@yazarimsibirileri
|
Florya’nın en gözde yerinde bulunan, sadece damak tadını bilenlerin uğradığı ve Adana yöresi yemekleriyle meşhur olan Kozanoğlu bu gece için kapalıydı. Anadolu kültürünü hem mutfağına hem de dizaynına taşımış olan bu restoran sadece çok özel müşterileri için kapılarını diğer insanlara kapatırdı ve bu gece Barut mekândaydı. Üç masa birleştirilmiş, onlar için çeşit çeşit yiyecek ve mezeyle doldurulmuştu. Garsonlar titizlikle ilgi göstermiş, hiçbir şeylerini eksik etmemişti. Şafak yeni yeni sökerken restoranın denize nazır, henüz havalar yaza dönmediği için kapalı olan pencerelerine güneşin ilk ışıkları vurmaya başlamıştı. Geceden dopdolu olan uzun masada artık sadece beş kişi kalmıştı. Barut, Mila ve Gökhan’a oldukça samimi oldukları dostları, bu gecenin yıldızları eşlik ediyordu. Maral ve Serdar’ın gelecek haftadaki düğünleri öncesi kendi aralarında kutlama yapmak istemişlerdi. Laf lafı açmış, koyu sohbetler uzamış ve upuzun gece sabaha ermişti. Artık yavaş yavaş kalkmak için hazırlanıyorlardı. Mila, Gökhan’ın yardımıyla yakası kürklü paltosunu omuzlarına geçirirken, “Gerçekten eğlendim, bunu neden şimdiye kadar yapmamışız ki?” diye hayıflandı. “Barut abinin işleri hiç bitmiyor, bence ondan,” dedi Maral biraz laf atarcasına. Barut ise hafifçe gülüp kalan rakısını diktikten sonra karşısında kalan, minyon tipine rağmen sert bakışlarıyla herkese haddini bildirebilecekmiş gibi duran esmer kadına döndü. “Seni düğünden sonra özel uçakla Roma’ya gönderiyorum ama yine de bana sataşıyorsun. Pes.” “Tabii ki göndereceksin, müstakbel kocamı sürekli meşgul etmene neden tahammül ediyorum sanıyordun?” Barut içten, ufak bir kahkaha attı. Maral, onun dünyasına ait değildi ama Serdar’a o kadar aşıktı ki yeraltını öğrenmiş ve kabullenmişti. Elbette endişeleri, bazı korkuları hâlâ vardı ama ne olursa olsun Serdar ile aynı yolda yürüyeceğini belli etmişti. “İçkiyi biraz fazla kaçırdı abi,” dedi Serdar. Maral’ın mazur görülmesini istercesine konuşsa da sadece takılıyordu. Maral söyleneni hiç duymamış gibi, “Hayatım, yarın kuaföre benimle geleceksin, değil mi?” dedi sevdiği adamın koluna girerken. Çakır keyifti, öylesine gevşemiş ve mayışmıştı ki ayakta duracak gücü bile kalmamış gibi Serdar’a yüklenmişti. Serdar ise kadının beline kolunu sıkı sıkıya dolamış, tüm ağırlığını alırcasına onu kendisine çekmişti. “Kuaför mü? Benim ne işim var orada kızım?” “Hangi saçı seçeceğim konusunda kararsızım...” “Seçmiştin ya Maral, unuttun mu?” “Ah... onu sevmediğime karar verdim.” “Ne zaman?” “Şimdi?” “Of, Maral, of...” “Gelinliğimi de değişsem mi...” “Sen eve gidip uyu güzelim, kalkınca bakarız, olur mu?” “Bilmem, olur mu?” Serdar kadına daha sıkı sarılırken hem sinirleri bozulmuş hem de kadının hafif sarhoş hâlinin sevimliliğiyle doluydu. Birbirlerine dolanmış şekilde restorandan çıkmak için kapıya yürüyen çiftin arkasından bakan Barut ise sessizce iç çekti. Serdar kıymet verdiği dostlarındandı ve onun adına mutluydu. Aradığı kadını bulmuştu, artık sırtı yere gelmezdi. Mila birden önüne geçerek, Serdar ve Maral’a odaklanmış olan bakışlarını üzerine toplayarak, “Hadi hayatım, daha ne kadar oturacaksın? Sabah oldu. Eve gidip yatmak istiyorum,” dedi o her zamanki ele avuca sığmayan hırçın tavrıyla. Barut yeniden iç çekti, bu kez gürültülüydü. Koltuğunu geriye itip ayaklandığı sırada Gökhan, “Hesabı hallettim,” diyerek, bu işi üstlendiğini belli edercesine restoran sahibiyle olan konuşmasına geri döndü. Barut sadece kafasını salladı. Bekleme sabrı göstermeden hemen önünden ilerlemeye başlayan Mila’nın kıvrımlı vücudunu süzerken gece boyu keyifli olan hâlinden eser dahi kalmamıştı. Çevresinde yaşıtı olup hâlâ bekar kalan en yakını Gökhan’dı. O da hâlinden memnun görünüyordu. Ancak kendisi artık memnun muydu emin olamıyordu. Mila ile uzun soluklu bir ilişkileri vardı. O, mükemmel bir kadındı. Tıpkı Maral gibi bu dünyaya ait değildi ama içeriye adımını attığı anda herkesten daha çok yerlisi oluvermişti. Barut onun yüksek özgüveninden, başı belaya girse bile kimseye ihtiyaç duymadan kurtulabilecek olmasından, hırçın güzelliğinden memnundu. Mila her ne şartta olursa olsun her şeyi idare edebilecek zekada bir kadındı. Hırslıydı, istediğini mutlak suretle alırdı. Tam da Barut’a göreydi. Ancak ilişkilerini daha ileriye taşımak için hiçbir isteği yoktu. Evliliği çoğu kadının isterdi ama Mila konusunu bile açmıyordu. Hatta ona yaptığı bazı imaları duymazdan geliyor, oralı bile olmuyordu. Barut bunun onun zincir vurulamaz ruhuna ters düştüğünü kabullense de artık durumdan rahatsız olmaya başlamıştı. Hele de Serdar’ın evliliği bu rahatsız hissi iyice belirginleştirmişti. “Hayırdır abi?” dedi Gökhan, hesabı halleder halletmez Barut’un yanında soluğu alırken. İkisi amca oğullarıydı ve beraber büyüdükleri için birbirlerini anlamak konusunda en iyisi onlardı. Barut önemli bir şey olmadığını belli edercesine kısaca kafasını salladı. “Güzel geceydi, iyi akıl etmişsin. Sıklaştıralım bunu.” “Belki bir dahaki sizin düğün kutlamanız için olur,” dedi Gökhan. Kaçın kurasıydı, onun fark etmeyeceği hiçbir ayrıntı olamazdı. Bunun için sadece Barut’un bakışlarını takip etmesi bile yeterliydi. Büyük mekânın içerisinde birkaç adım önlerinden ilerleyen ve telefonuyla ilgilenen Mila’ya öyle dalgın bakıyordu ki ne düşündüğünü anlamak zor değildi. “Eyvallah,” dedi Barut sadece. “Babam artık benden ümidi kestiği için senden torun haberi bekliyor,” dedi Gökhan işi biraz daha ileriye taşıyarak. Barut sessiz kaldı. Elbette torun beklenirdi ama bunun önünde bir engel vardı. Mila tam istediği kadındı evet, ancak çocuk doğurmak isteyecek bir kadın değildi. Onu karnında bebeğini taşırken ya da beslerken hayal bile edemiyordu. Mila tereddüt etmeden birini öldürebilirdi ama birine, bir bebeğe hayat verip onu büyütemezdi. “Amcama benden selam söyle,” dedi Barut. “Ee ne çıktı buradan şimdi? Pek olumlu bir tavır alamadım ben.” “Var biraz daha zamanı.” “Ya baban isterse? Biliyorsun-” Barut, “Oğlum iyi ki güzel bir gece ayarladın dedik illa sonunu batıracak mısın?” diye sitem etti. Gökhan da konunun gidişatından memnun değilmiş gibi kaşlarını bükerken, “Sadece ağzını aramak istemiştim ama... Cidden abi bunu hiç düşünmemiştim. Ya isterse?” dedi yine aynı konuya takılı kalarak. “İstemez.” “Sen tek çocuğusun-” “İlla benden ilerleyecek değil ya sen varsın. Ha ben ha sen ne fark edecek?” “Amcama fark eder,” dedi Gökhan. “Liderlik babandaydı, şimdi sende, senden sonra bana geçmesini istemez.” “Artık isteklerinin bir önemi yok,” dedi Barut kestirip atarcasına. Ancak biliyordu ki babası her ne kadar her şeyden elini ayağını çekip, inzivaya çekilmiş olsa da hâlâ onun istekleri gerçekleşiyordu. Yine de şimdilik bunu düşünmeyi sonraya ertelemeyi seçerek Mila’nın ardından restorandan çıktı. Merdivenlerin en alt basamadığında birbirlerine sarmaş dolaş sarılarak kıkırdayıp duran Maral ve Serdar’a bakarken yeniden dudaklarına memnun sırıtışlarından birini kondurdu. Bu gece onların gecesiydi ve kendi sorunlarıyla daha sonra ilgilenecekti. “Hava bu kadar soğuk muydu? Çok üşüdüm,” dedi Mila paltosuna iyice sarıldığı sırada. Barut, kadının kısacık elbisesi yüzünden üşüyen bacaklarını ısıtabilmek adına yerinde kıpır kıpır hareket etmesi karşısında gülerek kafasını iki yana salladı. Mila iyi içmişti, ancak sabahın soğuğuna karşı kanındaki alkol bile yetersiz kalıyordu. Uzanıp kadını kendine doğru çekerken ona arkasından sarıldı. Mila tıpkı tırnaklarını saklamış kedi gibi uysalca göğsüne yaslanıp memnun mırıltılar çıkartırken yüzündeki sırıtış iyice arttı. Bu sırada valenin otoparktan çıkarttığı araç mekânın önüne yaklaşmaktaydı. Barut süs havuzunun çevresini dönen aracı izlerken alışageldiği şekilde etrafı kontrol etmekten kendini alamadı. Burası güvenilirdi ama Barut kimseye güvenmiyordu. Keza tam karşısında, metrelerce uzağında kalan yolun diğer şeridinde duran araç gözüne takıldığında duraksadı ve gözlerini kısarak aracı daha dikkatli inceledi. Orada olan başka araçlar da vardı ve yoldan geçen başkaları da bulunuyordu. Barut’un dikkatini çeken tanıdıklıktı. Çünkü, o siyah Lamborghini kimindi biliyordu. Sahibi bile oradaydı. Aracı yolun sağına çekmiş, sürücü kapısını açık bırakmış, aracına yaslanmış duruyordu. Bakışları onun sert bakışlarıyla çakışıyordu. O, Cesur Çağlayan’dı. Barut tehlikeyi sezmiş gibi olduğu yerde dikleşti. Onun birden değişen havasını fark eden Mila huysuz homurtular çıkartırken Barut onu duymuyordu. Mesafeden dolayı Cesur’un hareketlerini kaçırmamak için öylesine odaklanmıştı ki tüm dikkati ondaydı. Cesur ise sanki oraya hava almaya gelmiş kadar rahat görünüyordu. Hatta elini cebine atıp sigarasını çıkartacak kadar ve onu yakacak kadar rahattı. Düşman bakışlarını o kadar mesafeden hissetmese Barut onun orada öylesine durduğunu bile düşünebilirdi. Ancak biliyordu ki Cesur öylesine ortaya çıkmazdı. Vale aracı restoranın merdivenlerinin hemen önüne park etti. Serdar, “Hiç değilse bu saatte trafik olmaz, on dakikaya evde oluruz,” dedi. Sonra unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi duraksadı. “Siktir Maral! Babana seni gece yarısından önce eve bırakacağımı söylemiştim. Hiç aramadı da. Aramaz da zaten, neden arasın! Yandım ben!” Genç kadın tatlı tatlı kıkırdayıp sevdiği adama iyice sokuldu. “Hem de fena yandın. Vermez beni sana artık.” “Onun vermesine gerek yok ben aldım bile,” dedi Serdar kadının ayaklarını yerden kesip onu valenin açtığı arka kapıya taşıdığı sırada. Barut hâlâ Cesur’a bakıyorken Gökhan, “Abi!” dedi hızla. Elini Barut’un omzuna koyarak dikkatini çekmek istercesine sıktı. Cesur’u o da fark etmişti. “Ne işi var bunun bu saatte burada?” Mila bir şeylerin ters gittiğini anlayarak Barut’un iyiden iyiye gevşemiş olan kollarından tamamen sıyrılıp omuzlarını dikleştirdi. Yeşil gözleri doğrudan karşısında kalan adama değdi. Üçünün bir noktaya odak kesilmesi elbette Maral ve Serdar’ın dikkatinden kaçmamıştı. Hatta Serdar baktığı yerde Cesur’u görünce sevdiği kadını koruma içgüdüsüyle onu araca doğru itip, “İçeri geç güzelim sen,” diye uyarmıştı. Maral geniş aracın birbirine bakan deri koltuklarından birine yerleşirken, “Ne oluyor?” diye sordu. Bu herkesin cevabını merak ettiği bir soruydu. Barut, “Neden buradasın?” diye kısık sesle, kendi kendine konuştu. Tamamen gergindi ve o her zamanki umursamaz tavrına bir türlü bürünemiyordu, çünkü tehlikeyi sezmişti. Cesur’dan bir an olsan kopartamadığı bakışlarıyla onun neyi amaçladığını çözmeye çalışırken Cesur elini tekrar cebine atıp telefonunu çıkardı. Bir an sonra Barut’un telefonu çalmaya başladı. Ortamdaki gerginlik iyice tırmandığı esnada Barut tüm merakına rağmen ağır hareketlerle telefonunu çıkartarak aramayı cevaplandırdı. Tam karşısında duran adam sigarasından derin bir soluk çektikten sonra, “Ne güzel bir sabah,” dedi sanki sıradan bir anda ve sıradan bir sohbettelermiş gibi. “Ne istiyorsun?” diye sordu Barut, sesi bile kaskatıydı. “Bu zamana kadar benimle ne derdinin olduğu inan hiç umurumda olmadı,” dedi Cesur. “Yine olmayacak ama bundan sonra her hatanın bedelini ödeyeceksin.” “Nehir,” dedi Barut olayın özünü hızla kavrarken. Dudaklarında buzdan bir kıvrım oluştu. “Beni sana sattı.” Mila bunun olacağını tahmin ettiğine dair bir şeyler söylediği sırada Cesur içine doldurduğu zehirli dumanı havaya bırakıp konuştu. “Bu gece iyi eğlendiniz mi?” Barut güler gibi bir ses çıkardı. “İzlediğinden eminim.” “Yok,” dedi Cesur. “İzlemek için geldim.” Sonra telefon kapandı ve aynı saniyede Gökhan kendileri ait olan lüks Vito aracın arka tamponundan yansıyan minik kırmızı ışığı fark edip, “Bomba!” diye bağırdı. Barut Mila’yı kendisine çekerek korumaya alırken Gökhan restoranın kapısını açarak hızla içeri girmeleri için bağırıyordu. Serdar ise Maral’ı araçtan indirmek için çırpınıyordu. Çıkan kargaşada Barut Mila’yı ve Gökhan’ı restorana soktuktan sonra geri dönüp Maral ve Serdar’ı araçtan uzaklaştırmak adına merdivenlere yönelmişti ki Mila onun koluna asılarak gitmesine engel oldu ve aynı saniyede patlayan bomba ikisinin şiddetle geriye doğru savrulmasına sebebiyet verdi. Aracın parçaları etrafa uçuştu, restoranın tüm camları indi ve büyük bir yangın başladı. Diğer araçların alarmları çalıp, sağ kalan restoran çalışanlarının çığlıklarıyla birbirine karıştı. Sonra alana çökmüş olan yoğun duman hafifledi ve yerde yatan bedenler ortaya çıktı. ♧ Tavaya attığım yağın erimesini beklerken omlet için kırdığım yumurtaları çırpıyordum. Aynı esnada da sözlerinin çoğunu unuttuğum şarkıyı mırıldanıyor, unuttuğum kısımlarına başka kelimeler uydurarak tamamlıyordum. Dışarıda insanın içini sıcacık yapacak havalardan olmasa da bugün benim içim sıcacıktı. Sabaha karşı ancak uyuyan ve şu anda kendinden geçmiş şekilde uyumaya devam eden Yavuz’la aramızdaki sorunları düzeltebilmenin verdiği huzuru yaşıyordum. Saçlarımı at kuyruğu yapıp toplamıştım. Fil figürlü pijama hâlâ üzerimdeydi. Kendimi Hümeyra’yla birlikte yaşadığım evdeki tatlı Pazar kahvaltılarından birindeymiş gibi hissediyordum. Sanki birazdan arka odadan Hümeyra seslenecek ve açlık seviyesindeki düşüşle ilgili acındırmalarını yapacaktı. Sevimli hâlleri gözlerimin önüne düştüğünde bu sahne içimi acıtmadı, aksine kendimi gülerken buldum. Sanki Yavuz’la barışmam anılarımla barışmamı sağlamıştı. Hiç değilse iyi olanları hatırladığımda artık canım yanmıyordu. Yağın erimesiyle birlikte çırptığım tüm yumurtayı tavaya döküp her yere yaydım. Yumurta kısık ateşte pişerken o garip bulantı yeniden kendisini belli etti, ancak bu kez hafifti. Elimde kalan yumurta kasesindeki çiğ koku beni tetiklemişti. Yumurtanın bozuk olup olmadığını anlamak için daha yakından kâseyi koklamak istesem de midem buna hazır değilmiş gibi kıvranınca anında bu düşünceden vazgeçip kâseyi lavabonun içerisine bıraktım. Sanırım bu sabah yumurta yiyemeyecektim. Sıradan bir omletin tüm pozitifliğimi bozmasına izin vermeyeceğimi belli edercesine onu aklımdan çıkartarak, hazırladığım diğer kahvaltılıkları tepsiye yerleştirip arkamda kalan masaya taşımak için döndüm ve Bulut’u orada görünce korkuyla yerimde sıçramaktan kendimi alamadım. Masadaki sandalyelerden birine oturmuş, elinin tekini çenesinin altına yerleştirmiş beni izliyordu. Ne zamandan beridir orada olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu, çünkü geldiğini duymamıştım. “Affedersin, korkutmak istememiştim,” dedi özür dilercesine. Yavuz hâlâ uyuduğu için normalden daha kısık sesle konuşuyordu. “Çok keyifli görünüyordun bozmamak için sesimi çıkarmadım. Bu arada günaydın.” Saate baktı. “Tünaydın demek daha doğru olur aslında. Öğlen olmuş.” Hafifçe gülümseyerek, “Tünaydın,” diye karşılık verdim, aynı kısık tonla. Yüzüm birden çekincelerle dolduğunda ona kaçamak bir bakış attım. “Umarım mutfağına izinsiz girdiğim için kızmamışsındır. Pek uyanacak gibi görünmüyordunuz ve bende fazlasıyla uykumu almış olduğum için kahvaltıyı hazırlamak istemiştim.” “Hiç önemli değil, Nehir. Birinin kahvaltıyı hazırlamasını özlediğimi ancak anladım.” “Açıkçası ben de kahvaltı hazırlamayı özlemişim,” dedim iç çekerken. Hümeyra’dan sonra kahvaltı hazırlamak isteyeceğim kimse kalmamıştı. Ayrıca yemek pişireceğim bir alanım bile yoktu. Kulüpte her şey dışarıdan tedarik ediliyordu. “Bugün daha iyi görünüyorsun,” dedi Bulut masaya bıraktığım salatalıklardan birini kapıp ağzına attığı sırada. Hâlâ dün giydiği gömlek ve pantolonla duruyordu. Sabaha karşı Yavuz onu uyandırıp odasına taşıdığında yine kendine gelemeyecek kadar yorgun olmalıydı ki onları çıkarmayı düşünememişti. “Sanırım dün taktığın serumun etkisi. Senin de başını ağrıttım-” “Hiç önemi yok. İyi olmadığını zaten anlamıştım. Yavuz’a seni hastaneye götürmeyi teklif ettim ama kabul ettiremeyince evde çözüm bulmaya çalıştım. Eczaneden gerekli malzemeleri alırken bile kimseye belli etmemem konusunda beni sıkı sıkı tembihledi.” “Böylesi daha iyi oldu. Hastaneye gitmiş olsaydım öğrenirlerdi ve işler gerçekten karışırdı. İyiyim, şu anda hiçbir şeyim yok ama bunu onlara anlatana kadar sanırım beni Check Up’a bile sokarlardı.” Çoğul konuşsam da bunu yapacak olan sadece Cesur’du. Bulut’un kaşları çatıldı. “Kimler onlar, Nehir?” diye sorduğunda Yavuz yattığı koltukta dönerek gün ışığından rahatsız olmuş gibi kolunu gözlerinin üzerine attı. “Bilmek istemezsin, Bulut.” “Karanlık tipler olduğunu anladım, o kadar da salak değilim.” “Seni salak yerine koymuyorum-” “Senden sadece ufak bir açıklama istiyorum, tamam mı? Yavuz iyi durumda mı? Yoksa tehdit mi ediliyorsunuz? Bunu bilmem gerekiyor, Nehir, lütfen.” “Tehdit edilmiyoruz,” dedim hızla. Bunu duyduğuma şaşırmıştım ve öyle bir izlenim verip vermediğimizi sorgulamaya başlamıştım. “Aşağıda binayı gözleyen adamlar var. Sık sık kontrol ediyorum, sürekli oradalar. Dönüşümlü şekilde kalıyorlar ve kapıyı hiç boş bırakmıyorlar. Beni bile takip ettiler. Bu kadarı normal mi sence?” “Onların Yavuz’la ilgisi yok, benim peşimdeler. Karanlık tipleri hayalinde nasıl canlandırıyorsun bilmiyorum ama onlardan biriyle beraberim,” dedim kafasındaki endişeleri makul seviyeye düşürmeye çalışarak. “Biraz tartıştık ve bende uzaklaşmak istedim. Aşağıdaki adamlar sadece güvenliğim için orada. Yemin ederim ki Yavuz’la ilgili bir sorun yok. O iyi. Yani... tehlikede falan değil. Tehdit de edilmiyor. Kendi isteğiyle onların arasında kalıyor. Bir gün geri dönmek isterse kimse onu durdurmaz.” “O günün geleceğini hiç sanmıyorum,” dediğinde omuzları hafifçe düştü. “Demet daha birkaç gün önce kollarımda Yavuz için ağladı, Nehir. Şimdiyse ondan Yavuz’u saklıyorum. Bu ne kadar kötü bir durum tahmin edebiliyor musun? İyi olduğunu bilmeye o kadar ihtiyacı, ihtiyaçları var ki...” Masaya boşalttığım tepsiyi alarak mutfak tezgâhına geri döndüğüm sırada, “Seni anlıyorum,” dedim derin bir soluk aldıktan sonra. “Ama Yavuz böyle olmasını istedi. Bize de saygı duymak kalıyor. Hiç değilse artık senin için rahat, bu hiçbir şey bilmemekten daha iyi değil mi?” “Yavuz,” dedi, durdu. Omzunun üzerinden dönüp koltukta yatan adama uzun uzun baktı. “Tanıdığım Yavuz’a pek benzemiyor artık.” Tavadaki omleti tabağa alırken sertçe yutkundum. “Bazen bazı olaylar insanı değiştirir. Demet’i ne kadar seviyorsun hiç bilmiyorum ama onu kaybettiğini düşün. Birden, her şey çok güzelken ellerinin arasından kayıp gittiğini...” “Düşünmek bile tüylerimi diken diken ediyor,” dedi ürperdiğini belli edercesine kafasını hızlı hızlı iki yana salladığı esnada. “Birini sevmek delilik, artık eminim. Âşık olmak... en büyük delilik. İnsan bunu kendine niye yapar?” Delilikten bahsedilince gözlerimin önünde beliren yüz Cesur’a aitti. O, sevdiği için gerçek anlamda delirebileceklerdendi. Farkında olmadan gürültüyle iç çekip, “Bence âşık olmak güzel bir şey,” diye mırıldandım. “Hiçbir bağının olmadığı biri tarafından sevilmek, el üstünde tutulmak, kıymet görmek... güzel bir şey.” Bulut hafifçe güldü. “Sana böyle hissettiriyorsa onun karanlık biri olması önemli değil, değil mi?” “Ne?” “Onu diyorum işte, adını bilmiyorum.” “Cesur,” dedim birden saf saf. Ardından sırf yüzüm garip bir şekle girmesin, içimden geçen her şey oradan kolayca okunmasın diye kendimi yaptığım işe verip tabağa koyduğum omleti masaya taşıdım. Bulut duymak istediğini belli edercesine kafasını yavru kedi gibi öne doğru eğip, “Değil, değil mi?” diye tekrarladı. “Değil tabii ki,” dedim soluğumu gürültüyle verdiğim sırada. “Kimin kusurları yok ki? İşi veya yüzü temiz ama kalbi kötü olsaydı daha kötü olmaz mıydı? Cesur sana göre karanlık biri belki ama benim için öyle değil. Sen onu görünce yanında durmaktan gerilirsin belki ama ben en çok onun yanında huzurluyum.” Evet, hemen susmalıydım. Bulut’a bir şeyleri açıklayacağım diye benim bile şaşırdığım laflar söylüyordum ve işin ironik yanı hepsi gerçekti, inkâr bile edemeyecek kadar acınası hâldeydim. “Tamam, hiç değilse içim biraz daha rahatladı,” dedi Bulut omzunun üzerinden dönüp yeniden Yavuz’a bakarken. “İyi olmasını istiyorum. Umarım Cesur dediğin kişi sana davrandığı gibi ona davranıyordur.” “Bana ne kadar güvenebilirsin bilmiyorum ama Yavuz orada değer görüyor.” “Bu güzel. Belki de bu yüzden geri dönmek istemiyordur,” diyerek iç geçirdi. “Ailesi zamanla yokluğunu sindirecek. Umarım...” “Bence ailesini senin gibi birine emanet ettiği için gözü arkada değildir,” dedim, Bulut yeniden iç geçirdi ve bir şeyler söylemek için dudaklarını araladı, ancak tam da o sırada çalan telefonla birlikte bakışlarım televizyonun yanındaki tekli koltuğa döndü. Bulut dün gece orada uyuyakalmıştı ve sanırım telefonunu da orada düşürmüş olmalıydı. Sandalyesini gürültü çıkartmamak adına dikkatli bir şekilde geriye itip ayaklandı ve telefonunu aldı. “Demet arıyor, odaya geçeyim. Ses falan duyarsa hemen kuşkulanır,” diyerek durumu izah edip yatak odasına gitti ve kapıyı da arkasından kapattı. Bu sırada Yavuz yattığı yerde yeniden kıpırdandıysa da yine uyanmadı. Bense masada kalan eksikleri tamamlamak için mutfağa geri döndüm. Yavuz uyuyor olduğu için zaten sessiz iş yapıyordum ama şimdi tamamen parmak ucunda hareket etmeye başlamıştım. Demet’i kuşkulandırmayı asla istemezdim, çünkü eğer bir şeylerden şüphelenirse Bulut’un ciddi manada başın ağrırdı. Üstelik durumu açıklayamazdı da. Mutfak dolaplarını karıştırıp çay bardaklarını buldum ve doldurmadan önce çay kaşıklarını yerleştirdiğim sırada Bulut odasının kapısını sertçe açıp hızlı adımlarla yanıma geldi. Ellerim çaydanlığın saplarına doğru giderken, “Sorun mu var?” diye sormaktan kendimi alamadım, çünkü sakalsız suratının rengi kaçmıştı. “Nehir,” dedi, durdu, derin bir soluk aldı. İfadesi allak bullaktı. “Bundan haberin var mıydı?” “Neyden?” dedim anlayamadığımı belli edercesine kaşlarımı çatarken. Aynı esnada çaydanlığı kavrayıp elime aldım ve ilk bardağı doldurdum. “Hamile olduğundan?” Ellerim o şekilde donakaldı. Bardağa döktüğüm dem doldu, doldu ve taşarak tezgâha yayılmaya başladı. Aynı anda Yavuz, “Ne dedin sen?” diye bağırarak sanki uyuyan o değilmiş gibi yattığı yerden fırlayıp ayaklandı. Onun ani tavrı beni iyice şaşkına çevirdiğinde titreyen parmaklarımın arasındaki çaydanlık kayarak yere düştü. Bense ayakta kalabilmek adına tüm gücümle mutfak tezgâhına tutundum. Bulut haşlak suyla ve demle ıslanan halının üzerinden dikkatli bir şekilde geçerek beni yakaladı. “Gel, otur şuraya, bayılacak gibi görünüyorsun,” derken masadaki sandalyelerden birine oturmamı sağladığı sırada Yavuz sabırsızca, “Ne diyorsun oğlum sen? Şaka mı bu?” dedi duyduğunu asla kabullenemezmiş gibi. “Evet, şaka. Senin uyuyor numaranı bozmak niyetindeydim,” dedi Bulut sinirli bir alayla. “Bulut! Sabah sabah beni sınama!” “Sesinin seviyesini düzelt,” derken çenesiyle beni işaret ettiğini hissettim. “Görmüyor musun kız şoka girdi.” Ardından bir bardağı alıp suyla doldurarak ağzıma doğru yaklaştırdı, çünkü ben elimi kolumu oynatamaz hâldeydim. “Hadi canım biraz iç. Sakin ol, tamam mı? Sadece sakin ol,” diyerek su içmemi sağladığında diğer eli saçlarımı okşuyordu. Bulut şu anda bana karşı oldukça merhametli yaklaşıyordu ve bu iyi geliyordu. Duyduğum şeyin gerçek olabileceğinin ağırlığı zehirli bir duman gibi ciğerlerime çöküp, nefes almamı zorlaştırırken titreyen dudaklarım güçlükle ayrılabildi. “A-ma... ama ben... kanadım. Bulut... k-anadım...” “Hâlâ devam ediyor mu? Kontrol ettin mi?” “S-abah kontrol ettiğimde... yine kan vardı ama çok az ve... ve eski görünüyordu.” “Karnın ağrıyor mu? Daha çok kasıkların? Regl ağrısı gibi mesela?” “Ş-imdi ağrıyor...” “O korkudandır,” dedi beni yatıştırmak istercesine. “Tamam, şimdi derin bir soluk al, hadi, dediğimi yap. Önce sakin ol, durumu bir anlayalım, tamam mı?” Dediği şekilde derin bir soluk alıp hızlı hızlı kafamı salladım. Bulut telefonun ekranını açıp kan tahlilimin sonuçlarını bana gösterdi. “Tahlil sonuçlarını sabah bana atmışlar, ancak telefonu elime alınca bakabildim. Bak, beta HCG değerin normalden yüksek çıkmış. Çok fazla olmamasından yola çıkarak henüz yeni olabileceği söyledi tahlili kontrol eden arkadaşım. Ama senin kanaman var, bilmiyorum Nehir, ben kadın doğum doktoru değilim, çok da bir bilgim yok ama senin için birini arayabilirim.” “Lütfen,” diye sayıkladım. Bulut kafasını sallayarak telefonunun ekranında parmaklarını kaydırdı ve Sanem Orhun isminin üzerine gelince durup onu aradı. Ardından da telefonu hoparlöre alarak çağrının cevaplanmasını beklemeye başladı. Beşinci çalışta telefon yanıt bulduğunda tatlı bir kadının sesi evin içerisini doldurdu. “Efendim, Bulut’çuğum?” “Selam Sanem, müsait misin? Bana ayırabileceğin zamanın var mı?” “Ah, ciddi bir şey mi var? Sesin çok gergin geliyor. Müsaidim, buyur?” “Bir arkadaşım var, regl düzensiz; üç dört ayda bir oluyor. Dün kan tahlili verdi ve beta HCG’si 235 çıktı.” “Pekâlâ, gebelik söz konusu olabilir. Bugün yeniden tahlil yaptırsın ve ne kadar yükseldiğini öğrenelim. Ona göre konuşabiliriz. Son regl tarihi nedir?” Kafamı şiddetle iki yana sallarken, “Hatırlamıyorum,” diye sızlandım. Bulut sakin olmamı istercesine omzumu hafifçe sıkıp sanki kadın söylediğimi duymamış gibi tekrarladı. “Hatırlamıyormuş.” “Anladım, pekâlâ. Değer sonucuna göre yeni gebelik olduğunu söyleyebilirim. Eczaneden aldığınız gebelik testi bir süre daha negatif çıkabilir. Ultrason takibi başlatırız ama düşündüğüm kadar yeniyse orada bile görünmeyebilir. Ancak eğer alttan muayeneye uygunsa öyle de bakabilirim.” “Kanaması var, Sanem. Başta regl olduğunu düşünmüş.” “Herkesin dilinde gezen tabirle yerleşme kanaması gibi bir şey de olabilir düşük sinyali de olabilir. Bunun için kontrol etmeden bir şey söylemem ne yazık ki.” Suratımın rengi iyice kaçtı. Hastaneye gidersem ne için gittiğimi herkes öğrenirdi. Bulut sıkıntılı bir soluk alıp, “Başka önerebileceğin ne var?” diye sordu. “Bolca dinlensin, stresten uzak dursun ve en kısa sürede bir doktora görünsün.” “Tamam, vakit ayırdığın için teşekkür ederim, Sanem. İyi günler.” Bulut telefonu kapattıktan sonra onu masanın üzerine bırakıp yüzünü sıvazladı. “Neden hamile olman bir sorunmuş gibi hissediyorum? Cesur dediğiniz adam bunu istemez mi? Ayrıca eğer istemiyorsa neden önlemini almamış? Ya da doğru zamanı mı şimdi değildi?” Gözlerimi dalıp gittiğim boşluktan kaldırıp yanımdaki adama dikerek, “Bulut,” dedim zayıf bir sesle. “Bu gerçek mi?” Bana anlayışla baktı. “Halsizliğin, mide bulantıların, sürekli yorgun görünmen ve değerinin normalden yüksek çıkması... Nehir, evet, galiba, en azından yüksek ihtimalle öyle. Hamilesin.” “Ama... ama...” diye sayıklasam da ne diyeceğimi bilemedim. İşin aslı Cesur’la birlikte olurken bunu hiç ama hiç düşünmemiştim. Hatta aklımın ucundan bile geçmemişti. Bana o kadar uzak bir olaydı ki başıma geleceğini tahmin etmemiştim. Sanki herkes hamile kalabilirdi ama ben asla kalamazdım ve o duyguyu hiç tadamazdım hissiyatı kalbimin derinliklerine öyle güçlü yerleşmişti ki ihtimal dahi vermemiştim. Bulut derin bir soluk aldı. “İstemiyor musun?” Bu soru beni irkiltti. Hemen üzerine Yavuz’un yanımdaki sandalyeyi çekmesiyle birlikte bir kez daha irkildim. Peş peşe gürültüyle yutkundum. Hiçbir değişiklik olmadığını bilsem de karnıma bakmak istedim ama yapamadım, dokunamadım da. Orada bir şey varmış gibi hissetmiyordum. İçime tutunmuş olan o ufacık, minicik şeye dair hiçbir şey hissedemiyordum. Hâlâ hayal gibi geliyordu. Ayrıca korkuyordum. Hatta o kadar korkuyordum ki bu her şeyin ötesindeydi. “Nehir,” dedi Yavuz odağımı yerine getirmek istercesine. “Basit bir soruydu bence.” “Ne?” dedim sersem hâlimden sıyrılamazken. “İstemiyor musun?” “Yavuz,” diye adını sayıkladım, bana çare olmasını umar gibi. “B-bilmiyorum.” “Bilirsin,” dedi. “Bilirsin.” “Korkuyorum.” Uzanıp elimi tuttu ve hafifçe sıktı. “Kimden? Şu anda nokta kadar olan bir bebekten mi?” dedi yumuşacık bir tonla. Ona afallayarak baktım. Kızgın ya da öfkeli görünmüyordu. Gözleri suçlamayla dolu da değildi. Cesur’u sürekli inkâr etmeme rağmen hamile olduğumun ortaya çıkmasıyla beni yargılamıyordu. Yavuz oldukça sakindi, şoku hemen atlatmıştı ve bu da yetmemiş gibi beni sakinleştirmek için hazır bekliyordu. “Evet... onu yaşatamam. Onu yaşatamam ben Yavuz, yapamam. Hayalini bile kurmadığım bir şeyle başa çıkamam.” Gürültüyle yutkundum. “Ben hayallerimde bile anne olamamışken gerçekte nasıl olabilirim, söylesene?” “Bence sen çok güzel bir anne olursun,” dedi. Acı acı güldüm. “Bence ben annemden bile berbat bir anne olurdum.” “Annenin sana veremediği tüm sevgiyi sen ona verebilirsin.” “Bilmediğim bir şeyi veremem ki Yavuz.” “Bu öğrenilecek bir şey değil içinden gelecek bir şey. Onu kabul ettiğin anda sevgi seni bulacak, buna inanıyorum.” Kafamı yavaşça iki yana salladım. “Böyle bir dünyada yaşarken mi? Yanlış zamanda yanlış kadını buldu. Onu benden daha çok hak edenler vardır eminim-” “Kendini diğerlerinden aşağıda görmene tahammül edemiyorum artık. Bunu o kadar sık yapıyorsun ki düşünce tarzına dönüşmüş. İnsanlar kusurlarıyla ve güzellikleriyle birlikte insandırlar, Nehir. Kalbi kötü bir kadının rahmine düşseydi daha iyi mi olurdu? Doğduğu andan itibaren hep hor görülse, dövülse, sövülse... O zaman da o kadının bunu senden daha çok hak ettiğini mi düşünürdün?” Gözlerim uzaklara daldı. “Anneler de döver mi çocuklarını?” “Döver. Dövecek olanın annesi babası olmaz.” “Ben dövmem.” “Biliyorum,” dedi. “Sen sana yaşatılan hiçbir şeyi ona yaşatmazsın.” Yeniden gürültüyle yutkunup, “Babası kim diye sormayacak mısın?” dedim. Yavuz’dan başka her yere bakıyordum. “Ah be Nehir. Sormama gerek mi var? Neden hâlâ yok saymaya çalışıyorsun ki? İtiraf et, herkesten önce kendine itiraf et ve bu yükten kurtul.” Omuzlarım düştü. “Ona yenilmiş olmak bana çok ağır geliyor,” dedim, işte bu itiraftı. “Başka bir kadına benzediğimi bile bile bunun olması bana gerçekten ağır geliyor, Yavuz. Yakıştıramıyorum kendime bunu. Çok iğrenç hissediyorum bazen. Nefret ediyorum kendimden. Bir insanın midesi kendisi yüzünden bulanır mı? Benim bulanıyor. Ama aynı zamanda onun yanında iyi hissediyorum. Bana öylesine gerçek hissettiriyor ki bir aptal gibi hiç irdelemeden ona kanıyorum; bilmeme rağmen. Beni avuçlarının arasına aldı, Yavuz, ondan uzaklaşınca daha iyi anladım. Ardıma bakmadan kaçmam gerekirken ona geri dönmek istiyorum. Tüm bu çelişkiler beni aşırı yoruyor. Anlayabilir misin hâlimi? Neye inanacağımı bile şaşırmış durumdayım.” “Bana inan,” dedi hiç düşünmeden. “Cesur’a baktığımda âşık bir adam görüyorum, Nehir, bana inan. O adam seni asla yarı yolda bırakmaz. Bak, sen bırakırsın ama o bırakmaz, bu kadar net diyebilirim.” “Ama onun âşık olduğu gerçek kadın ben değilim. İşte sorun da bu.” “Onun hakkında söylenenlerin abartıldığından eminim. Ben burada duyduğuma değil gördüğüme inanmayı tercih ediyorum ve sana nasıl baktığını görüyorum. En başında, onu tanıdığım ilk anda düzgün bir adam olduğunu anladım ve şimdiye kadar beni hiç yanıltmadı. Oyunlar oynayıp, zoru görünce kaçacak adamlardan değil; her zaman tam yanında duracak adamlardan biri. Bak, üçü de iyi ama Cesur kardeşlerinden çok daha önde duruyor. Deli deniliyor arkasından ama en aklı başında olan o. Tamam biraz takıntılı olabilir ama onu da kaybetme korkusu yüzünden yapıyor bence. Otelde saldırıya uğradığınızda ve bunun haberi geldiğinde yanında ben vardım. İşte o an gerçekten bir deliden de deliydi, Nehir. Ve o hâle gelmesine neden olan sana zarar gelmiş olma ihtimaliydi.” “Yavuz,” diye sayıkladım çaresizce. “Bana onu güzelleme ben onu kendime yeterince güzelliyorum zaten. Bana onu kötüle ki her şey daha kolay olsun. Ondan nefret etmek istiyorum. Ondan o kadar nefret etmek istiyorum ki gözlerine baktığımda şu aptal kalbimde ufacık bir kımıldama bile olsun istemiyorum.” Bulut nihayet orada olduğunu belli edercesine gürültüyle soluk alıp diğer yanımdaki sandalyeyi çekip otururken oldukça düşünceli görünüyordu. “Onu sevemez misin?” diye sordu. Dönüp ona nasıl baktım bilmiyordum ama hemen ellerini teslim olurmuş gibi havaya kaldırıp konuşmama izin vermeden devam etti. “Nehir, tüm konuşmalarından ona körkütük âşık olduğun anlaşılıyor. E o da seni seviyorsa sorun ne anlayamıyorum. Birlikte mutlu olabilirsiniz ama sen inatla mutsuzluğu seçiyorsun. Bebeği öğrense istemez mi? Sorun bu mu yoksa?” Kendime düşünmek için biraz zaman tanıdım, ancak bunu yapmama gerek bile yoktu, çünkü cevap ortadaydı. “İster,” dedim, içimde garip bir his oluştu. “İster, Bulut, benden çok ister hem de.” “Öyleyse daha ne?” “Öğrenirse asla bırakmaz,” dedi Yavuz yavaşça. “Nehir kalmak istemiyor.” Direklerimi masanın üzerine dayayıp kafamı ellerimin arasına aldım. “Barut bana o butikteyken ne dedi biliyor musun Yavuz? Benim hiç dostum olmadığını söyledi. Etrafımdaki herkes Cesur var olduğu sürece var olacak, öyle dedi. Haklı olduğunu çok geçmeden anladım. Bak, Eva her şeyi biliyordu ama bana öyle güzel rol yaptı ki hiçbir şey anlamadım. Yarın bir gün Cesur benden vazgeçerse yapayalnız kalacağım.” “Ben varım ya,” dedi Yavuz birden. “Herkes gidecek olsa bile ben varım, Nehir.” “Kalbinde koca bir boşluk açmama rağmen mi?” “Her şeye rağmen,” dedi. “Ben hep yanında olacağım, hangi yolu seçersen seç. Kalırsan kalırım, gidersen seninle gelirim.” “Söz mü?” “Söz.” “Yavuz,” dedim yine çaresizce. “Benim kaderimi yaşamasını istemiyorum. Bu dünyadaki tehlikeye onu bırakamam.” “Tehlike her yerde var. İnsanlar okullarına giderken, eşlerine hediye alırken ya da sadece sokakta yürürken bile öldürülebiliyorlar. Burada pis işler dönüyor, eyvallah, bunu herkes saklamadan yapıyor ama diğer tarafta aynı, sadece pislikler güzelce kapatılıyor, olan bu.” “Neden bu bebeği kabul etmem için böyle konuşup duruyorsun ki? Olmaz, Yavuz, olmaz.” “Neden onun senin için bir kurtuluş olabileceğini düşünemiyorsun ki?” dedi sabrı tükenmeye başlamış gibi sertçe. “Sana bir hediye gibi gelmiş, sense kabul etmemek için çırpınıyorsun. Cesur senden vazgeçse bile, yapayalnız kalsan bile seni asla bırakmayacak şey o olacak, haberin bile yok. Şu anda Hümeyra’dan bir çocuğumun olmasını ne kadar isterdim bilemezsin. Belki bana bıraktığı o yüce armağana sahip olsaydım bu kadar dibi görmezdim. İnsanlar bir şeylere tutunarak hayatlarını idame ettirirler. Sense hem tutunacağın her şeyin yok olduğundan dert yanıyorsun hem de sana verilen en güzel dayanağı elinin tersiyle itiyorsun.” “Çünkü ben bir bebek için güzel bir gelecek sağlayamam! Daha benim bile güzel bir geleceğim yokken hem de.” “Cesur var,” dedi. “Neden onu sürekli görmezden geliyorsun? Öğrenirse-” “Öğrenmeyecek!” Kaşları çatıldı. “Bu da ne demek şimdi? Saklayacak mısın?” “Bilmiyorum, tamam mı? Bana biraz zaman ver. Düşünmek istiyorum. Düşünmem lazım, yoksa gerçekten kafayı yiyeceğim.” “Bence de bırakalım biraz kafasını toparlasın. Plansız gebelikler insanı şoka sokabiliyor,” dedi Bulut anlayışla. “Gel, Yavuz, biz eczaneye uğrayalım. Vitaminler alırız ve birkaç tane gebelik testi. Sanırım doktora gidemeyeceğiz?” Kafamı yavaşça iki yana salladım. “Öyleyse yatıp dinlen. Umalım ki kanaman durur. Döndüğümde senden kan alır tahlil ettiririm yine, değerin yükselip yükselmediğine bakarız. Ağrın var mı?” “Yok, iyiyim.” “Tamam, bu güzel.” Parmaklarımla oynamaya başladım, masanın altındaki ayaklarımı da deli gibi sallıyordum, çünkü birazdan söyleyeceğim cümlelerin stresi beni hızla etkisi altına almıştı. “Düşük yapmak için ilaç gibi bir şey var mı? Filmlerde falan oluyor ya... Ondan da alır mısın?” Bulut cevap vermeden önce Yavuz’a baktı. “Bu tarz şeyler çok tehlikeli olabilir-” “Olsun, al lütfen. Eğer istemediğime karar verirsem... yanımda bulunsun.” “Bunun için kürtaj denen bir şey var Nehir, en azından senin için sağlıklı!” “Ben o masaya yatamadan Cesur öğrenir, hiçbir şey bilmiyorsun, lütfen Bulut, kurcalamak yerine bana yardımcı ol.” Bulut yine teslim oluyormuşçasına ellerini havaya kaldırdı. Yavuz ise sıkkın bir soluk verip ayaklandı. Kapıya doğru yönelmeden önce kendi kendine, “Gidip söyleyeceğim o olacak!” diye mırıldandı. Onu duysam da uyarmak için bir şey söylemedim, çünkü bunu yapmayacağını biliyordum. Yavuz artık benim yanımdaydı ve bu yüzden bir nebze daha iyi hissediyordum. ××× Avuç içlerim ve dizlerim acıyordu. Kan damları yırtılan külotlu çorabımdan aşağıya doğru kayıyor ve her yeri kırmızıya buluyordu. Avuçlarımdaki minik kesikler yüzünden ellerim acıdan titrerken soluğu annemin odasında almıştım. Gözlerimden yaşlar durmaksızın akıyordu ama hiç sesim çıkmıyordu. Sessizce ağlamaya alışmıştım. Bahçede oynarken arka ardiyeye kaldırılmış bisikleti görmüştüm, abimindi ve bana göre büyüktü. Onu kullanmak istemiştim, bahçede birkaç tur atıp yerine bırakacaktım ama kısa boyumla güçbela binebildiğim bisikletle dört basamaklık merdivenden tepetaklak yuvarlanınca tüm isteğim son bulmuştu. Düştüğüm yerden nasıl kalktığımı hatırlamıyordum. Yakalanma korkusu o kadar büyüktü ki canımın acısına rağmen en büyük endişem birinin izinsizce bisikleti aldığımı görmesiydi. Bu yüzden onu aldığım yere bırakırken acıdan ağlasam bile vazgeçmemiştim ve daha sonra da kimseye görünmeden eve girmiş, derdime çare olmasını umarcasına annemin odasında soluğu almıştım. Ancak annemin benimle ilgilenmeyeceğini içten içe biliyordum, sadece belki düşüncesi ağır basıyordu. Belki bu kez ilgilenir. Kapının kolunu korka korka çekip içeriye girdiğimde annem yatağında yatıyordu. Sağ omzunun üzerindeydi, gözleri açıktı ama o kadar uzaklara dalmıştı ki sadece bedenen orada gibiydi. Yine de çekinik adımlarla yanına gittim, beni gördü. Canlılığı sönmüş gözleri hızla üzerime döndü, bana baktı, üst başımı gördü, ağladığımı gördü ve sonra gözlerini kapattı. Beni görmezden geldi. Bir kez daha. Hıçkırdım, duymazdan geldi; bir kez daha. Yanına sokulup ona sarılmaktan korktuğum için orada öylece dikilerek sessizce ağlamaya devam ettim. Annem elimi uzatsam tutacağım mesafedeydi ama ben ona bir kez bile sarılamamıştım. Yanına gülerken gelmiştim, ağlarken gelmiştim, mutluyken ve hüzünlüyken gelmiştim ama o beni hep yok saymıştı. Bana vereceği bir gıdım sevgiye, ilgiye ve şefkate aç şekilde kaç dakika orada dikildim bilmiyordum. Annem bir daha hiç gözlerini açmamıştı. Uyumuş muydu? Artık ona dokunabilir miydim? Çünkü ben anneme sadece o uyuduğu zamanlarda dokunabiliyordum. Artık kurumuş kanların sardığı parmaklarımı elbisemin üzerinde temizleyip korka korka ona doğru uzattım. Her an gözlerini açacak ve bağırıp çağırarak beni odadan kovacakmış gibi tedirgindim. Dizlerim hâlâ acıyordu ama ona dokunursam geçecekti, biliyordum. Anneme dokunmak bana iyi hissettiriyordu ama ona iyi hissettirmediğinin de farkında olmak canımı yakıyordu. Tüm cesaretimi toplayarak yastığın üzerine yayılmış açık kahve saçlarına hafifçe dokundum, gözlerini açmadı. Bu bana cesaret verdiğinde parmaklarım biraz daha güçlü annemin saçlarında gezindi. Gözyaşlarım yüzünden hâlâ ıslak olan yanaklarımda minik bir tebessüm belirdi. Ben annemi uzaktan, bir yabancı gibi sevmeyi sevmeye başlamıştım. Solgun yüzünü uzun uzun izledim. Dudağının kenarında birkaç gün önceden kalma tokadın izi vardı. Onun dışında güzel kadındı annem. Güneş bile görmeyen teni bembeyazdı. Üzerindeki çürükleri ve morlukları görmezden gelirsek gerçekten güzeldi. Ve bir de onu gülerken görebilsem... işte o zaman dünyanın en güzel kadını olurdu. Ben anneme dalıp gitmişken kapının oradan bir gürültü koptu, yerimde sıçrayıp elimi hızla çekerek arkamda sakladım. Evimizin çalışanlarından olan Mine ablaydı oradaki. Beni o şekilde görünce ağzından kaçan çığlık gerçekçiydi. Annem o çığlığı ve o çığlıktaki endişeyi bile duymamıştı. Annem benim için hiç endişelenmemişti. # Alnımda gezinen yumuşak dokunuşun tenime yaydığı gıdıklanma hissiyle gözlerim birden açıldığında karşımda gördüğüm yüz bir süre öylece kalakalmama neden oldu. Kirpiklerimi kırpıştırıp ona daha dikkatli baktım, bu onu çok hafifçe gülümsetti. Yattığım koltuğun başucundaydı, üzerime doğru eğilmişti ve gözlerini benden ayırmıyordu. Ciğerlerime kesik bir soluk çektim ve hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu anlamaya çalıştım. Cesur burada mıydı? Yoksa hâlâ rüya mı görüyordum? Şöyle bir etrafıma baktığımda Bulut’un evinde, iki gecedir yatağım olan koltukta olduğumu fark ettim. Uyuyakalmıştım ve hava henüz kararmadığına göre bu kez saatleri devirmemiştim. Bakışlarım yeniden onu bulduğunda ancak aklım başıma gelebilmiş gibi hızla yattığım yerden doğruldum. Bulut’un verdiği kalın çorapların sardığı ayaklarımı koltuktan aşağıya sarkıtırken Cesur kısaca üzerimi taradı ve ben de onu taradım. Koca vücudu zaten küçük olan salonun alanından biraz daha çalmış gibi tüm heybetiyle hemen yanımda dikiliyordu. Uzun paltosu hâlâ üzerindeydi. Saçları hafif ıslak duruyordu ve dışarıdan gelen yağmur sesi bunu açıklıyordu. Sakallarını yine kısaltmıştı, böylece sol elmacık kemiğinin oradaki bıçak yarası yerini daha net belli etmişti. Ne kadar tertipli düzenli görünüyor olsa da koyu kahve gözlerindeki bakış dağınıktı. Darmadağınıktı. “Cesur,” diye sayıkladım şaşkın şaşkın. Açıkçası onu bir anda karşımda görmeyi beklemediğim için aklımı bir türlü toparlayamıyordum. Ayrıca Yavuz ve Bulut neredeydi? Onları ararcasına evin içerisinde dönen bakışlarımı fark edip, “Dışarıdalar,” diye açıkladı. Gürültüyle yutkundum. “İçeriye nasıl girdin?” “Kapının arkasında sen varsan bana kilit tutmayacağını sana söylemiştim,” diyerek ellerini ceplerine tıktı. O gelmişti ve boğazım birden kupkuru kesilmişti. “Peki... neden geldin?” diye sordum. Sonra Yavuz’un çıkarken söylediği aklıma geldi. Hamilelik durumunu hatırladım ve bunu gerçekten de Cesur’a söylemiş olabileceği aklıma düştü. Ben tüm bunların endişesini ve korkusunu yaşarken Cesur derin bir iç çekip, “Yetmez mi bu kadar ceza?” dedi yavaşça. Afalladım. “Ne cezası?” “Seni aldın benden... Bana verebileceğin en büyük cezayı verdin be fırtına kuşu. Yetmez mi?” Son olanları hatırladığımda ancak rahat bir soluk alabildim. Cesur’un hamilelik mevzusundan hâlâ haberi yoktu. O hâlâ, onu geride bıraktığım locada, öğrendiği gerçekle kalmıştı. Buraya ilk geldiğimde kalbi kırık bir kadındım ama şimdi beni denemiş olmaları, güven testi, hiçbiri umurumda değildi. Çünkü artık dertlerim daha büyüktü. Siktir, ben bu adamın çocuğunu mu taşıyordum? Yutkunamadım. Suratımdaki ifade buz kesip donduğunda Cesur, “Beni kabahatli görmeye devam edebilirsin, istediğin kadar. Affetmeni sabırla beklerim ama bu süreçte yanımda ol, Nehir, seni yanımda görmeye ihtiyacım var,” dedi beklentiyle bana bakarak. Çaresiz görünüyordu. Sanki gerçekten de ihtiyaç duyduğu tek şey bendim. Sanki bensiz tepetaklak olmuştu. Vücudunun iriliğiyle göz korkutan, duruşunun dikliğiyle göz dolduran bu adamı hiçbir şey yıkamazmış gibi görünüyordu ama sadece iki gün ortadan kaybolmam onu yıkmaya yetmiş gibiydi. “Geri dönmemi mi istiyorsun?” diye sordum dudağımı yaladıktan sonra. Kafasını salladı. “Döner misin bana?” Dönerdim. Kaburgalarımın arasındaki o aptal kalp böyle hızlı hızlı atmaya devam ettikçe ben daha çok dönerdim. ××× Sen aşıksın arkadaşş 🥺
|
0% |