadakilerin üzerinde gezdirdim. Akın bunu söyleyeceğimi beklemediği için şaşkındı ama sadece bunun için şaşkındı, Barut’un orada olduğunu duymak onu etkilememişti. Eva bana kaçamak bakışlar atıyordu. Tuna ve Özgür takdir edercesine bakıyordu. Yavuz orada gerçekten şaşkın olan tek kişiydi.

Durumu kavramanın verdiği şok bir tokat gibi yüzümde patladığında irileşmiş gözlerim yeniden Cesur’u buldu. Yutkunamaz bir hâlde, “Ama bunu zaten biliyordunuz,” dedim, sonra dudaklarımın kenarına acı bir kıvrım yerleşti. “Beni denediniz,” dedim, hayal kırıklığı gözlerime bulaştı. Az önce rahat bir soluk alan Cesur bunu gördüğünde göğsüne sivri bir kıymık saplanmış gibi kesik bir soluk alarak yanımda kaskatı kesildi.

“Ben kazandım,” dedi Özgür, Akın’a eğlenircesine bakarken. “Sana söylemiştim, Nehir arkamızdan iş çevirmez, artık bizimle aynı yolda.”

Onun sanki büyük bir şey başarmış gibi coşkuyla konuşmasını aynı afallamış suratımla izledim. Bir de bunu söyleyip söylemeyeceğime dair iddiaya mı girmişlerdi? Tuna rengimin kaçtığını fark edip uyarırcasına boğazını temizleyerek Özgür’ü dürttü. Bunun üzerine Özgür bana daha dikkatli baktı ve üzerimdeki etkisini ancak fark ederek nasıl toparlayacağını bilemedi.

Aynı esnada Eva, “Nehir, gerçekten üzgünüm,” diye söze girdi. Devamında ne dediyse duymadım, kulaklarımda sadece Barut’un sözleri yankılanıyordu.

“Eva senin arkadaşın değil. O sadece Cesur yanında olduğu müddetçe yanında olacaklardan biri.”

“Bunu yapmak zorundaydık, Nehir, alınganlık yapmanın sırası değil,” dedi Akın sonunda konuştuğunda. Bana benden kurtulmak istercesine ya da bir sorunmuşum gibi bakmıyordu. Ciddiydi. Sanki benden gerçekten emin olabilmek için bunu yapmış gibiydi. “Barut’un orada olacağından o daha oraya gitmeden haberimiz oldu. Butik sahibi tehditlere ve baskılara boyun eğmeyecek kadar bizim dostumuz.”

“Anladım,” dedim kuru kuru. Bu sırada Cesur’un eli masanın üzerinde cansızca duran elime doğru yaklaştığında sanki ateşten kaçarmış gibi elimi çektim, yumruğunu sıktı, umurumda bile olmadı. Mekân birden o kadar havasız gelmeye başlamıştı ki nefes almakta zorluk çekiyordum.

“Bak, benim planımdı tamam mı?” dedi Akın sanki Cesur’a kızmamı istemezmiş gibi. “Sana güvenebilmem için bunun olması gerekiyordu. Hoş olmadığını biliyorum. Bana kızabilirsin, nefret edebilirsin ama artık içim daha rahat. Sırf bu yüzden pişman değilim.”

“Anladım,” dedim bir kez daha. Akın tepkisizliğimle baş edemiyormuş gibi dişlerini sıktı. Tuna beni kırk parçaya ayırdıktan sonra eline bir bant alarak hiç değilse birkaç parçayı birbirine yapıştırabilmek adına, “İçeride çalışanların bir kısmı bizimkilerdendi. Zaten kapıdaydım, biliyorsun. Sürekli içerisiyle temas hâlindeydim. Seni orada yalnız bırakmadık, Nehir, yemin ederim,” dedi hızlı hızlı.

Bir elim boğazıma sarılıp oraya tıkanan yumruyu gidermek istercesine tenimi ezerken, “Anladım,” dedim yeniden. Bunun üzerine Özgür, “Hiç iyi bir bok yemedik haberiniz olsun,” diye ağzının içerisinde geveledi.

Akın tüm odağımı kendisinin üzerinde toplamamı istercesine, “Benim planımdı,” diye bastırdı.

“Anladım.”

“Şunu söyleyip durmayı kes,” dedi duymaya katlanamıyormuş gibi. “O tehlikeye yalnız girmedin, Eva da seninleydi.”

“Ama o hazırlıklıydı,” dedim, Eva beni yalanlamadı ve ben bir kez daha kırıldım.

“Ne önemi var? İkiniz de zarar görmediniz. Zaten Barut’un niyetinin zarar vermek olmadığını biliyorduk. Eğer aksi bir durum olsaydı buna izin vermezdik.”

Bir an için her şeyi unutup nefes almama tek engel giydiğim boğazlı kazakmış gibi yakasını çekiştirdim. Ellerimin titrediğini gizlemek için de ayrı bir savaş verdiğim esnada Cesur hızla elimi bileğimden yakalayıp çekti. İrkildim. O ise durmayarak kazağımın kapanan boğazını yeniden aşağıya çekiştirip, “Ne oldu boynuna?” diye sordu. Buzdan bir heykel kadar soğuktu ve ben, buradaki herkesten çok ona kırılmıştım.

Bileğimi tutuşundan kurtararak yakamı yeniden kapatırken, “Barut’un niyeti zarar vermek değildi, evet,” dedim ona buz gibi baktığım sırada. “Ama Yiğit’in niyeti zarar vermekti.”

Eva şok dolu bir inilti çıkartıp, “Onu hiç görmedim,” dedi. Tuna ise, “Siktir,” dedi kısık sesle. “Onun orada ne işi vardı? Siktir, siktir!”

“Siz sözde güvenliğimi sağlarken beni ondan kurtaran Barut’tu,” dedim. Cesur onu bir silahı elime alıp vurmamı tercih edercesine acıyla gözlerini yumdu. Pişmanlığını okudum. Akın’a uyduğu için dibine kadar pişmandı.

“Neyse sonuçta ölmedim, değil mi?” dedim Akın’a dönüp alayla. “Senin de aklındaki soru işaretleri kalktığına göre artık sorun yok?”

Artık daha büyük sorunlar vardı.

“İzninizle bugün zor bir gündü,” diye buzdan bir tebessümle konuşarak ayaklandım. Benimle birlikte Eva ve Yavuz da ayaklandı. Cesur’un yanından geçerken ne zaman patlayacağı belli olmayan bomba gibi beklediğini görmezden gelerek onu ardımda bıraktım. Masadan ayrılırken Eva’nın, “Nehir, özür dilerim,” diye sayıklaması bir kulağımdan girip ötekisinden çıktı. Orada kendimden emin bir şekilde dimdik görünüyor olsam da artık arkam dönük olduğu için gözlerim yaşlarla parlıyordu.

Uzaklaşmak için ilk adımı atacağım sırada Yavuz’un, “Bırak, ben ilgilenirim,” deyişini duydum. Bunu biraz öfkeyle ve soğukça demişti ve Cesur’a hitaben konuştuğundan emindim. Onun beni savunması içimdeki kırık kadını daha çok yaraladı ve bir damla yanağımdan kayarak düştü. İkinci adımımı attığım sırada Yavuz yeniden konuştu ve ben artık ağlıyordum.

“Ne olduğu umurumda bile değil ama güven testi için biraz geç kaldınız. En başında yapsaydınız sizi haklı görebilirdim. Şimdi sadece ayıp ettiniz, olan bu.”

×××

Yavuz sıkışık trafik hiç sinirlerini germiyormuş gibi rahat bir tavırla aracı gıdım gıdım ilerletiyordu. Sessizdi. Beni nereye götürüyordu bilmiyordum, açıkçası merak bile etmiyordum. Uzaklaşmak daha iyi hissettiriyordu. Kulüpten çıkıp gitmemize kimse sorun çıkartmamıştı ama peşimizde olduklarının farkındaydım. Arkamızdaki araç bir an olsun gözden kaybolmamıza izin vermiyordu.

Ön yolcu koltuğundaydım ve ayaklarımı koltuğun uç kısmına dayamış, kollarımı dizlerimin etrafından sarmıştım, kendime sarılmıştım. Yavuz’un dikiz aynasını görmesine engel olduğumu biliyordum ama bu şekilde oturmak nedense daha iyi hissettiriyordu. Birine sarılma ihtiyacım o kadar fazlaydı ki kendime sarılarak bunun eksikliğini gidermeye çalışıyordum.

Aslında bu tarz güven testlerinin olması normaldi, biliyordum. Tek sorun, Yavuz’un da belirttiği gibi bunun için geç kalmış olmalarıydı. Şu anda aramızdaki tüm gerginliğe rağmen ihtiyacım olduğu anda Akın’ın arkamı kollayacağından emindim ama o, bir türlü benden emin olamıyordu. Haklı sebepleri olduğunu görmezden gelemezdim. Kimse, hele de yeraltına ait olanlar, gizemlerle dolu birini aralarında istemezlerdi. Ben onlar için hangi derece olduğunu bilmedikleri saatli bir bomba gibiydim. Ellerinde patlamamı istememeleri çok normaldi.

Kimi kandırıyordum ki, ben aslında sadece Cesur’a kırılmıştım. Kendince önlemlerini almış olsa bile, beni böyle çirkin bir oyunun içerisine düşürdüğü için kalbim acımıştı. Bana güvendiğini biliyordum. Belki de tek niyeti Akın’a da bana güvenebileceğini kanıtlamaktı, ancak bazen planlar planlandığı gibi gitmeyebiliyordu.

Yavuz’un telefonunun çalmasıyla birlikte hafif irkilmekten kendimi alamadım. Sanki hiçbir derdi tasası yokmuş kadar rahat bir tavırla cebinden telefonunu çıkarttı. Ona bakmıyordum ama çıkan hışırtılardan ne yaptığını anlayabiliyordum. Birkaç saniye sonra telefonun sesi kesildi, sanırım aramayı reddetmişti ya da sessize almıştı. Arayanın kulüpten biri olduğuna emindim, Cesur bile olabilirdi.

Önümüze çıkan her tabeladan Göktürk yönünü gösteren yola saptığımızı fark ettiğimde istemsizce nereye gittiğimizi düşünmeye başladım. O semtte tanıdığım hiç kimse yoktu. Yavuz’un yelpazesinin ne kadar geniş olduğunu pek bilmediğim için sorgulamayı kestim. Ona güveniyordum. Ona şu anda diğer herkesten daha çok güveniyordum.

Yavuz bulunduğumuz aracı takip edenleri atlatmaya çalışmıyordu. Sanırım bunun beyhude bir çaba olacağını artık o da biliyordu. Benim yüzümden yeraltıyla tanışmıştı ve hayatının hiçbir döneminde öğrenmemesi gereken her şeyi öğrenmişti. Onu karanlıkla lekelemiştim; karanlığımla.

Ansızın, “Pişman mısın?” diye sordum, sesim uzun süre ağladığım için çatallı çıkmıştı.

“Neden?” diye sordu sağa dönmeden önce sinyal verdiği sırada.

“Bu dünyaya girdiğin için?”

“Değilim,” dedi üzerinde düşünmeden cevap verebileceği bir soru sormuşum gibi hızla.

“Burada kan ve gözyaşından başka bir şey yok.”

“Benim için tadabileceğim tüm güzel şeyler öldü, Nehir,” diye hatırlattı.

Parmaklarımla oynamaya başladım. “Burada ömrünü harcamaktansa yeni bir hayat kurmayı istemez miydin?”

“Yeni bir hayat kurmak mı?” dedi kaba bir alayla, hatta öfkelendiğini bile söyleyebilirdim. Sanki bunu teklif etmem dahi sinirlerini germişti.

“Yani... demek istediğim... illa hayatına birinin dâhil olmasından bahsetmiyorum. Farklı bir yerde sakin ve rahatça devam edebilirdin.”

“Ben sadece gün dolduruyorum, Nehir,” dediğinde sertçe yutkundum. “Günün nasıl dolduğu inan umurumda değil. Bitmesini bekliyorum, o kadar.”

Kuruduğunu sandığım gözlerim yeniden ıslandı. Yanağımdan sessizce kayıp düşen damlanın bıraktığı ıslaklığın verdiği hisle savaşırken, “Sen bunu hak etmemiştin,” dedim her an yeni bir ağlama krizine girecekmişim gibi.

“Biz,” diye düzeltti. “Biz bunu hiç hak etmemiştik.”

Benden bahsetmiyordu, Hümeyra’dan bahsediyordu.

“Benden nefret ediyorsun,” dedim hıçkırıklarımı bastırmaya çalıştığım esnada.

Cevap vermedi ama biliyordum ki sessizliği bana en büyük cevaptı. Yine de aksini duymayı bekledim, uzun süre sadece bekledim. Yavuz başka hiçbir şey söylemedi. Ben ondan bir şeyler söylemesini bekledikçe o daha çok sessizliğe gömüldü. Aramızın zamanla düzeleceğini sanmıştım ama artık bir daha asla eskisi gibi olmayacağından emindim. Bir daha abimmiş gibi davranmayacak, bana öyle sıcak gülümsemeyecekti. Yavuz benden ölene kadar nefret edecekti ve bunu belki ağzından hiç duymayacaktım ama hep hissedecektim.

Göktürk’ün merkezine pek yakın olmayan ara sokaklarından birine girip bulduğu ilk boşluğa aracı park ettiğinde tek yaptığım yanaklarımdaki yaşları kurulamaya çalışmaktı. Çok ağlamıştım, o kadar çok ağlamıştım ki şu anda tek ihtiyacım uyuyabileceğim bir yerdi. Tüm gücüm tükenmişti ve bedenim isyan bayrağını çekmişti. Beynimin biraz devre dışı kalmaya ihtiyacı vardı, aksi hâlde kaburgalarımın arasına sinen acı yüzünden çıldırabilirdim.

Yavuz’un araçtan inmesiyle birlikte ben de indim. Binalardan birine doğru ilerleyip merdivenleri tırmandı. Kilidinin bozuk olduğunu düşündüğüm dış kapıyı iterek açtığı sırada ben de merdivenleri tırmanıyordum. Bizi takip eden araç gizlenme gereksinimi görmeden hemen binanın önünde durdu. İçerisinden inenlere göz ucuyla bakıp tanıdık tek yüz olan Tuna’yla göz göze gelince hızla kendimi binanın içerisine atarak onun meraklı ve hâlimi sorgulayan bakışlarından kaçmaya çalıştım. Gecenin karanlığında bile kan çanağına dönmüş olan gözlerimin kendisini belli ettiğinden emindim. Sanırım durumu kulüpte olanlara yoracaktı.

Karnıma ansızın saplanan krampla birlikte elimi apartmanın duvarına dayayarak geçmesini bekledim, diğer elimse karnımın üzerindeydi. Yavuz asansörü kullanmak yerine yine merdivenlere yönelmişti ve arkasına dönüp bakmadığı için hâlimin farkında değildi. Gerçi farkında olsa bile ilgileneceğini sanmıyordum. Alt karnıma bıçak sokulmuş gibi iki büklüm kasılmama neden olan ağrı nihayet hafiflediğinde ağır adımlarla merdivenlere yöneldim. Sanırım birkaç ayda bir bana uğrayan o malum günler başlamak üzereydi. Düzensiz regl olmayı hiç sorun olarak görmemiştim ama aşırı ağrılar, bazı anlarda kusmalar ve yoğun hâlsizlik beni çok yoruyordu. Üç dört ayda bir, beş gün boyunca kıvranıyordum ve bunu her ay çekmediğim için kendimi biraz olsun şanslı görüyordum.

Küçük adımlarla merdivenleri çıkmaya başladığım sırada Yavuz çoktan üst kattaydı ve zile bastığını duyabiliyordum. Parmağını düğmenin üzerinden kaldırmıyor, zilin sürekli çalmasına neden oluyordu. Kimin evine geldiğimizi bilmiyordum ama gecenin bir saatinde bu şekilde kapısına dayandığımız için onu rahatsız ettiğimizden emindim. Keza bana nedensizce tanıdık gelen bir yüz kapıyı açıp, “Hayvan oğlu hayvan bastığın zile sokayım-” diye bağırdığında adamın rahatsızlığı suratından netçe okunuyordu. Ancak uykulu gözleri karşısında dümdüz bir yüzle duran Yavuz’u tanıdığında ifadesi sarsıldı ve bu kez gözleri şokla irileşti.

“Yavuz?”

“Evet, Yavuz, hayvan oğlu hayvan.”

“Ben öyle demek istemedim-” dedi genç adam aynı şaşkınlıkla. Üzerindeki siyah renk atleti zayıf vücudunu sarmalamıştı. Bol eşofmanının altında ayakları çıplaktı. Saçları karman çorman ve gözleriyse uykusunu alamadığı için kızarıktı. Ayrıca şok doluydu ve sık sık hayal görmediğine emin olmak istercesine kafasını hızlı hızlı iki yana sallıyordu.

“Sen misin cidden? Ne işin var burada? Bir dakika... Nerelerdesin lan sen? Haftalardır haber alamıyoruz senden, neler oluyor?”

Yavuz, “Nefes al, Bulut, nefes al,” diye homurdanıp adama omuz atarak eve girdi. Kaba tavrı beni hâlâ şoka uğratıyordu, çünkü Yavuz asla böyle biri değildi. Sanırım onu bu hâle getiren de ben ve benim ona yaşattıklarımdı.

Bulut şaşkın, anlam veremeyen ifadesiyle öylece kalakaldığında, “Yavuz,” diye sayıkladı kendi kendine. “Bizim Yavuz,” dedi daha sonra. “Vay anam babam be! Ne oluyor lan? Rüya mı görüyorum yoksa?” diyerek Yavuz’un peşinden koridorda kayboldu. İçeriye davet edilmemeyi ya da kapının önünde yalnız bırakılmayı önemsemeden eşikten geçtim. Oturma odasını kolayca buldum, bunun için Bulut’un sesini takip etmem yeterliydi. Yavuz’a sürekli sorular sorup duruyordu ve cevap alamamanın gittikçe sinirlerini bozduğunu sertleşen sesinden anlayabiliyordum.

“Neler olduğunu anlatacak mısın artık? Ne boklar yiyorsun sen Yavuz?”

“Benimle düzgün konuş,” dedi Yavuz sakince. Ses tonundan anladığım Yavuz’un açıkça Bulut’tan daha baskın olduğunu sergilemesiydi.

“Affedersin! Aylardır ortadan kaybolmuş olan ve birden karşıma çıkan kayınbiraderimi görünce ve ondan hiçbir açıklama alamayınca sinirlerime hâkim olamıyorum!”

Yavuz, Bulut’un kayınbiraderi miydi? Onu tanımıyordum ama ismini daha önceleri Hümeyra’dan duyduğumu ancak hatırlayabilmiştim. Yavuz’un en büyük kız kardeşi Demet ile birlikte olmalıydılar. Hatta yanlış hatırlamıyorsam evlenmek için önce Yavuz ile Hümeyra’nın evlenmelerini bekleme kararı almışlardı. Daha doğrusu bu kararı Yavuz vermişti, çünkü kız kardeşini paylaşmak istemiyordu. Hümeyra bunlardan bahsederken Yavuz’un birçok kız kardeşi olduğunu ve biri eksilirse yokluğunu bile anlamayacağını söyleyip dururdu. Buna zamanında hepimiz gülerdik, ancak şimdi kimsenin yüzünde tebessüm yoktu.

“Nerelerdeydin? Sana ulaşmak için her yolu denedim ama hiçbir şekilde ulaşamadım,” dedi Bulut, hâlâ salonun ortasında ayakta dikiliyordu ve yüzünde aynı sersem şaşkınlık asılıydı. Yavuz ise pencerenin önündeki koltuğa oturup camı aralamakla ilgilendi. Ardından da cebinden çıkardığı sigarasını yaktı. Yine umursanmamak Bulut'u iyice germişti ve çenesi daha çok düşmüştü. Açıkçası hiçbir sese tahammülüm dahi yoktu, ancak bu lükse sahip olmadığımı biliyordum.

İkisinin arasında tırmanan gerilimi görmezden gelerek odanın en uzak kısmındaki tekli koltuğa bedenimi bıraktım. Anında karnıma saplanan ağrıyla birlikte ses çıkartmamak için kendimi kasmak zorunda kaldım. Sanırım lavaboya uğramam gerekecekti, durumuma bakmalıydım ama oturduğum yerden kalkacak hâlim bile yoktu. Bu yüzden ağrıyı hafifletmeyi umarcasına ayaklarımı karnıma doğru çekip tekli koltukta rahat edebileceğim bir şekle girerek kafamı geriye doğru yasladım.

“Telefonuna ne oldu?”

“Bozuldu.”

“İnandım!”

Yavuz hafifçe omuz silkti, Bulut gözlerini devirdi. “Neredeydin?”

“Orada burada.”

“Tamam, artık sinirlenmeye başladım. Buna bir son ver ve bana düzgün bir açıklama yap. Lütfen.”

“Buraya dertleşmek için gelmedim, Bulut. Biraz sessizlik istiyorum. Sadece sessizlik.”

Benim de tek istediğim buydu. Gözlerimin kapanmasına izin verdim. Artık onları açık tutacak takatim kalmamıştı. Kendimden geçmiş gibi koltuğa yığıldığım sırada, “Eğer geri dönmüşsen birtakım cevaplar da vermek zorundasın,” dedi Bulut.

“Geri dönmedim.”

“Geri dönmedin ama salonumda sigara içiyorsun,” dedi, sonra duraksadı. Sesindeki öfke bile duraksadı. Yeniden konuştuğunda bir şeyleri daha iyi anlayabildiğini netçe hissetmiştim. “Sen sigara içmezdin ki.”

“Artık içiyorum,” dedi Yavuz.

“Bir dal da bana ver o zaman.”

Birkaç adım sesi duydum. Ardından paketten çıkan hışırtı kulaklarıma doluştu. Çakmak çakıldı ve sigaradan sert bir nefes alındı. Birbirlerine geçmiş olan kirpiklerimi ayıracak gücüm yoktu ama göz kapaklarımdaki perdeye Bulut’un Yavuz’un yanına gidip oturduğu canlanmıştı. Ne diyeceğini bilemezmiş gibi ansızın, “Nasılsın?” diye sordu Bulut yavaşça. Ardından güler gibi bir ses çıkarttı. Yüzünü buruşturduğundan emindim. “Nasıl olabilirsin ki benimki de soru işte. Merak ettik seni ama. Aramadığımız yer kalmadı. Nereye gitsek cevapsız kaldık. Polis bile izini takip edemedi.”

Çünkü Cesur Çağlayan onun arkasındaydı. Polis iz bulsa bile üzerini örterdi, emindim. Yavuz yine sessiz kaldı. Bulut ise ne olduğunu öğrenmeden sorgusunu bırakmaya niyetli değil gibiydi. Ancak artık o ilk andaki harareti kaybolmuştu.

“Uzaklaşmak zorunda mıydın?”

“Evet.”

“İyi geldi mi?”

Yavuz cevap vermedi ama iyi gelmediğini anlamak zor değildi. Bulut’un dudaklarını birbirine bastırarak kafasını aşağı yukarı hafifçe salladığı anlar gözlerime inen perdede canlandı. “O zaman neden gittin ki?”

“Gitmek zorundayım, Bulut. Gittiğim yerden bile gitmek zorundayım. Hiçbir yere sığamamayı sana nasıl anlatayım? Başta niyetim anılardan kaçmaktı, onu hatırlatan her şeyden uzaklaştığımda daha az acıtır sanmıştım. Yanılmışım,” derken öne eğdiği kafasını ağır ağır iki yana salladı. “Yine çok acıtıyor.”

Bulut elini Yavuz’un omzuna atıp hafifçe sıktı. “Kaçmak neye çözüm oldu ki bu zamana kadar? Sana ihtiyacı olan insanlar vardı. Kalıp onlarla ilgilenmek hem sana hem onlara iyi gelebilirdi.”

Göz kapaklarımın kapalı olduğuna emindim, belki uyuyor bile olabilirdim. Algım kısmen açıktı ve zihnim duyduklarımı canlandırdığı için onları izliyormuş gibi hissediyor da olabilirdim. Yavuz’un odaya yığılan dumanın arasından üzerime düşen gözlerini hissettim, bu istemsizce olduğum yerde iyice büzüşmeme neden oldu.

“Kimsenin bana ihtiyacı yok. Kimi kandırıyorsun? Annem bile bir zaman sonra yeni birini hayatıma almam için baskı uygulamaya başlayacaktı, bilmiyor muyum ben? İyileşmem için, devam edebilmem için... bahaneleri bunlar olacaktı. Ailemi tanıyorum, Bulut ve onların Hümeyra’yı kolayca silip yerine başkasını hayal edebilecek olmalarını düşünmek bile midemi bulandırıyor.”

“O kadar çok seviyorsan... devam etmelisin zaten. Hümeyra’yı pek yakından tanımıyorum ama seni böyle görmeyi istemezdi. Hayatına başkasını al demeye çalışmıyorum ama böyle... ne bileyim... bu hâlde olma işte.”

Yavuz güler gibi bir ses çıkarttı. “Ne var hâlimde?”

“Tekinsiz serseri tiplere dönmüşsün.”

“Tekinsiz serseri tiplerle takılıyorum.”

“Benimle dalga geçmeyi bırak. Sen bu değilsin ki. Her zaman bir beyefendisin. Çoğunlukla düzgün üslubunla bana alttan alttan laf sokarak sinirlerimi bozsan da beyefendiliğine diyecek sözüm yok. Bunu da benden her zaman duyamazsın ona göre.”

Yavuz sıkkın bir soluk aldı. “Çok şey değişti be Bulut. Benim için çok şeyler değişti.”

“Bunu görebiliyorum. Önceden sana gıptayla bakardım; Hümeyra’ya olan aşkının büyüklüğünden dolayı. Şimdiyse... şimdiyse... neyse ya siktir et.”

“Şimdiyse hâlime acıyorsun,” dedi Yavuz, onun tamamlayamadığı cümleyi tamamlarcasına.

“Acımıyorum, asla. Sadece beni korkutuyor. Sevginin büyüklüğü ve sana bıraktığı şeye bakmak beni gerçekten korkutmaya yetti.”

“Demet’i sevmekten vazgeçme-”

“Asla,” dedi Bulut hızla, bu kez daha çevikti. “Onu kastetmemiştim.”

“Biliyorum. Daha çok sev, Bulut, elinden geldiğince çok sev. Sonra onu sevemediğin saniyelerine üzülme benim gibi. Aynı ağırlığı yaşamanı istemem.”

Bulut kafasını salladı. Karışık saçlarının havada salınması zihnimin içerisindeydi. “Seni çok özledi,” dedi daha sonra temkinli üslubuyla. “Hepsi özledi. Annen-”

Yavuz, “Düğünü çok uzatmayın,” dedi sanki Bulut’un sözünü kesmemiş gibi bir tavırla. Sanırım açılan muhabbetten kaçmaya çalışıyordu. “Bizden önce evlenmenize izin veriyorum artık. Biz asla evlenemeyeceğiz ama siz evlenin.”

“Ulan!” dedi Bulut sözlerin verdiği ağırlıkla. “Nerden çıkıp geldin, deştin içimi gece gece.”

“Birkaç akşam kalırız burada. Kimseye belli etme.”

“Sonra gidecek misin yine?”

“Evet.”

“İyi misin gittiğin yerde?”

“Buradan daha iyi.”

“Herkesin aklı sende-”

“Bulut,” dedi Yavuz uyarırcasına. “Güvenebileceğim biri olduğunu düşünerek buraya geldim. Daha fazla başımı şişirme, benim derdim bana yeter.”

“Senin için endişelenmemin nesi kötü?”

“Buna gerek yok. İyiyim. Bundan daha iyi olmayacağım, hiçbir zaman. İyi olan her şeyi kaybettim anlayamıyor musun? O gece orada Hümeyra’yla birlikte öldüm ben. Belki gömülmedim ama anneme söyle, beni ziyaret etmek istediğinde Hümeyra’nın mezarına gitsin, çünkü ruhum onunla birlikte o toprağın altında kaldı.”

Bulut’un bir şeyler söylemek için ağzını araladığı ama hiçbir şey söyleyemediği hâlleri zihnimdeydi. Bu durumda ne söylenilirdi ki? Hangi söz Yavuz’u hayata döndürürdü? Çok zaman sonra, “Aç mısın?” diye sordu Bulut, sesindeki canlılık kaybolmuştu. Morali bozulmuş, umutları yıkılmış gibiydi.

“Yok, nerede yatalım?”

“Uyuyacak gibi görünmüyorsun,” dedi Bulut ağzının içerisinde homurdanırcasına. “Bu evde tek yatak odası var. İstersen benim odama geç, rahat edersin.”

“Onu da seninle bırakayım, öyle mi?”

“Hay... Kızı unuttum, akıl mı bıraktın bende?”

“Sen odanda yat. Bize de yastık yorgan bir şeyler ayarla işte.”

“Yavuz... kim bu?”

Çakmağın yeniden çakıldığını duydum. Sanırım Yavuz yeni bir sigara yakmıştı, çünkü konuştuğunda dudaklarının arasına kıstırdığı sigara yüzünden kelimeleri boğuktu. “Hümeyra’nın arkadaşı.”

Hümeyra’nın arkadaşı. Peki Yavuz’un? Yavuz’un neyiydim? İç sesim usulca fısıldadı. Artık onun arkadaşı değilsin.

“Şu... hatırladım galiba... onu şeyde görmüştüm, şeyde... neyse siktir et,” diye toparlamaya çalışsa da beni cenazede gördüğünü anlamam zor değildi. “Nehir miydi adı?” Yavuz’un kafa salladığını hayal ettim. “Biraz yorgun görünüyor. Olduğu yerde uyudu mu o? Yüzünün rengine bak, çekilmiş resmen-”

“İncelemen bittiyse gidip bize yatacak bir şeyler getir Bulut, hadi.”

“Ne yapayım? Doktor olduğumu unutuyorsun.”

“O, yüzünü daha güzel hâle getirmen için kapını çalanlardan biri değil,” dedi Yavuz hatırlatırcasına. “Birkaç gece misafirin olacak o kadar. Görmezden gelebildiğin kadar görmezden gel.”

Bulut sert bir soluk çekip, “Branşımı sadece yüz güzelleştirmek olarak sınırlandırmış olman...” dedi kendi kendine konuşurmuş gibi. Cümlesini tamamlamadı. Sonra ayaklandığını belli eden hışırtıları duydum, yanımdan geçti. Yavuz’un söylediğine alınmamıştı ama üzerine farklı bir ağırlık çökmüş gibiydi. Bu tanıdığı birini aslında tanımadığını fark etmiş olmanın verdiği ağırlığa benziyordu.

Diğer odadaki dolabın kapakları açıldı, kapandı. Çekmeceleri karıştırıldı ve nihayet Bulut geri döndüğünde odaya girer girmez, “Baksana, siz ikiniz neden birliktesiniz?” diye sordu. Kollarının arasına sıkıştırdığı yatak eşyalarıyla öylece kapının önünde dikildiği anları canlandırmak zor değildi.

“O ne biçim soru?”

“Ne demek istediğimi anladın. Nehir neden senin yanında? Ya da sen neden onun yanındasın? Gecenin bu saati siz ne karıştırıyorsunuz?”

“Bilmem,” dedi Yavuz birden. Cevap vermesi beni şaşırtmıştı, bunu geçiştireceğini sanmıştım.

Bulut kucağında tuttuğu yastık ve örtüleri koltuğun üzerine attı. “Ne demek bilmem?”

“Neden onun yanında olduğumu bilmiyorum.”

Bunu öyle garip söylemişti ki Bulut’un yaşadığı duraksamanın aynısını yaşadım. Sanki kendisi de ancak şimdi bu sorunun cevabını sorgulamaya başlamıştı. Tuhaf, soğuk ve geren bir andı. Bulut bunu bozmak istercesine, “Tamam, Hümeyra’nın çok yakın arkadaşı olduğu içindir, neden olacak ki? Ona değer verdiğin içindir,” diye geveledi.

Yavuz aynı donuk tavrıyla karşılık verdi. “Ondan nefret ediyorum,” dedi, aldığım solukla şişen göğsüm dondu. “Aslına bakarsan... ondan nefret ediyorum, Bulut.”

Kor gibi yakan bir damla yanağımdan kayıp saçlarıma karıştı. İşte duymuştum ve her şeye rağmen beni kandırmaya çalışıp, aramızın iyi olacağını fısıldayan yanım alnının tam çatından vurulup ölmüştü.

“Ulan! Bu ne şimdi?” dedi Bulut isyan edercesine. “Sen Hümeyra’nın kesip attığı tırnağa bile değer verirsin, arkadaşından nasıl nefret edebilirsin? Hiç inanasım gelmedi be Yavuz. İnsan nefret ettiği birini peşinden sağa sola sürüklemez.”

“Bilmiyorum,” dedi Yavuz, gözlerim kapalıydı, emindim ama onu dümdüz yere bakarken görebiliyordum. Elindeki sigarada kül birikmişti, usulca dumanı tütmeye devam ediyordu, ancak Yavuz çok dalgındı. “Hümeyra onun yüzünden öldü.”

“Ne? Ne dediğinin farkında mısın sen?”

“Bu yüzden onu öldürmeyi bile istedim,” dedi Yavuz, Bulut’a yaşattığı şokun farkında değilmiş gibi.

“Yavuz! Ne diyorsun sen lan? Beni duyuyor musun? Kime diyorum?”

“Söyleseydi, hiçbir şey böyle olmayabilirdi. Engel olabilirdim. O gece hiç evden çıkmazdık. Söyleseydi... Hümeyra hâlâ yaşıyordu,” dedikten sonra kafasını ağır ağır iki yana salladığı anlar zihnimde canlandı. “Söylemedi. Hiçbir şey söylemedi. Hepimizi ölüme sürükledi. Keşke ben de orada ölseydim de bunlarla yüzleşmek zorunda kalmasaydım.”

“Birader... doğru mu bunlar?” dedi Bulut bocalayarak. Gidip yeniden Yavuz’un yanına oturduğu anları hayal ettim, bana öfkelenmiş gibi elleri sıkı sıkıydı.

“İnanamıyor değil mi insan? Doğru ama, hepsi doğru. En acı doğrulardan biri bu işte. Sevdiğim kadının katili o.”

“Kafam allak bullak oldu amına koyayım,” dedi Bulut, Yavuz’un yanında küfürlü konuşmamaya dikkat eden birine benziyordu ama şu anda bunun önemi yoktu. “Ver polise bitsin gitsin, çeksin cezasını.”

“Cezasını çekiyor zaten.”

“Yavuz, aklında başka planlar mı var? İntikam falan mı istiyorsun da bunu sürdürüyorsun?”

“Doğru, en çok ondan intikam almak istedim,” derken bu kez kafasını aşağı yukarı salladığını hayal ettim. “Ama Hümeyra bunu istemezdi. O, yaşasaydı ve tüm bunları öğrenseydi bile bunu istemezdi. Bu yüzden her şeyi akışına bıraktım. Nehir’in cezası çok, acısı hiç bitmeyecek ve ben de bunu izleyeceğim.”

“Eğer katil o ise-”

“Doğrudan değil,” dedi Bulut’un aklındaki düşüncelere son vermek istercesine. “Dolaylı yoldan, istemeden. Yoksa emin ol benden çok seviyor Hümeyra’yı ama hatalar yaptı ve hataları bize ölüm getirdi. Zaten eğer gerçekten kusuru olduğunu bilseydim kalan tüm benliğimi çiğneyecek olmayı umursamadan onu öldürürdüm.”

“Öfke dolusun,” dedi Bulut doğru tanıyı koymuşçasına. “Sen sadece öfke dolusun, Yavuz. Onu suçluyorsun, çünkü birini suçlamak ve her şeyi onun üzerine yıkmak insanı az da olsa rahatlatıyor. Bence ondan nefret de etmiyorsun. Nefret etsen yüzünü görmek istemezsin. Yanındasın, çünkü o sana Hümeyra’dan kalan son şey. Nehir’i emanet gibi görüyor olabilir misin? Biraz sinirlerini geren bir emanet gibi düşün. Bırakmak istediğin ama bırakamadığın... falan filan işte. Ne düşüneceğimi bile şaşırdım, toparlamaya çalışıyorum ama olmuyor. Bana sadece onun kötü biri olup olmadığını söyle. Evimde uyuyakalan kadının ne olduğunu bilirsem içim rahatlayacak çünkü.”

“Kötü değil.”

“Yine de onu kovmak istiyorum ama eğer kötü olmadığını söylüyorsan...” omuzlarını kaldırıp indirdiğini düşündüm. “Zaten sen hâlâ yanındaysan evet, kötü biri değildir.”

Kötü biri olup olmadığımı hiç düşünmemiştim. Ben sadece belalı biriydim. Peşimdeki belalardan hiç kurtulamamıştım ve sanırım bu gidişle benim sonum olacaklardı.

×××

Eva ve Özgür, kulübün üst katındaki odalardan birine girerek taşıdıkları adamı yatağın üzerine bıraktılar. Yüzü gözü morarmış, kaşı dudağı patlamış bu adam Akın’dan başkası değildi ve tüm bunlar yeterli değilmiş gibi körkütük sarhoştu da. Yatağa sere serpe bırakıldığında kendince bir şeyler söylüyor, saçmalayıp duruyordu.

Özgür ikiz kardeşinin acınası hâline öfkeyle bakarken, “Bok vardı bu kadar ortalığı karıştıracak,” diye söylendi. “Kırk kez uyardım onu abimle bu kadar sürtüşmemesi için. Yediği dayakla kalsa iyiydi ama akıllanmaz bu it.”

“Doktor çağırsak mı?” dedi Eva endişeyle. Güzel suratındaki panik açıkça ortadaydı ve yerinde duramıyormuş gibi odanın içerisinde dönüp duruyordu.

“Gerek yok, kemikleri kırılsaydı oturup üstüne içki içemezdi. Bir boku yok bunun, suratındaki kanlara aldırma.”

“Tamam ama böyle mi bırakacağız? Bir şeyler yapmayacak mıyız?”

“İstediğini yap Eva,” dedi Özgür bıkkınlıkla. “Abim yata gitmiş, az önce öğrendim. Ben de yanına gideceğim, daha fazla delilik kaldıracak kafam kalmadı. Sen de bu salağı ister böyle bırak istersen de yanında kal. Ters bir durum olursa haber edersin, çıkıyorum ben kulüpten.”

Eva sadece kafasını salladı. Özgür giderken Akın arkasından veda sözcükleri eşliğinde şarkı söylüyor, dalga geçiyordu ama Özgür gittiğinde ve kapıyı gürültüyle üzerine vurduğunda Akın sessizleşmişti. Genç kadın tepeden tırnağa hırpalanmış adamla baş başa kaldığında içindeki anlamsız sızıyla da savaşmaya çalışıyordu. Akın’ı birçok kez kanlar içerisinde görmüştü, ringe çıktığında aldığı darbeler bazen çok sert olurdu ama hiçbirinde bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu. Nehir gittikten sonra Cesur öyle ani bir manevrayla Akın’a saldırmıştı ki herkes şoka uğramıştı. Kulüptekilerin çığlık çığlığa bağırışları arasında kimse onları ayıramamıştı ve Akın da abisine hiç karşı koymamış, uslu uslu hak ettiği dayağı yemişti. Ancak Cesur hırsını alabildiğini düşündüğünde ya da ona birkaç yumruk daha geçirirse bilincini kaybedeceğini bildiğinden başladığı gibi aniden Akın’ı bırakmıştı.

Genç kadın o anları hatırlamak bile istemiyordu. Çıkan kavga yüzünden kulübü boşaltmak zorunda kalmışlardı ve gece erkenden bitmişti ama kalbi hâlâ delicesine atıyordu ve elleri titriyordu. Yatakta gözleri çok hafif aralık duran adamın ağır ağır inip kalkan göğsünü takip ederken endişeleri hâlâ çok tazeydi. Akın yediği dayaktan sonra oturup bir güzel içmişti ve kimseyi dinlememişti. Şimdiyse üzerini bile çıkartamayacak kadar kendinden geçmiş hâldeydi.

Eva durumu beğenmediğini belli edercesine kafasını hafifçe iki yana salladıktan sonra Akın’a doğru ilerleyip ayağındaki ayakkabıları teker teker çıkarttı. Ardından da yatağa dizini bastırarak üzerine çıktı ve hâlâ titremeye devam eden ellerini adamın kan damlalarıyla dolu olan gömleğine uzattı. Düğmelerin tamamını çözüp gömleğin yakalarını omuzlarına doğru iterken onu kaldırmak zorunda olduğunu anlayarak, “Akın, beni duyuyor musun?” diye tatlı sesiyle seslendi. Adam birkaç homurtu çıkartmaktan ileriye gitmedi. “Biraz kalkabilir misin? Hadi, bana tutun, bak böyle,” diyerek Akın’ın iri pazulu kollarından birini omzunun üzerinden sırtına doğru uzattı. “Tutun bana. Biraz doğrulabilirsen üzerini çıkartabilirim. Hadi, lütfen, öyle daha rahat edersin.”

Akın gücünü kaybetmiş gibi yorgun bir hareketle Eva'ya tutunup doğruldu ve kendisiyle bir bebekle ilgilenir gibi ilgilenmesine izin verdi. Kadın hem onun koca vücudunu dik tutabilmek için çabalayıp hem de gömleği çıkartabilmek için uğraşırken nefes nefese kalmıştı. Nihayet gömlekten kurtulabildiğindeyse, “Tamam, şimdi seni yatıracağım-” diye söze girmişti ki kendisini birden yatakta bulmuştu ve adamın iri bedeni de hemen üzerindeydi.

“Akın! Ne yapıyorsun?”

“Pantolonumu da çıkartacak mısın?” diye sordu Akın dağılmış suratına rağmen muzipçe.

Genç kadın üzerindeki ağır bedenden kurtulabilmek için çabaladı. “Hiç komik değil, tamam mı? Kalk hemen.”

“Çok yorgunum,” dedi Akın mızmız çocuklar gibi iyice olduğu yere yerleştiği sırada. “Kolumu kaldıracak gücüm yok.”

“Benimle oynamayı bırak lütfen. Sana yardım etmeye çalışıyordum, eğer buna ihtiyacın yoksa-”

“Benimle böyle ilgileneceksen her gün dayak yemeye razıyım,” dedi Akın birden, artık suratı ciddiydi ve Eva duyduğuyla şoka uğramıştı.

“Ne?”

“Söyle işte Eva, ilgilenir misin benimle?”

“B-ben... şey... bir daha böyle bir şeyin olmasını asla istemem. Ne kadar korktum, biliyor musun?”

“Bilmem. Kalbin şimdiki gibi hızlı mı atıyordu?”

“Evet, yerinden çıkacak gibiydi.”

“Şimdi de korkuyor musun yani?” dedi Akın biraz uzağındaki kadının güzel yüzüne bakarken. Bazı kelimeleri telaffuz etmekte zorlanıyordu, bazen dili sürçüyordu ama tamamen kendini kaybetmiş değildi. Dışarıdan öyle görünse de aklı hâlâ başında sayılırdı.

“Ne? Hayır... sadece...” dedi genç kadın ne diyeceğini bilemezmiş gibi. Ardından hızla kaşları çatıldı. “Kalk üzerimden artık. Birisi gelir görür-”

“Gelsin görsün lan, herkes gelsin görsün. Kalkmıyorum!”

“Çocuklaşma lütfen. Böyle görünmemiz doğru olmaz.”

“Neden beni istemiyorsun Eva?” dedi Akın aniden artık buna katlanamıyormuş gibi. Sesindeki acı netçe ortadaydı. Genç kadın hiçbir şey söyleyemediğinde, “Bazen çok hatalar yapabiliyorum, bazen çok öfkeli olabiliyorum, tamam. Bazen çok aptalım, tamam,” dedi ağır ağır konuşarak. “Bunlar yüzünden mi yoksa? Bunlar yüzünden mi istemiyorsun beni?”

“Kafan yerinde değil, saçmalıyorsun şu an,” dedi genç kadın çaresizce. “Beni bırak da sana yardım edebileyim, yüzünün pansuman edilmesi lazım.”

“Şu anda çirkin görünüyorum diye mi?”

“Ne?”

“Suratım yaralı diye mi istemiyorsun beni?”

“Akın... seninle ben... olamayız, neden anlamıyorsun?”

“Neden, Eva, neden? Bana tamam diyebileceğim siktiğimin bir nedenini ver de bitsin bu işkence.”

Kadının zümrüt yeşili gözleri usulca ıslandı. “Bir nedenim yok,” diye fısıldadığında içi acıyordu. Aslında nedenleri vardı ama bunları ona anlatamazdı.

“Sevemez misin beni, Eva?”

“Akın-” dedi çaresizce, adam devam etmesine izin vermedi.

“Hiç mi sevemezsin?”

Eva gözlerini yumup derin bir soluk aldı. Göğsü Akın’ın kaya kadar sert olan çıplak göğsünü iterken, “Sevebilirim,” dediğinde şakağından saçlarına doğru karışan bir damlanın varlığını hissetti, sesi titriyordu. Seviyorum da. “Ama sevmemem gerekir.”

Akın dudaklarını kadının şakağına bastırırken, “Amasını sikeyim,” dedi bir aşk sözcüğü söylüyormuş gibi. “Amasını sikeyim, Eva, sen beni öldüreceksin!”

“Akın-”

Akın, kadının gereksiz çırpınışlarına daha fazla tahammül edemeyerek onu birden öptü. Dudaklarını dudaklarına bastırdığında Eva bundan kurtulabilmek için çabaladı ama Akın izin vermedi, iri elleriyle kadının yüzünü kilitleyip onu kana kana öperken bunu Eva kendisini teslim edene kadar sürdürdü. Genç kadın ne zaman karşılık vermeye başladı işte o zaman Akın onu serbest bırakıp, özgürce hareket etmesine izin verdi. Daha sonraysa dudaklarını çenesine oradan da boynuna doğru kaydırarak onu öpmeye devam etti. Elbisesinin yakasını yırtarcasına iki yana asılıp açarken ortaya çıkan tenine sayısız öpücük konduruyordu.

“Ben severim seni,” dedi bir öpücük bıraktı. “Sen sevme...” dedi bir öpücük daha kondurdu. “...ben severim.”

Eva elbisesinin altına girip bacaklarında gezinen güçlü parmakların varlığıyla titredi. Biraz sonra kulaklarına dolan yırtılma sesi iç çamaşırından geliyordu. Akın çok aceleciydi, sanki vazgeçmesinden korkuyormuş gibi aşırı hızlı davranıyordu ve kafasının içki yüzünden dumanlı olmasından dolayı bazı anlarda canını yakıyordu. Ancak Eva’nın onu reddedecek ya da durduracak gücü bile yoktu. Ne kadar aksi için çabalasa da ondan hoşlanıyordu. Ne kadar görmemek için uğraşsa da Akın’ın isteğini görüyordu ve artık ona karşı koyamıyordu.

“Bir gece,” diye fısıldadı kendi kendine, Akın kemerini çözmekle o kadar meşguldü ki onu duyamamıştı. “Sadece bir gece tanrım, sonra uzak duracağım, söz veriyorum. Sadece bir gece.”

Akın nihayet pantolonundan kurtulup Eva’nın bacaklarının arasındaki yerini alırken gözü hiçbir şeyi görmüyordu. Arzusu o kadar güçlüydü ki tek istediği kadına doyasıya dokunmaktı. Onunla bir bütün olmak için son hamleyi gerçekleştirmeye hazırlanırken uzanıp Eva’nın çenesini kavradı. “Beni durdurma,” dedi çaresiz bir yalvarışla. “Eva, sakın beni durdurma.”

Genç kadın sadece inledi. Göğsü körük gibi kalkıp iniyordu ve elbisesi Akın tarafından parçalara bölündüğü için karşısında neredeyse tamamen çıplak duruyordu. Sırtı gerildiği için göğüsleri iyice havaya kalkmıştı ve sadece bu görüntüye bakmak bile Akın’ı delirtmeye yeterdi. Öyle ki o son hamleyi yaparak kendisini birden Eva’nın içine itmiş, onu tamamen doldurmuştu. Bu genç kadının ilk birlikteliği değildi ama ilk birlikteliğinde bile bu kadar heyecanlandığını hatırlamıyordu. Ona devam etmesi için yalvarabilirdi, ancak bunu yapmasına gerek yoktu, çünkü Akın artık durmaya niyetli değildi.

Akın artık onu asla bırakmazdı.

Ama kadının kalmaya niyeti yoktu.

×××

Kızgın yağa atılan sebzenin çıkarttığı çığlık benzeri cızırtıyla uyandığımda burnuma dolan nefis yemek kokuları aniden midemi harekete geçirdi. Yattığım yerden nasıl fırladığımı bilemezken yabancısı olduğum evde delicesine koşturmaya başladım. Midem çalkalanıyordu ve elimi sıkı sıkıya ağzıma kapatmıştım. Kusmak üzereydim, bu yüzden bir an önce banyoyu bulmam gerekiyordu.

Şansıma ev küçüktü ve banyonun kapısı açıktı. Doğruca içeriye girip klozete koştum ve içimde olan her şeyi dakikalarca öğürerek oraya bıraktım. Banyonun taş zemininde dizlerimin üzerindeydim, kasıklarımdaki ağrı yeniden nüksetmiş gibi orada belirmişti. Midemde yiyecek adına hiçbir şey yoktu, aç olduğumu biliyordum ama yemek kokusu beni feci tetiklemiş ve tiksindirmişti. Çıkarabileceğim her şeyi çıkarttıktan sonra güçsüz bir hareketle klozetin kapağını kapatıp alnımı üzerine yasladım. Sifona basacak kadar bile gücüm kalmamıştı. Giydiğim pantolonun ağ kısmına takılan gözlerim oraya bulaşan kızıllığı fark ettiğinde midem yeniden bulansa da artık kusabileceğim hiçbir şey kalmadığı için sadece öğürmüştüm. Sanırım bu seferki regl beni ciddi vuracaktı. Normalde kanamam asla dışarıya taşacak kadar fazla olmazdı ama geceden beri kendimle ilgilenmediğimi düşünürsek gerçekleşen duruma şaşırmamam gerekirdi.

Toparlanıp doğrulduğum sırada gözlerim çok kısa bir anlığına açık bıraktığım kapıya değdiğinde korkuyla yerimde sıçramaktan kendimi alamadım. Boyu benden sadece biraz uzun olan, klasik giyimli ve ciddi suratlı biri tarafından izleniyordum. Bu Bulut’tu. Kollarını kapının iki yanına yaslamış, içeriye girip girmemekte tereddüt ettiğini belli edercesine orada duruyordu.

“Her şey yolunda mı? İyi misin?”

Üst başımı toparlamaya çalıştığım sırada, “Sorun yok,” diyerek son anda aklıma gelmişçesine hızla sifona bastım. Beni bu şekilde yakalamış olması utanmama neden olmuştu. “Etrafı temizlerim, özür dilerim ne olduğunu anlamadım bile.”

“Kanıyorsun,” dedi. Eğilip bacaklarıma bakmaktan kendimi alamadım. Pantolonumdaki iz netçe belli oluyordu. Yanaklarımın yandığını hissettim.

“Farkındayım.”

“Hep bu kadar fazla mı kanarsın?”

“Ne? Hayır. Hep böyle olmaz.”

“Öyleyse bir sorun olduğunu düşünebiliriz,” dediğinde gergin duran kaşlarından biri hafifçe havalandı. “Sıklığı nedir?” Ardından durdu ve rahatsızlığın sindiği suratıma anlayışla baktı. “Sorularıma şaşırma, ben doktorum; hoş bir jinekolog falan değilim ama neyse, önemi yok. Ben doktorum ve sen de hasta gibi görünüyorsun.”

“Hayır, hayır,” derken kafamı iki yana salladım. “Sorun yok. Birkaç ayda bir olan bir şey.”

“Birkaç ayda bir mi?”

“Evet, benim döngüm bu şekilde.”

“Bu yüzden hiç doktora gittin mi?”

“Gitmedim.”

“Gitmeliydin,” dedi, omuz silktim. “Her zaman miden bulanır mı?”

“Sık değil ama evet.”

“Başka?”

“Gerçekten bu şekilde bunu mu konuşacağız?” dedim daha fazla dayanamayarak. Sanki ancak aklı başına gelmişçesine irkildi.

“Haklısın. Girip duş alabilirsin, sanırım daha iyi hissetmeni sağlar. Demet’in birkaç parça kıyafeti bende bulunuyor, seni idare eder. Ayrıca dolapta işini görecek hijyenik pedlerden de bulunuyor. Temiz havlular da dolapta, sol altta. Başka bir ihtiyacın var mı?”

“Ah,” dedim ilgisi karşısında afallamayla. “Şey... başka ihtiyacım yok, teşekkür ederim.”

“Şu an daha iyi misin?”

“Evet, sanırım.”

“Tamam, kıyafetleri getirene kadar bekle,” diyerek gözden kayboldu. Geri geldiğinde kucağındaki kıyafetleri banyonun içerisinde bulunan çamaşır makinasının üstüne bırakırken aralarından çekip çıkardığı kalın çorapları bana gösterircesine havada sallandırdı.

“Bunları ayağında göreceğim, tamam mı?”

Ağır ağır kafamı sallayıp, “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım. Bulut önemli olmadığını belirtircesine kafasını sallayıp banyodan çıktı. Kapıyı ardından kapattığı esnada Yavuz’un ne alemde olduğunu sormak için ağzım aralansa da bunu ertelemeyi seçtim. Yattığım yerden deli gibi bir hızla fırladığım için etrafımı kontrol edememiştim, belki de o hâlâ uyumaya devam ediyor bile olabilirdi.

Dolapları karıştırarak havluları ve pedi ayarladıktan sonra hızlıca duşa girdim. Sıcak su üzerimdeki kiri ve duygusal ağırlığı temizleyerek tenimden kayıp gitti. Saatlerce suyun altında kalıp kendime zaman ayırmak istesem de şu anda bu lükse sahip olmadığımı biliyordum. Bundan dolayı çabucak yıkanıp duştan çıktım. Kurulanıp giyindim, saçlarımı açık bırakıp kalan ıslaklığın kendiliğinden gitmesini umarken karman çorman görünmemeleri için ellerimle saçlarımı tarayıp düzgün durmalarını sağlamaya çalıştım. Ardından dağıttığım banyoyu toparladım ve çıkardığım kıyafetleri makinaya tıkıp çalıştırdım. Üzerimdeki fil figürlü uzun kollu pijamayla dışarıya çıkamayacağım için o kıyafetlerin bir an önce temizlenip kurumaları gerekiyordu.

Banyodan çıktığımda açlıktan midem kazınıyordu. Evin her yerini sarmış olan yemek kokuları yarım saat öncesine kadar kusmama neden olmuşken şimdi iştahımı kabartıyordu. Daire Amerikan mutfaklı olduğundan yemeğe ulaşmak için salona yürümem yeterliydi. Geri döndüğümde yataklar toplanmıştı ve mutfak ile oturma alanını ayıran kısma yerleştirilmiş yemek masası lezzetli yiyeceklerle doluydu. Yavuz ise masadaki yerini çoktan almıştı. Hemen yanındaki poşette taze ekmekler bulunuyordu, sanırım ekmek almak için dışarıya çıkmıştı ve bu yüzden onu etrafta görememiştim.

Bulut elindeki çaydanlığı masanın üzerine bırakırken, “Gel hadi, otur şuraya,” diyerek bana Yavuz’un karşısındaki sandalyeyi gösterdi. İtaat ederek oraya oturmadan önce sehpanın üzerine bırakılmış olan telefonumu fark edip onu da yanıma aldım. Gecenin çok geç saatinde Cesur’dan gelen çağrı dışında hiçbir bildirim yoktu. Aramasını da duymamıştım, çünkü telefonum sessizdeydi. Hatta nasıl uyuyakaldığımı bile hatırlamıyordum, geceye dair hiçbir ayrıntı aklımda yoktu.

Cesur çağrısına herhangi bir geri dönüş yapmadan telefonu bırakırken Yavuz dikkatle beni inceliyordu. Bunu salona girdiğim andan beridir yapıyordu. Gözlerimi ona çevirdiğimde bana bakışlarıyla nasıl olduğumu sorduğunu belli etti. Kafamı sallayarak sorun olmadığını ilettim. Aramızda başka konuşma geçmedi. Yavuz biraz sönük duruyordu. Yılmış, yorulmuş, karman çormandı.

“Çikolata?” dedi bu sırada Bulut, elindeki kavanozu havada sallarken. Tüm dikkatim ona doğru kaydı. “Sanırım bu günlerin en büyük ilacı çikolata oluyor.”

Hafifçe gülümsedim. “Olabilir.”

Kahvaltı çoğunlukla sessiz geçti. Bulut sürekli konu açmaya çalışıp bizi konuşturmak için çabalasa da Yavuz neredeyse hiçbir konuşmaya katılmamıştı. Onun böyle olması benim de tüm enerjimi çekip aldığında kahvaltı tamamen sessiz ilerlemeye başlamıştı. Bulut bir müddet sonra sürekli yeni konu açmaya çalışmaktan yorulduğunu belli ederek ve havadaki ağırlığa dayanamıyormuşçasına yemeğin yarısında çatalını masaya bırakıp, “Benim hastaneye geçmem gerekiyor,” diye yarım ağız mırıldanarak kalkıp gitti. Ondan geriye masadaki boş sandalyesi ve üzerine vurulan kapının gürültüsü kaldığında, “Yavuz,” dedim yavaşça. Bana bakmadı.

“Hm?”

“Bir sorun mu var?”

“Yok.”

“Garipsin-”

“Başım ağrıyor sadece,” diyerek kelimeleri ağzıma tıkadı.

“İlaç getirmemi ister misin?”

“Uyandığımda içtim.”

“Pekâlâ,” diye mırıltı çıkardım. Parçaladığım ekmeğin kırıntılarını toplamakla vakit öldürürken ansızın telefonumun titremeye başlamasıyla bakışlarım hızla ekrana döndü. Cesur arıyordu. Ekranda onun ismini görmek karnımın alt kısmına sert bir enerji akımı gönderdi ve kalp atışım aniden hızlandı. Ancak suratımdaki ifadeyi sabit tutmaya çalışarak telefonu aldım ve hâlâ çalmakta olan aleti Yavuz’a doğru uzattım. Bana düz düz bakarak telefonu elimden alıp açtı ve kulağına dayadı.

“Nehir yok,” dedi önce. “Duşta.”

Cesur’un ne söylediğini duyabilmek için nefes bile almadan dinliyordum ama pek bir şey anladığım söylenemezdi. Yavuz, “Ona biraz zaman versen iyi olur,” dedi, tavrı soğuktu. “Evin önündeki adamlar da çok dikkat çekiyor. Bulut kendi halinde biri, insanların dikkatini üzerine toplaman doğru olmaz. Tamam. Eyvallah.”

Yavuz telefonu kapatır kapatmaz, “Ne dedi?” diye merakla sordum.

“Ne dediğini bilmek istiyorsan neden telefonu sen açmadın?”

“Yavuz ya... biliyorsun işte,” diye homurdandım.

“Ne zaman geri döneceğini soruyor.”

Yüzüme eğrelti duran tebessümümle, “Döneceğim,” dedim. Yavuz bunu duymayı beklemediğini belli edercesine duraksadı.

“Döneceksin?”

“Evet, belki de bu akşam.”

“Bence gitmen için bir şans. Değerlendirmelisin. Çok daha geç olmadan.”

“Nereye gideceğim, Yavuz? Kimsem yok ki,” dediğimde yüzümdeki tebessüm çatladı, acı kırıntılarıyla kuşandı.

“Yeniden başlamak için birine ihtiyacın mı var?”

“Artık var,” dedim kafamı sallarken. “Çünkü yine pisliğe battım. Birinin beni temizleyip çıkarması lazım. Ama bunu en son yapan kişi şu anda toprağın altında yatıyor.”

“Anlamıyorum,” dedi telefonumu masanın bir kenarına bıraktığı sırada. Kaşlarından biri sorgularcasına havaya kalkmıştı ve dikkat kesildiğini belli edercesine omuzları gerilmişti.

“Anlamazsın,” dedim anlayışla gülümsemeye çalışarak. “Zaten kimse anlamadı be Yavuz. Hiç kimse anlamadı.”

“Anlatacağın çok şey varmış gibi duruyor,” dediğinde gözlerimi ona diktim. Bir an için karşımda Hümeyra’yı kaybetmeden önceki adamı görür gibi hissettiğimde bu beni irkiltti. “Dinlerim, eğer istersen?”

“Anlatacağım şeylerin hiçbiri iyi değil. Boş ver, duymak istemezsin.” Yavaşça gözlerimi ondan kaçırdım. “Ben de anlatamam zaten. Yasak.”

“Seni iyi tanıdığımı sanırdım,” dedi birdenbire. “Hümeyra seni bildiği gibi anlatırdı. Sana gözüm kapalı güvenmiştim, tanıştığım anda Hümeyra’nın ablası gibi benimsemiş ve saygı göstermiştim. Hiç şüphelenmemiştim senden, biliyor musun?” Son sözüyle göğsüme kıymık batmış gibi acı hissederek gözlerimi yumdum. “Mesela Yonca'yı tam oturtamamıştım içime; ailesinde yaşananları sakladığı için. Belki utandığından bunu yapıyordu ama gözüme hep şüpheli görünmüştü. Ancak sen Nehir, sen öyle güzel oynadın ki, öyle güzel kandırdın ki... bir an bile şüphelenmedim. Şimdiyse tanıdığım o kadına o kadar uzaksın ki... dipten tepeye sırlarla dolusun. Çözemiyorum bile, nereden tutsam elimde kalıyor. Çok yabancısın artık bana.”

“Bir bedene tıkılmış iki ruhum var; sen güzeliyle tanıştın, kötüsünü yadırgıyorsun,” dedim tepkisi ağrıma gitmemiş gibi kafamı sallarken. “İnan bunu görmeni istemezdim. Seni, Hümeyra’yı ve Yonca'yı kendimden uzak tutabildiğim kadar tuttum. Ama ben ne kadar temiz yaşamaya çalıştıysam kader beni o kadar derine gömdü ki yirmi yılın acısını bir kerede çıkardı.”

“Üstü kapalı konuşuyorsun, bu durum artık sinirlerimi bozmaya başladı,” dedi kaşlarını çatarak. “Hâlâ bir şeyler saklıyorsun, Nehir, hâlâ. Üstelik tüm bunlar bir şeyleri sakladığın için başımıza gelmişken!”

“Öldükleri için beni suçluyorsun-”

“Başka ne yapmamı bekliyorsun?” diye çıkıştı. “Dürüst olsaydın başka yolları seçebilirdik ve kimseyi kaybetmek zorunda kalmayabilirdik.”

“Tolga Zafer benim canımı yakmaya niyetliydi, o gece kulübe gelmeseydiniz bile tehlikedeydiniz. Bana zarar vermenin yolunun sizden geçtiğini çözmüştü.” Onları peşimden kulübe sürüklemeseydim bile kaldıkları yerlerde ölüm onları bulmuş olacaktı ve belki de o zaman Yavuz bile kurtulamayacaktı. “Hümeyra benim sahip olduğum ikinci ailemdi, Yavuz. Onu kaybetmeyi ister miydim sanıyorsun? Beni suçluyorsun, tamam, kendince haklı nedenlerin de var ama ben sadece bir ailem olsun istemiştim. İşte en büyük hatam bu, başka bir şey değil. Benim en büyük hatam sıradan yaşayabileceğimi sanmamdı.”

“Yaşayabilirdin. Yeterince çabalamış olsaydın her zaman başka yollar bulabilirdin-”

Beni her şeyle suçlayabilirdi ama çabalamamakla suçlaması birden tüm zincirlerini koparttığında, “Sekiz yaşındayım!” diye bağırdım. “Ne yapabilirdim ne kadar çabalayabilirdim? Babam sandığım adam beni öldürmek istediğinde, bir tecavüz çocuğu olduğum ortaya çıktığında kahrolası sekiz yıldır yaşıyordum!”

Yavuz benimle tartışmak için gerilmiş beklerken duyduklarıyla şoka uğradı, gözleri irileşip sert ifadesi sarsıldı. Doğru söyleyip söylemediğimi süzgecinden geçirdi ve doğru söylediğimi anladığında dudaklarından o iki harflik şaşkınlık kokan soru döküldü.

“Ne?”

Anlık gaflete düşerek kendimden birkaç parçayı açık etmenin verdiği endişeyle Yavuz’dan başka yere bakıyordum. Kulaklarımda yine anneannemin sert uyarıları yankı buluyordu. Kimseye bir şey söylememem konusundaki ikazları, o duygusuz sesi eşliğinde kafamın içerisinde tekrarlanıyordu.

“Nehir? Ne demek bu?”

“Hiçbir şey, duymadın say-”

“Nehir!”

“Kurcalama işte, Yavuz, anlatamam.”

“Anlatacaksın,” dedi emredercesine sertçe. Birden tepesi atmış, tüm sabrı tükenmiş gibiydi. Artık ilk şaşkınlığı atlatmıştı ve hatta istediğini alacağından emin duruyordu. “Anlatacaksın, çünkü bu kadarını bana borçlusun, anladın mı? Bana iyice kafayı yedirtmek istemiyorsan her şeyi anlatacaksın. Tepeden tırnağa dürüst olacaksın, o kadar dürüst olacaksın ki sana bir daha asla inanmayacağımı bilmeme rağmen beni kendine inandıracaksın, anladın mı Nehir?”

“Yavuz... benden istediğin şeyin benim için ne kadar ağır olduğunu bilmiyorsun,” dedim çaresiz bir bakışla ona bakıp bundan vazgeçmesini umarcasına.

“İnan umurumda değil. İnan, hiç umurumda değil. Yeter artık, tüm bunlar yüzünden kafayı yemek üzereyim.”

Beni baskılaması ve mecbur bırakması karşısında stresten ellerim titremeye başladığında bunu saklamak istercesine tabağımın kenarındaki çatalı elime alıp sıkıca kavradım. Karnıma minik kramplar saplanırken boştaki elim yüzümdeydi ve alnımı ovuşturarak ya da burun kemerimi sıkarak kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Neler yaşadığımı kimseye anlatmamıştım ve anlatmaktan hep korkarak ömrümü geçirmiştim. Çünkü anneannem eğer birine tek söz söylersem bunun ailemin kulağına anında gideceği konusunda beni sıkı sıkıya tembihlemişti. Öylesine acımasızca gözümü korkutmuştu ki bırak birine anlatmayı, bunu sadece aklımdan geçirmek bile beni feci geriyordu.

“Ben... duydun işte,” diye sayıkladım Yavuz’a bakmadan. “Ne olduğumu duydun.”

“Tecavüz sonucunda olmanı mı?” dedi acımasızca üzerime gelmeyi sürdürerek. “Yoksa babanın seni öldürmek istemesini mi?”

Masanın altındaki ayaklarımı stresle sallamaya başladım. Cayır cayır yanan şöminenin yakınında oturuyormuşum gibi tüm vücudumu sıcak basmıştı, terlemeye bile başlamıştım. “Babam,” diye başladım ama devamını getirmem biraz zaman aldı. “Yani Oktay... adı Oktay.”

Yavuz konuşmakta gerçek anlamda zorlandığımı fark ettiğinde katı tutumunu hafif yumuşatarak bana yardımcı olmak ya da dilimin çözülmesini kolaylaştırmak istercesine, “Baban, aslında baban değil miydi?” diye sordu.

Kafamı sallayarak onu onayladım. “Oktay aslında amcamdı, amcam ise babammış ama ben Oktay’ı baba olarak bildim. O da beni kızı olarak... hoş... bana çok değer vermemişti ama öyle biliyordu işte.”

“Normalde amcan olacak kişi mi annene tecavüz etti?”

“Necdet,” dedim, ismi iğrentiyle dudaklarımdan döküldü. “Evet, anneme tecavüz etti, Oktay’ın olmadığı bir anda. Ben o gece oldum işte.”

Anneannem ben takribî on dört yaşlarındayken ikinci ve son kez beni yetimhanede ziyaret ettiğinde, ergenliğin ve kimseyle derdimi paylaşamamanın verdiği öfkeyle, tıpkı şu anda Yavuz’un bana yaptığı gibi onu sıkıştırmıştım. Kaçmamıştı ve bildiği her şeyi bana anlatmıştı. Oktay sevdiği kadını elde edemeyince ailesinin mecbur tuttuğu kadınla, yani annemle evlenmek zorunda kalmıştı. Anneannem o zamanlar dedem sağ olduğu için bu evliliğe göz yummuş, kızının bile bile ateşe atılmasına ses etmemişti. Oktay Seymen zamanının en güçlü veliahtlarındandı; her aile kızlarından birini onunla evlendirmek isterdi. Ancak kimse onun kalpsiz bir şeytan olduğunu bilmiyordu. Annem eve adımını attığı ilk günden son güne kadar onun eziyetiyle yaşamıştı. Hatta sadece o da değil, babaannem ve dedem ve hatta halalarım bile annemi hor görmüştü.

Oktay, abim doğduktan sonra ara sıra evi terk etmeye başlamıştı. Ne gidişinden ne de dönüşünden kimsenin haberi olmazdı ama bu gidiş dönüşler sadece birkaç günden ibaretti, ta ki o zamana kadar. Oktay yine geçip gitmiş, önce kimse umursamamıştı ama bir hafta, iki hafta ve derken koca bir ay geçince küçük amcam Güral onu aramaya başlamış, ancak bulamamıştı. Kimsenin Oktay’dan haberi yoktu ve iki ayın sonunda herkes onun öldüğünü düşünmeye başlamıştı. Ortanca amcam Necdet de işte bunun verdiği rahatlıkla bir gece annemin odasına sızıp herkesin hayatını mahvedecek o iğrençliği yapmıştı. Hep düşünürdüm, eğer o gece Güral amcam evde olsaydı annemin çığlıklarına sessiz kalır mıydı diye, çünkü diğer herkes sessiz kalmıştı. Sözde annem çocuğuyla ortada kalmayacaktı, işte niyetlerinin kötülüğünü bu maskenin ardına saklamışlardı.

Necdet aslında ailenin yüz karasıydı, kimse onu istemezdi ama babaannem bunu bile bile ona anneme giden kapıyı aralamıştı, belki adam olur diyerek. İçimden acı acı güldüm. O ailede harcanan hep annem olmuştu. Kimse onu düşünmemiş, isteklerine önem vermemişti. Bu olayı abimden nasıl saklamışlardı bilmiyordum, o zamanlar on yaşlarındaydı, sanırım babaannem onu da oyalayacak bir yol bulmuştu ve her şeyi yerine oturttuğunda ona artık Necdet’i baba olarak öğretecekti ama birkaç gün sonra Oktay geri dönünce tüm planlarının bozulmuş olması bir yana etekleri tutuşmuştu. Necdet korkağın teki olduğunu kanıtlarcasına Oktay’ın dönüş haberini alır almaz şehri terk etmişti. Babaannemler de çareyi olayın üzerini kapatmakta bulmuşlardı. Annemin nelerle tehdit edilerek susturulduğunu düşünmek bile istemiyordum. Zaten bana hamile kaldığını öğrenmesi onun zirvesi olmuştu ve yavaş yavaş çıldırmaya başlamıştı.

“Annem düşük yapsın diye de çok uğraşmışlar biliyor musun?” dedim çatalın ucuyla tabağımda kalan zeytinlerle oynadığım sırada. “Dövmüşler, aç bırakmışlar, itip kakmışlar... sonunda merdivenlerden itmişler. Yine ölmedim işte Yavuz, inatla hayata tutundum. Yedi aylıkken doğdum, yine yaşadım. Erken doğmam herkesin işine geldi, böylece aradaki zamanı kapattılar ve Oktay şüphelenmedi.”

“Sen ciddi misin?” diye sordu şaşkınlıkla. “Hiç mi insanlık yoktu bunlarda?”

“Bizim aile biraz sığdı, tarih öncesi usulleri uygulamayı severlerdi. Yani gerçekten Oktay geri gelmemiş olsaydı annemi Necdet’le evlendirirlerdi ve bu hiç midelerini bulandırmazdı.”

“Annenin ailesi hiç mi söz sahibi değildi? Kızlarının bunları yaşamasına nasıl müsaade edebilirler aklım almıyor.”

“Annem... adı Yasemin’di,” derken dudaklarımda minik, belirsiz bir kıvrım oluştu. “O da yeraltına mensup ailelerden birinin kızıydı ama babasının dünyadan bile haberi yoktu. Şayet olsaydı da müdahale edeceğini sanmıyorum, gözünü kapatıp geçerdi. Zaten çok yaşamadı, ölünce ve anneannem her şeyi kontrol eden tek kişi olunca işler biraz değişmeye başladı.”

Anneannem bir gün ansızın, haber bile vermeden annemi ziyarete geldiğinde herkes buna hazırlıksız yakalanmıştı, çünkü bu normal bir durum değildi. Dedem sağken kızlarının evine bir kez bile uğramışlıkları yoktu ve dedem öldüğü anda anneannem soluğu orada almıştı. Bahanesi de annemin doğum yapmasıydı ve bu kozu güzel değerlendirmişti. Annemin hâlini görmüş, bir şeylerin ters gittiğini anlamış ve onu uygun bir anda konuşturmuştu. Her şeyi öğrendiğindeyse çarkları kurmaya başlamıştı.

“Bana anneni oradan kurtardığını söyle,” dedi Yavuz umutla ama gözlerine baktığımda umuda dair hiçbir iz yoktu.

“Annemin kurtarılacak bir yanı kalmamıştı ki,” dedim hüzünle. “Necdet’in yaptığının üzerine bana hamile kalınca tüm psikolojisi bozulmuştu. Sonra da türlü türlü eziyetlerle hepten kötüleşmişti. Başından geçenleri anneanneme anlattığında benim henüz kırkım bile çıkmamıştı. Yine o zamanlar daha iyi sayılırdı ama ben büyüdükçe annem kötüleşti. Ona hiç iyi gelmedim, Yavuz. Onun günden güne ağırlaşmasına, ilaçlara bağımlı kalmasına neden oldum.”

“Bunun sebebi sen değilsin, Nehir. Ailenin günahını sırtlanmaya çalışma. Herkes suçlu, herkes kötü, vicdansız, iğrenç ama sen değilsin, beni duyuyor musun?”

Yavaşça kafamı salladım ama söylediklerini dikkate aldığım söylenemezdi, çünkü aklım çok dalgındı. Geçmişi hatırlamanın canımı yaktığını düşünürdüm ama anlatmak çok daha acı vericiydi, ancak anlayabiliyordum. Boğazım düğüm düğümdü, aslında gözyaşlarım benden izin bekliyordu ama nedense ağlayamıyordum bile.

“Beni hiç sevmedi,” dediğimde sesim çatladı. “Benden hep nefret etti, bakmak bile istemedi bana.”

“Nehir, bana bak, hey,” derken uzanıp çenemden kavrayarak bakışlarımızın sabitlenmesini sağladı. “O kadar şey yaşamış olsaydım ben de kimseyi sevemezdim. Bu konuda onu suçlamamalısın. Çok acı çekti ve ezildi. Belki de sana baktığında o anları hatırladığı için, ne bileyim işte, canı acıdığı için öyle yapmıştır. Onun da kabahati yok ki.”

“Ama benim ona ihtiyacım vardı,” dediğimde yanağımdan iri bir damla düştü. “Beşiğimde açlıktan ağlarken, başkalarının değil annemin ilgisini isterken ya da sadece annemin kokusuna sokulmak isterken ona çok ihtiyacım vardı. Bana bir kez sarılmış olsaydı belki de bu kadar eksik hissetmezdim. Annem hep gözümün önündeydi ama bana o kadar uzaktı ki... Ben onu sadece gördüm, hiç dokunamadım.”

Yavuz oturduğu sandalyeden kalkıp hızla yanıma gelerek bu kez yanımdaki sandalyeye oturdu ve ummadığım şekilde beni tutup kendisine doğru çekti. “Tamam güzelim, gel buraya,” dedi şefkatle sırtımı sıvazlayıp beni yatıştırmaya çalıştığı esnada. İşte şimdi eskiden tanıdığım adamdı. “Eğer ağlamak istersen ağla, kendini bastırmaya çalışma. Ben yanındayım, Nehir. Yanında olmadığımı hissettiğin anlarda bile...”

Gürültüyle burnumu çekip Yavuz’a sıkı sıkıya sarıldım. Kazağını avuçlarımın arasında kıstırıp beni bırakmasından korkarcasına kavradım. Ne kadar ağlamak istesem de sanki tıkanmış gibiydim, ağlayamıyordum ve bu hiç iyi değildi.

“Ailemiz güçlüydü, yeraltında itibar sahibi ailelerdendi, kalabalıktı ama o kalabalığın içerisinde sadece abim, sadece o beni severdi,” diye anlatmaya devam ederken Yavuz’dan ayrılarak doğruldum. Şimdiye kadar anlatmaktan hep korkmuştum ama şimdiyse susmak beni feci rahatsız etmişti. “Beni abim ve evin hizmetçileri büyüttü. Abim, annemden çok bana baktı, ne kadar garip değil mi? Annem de oydu, babam da... Üstelik o da çocuktu daha. Korur kollardı, ilgilenirdi, severdi beni. O karanlık çukurda birbirimizin ışığıydık. İkimizin farklı bir dünyası vardı, kimse anlamazdı.”

“Nerede şimdi?”

“Bilmem. Yaşayıp yaşamadığını bile bilmem,” dedim acı gülümsememle. “Çünkü artık o da beni sevmiyor.”

Oktay, abimi, yani Arda’yı daima kendisi gibi yetiştirmeye çalışmıştı. Çocuk yaşına bakmadan eline silah tutuşturup hedef aldırdığı anları ben bile hatırlıyordum ve beceremeyince yediği dayakları... Gerçekler ortaya çıktığında Oktay ailesini katledecek kadar çıldırmıştı ama Arda’ya dokunmamıştı, çünkü o vâristi. Onu büyütmüş, eğitmiş ve kendisinin kopyası hâline getirmişti. Artık beni seven Arda yoktu, varlığımı öğrendiği anda beni öldürecek olan Arda vardı.

“Nasıl sevmiyor? Ama seviyordu?” diye sayıkladı Yavuz kabullenemeyişle. Ben de bunu kabullenememiştim. Anneannem Arda’nın da aynı Oktay gibi olduğunu ve asıl ondan uzak durmam gerektiğini söylediğinde bunu kabullenmem yıllarımı almıştı.

“O, Oktay’ın yolundan gidiyor. Ben de o yol üzerindeki bir taşım. Beni yok edip önünü açmak istiyor, çünkü ben onlar için kara bir lekeden ibaretim.”

“Ne kadar saçma. Herkese rağmen seni koruması gerekiyordu.”

“İstese de yapamazdı ki Yavuz, çocuktu daha ve başında Oktay bulunuyordu,” dedim boş bakışlarla karşımdaki duvarı izlerken.

“Her neyse,” derken sıkkın bir solukla göğsünü şişirdi. “Nasıl kurtulabildin?”

“Anneannem acil durum planı oluşturmuştu. Bir terslik olduğunda annemi ve beni oradan çıkartmak için her şey hazırdı ama annemin kaçma isteği bile yoktu, biliyor musun? Odasındaki yatakta oturmuş boş bakışlarla beklediğini hatırlıyorum. Sanki ölümü bekler gibi...”

“Onun için ölüm bir kurtuluştu.”

“Evet, öyleydi. Bu yüzden intihar etti, gözlerimin önünde.”

Yavuz donakaldı. “Ne?”

“Evden kaçmayı başarmıştık,” dedim sanki sıradan bir konudan bahsediyormuş gibi durgun durgun. “Anneannem bize kalacak yer ayarlamıştı ama Oktay’ın bizi bulması pek uzun sürmemişti. Annem sanırım bu zevki ona bırakmak istemedi.”

Şehirden uzakta bir evdeydik, etrafımız sarılmıştı ve annem beni eve kilitleyerek dışarıya çıkmıştı. Ona gitmemesi için yalvardığımı hatırlıyordum ama beni dinlememişti, duymamıştı bile. Ardından kapıyı açamayınca pencereye koşmuştum. Dışarısı adam kaynıyordu. Oktay’la annem karşı karşıyaydı ve annemin elinde silah vardı. Pencerenin camlarını yumruklarken ellerimin nasıl acıdığını hiç unutmadım. Attığım çığlıklar yüzünden boğazımın patlayacağını düşünmüştüm ama bahçedeki kimse dönüp bana bakma zahmeti bile göstermemişti. Orada hissettiğim çaresizliğin acı tadı hâlâ içimdeydi.

Bağrışmaları duymuştum, annem biriktirdiği tüm öfkesini kusarcasına içindekileri haykırıyordu. Belki de ilk kez Oktay’a karşı cesur duruyordu. Sonra silahın ucunu birden göğsüne bastırdığını hatırlıyordum. Namlu kalbini hedef almış hâldeydi ve çocukluğuma sıkılan o kurşunun sesi çok geçmeden kulaklarımı uğuldatmıştı.

“Sen... sen nasıl kurtuldun?” dedi Yavuz sanki beni o andan çekip almak istercesine ya da duydukları ona ağır gelmişti ve kaçma yöntemi buydu, o an bilememiştim.

“Hatırlamıyorum. Orada bayıldım sanırım, kendime geldiğimde de yetimhanedeydim. Anneannem yanımdaydı. Oradan beni nasıl kurtardığını hiç anlatmadı, hep geçiştirdi ve bana artık yetimhanede yaşayacağımı söyledi. Olan bitenden kimseye bahsetmemem konusunda tembihledi, gözümü korkuttu ve gitti. Sudan çıkmış balık gibi beni onlarca çocuğun içerisinde yapayalnız bırakıp gitti.”

“Sonra... Hümeyra’yla mı tanıştın?”

Kafamı yavaşça iki yana salladım. “Sarp’la tanıştım,” dedim, yüzümde yine o acı gülümsemem vardı. “Onca şeyden sonra bana çok iyi geldi. Orada günlerce tek kelime etmedim ama nasıl olduysa Sarp benimle iletişim kurmayı başarabildi. Ona güvendim, onunla konuştum, benim tek arkadaşım oldu. Bir daha kimse beni sevemez sandığım anda ortaya çıktı ve beni bir çocuğun sevebileceği kadar sevdi.”

“Sarp... Ondan hiç bahsetmemiştin,” dedi Yavuz merakla. Diğer anlattıklarımı da ilk kez duymuştu ama sanırım onlar detaylarına inmek istediği konular değildi, ona hak veriyordum.

“Çünkü o da pek anlatmamam gereken dönemde kaldı. Ben iki tane yetimhanede kaldım, Yavuz. Sarp ilk yetimhanedeydi ve benim oradaki sürem sınırlıydı. Anneannem ardımdaki tüm izleri sildiğinden emin olmak istercesine yetimhanemi değiştirme kararı almış, Hümeyra’nın olduğu yetimhaneye bu şekilde geçtim ve asıl hayatım ondan sonra başladı. Geçmişi tamamen silinmiş, ismi bile değiştirilmiş bir kız çocuğu olarak yeni hayatıma adapte olmaya çalıştım.”

Elbette kolay değildi. Yaşadıklarımdan ötürü bazı korkular oluşmuştu. Mesela hayalet gibi yaşamaya o kadar alışmıştım ki topluma uyum sağlamak konusunda güçlük çekmiştim. Duygu ve düşüncelerimi korkmadan ifade etmek de epey zamanımı almıştı. Babaannemin istediğini yaptırmak uğruna gözümü korkutmak için uydurduğu öcülerden uzunca bir süre korkmaya devam etmiştim. Oktay’ın kızınca beni odaya kilitlemeyip durması yüzünden kapılardaki kilitlerin hepsini yok etmiştim, buna da alışmam bayağı zor olmuştu. Keza beni karanlıkta bırakırdı ve babaannem karanlıkta öcüler olduğuyla beni korkuttuğu için uzun yıllar ışık açık şekilde uyumuştum, şimdilerde neyse ki bundan da kurtulmuş sayılabilirdim; hiç değilse gece lambası yeterli geliyordu. Saçlarıma dokunulmasına tahammül edemezdim; bu çizgiyi ilk geçen Hümeyra olmuştu ve ikinci geçense Cesur’du. Ayrıca gök gürültüsünde asla uyuyamazdım ve bu hâlâ devam ediyordu.

“Sarp’ı da geride bırakıp bir kayıp daha yaşadıktan sonra yeni biri için içimde hiç yer kalmadığını sanmıştım ama Hümeyra’yla tanışınca yine tüm dengelerim altüst olmuştu,” dediğimde ufak bir kıkırdama dudaklarımdan döküldü. “Nasıl olduğunu bilirsin işte, bir enerji kaynağı gibi çıkıverdi ortaya. Sevimli suratına kandım, çok kolay kanıma girdi. Herkesten uzak dururken bahçede onunla kol kola gezmeye başladım. Bana her şeyi unutturdu, Yavuz, unuttum. Onunla yeni bir hayat kurabilecek kadar her şeyi unuttum. Peşimde bir bela taşıdığım hiç aklıma gelmedi. Günün birinde bu belanın hortlayarak birden ayaklarıma dolanacağını hesap edemedim. Ben sadece bana verilmeyen tüm sevgileri koşulsuz şartsız bana sunan o küçük kızla aile olmak istemiştim.”

Yavuz gürültüyle yutkunduktan sonra, “Yiğit ve ailesiyle bir bağın mı var?” diye sordu, kafası karışmış görünüyordu.

“Hayır, onlarla hiçbir bağım yok. Onların hayatıma dâhil olması tamamen tesadüftü. Yiğit beni sevdi ve ne olduğunu sakladı, sonra her şey ortaya çıktı ve ben kaçtığım hayatla yüzleştim. Kendinden asla kaçamazsın işte; bak, ben de kaçamadım. Onun yüzünden bela yeniden yakama yapıştı. Artık saklanamayacağım kadar ortada duruyorum. Gidemem de. Cesur o kadar takıntılı ki peşimi asla bırakmaz ve o bildiği sürece başkaları da bilir.”

“Cesur,” dedi sonra durdu ve derin bir soluk aldı. “Sana değer veriyor-”

“Bana değil, ben yansımayım, bilmiyor musun?” dediğimde sesimdeki kırgın kadın ortadaydı.

“Ne olduğunu anlayamayacak kadar kör olamazsın. Sana nasıl baktığını görüyorum, Nehir.”

Kalbim birden daha hızlı atmaya başladı. “Nasıl bakıyormuş ki?”

“Benim Hümeyra’ya baktığım gibi.”

Yavuz’un fırlattığı ok beni tam on ikiden vurduğunda sarsıldım. Kendime uyduracak bahaneler ararcasına sağa sola bakındım ama hiçbir şey bulamadım. Birden elim ayağım birbirine dolandığında hızlı hızlı nefes alıyordum ve serseme dönmüş hâldeydim. Kulaklarımda uğuldama, midemde yine garip bir bulantı vardı.

“Şey... ben... ben... yeter bu kadar. Elimi yüzümü yıkasam iyi olacak,” diyerek fırlar gibi ayağa kalktım, Yavuz da benimle birlikte kalktı. “Kabullenmemek için bu kadar çırpınma,” dediğinde sertçe yutkundum. “Herkes her şeyin farkında, Nehir, istediğin kadar inkâr etsen de.”

Herkes, her şeyin farkındaydı.

Başımın döndüğünü hissederken, “Banyo,” diye sayıkladım. Yavuz kafasını iki yana sallayarak hafifçe güldü.

“Şu anda o kadar sersem görünüyorsun ki yürüyebileceğine dair şüphelerim var.”

“Elbette yürüyebilirim,” dedim kaşlarımı çatarken. Sanki şu anda tek sorunum bu oluvermişti. İlk adımı attığımda her şey olması gerektiği gibiydi ama ikinci adımı attığımda bir anda tüm dünyam yer değiştirmişti ve kendimi hızla yere düşerken bulmuştum. Gerisi karanlıktan ibaretti.

×××

Evin bodrum katındaki ışık almayan, ıvır zıvırla dolu olan odadaydım. Pencerenin yerini almış olan ufak havalandırma oradaki boğucu havayı ferahlatmaya yetmiyordu. Kapının hemen yanına çömelmiş, ayaklarımı kendime çekip sarılarak oturmuştum. Ağlamaktan gözlerimde yaş kalmamıştı. Saçlarımın dipleri hâlâ acıyordu, çünkü babam beni buraya sürüklerken onlara çok asılmıştı. Kaç saattir burada olduğumu bilmiyordum ama artık açlığın da verdiği etkiyle çok üşümeye başlamıştım. Olduğum yerde zangır zangır titriyordum; bu hem üşümemden kaynaklıydı hem de bulunduğum odada önümü bile göremeyişimden. Sadece çizgiler halinde siluetlerini seçebildiğim eşyalar gözüme korkutucu canavarlar gibi görünüyordum. Nefes almaya bile çekiniyordum, sanki her an biri canlanıp üzerime atlayacakmış gibi geliyordu.

Derken bulunduğum odanın kilidi gürültüyle çevrildiğinde çıkan tok ses beni irkiltti, oturduğum yerde sıçrayıp kaçabildiğim kadar geriye kaçtım ve odadaki eşyalardan birine sırtım değince çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. Korku dolu gözlerim açılan kapının ardındakine bakıyordu. Koridordaki sarı ışığın vurduğu beden Oktay’ınki değildi, ebadından anlamıştım, daha ufaktı.

“Deniz,” diye fısıldadı Arda.

“Abi,” diye karşılık verdiğimde sesim titriyordu ve onu görmek tüm dayanma gücümü sekteye uğratmıştı. Koşup bana sarılmasıyla ona can havliyle sarılıp ağladım. Hızlı hızlı beni yatıştırmaya çalıştı, çünkü biliyordum vakti yoktu. Eğer yakalanırsa o da dayak yerdi.

“Biraz daha sabret, tamam mı? Sabah olunca çıkartacaklar seni, babam öyle söyledi. Azıcık kaldı, bal kokulu kardeşim, azıcık daha.”

“Ne zaman sabah olacak abi?”

“Eğer dediğimi yaparsan hemen sabah olur. Dinle şimdi, dışarıda çok güzel bir gece var, Deniz. Hadi gözlerini kapat ve yıldızları say. Bininci yıldıza gelmeden sabah olacak,” dedi, çünkü bininci yıldıza gelmeden uyuyakalırdım ve sabah olurdu. Arda bu odaya kapatıldığı anlarda yaptığı ritüeli bana da öğretmişti.

“Tamam, sayacağım. Bir, iki, üç, dört...”

“Bekle, önce bunu ye, tamam mı?”

Avuçlarıma tutuşturduğu ekmekten hızla bir ısırık aldım. İçinde hiçbir şey yoktu, kupkuru ekmekti ama o an benim için dünyanın en lezzetli yemeğiydi, çünkü saatlerdir boğazımdan tek lokma geçmemişti.

Arda sık sık arkasına bakıp gelen giden olmadığından emin olmaya çalışırken yavaşça ayaklandı. Gitmeden önce bana son kez sarılıp, öptü. “Unutma, Deniz, bininci yıldızda sabah olacak.”

Hızlı hızlı kafamı sallayıp, “Tamam abim,” derken ekmekten bir ısırık daha kopardım. Sonra Arda gitti. Kapının kilidi bir kez daha döndü ve ben yine irkildim. Yine de artık ilk andaki kadar korkmuyordum ve o kadar üşümüyordum da. Çeyrek ekmek beni biraz olsun kendime getirmişti. Geriye abimin dediğini yapmak kalıyordu. Köşeme geçip yere kıvrıldım ve gözlerimi kapattım. Hayalimdeki gökyüzünde yıldızlar o kadar parlaktı ki gözlerim kamaşmıştı. Onları sayacaktım ve hemen sabah olacaktı. Derin bir soluk alarak kendimi hazırlayıp saymaya başladım.

“Bir, iki, üç, dört, beş... yirmi altı, yirmi yedi... kırk sekiz, kırk dokuz... seksen... bir... iki...”

Ve sonra sabah oldu.

Gözlerim birden açıldı. Tepemdeki gökyüzü silinip yerini açık olan televizyonun renkli ışıklarıyla bir aydınlanıp bir karanlığa dönen tavana bıraktığında ne olduğunu anlayamamanın verdiği sersemlikle gözlerimi peş peşe kırpıştırdım. Evimin bodrum katındaki o odada olmadığımı anlamam biraz zamanımı aldı. Bulut’un evindeydim ve salonundaki koltuklardan birinde yatıyordum. Üstüme örtülmüş battaniyenin altında sıcacıktım.

“Nehir, iyi misin?” diye fısıldadı Yavuz. Hemen yanımdaydı ve elimi tutuyordu. Ayrıca kolumda damar yolu açılmıştı ve serum bağlıydı. “Kâbus mu gördün?” diye sordu benden tepki alamayınca.

“Yok,” derken ağzım kupkuruydu. “Güzel bir rüyaydı.”

“Bir şeyler söyledin. Sayı sayıyordun yanlış anlamadıysam.”

“Evet, yıldızları sayıyordum.”

“İyisin, değil mi?”

“İyiyim,” dedim ama sesim hayli cansızdı. “Ne oldu?”

“Bayıldın, Bulut’u çağırdım, sağ olsun hemen geldi,” dediğinde ancak televizyonun yanındaki tekli koltukta uyuyakalmış olan adamı fark edebildim. “Hastaneye gidersek işler karışacaktı, biz de evde bir şeyler yaptık. Birkaç tüp kan aldı senden, serum taktı. Yarın sonuçların çıkacak, değerlerini öğreneceğiz.”

“Tüm bunlara ne gerek vardı? Yorgun hissediyordum sadece, ondandır,” dedim kısık sesle. Sonra iç çektim. “Saat kaç, Yavuz?”

Kolundaki saate baktıktan sonra cevap verdi. “Sabaha karşı beş. Ayrıca bunun sadece yorgunlukla ilgili olduğunu sanmıyorum. Günden güne daha çok soluyorsun, belki bir şeyler eksiktir, vitamin falan. Emin olmak istedik gibi düşün.”

Yeniden iç çektim ve o kadar saat uyumuş olmamı garipsedim. Ayrıca Yavuz neden uyanıktı, başımda mı beklemişti? Daha zinde hissetmeme şaşırmamalıydım, çünkü koca bir günü ve geceyi uyuyarak geçirmiştim. Ağzımdaki nahoş tadı gidermek adına birkaç kez yutkunurken, “Hiç arayan oldu mu?” diye sordum yavaşça.

“Belki de yüzlerce kez,” dedi. “O da aradı.”

“Geri döneceğimi söyleseydin.”

“Söylemedim. Sürünsün biraz daha,” dedi merhametsizce.

Güldüm. “Bulut’a yük oldum iyice ama.”

“Bulut bunu sorun edecek biri değil. Sadece kapıdaki adamlardan biri onu hastaneye kadar takip ettiği için biraz gerildi, ben de Tuna'yla konuştum, şimdi ortalıkta görünmüyorlar.”

“Yavuz,” dedim hemen yanımda, koltuğun dibinde oturup elimi sıkı sıkı tutan adama uzun uzun bakarken. “Neden uyumadın?”

“Uyku tutmadı,” dedi. Ardından uykusuzluktan kızarmış olan gözlerini ovalayıp sıkkın bir solukla göğsünü şişirdi. “Nehir,” dedi tıpkı az önce benim ona baktığım gibi bana bakarken. “Tüm bunları... Hümeyra biliyor muydu?”

“Bilmiyordu. İlk kez sana anlattım.”

“Neden ona anlatmadın? Sana benden çok daha yakındı.”

“Benden korkmasından korktum sanırım,” dedim derin bir soluk aldığım sırada. “Beni terk etmesinden korktum. Bilseydi... kalır mıydı benimle?”

Tereddütsüz, “Kalırdı,” dedi.

“Kalırdı,” dedim ben de kabullenerek. “Ama biliyor musun, onunla tanıştıktan sonra hayatım düzene girdi. Bana yeni bir aile oldu. Güldü, güldüm; güldüm, güldü. Ağladı, ağladım; ağladım, ağladı. Ben onunlayken eski beni öyle güzel unuttum ki çoğu zaman ne olduğum aklıma bile gelmedi. Hümeyra’yla tanıştıktan sonra gerçekten Nehir olabildim. Her şey çok güzeldi, Yavuz. Yemin ederim ki benim gibi birinin bu kadar güzel toparlayabileceğine asla inanmazdım ama onunla toparladım. Şimdi aylar öncesinde tanıdığın o kadına benziyor muyum bak? Benzemiyorum, değil mi? Benzemiyorum.”

“Benzemiyorsun,” dedi gerçeği saklamadan. “Ben de benzemiyorum o adama, biliyorum. Hümeyra bizi ışığıyla aydınlatıp sonra da gitti, biz yine karanlıkta kaldık. Günü aydınlatanın güneş olduğunu sanırdım ama benim için Hümeyra’ymış, artık daha iyi anlıyorum.”

“Onunla yeni bir hayat kurduğum için bencil mi sayılıyorum?” diye sordum durgun durgun karşımda kalan sesi kapalı ama görüntüsü açık televizyonun ekranına bakarken. “Ne olduğumu biliyordum, peşimdekileri biliyordum ama yine de onunla aile oldum. Bu beni bencil yapar mı? Beni bir gölge gibi takip eden karanlığı görmezden geldim. Sonra o karanlık Hümeyra’yı aldı, bunu tahmin etmem gerekirdi, değil mi? Onunla aile olmadan önce... pisliğimin ona da bulaşabileceğini düşünmeliydim, değil mi?”

Yavuz başına saplanan ağrılara artık dayanamıyormuş gibi sertçe alnını ovalarken, “Artık bencil değilsin,” dedi. “Düne kadar benim için dünyanın en bencil insanı bile olabilirdin ama artık değilsin. Sadece ufak bir çocuktun... Aile kurmak istedin. Hümeyra biri için sahip olunabilecek en güzel aileydi.”

“Hümeyra sahip olunabilecek en güzel aileydi,” diye tekrarladım. “Yavuz... kimseye anlatmazsın, değil mi?”

“Anlatmam,” dedi, bu bir yemindi. Sonra derin bir soluk aldı. “Nehir,” dedi yavaşça. “Gerçek adın ne?”

Tıpkı onun gibi ben de derin bir soluk aldım ve ismimin dudaklarımdan dökülmesine izin verdim. “Deniz,” dedim fısıltıyla. “Benim adım Deniz.”

×××

Deniz... bizim kırık çiçeğimiz 🥺

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%