@yazarimsibirileri
|
Akın kollarının arasındaki varlığa sıkı sıkı sarılarak yattığı yatakta gerindi. Tüm kemikleri ağrıyordu, ayrıca başında da felaket bir ağrı vardı ama buna rağmen öyle huzurlu ve doyuma ermiş hissediyordu ki bunun tarifini bile yapamazdı. Kollarının arasındaki yumuşaklığa burnunu iyice gömüp kokusunu ciğerlerine depolarken keyifli mırıltılar çıkartmayı da ihmal etmedi. Bu huzuru bozmayı hiç istemediği için gözlerini bile açmıyordu ancak kapının gürültüyle açıldığını duyunca tüm keyfi sekteye uğradı. Odaya baskın yaparcasına dalan Tuna, “Hay amına koyayım, yeter ya! Ben seni ya da Özgür’ü hep yatakta yakalamak zorunda mıyım? Kalk ulan, kalk!” diyerek yüzünü yataktan çevirip Akın’a toparlanması için zaman tanıdı. Adamın mahrem yerini örten tek şey yatak örtüsüydü. Bu sırada Akın şok içerisindeydi, çünkü gözlerden saklamak istercesine örtüyü hızla alıp kapattığı şey Eva değil yastıklarından biriydi. “Ne oluyor amına koyayım?” diye küfrederken aslında bunu olayı kavrayamayışından söylemişti, ancak Tuna ise kendine yöneltilmiş gibi cevaplandırmıştı. “Oo şu surata bak, abim seni gerçekten iyi dağıtmış. Neyse, konu bu değil şimdi. Akşam oldu oğlum kaç saat daha uyumayı düşünüyorsun? Sen uyurken neler oldu dünyadan haberin yok.” Akın hâlâ Eva’nın sessizce terk edişinin verdiği şoku yaşarken, “Ne olmuş lan uzatma da anlat işte,” diye çıkıştı. “Olaylar olaylar Akın’ım olaylar olaylar. Cesur abi Barut’u patlattı.” “Ne diyorsun lan? Neden? Ne zaman?” “Neden sence? Yırtık dondan çıkar gibi sağdan soldan Nehir’in etrafında bittiği için olabilir mi? Sabah olmuş her şey, ölenler varmış.” “Barut gebermiş mi?” “Yok, o yaşıyor. Yaralanmış sadece.” “Abim onu bilerek yaşatmadıysa bir sikim bilmiyorum!” dedi Akın sırtüstü bedenini darmadağınık olan yatağına geri bırakırken. “Eh, kaşınmasaydı. Zaten bizimle derdi ne anlamış değilim. Artık resmen savaş başladı.” “Babam onun aile meselelerine karışmıştı. Garezi ondan. Sürekli sataşıp sataşıp durdu şimdi de elinde gerçek nedenleri var. O da düşmanlık etsin amına koyayım, herkes etsin!” “Ne bu huysuzluk lan? Hatun sabah olduğu gibi yanından kaçtı diye mi bu tavrın?” “Tuna!” “Ne Tuna? Oğlum suratına hiç baktın mı lan? Tek gözün kapanmış resmen. Gece karanlıkta problem etmemiş ama sabah seni gördüğü gibi volta!” Akın yastıklardan birini Tuna’ya atmak istediğinde eline geçen ilk yastık Eva’nın kokusunun sindiği olunca kendi kafasının altındakini çekip ona fırlattı. “Siktir git lan! Senin kapı bekleme görevin yok muydu? Git Nehir’in bekçiliğini yap.” “Bitti o mesele çoktan. Yavuz benimle kulübe döndü. Abim de Nehir’i aldı.” “Aman ne güzel.” “Homurdanıp durmayı bırak da artık Nehir’le sürtüşmeye son ver. Bak, söyledi işte Barut’u. Kıza kulp bulup durma artık.” “Amma vır vır ettin be Tuna! Başım ağrıyor zaten! Git bana ilaç bul ya da... Eva’yı çağır,” dedi, çünkü onun ilacı Eva’ydı. Tuna lakaytlığına anında son verirken, “Oldu, kız seni böyle görsün çırılçıplak. Anlamayacak değil mi biriyle yattığını?” dedi azarlarcasına. “Hem ona umut verip hem de böyle yapamazsın lan. Hayvan olma. Ayrıca gitmiş Eva, kulüpte değil.” Akın hışımla yattığı yerden fırladı. “Ne demek gitmiş? Nereye gitmiş?” “Sakin ol şampiyon. Bugün kendine izin vermiş anladığım kadarıyla.” Akın, Tuna’yı dinlemeden üzerindeki örtüyü savurup ayaklandı ve odanın içerisindeki banyoya yöneldi. Çıplaklığı umurunda bile değildi, Tuna ise küfrederek odadan çıkmayı tercih etmişti. Uyandığı anda dünyanın en huzurlu adamıyken şimdi yine dünyanın en somurtkan, huysuz ve sinirli adamı oluvermişti. Yatakta terk edilmek de ne demek oluyordu? Eva’nın kaçar gibi gitmesine sebep olan neydi? Ona sert mi davranmıştı? Geceye dair çok fazla detay hatırlamıyordu ama iki kez tekrarladıklarını net hatırlıyordu ve kadının durmaksızın dudaklarından dökülen inlemelerini de. Peki sabah olduğunda ters giden neydi? Akın duşa gidip soğuk suyu sonuna kadar çevirdi. Cevabını istediği bir sürü soru vardı ama kadın ortalıkta yoktu. Onunla hesaplaşacağı an mutlaka gelecekti ve Akın işte o zaman kaçıp gitmenin ne demek olduğunu ona soracaktı. ♧ Kapalıçarşı’ya uzanan dar sokaklardan geçerken arabanın içerisinde kısık sesle müzik çalıyordu. Cesur’un sürdüğü arabadaydım, hemen yanında oturuyordum ve gözlerim mıhlanmış gibi üzerindeydi. Yol boyunca pek sohbetimiz olmamıştı. Nedense gergin görünüyordu. Onunla dönmüş olmam tam olarak rahatlamasını sağlamamıştı. Sanki konuşmak istediği ama aynı zamanda istemediği şeyler vardı. Kuşkusuz Barut ve Yiğit olayı hâlâ aklında dönüp duruyordu. Bense başka dertlerden mustariptim. Bulut’un evinden çıkmadan önce banyoya gidip kontrol ettiğimde yeni kan görmemiştim. Sanırım bu iyi bir şeydi ama kötü olansa kan görmemiş olmama sevinmiş olmamdı. Kafam hâlâ o kadar karışıktı ki ne yapacağıma karar verebilmiş sayılmazdım ve bu durum beni bunaltmaya başlamıştı. Cesur direksiyonu sola doğru kırarken dönüp bana kısa bir bakış attı. Ona kaçıncı yakalanışımdı sayamamıştım ve artık dikkatini çekmeye başlamıştı. Dudaklarının kenarına yerleşen minicik tebessüm her şeyi ortaya seriyordu. Gürültüyle yutkunup, “Nereye gidiyoruz?” diye öylesine sordum, maksadım ondan koparamadığım bakışlarımı sorgulamasına fırsat vermemekti. “Kapalıçarşı’da bir iş hanına uğrayacağım, alacağım var.” “Para mı?” “Haraç alan birine mi benziyorum?” dedi duyduğundan hoşlanmamış gibi. “Babamın eski dostlarından birine gidiyoruz.” “Alacağım var deyince... Başka ne alabilirsin? Aklıma o geldi işte.” “Hediye alabileceğim hiç aklının ucundan geçmez, değil mi?” “Hediye mi?” dedim şaşkınlıkla. Cesur kafasını sallayıp, “Geçmez,” dedi. Bunun üzerine iç geçirdim. Kime ne aldığını merak etsem de başka soru sormadım. Bana almadığından neredeyse emindim, çünkü hediye almaya gittiğimizi söylediğine göre bu kişi ben değildim. Tam da aynı esnada cebimdeki telefondan bildirim sesi yükseldi. Çıkarıp kontrol ettiğimde Yavuz’dan mesaj geldiğini gördüm. İyi olup olmadığımı soruyordu. “Kim?” dedi Cesur gözlerini yoldan ayırmadan. Yavuz’a iyi olduğuma dair kısa bir bilgilendirme geçerek telefonu tekrar cebime atarken ona cevap verdim. “Yavuz.” “Aranız düzelmiş gibi?” “Evet, onunla baş başa olmak iyi geldi. Konuştuk, beni dinledi. Affetmedi belki ama en azından artık nefret etmiyordur. Umarım...” “Hiç nefret etmedi ki zaten,” dedi kendinden emin bir şekilde. “Gerçekten nefret eden biri gibi değildi.” “Sizin birbirinizi savunup durmanız... bu konuda sözleşmiş gibisiniz,” dedim ağzımın içerisinde yuvarlayarak. Cesur bana baktı. “Beni sana mı savundu?” “Hayır,” dedim, yalandı ve bunu anlamıştı. “Ama kötülemiyor da. Yavuz kolay kolay birini beğenmez. Neden seni bu kadar çabuk kabul etti?” “Sana uyan birine denk geldiğinde onu kolayca kabul edebilirsin ama...” dedi, durdu ve yine dönüp bana kısa bir bakış attı. “Sen bunu anlamazsın.” “Neden anlamazmışım?” Hafifçe güldü. “Anlamış olsaydın şu anda daha farklı olurduk.” Aptal kalbim yine gümbürdeyerek göğsümü yumrukladı. Kucağımda duran ellerimle oynamaya başladım ve kendimi etrafta olmayan kuşların seslerini duymaya, göremediğim denizin dalgalarını hayal etmeye zorladım. Tüm çabam Cesur dışında her şeyi düşünmekti ama çok kısa süre içerisinde bakışlarım yeniden ona dönmüştü. Gözüme neden daha farklı geliyordu anlayamıyordum. Sanki her baktığımda onda farklı bir şeyler görüyordum. Gerçekten bu adamın bir parçası şu anda rahmimde tutunmaya mı çalışıyordu? Buna inanmak o kadar zordu ki hâlâ kabullenebildiğim söylenemezdi. Üstelik kendimde farklı hiçbir şey hissetmediğim için durumu yadırgıyordum. Belki de anneliği seçsem bile bu boş, garip his devam edecekti. Belki ben de tıpkı annemin beni sevmediği gibi onu sevemeyecektim. Peki Cesur sever miydi? “Annen,” dedim birden, Cesur hızla gözlerini bana çevirdi. “Seni hiç sevdi mi?” “Bu da nereden çıktı şimdi?” “Benimki beni hiç sevmedi,” dedim. “Anne tarafından sevilmek nasıl bir şeydir bilmiyorum. Sen biliyor musun?” “Bilmiyorum,” dedi, bu kez bana bakmıyordu. “Annem beni doğurduktan sonra terk etti.” “Baban?” diye sordum umutla. “Babam beni çok sevdi,” dedi. Cesur da çocuğunu çok sever miydi? “Ne güzel,” dedim sertçe yutkunurken. Ona söylemek için içimde amansız bir istek oluştu ama kendime hiç güvenmediğim için sustum. Yine sadece onu izlediğim sırada Cesur direksiyonu bu kez sağa doğru kırarken, “Nereden çıktı şimdi bu mevzu?” diye sordu. “Sen beni uyandırmadan önce rüya görüyordum. Annemi görmüştüm. Benimle rüyamda bile ilgilenmiyordu.” “Güzel bir rüya olmadığını anlamıştım,” dedi kendi kendine. Sanırım uyurken suratımın şeklinden her şey ortada duruyordu. Üzerinde konuşmanın bana iyi gelmeyeceğini bildiğim için konudan uzaklaşma arzusuyla, “Geçen ki dövüşün kazanan tarafı kutlama ziyafeti düzenleyecekti en son. Yaptılar mı?” diye sordum. Hatta Eva ile o davet için kıyafet almaya çıkmıştık. Şimdi anlıyordum ki o gün tamamen önceden planlanmış bir şeydi ve bunu bilmek can yakıcıydı. “Normalde dün akşam yapılacaktı ama hafta sonuna ertelettim.” “Niye?” “Sen yoktun,” dedi. Bakışlarım yeniden Cesur’a çekildi. “Sırf ben yokum diye davetin gününü mü değiştirdin?” “Oraya seninle katılmayacaksam ne anlamı var ki?” Bir an için hiçbir şey diyemeyecekmiş gibi hissetsem de “Hâlâ gelmeyebilirim, farkındasın değil mi?” diye sordum. “Yine erteletirim.” “Asla gelmemeye karar verirsem?” “O zaman ben de gitmem, fırtına kuşu.” “Sen...” dedim gürültüyle iç geçirerek. “Bazen cidden deli olduğunu düşünüyorum.” “Bazen mi? Ben zaten deliyim,” derken gülüyordu. İşte şimdi gerçekten hiçbir şey söyleyemedim, çünkü öyle güzel gülüyordu ki tüm kelimeler aklımdan uçup gitmişti. Dalıp gitmiş şekilde onu izlerken suratımdaki ifade ne hâldeydi haberim yoktu ama Cesur bana kısa bir bakış attıktan sonra gülümseyişi yavaş yavaş solmuştu. Hatta arabayı park ederken ve motoru durdururken tavrı çok daha durgun, tıpkı benim gibi dalgındı. “Sağdaki ikinci bina,” dedi geldiğimiz adresi tanıtırcasına. Kafamı sallayıp kapının koluna asıldım. Dışarıda hava kararmaya doğru gidiyordu ama insan kalabalığında hiç azalma yoktu. Cesur’un araçtan inip kapıyı üzerine vurmasını ve bana yaklaşan adımlarını dinlerken gözlerim gireceğimiz binanın üzerindeydi. “Terk edilmiş gibi duruyor.” “Davut amca yıllardır buradaydı, mücevherler de ustadır. El işçiliğinin üzerine tanımam. Şimdilerde binaya çürük raporu çıkartıldı, yakında yıkılacak. Memleketine geri döneceğini söylemişti, Kilis’e. Taşınmaya başlamış sanırım,” dedi han tipi binadan çıkartılan eşyaları gördüğü esnada. İki adam omuzlarına yükledikleri antika görünümlü tekli koltukları araca doğru taşımaktaydı. “Yıllardır yaşadığı yerden ayrılacak olması üzücü.” “Davut amca karısını kaybettikten sonra bu şehre hiç sığamadı,” dedi birlikte binaya doğru yürümeye başladığımızda. “Geçen hafta onu ziyarete geldiğimde biraz konuştuk. Artık burada yapamıyor. İş hanının eski ve yıkılacak olması bahanesi oldu işte. Hiç değilse karısının mezarının yanında olmak istiyor.” “Karısı... neden öldü?” “Yaşlılık? Hastalık? Bir sabah gün doğduğunda ve o bir daha gözlerini açamadığında yetmiş küsur yaşındaydı.” “Anladım,” derken yutkundum. Ölüm işte böyle bir şeydi. Hangi anda kapıyı çalacağını kimse bilmiyordu ve geri kalanlar için sevdiği birini yolcu etmek kadar ağır bir şey yoktu. Yine de birlikte yaşlanmış çiftleri şanslı olarak görüyordum. Hayatının baharında, sevdiğine kavuşamamış ya da daha yeni kavuşmuş veya da kavuşmak üzereyken ölen birçok insan vardı. İşte onlara nazaran ömürlerini birlikte tüketmiş olanları şanslı sayardım. Giriş kapısının bir kaldırım taşıyla geriye yaslandığı kapıdan geçerek her yanı dökülmeye başlamış beton merdivenlere yöneldim. Bu sırada az önce koltukları dışarıya taşıyan iki adam da peşimizden girdi. İşlerine engel olmamak adına ikisine yol verip geçmelerine müsaade ettim, Cesur da hemen arkamdaydı. “Kaçıncı katta?” “İkinci kat,” dedi. Merdivene ilk adımımı attım. “Bu kadar eski bir yerde şimdiye kadar iş yapabilmiş olması bile mucize bence.” “Burası zamanında piyasanın en gözde yerlerindendi. Sadece gerçek ustayla çalışmak isteyenlerin geleceği bir yer gibi düşün. Şu girişte, soldaki alanda bulunan terzi kimleri giydirdi duysan şaşırırdın. Ya da birinci kattaki berber... ona ben bile tıraş olmuşumdur. Babam buraya sık sık uğrardı, hâliyle bizi de yanında getirirdi.” Derin bir soluk alırken, “Baban-” diye başlamıştım ki üst basamağa attığım ayağım birden döndü ve dengemi kaybettim. Ancak Cesur yalpalanmama bile izin vermeden beni hızla yakaladı. Arkamdan sarılıp iri ellerini karnımın üzerinde birleştirdiğinde, “Tuttum seni,” dedi, sesi kulağımın hemen yanından geliyordu. Bana ne diyeceğimi bile unutturan o anlarda irice açılmış olan gözlerim aşağıya doğru kayıp karnımın üzerinde duran ellere değdi. İşte o an, tam da o an çok farklı hissettim. Sanki öğrendiğim andan itibaren varlığını hissedemediğim o minik can parçası ancak şimdi can bulmuş gibi içime çok garip bir his doğdu. “Cesur...” dedim sayıklar gibi. Beni kendine doğru çevirdiğinde ellerini karnımın üzerinden çekmek durumda kaldı ve o garip his hızla dağıldı, ancak etkisinden öyle kolay kurtulamayacağımın farkımdaydım. “Acıyor mu?” dedi, allak bullak ifademle ona baktım. “Ne?” “Ayağın? Acıyor mu?” Sanki ayakta duracak kadar bile takatim kalmamışçasına sırtımı boyası dökülmüş duvara yasladım ve derin derin yutkunarak ona baktım. Gözleri sorun olup olmadığını çözmek ister gibi sürekli ayağımla yüzüm arasında gidip geliyordu. “Seni taşıyayım, gel-” “Hayır, hayır, iyiyim,” diyerek beni kucaklamak için eğilecekken onu durdurdum. “İyiyim, acımıyor ayağım, iyiyim.” “İyisin?” Kafamı hızlı hızlı salladım. “Dengemi kaybettim sadece.” Bana biraz daha sokuldu, aramızda pek mesafe yoktu, olmamasına özellikle dikkat ediyor gibiydi. Ardından elinin tersiyle şakağımla saçımın kesiştiği kısmı okşadı. Gözlerimi kapatıp dokunuşuna daha çok sığınmamak için kendimi tutmak zorunda kaldım. Hâlâ ne olduğunu çözmek istercesine bakıyordu, çünkü sanırım sersem hâlimle onu kuşkulandırmıştım. “Fırtına kuşu,” diye fısıldadı. “Bir şey mi söyleyeceksin?” Az öncekinin aksine bu kez kafamı ağır ağır iki yana salladım. Bunun üzerine, “Bir şey söylemek ister gibi duruyorsun,” dedi. Evet, tam da öyle duruyordum, çünkü ona söylemek istiyordum. Derin bir soluk alıp, “Söyleyecek bir şeyim yok,” dedim güçlükle. “Hmm... vardır bence. Uzun zaman oldu, anlaşmamız vardı hatırladın mı?” Şaşkınlıkla ona baktım. “Şimdi mi? Burada?” Hafifçe gülüp, “Şimdi, burada,” dedi. “Ama günlerdir hiçbir şey söylememiş olduğun için bu kez soruyu ben soracağım.” İtiraz etmek için dudaklarım aralandığında işaret parmağı hızla dudaklarıma kondu. Sonra uzun uzun dudaklarıma baktı ve yutkundu. Ben de çaresizce yutkundum. “Ne zaman baksam seni bana bakarken buluyorum. Sen bana bu kadar bakmazdın,” dedi yavaşça. Hiçbir ima ya da taş atma barındırmıyor olsa da söylediği içime oturdu. “Söylesene... şu ayrı geçirdiğimiz iki günde beni özlemiş olabilir misin?” Sorusu beni bir an için nefessiz bıraktı. Cesur ise parmağını nihayet dudaklarımdan çekerken, “Şimdi konuşabilirsin,” diye takılmayı da ihmal etmedi. Ondan başka her yere bakmaya başladım. Her şeyi sorabileceğini düşünmüştüm ama bana yönelteceğini düşündüğüm sorular arasında bu son sıralarda bile değildi. Geçmişimle ilgileneceğini sanıyorken o yine sadece benimle ilgileniyordu. Cesur ile duvar arasından sıyrılmak istercesine sırtımı duvara sürterek üst basamağa yükselirken, “Bilmem,” diye mırıldandım. O da benimle birlikte yukarıya adımladı. “Bilirsin, fırtına kuşu, bilirsin,” dedi. Cevap vermeden kurtulamayacağımın farkında olarak etrafta gezinen gözlerimi kısa bir anlığına ona değdirdim, “Olabilir, belki,” dedim çabucak ve bu kez gerçekten yanından sıyrılıp üç beş basamağı koşarcasına çıktım. Üst kata doğru dönerek uzanan merdiveni tırmandığım esnada onu olduğu yerde gülerek kafasını iki yana sallarken gördüm. Arkamdan, “Doyurucu bir cevap değildi,” diye seslendi. “Adil şartta bir soru değildi,” dedim ben de. Neyse ki daha fazla üstelemedi. Sanırım sadece bu kadarı bile onun için yeterliydi. Kalbim delicesine göğsümü döverken beni yakalamasından korkarcasına merdivenleri hızlı hızlı çıkmaya devam ediyordum. İkinci kata ulaşmak üzereyken sırtladıkları başka eşyalarla merdivenlere yönelen aynı adamları rastlayınca sırtımı duvara dayayarak dar merdivenlerde onlara alan açmaya çalıştım. Adamlar yanımdan geçtikten hemen sonra Cesur da yanlarından sıyrılarak geçti. Onun için bunu yapmak daha zordu, çünkü kocaman bir vücudu vardı ve onu bir yerlere sığdırmak kolay değildi. Beni yakalama çabasına girmeden peşimden gelirken bu kez delici bakışlarından kaçabilme umuduyla kalan merdivenleri tırmandım. İkinci katta birbirine bakan iki kapıdan sadece biri açıktı ve gayriihtiyari açık olana yönelmiştim. İçerisinden gelen seslere bakılırsa taşınıyormuş gibi duran oydu. Ahşap kapıdan geçtiğimde gıcırdayan zemin birinin içeriye girdiğini duyururken, tezgâhın arkasında içini doldurduğu kolileri bantlamakla uğraşan yaşlı adamın gözleri hızla bana döndü. Hafif kirlenmiş gözlüklerinin arkasından beni izlerken, “Hoş geldin kızım, buyur?” dedi burada ne aradığımı sorarcasına. Ben daha ağzımı açamamıştım ki içeriye Cesur girdi ve yaşlı adamın ifadesiz bakışları hızla değişti. “Cesur, oğlum,” dedi gözlerinin içine işleyen bir sıcaklıkla. İşini bırakıp tezgâhın arkasından çıktı. Cesur da saygıyla ona yaklaşarak elini öpmek için uzandı ama yaşlı adam ona izin vermedi. Bunun yerine Cesur’un koca bedenine sarılıp sırtına birkaç kez vurdu. “Ben de seni bekliyordum. Hay Allah koltuklar da gitti, kaldık ayakta iyi mi?” “Önemli değil Davut amca. Fazla vaktini almayacağız zaten. Hazır, değil mi?” Yaşlı adam bana bakarak, “Hazır, hazır,” dedi. Ardından da ağır adımlarla yeniden tezgâhın arkasına geçip çekmeceleri karıştırmaya başladı. “Tanıştırmayacak mısın beni oğlum, kim bu hanım kızımız?” Cesur’a baktım, gözleri bendeydi. Ellerini ceplerine tıkarken, “Fırtına kuşu,” dedi, sesinin tonu tepeden tırnağa titrememe neden oldu. Bunu bana seslenmek için söylememişti, beni bu isimle tanıştırmıştı. Yaşlı adamdan memnun mırıltılar yükseldi. “Pek de güzel maşallah. Hah, işte burada, her şeyin yeri değiştiği için aradığım hiçbir şeyi bulamıyorum. Al, evladım. Bak bakalım çizdiğin şekilde olmuş mu?” “Sen mi çizdin?” diye sormaktan kendimi alamadım. Cesur bana sadece kafasını sallayıp yaşlı adamın yanına yaklaştı. “Elbette olmuştur, Davut amca. Senden ustası mı var bu zanaatta?” “Vallahi baban bana en büyük rakipti ama bir bıraktı, bir daha da elini sürmedi bu işlere,” diyerek jüt bir pakete sarılı olan kare kutuyu tezgâhın üzerine koydu. Ardından da yaşlı gözlerini bana çevirdi. “Babasıyla çocukluk arkadaşıyız. Babam mücevherlerle uğraşmayı bana öğretti ben de ona. Bugüne kadar gelmiş geçmiş en iyi çırağımdı bunun babası. İşte kalmak istese beni bile geçerdi ama... bu kapıdan ekmek yiyeceği yokmuş diyelim kızım.” Cesur paketi eline alırken, “Babam annem takıları sevdiği için bu işi öğrenmişti,” dedi dalgın dalgın. “Annem gidince babamın bu işle uğraşma isteği kalmadı.” “Gençlik vardı o zamanlar,” dedi yaşlı adam içli içli. “Burnumda tütüyor o günler, ah, ah.” Derken aynı iki adam kapıdan içeriye girdi. Davut amca onları gördüğü anda, “Arka odada da kutular var evladım, onlara da bir el atıverin,” diyerek adamları tezgâhın arkasındaki odaya yöneltti ve bize de hemen döneceğini işaret edip onların peşinden gitti. “Tonton bir dedeye benziyor,” dedim giden yaşlı adamın ardından. Cesur’un hâlâ dalgın dalgın elindeki kutuya baktığını fark ettiğimde dikkatini çekmek istercesine, “Senin babanı asla öyle hayal edemiyorum. Tonton olarak,” diye mırıldandım. Güldü. “İkisi Hacivat ile Karagöz gibiydi.” “Eminim huysuz olan Davut amca değildi.” “O, babamın akıl hocası gibi bir şeydi,” dedi, duraksadım. “Yani... o da...” “Hayır,” dedi soracağım soruyu anlamış gibi. “Bizi biliyor ama bizden değil.” Ardından da tamamen bana doğru dönerek elindeki paketi uzattı. “Aç bakalım.” “Açayım mı? Ben mi?” “Elbette sen. Başka kimin için kalem oynatırım sanıyorsun?” Boğazım kupkuru kesildi. “Hediye alacağını söyleyince... başkası için olduğunu düşünmüştüm.” “Senin için,” dedi. “Başkası umurumda değil.” Heyecanla soluk alıp vermeye başladım. Bunu belli etmemek için çabalasam da sanırım ellerim titriyordu. Paketin etrafındaki minik bantları dikkatle açıp içerisindeki kırmızı kadife kutuyu ortaya çıkardım. Bakır tonlarında klipsi bulunuyordu. Onu açmadan önce doğru yolda olduğumu bilmek istercesine Cesur’a baktım, gözleriyle beni onayladığında klipsi açtım ve kapak yavaşça havalandı. Altın zinciri incecik ama oldukça güçlü görünen, ucunda kuş figürünün olduğu ufak tefek bir kolyeydi. Kuş, ilk bakışta su damlasına benzeyen ama dikkatli bakıldığında kafesi de andıran bir kalıbın içerisindeydi. Kanat kısımları safir mavisiydi ve yan durduğu için görünen tek gözü yerine minicik bir pırlanta yerleştirilmişti. Ben dalıp gitmiş gibi kolyeyi incelerken Cesur kolumdan tutarak beni çevirdi ve arkamda kalan kenarları kararmış aynaya doğru yaklaştırdı. Kutu hâlâ ellerimin arasındayken uzanıp kolyeyi çıkarttığı sırada, “Kulüpte kolyen kaybolmuştu. Onu bulamadık, onun yerine ben de bunu yaptırdım. Ne kadar yerini tutar bilmiyorum ama,” dedi sona doğru kısılan bir sesle. “Elimden geldiğince kaybolanın yerine bir şey koymak istedim.” “Teşekkür ederim,” dedim aynadan ona bakarken, o ise kolyeyi çıkarmak için o kadar özenli davranıyordu ki onu izlediğimin farkında değildi. “Teşekkür ederim, Cesur, çok hoş bir şey.” Sonunda kutusundan çıkartabildiği kolyeyi nasıl duracağını göstermek istercesine boynuma doğru yaklaştırdı. “Beğendin mi? Eğer beğenmediysen söylemekten çekinme.” “Beğendim, çok güzel,” dedim içtenlikle. Hoşuma gitmişti. Belki kaybolan kolyemin yerini asla tutamayacaktı ama bunun yeri de başka olacaktı, emindim. “Takmamı ister misin?” “Tak, lütfen.” “Sen de takıları seviyor gibisin, annem gibi,” dedi. “Benim pek takım olmadı. O kaybettiğim de aslında benim değildi zaten, hediyeydi. Ama... başka bir hayatım olsaydı takıları severdim.” Kolyenin klipslerini ensemin üzerine birleştirip bırakırken iç çekti. Minimal tarzda boyutları olan kolyenin ucu göğüs çatalımın birkaç santim üzerindeydi. Kuş figürünü parmaklarımın arasına alıp ayna aracılığıyla incelemeye başladım. Hemen arkamdaki iri bedenini sırtıma yaslamaktan çekinmeyen adam, “Fırtına kuşu,” diye fısıldadı. Bana seslenmediğini anlamam birkaç saniyemi aldı. “Fırtına kuşu,” dedim yavaşça kafamı salladığım sırada. Kolyedeki kuş, işte buydu. “Fırtına kuşları ne zamandan beri kafese giriyor?” Güldüğünü duyunca bunu kaçırmak istemezmişim gibi gözlerim hızla aynaya döndü. “O etrafındaki kafes değil. Oturduğu bir dal gibi düşün.” “Kafes olduğunu biliyorum,” dedim inatla. “Fırtına kuşu bensem kafes de sensin.” Çehresine delici ve aynı zamanda tekinsiz bir ifade çökerken ellerinden biri göğsümün hemen altından bedenime dolandı ve beni sertçe kendisine çekip sırtımı göğsüne çarptı. “Öyle, Nehir, kafes benim. Sen de o kafesin içerisindesin.” “Bu...” kesik bir soluk alıp dudaklarımı yaladım. “Bu kulağa korkutucu geliyor. Çılgınca...” Kor bakışları aynanın üzerinden dudaklarıma düştü. “Benim sınırlarımın içerisinde dışarıda olacağından daha özgürsün. Korkma, çıkış kapısı var. Ama kork, fırtına kuşu, çünkü o kapıya yaklaşmana izin vereceğimi sanmıyorum.” Peş peşe yutkundum. Cesur göğsümün altına doladığı elini tenime sürtmekten çekinmeyerek boynuma çıkarttı ve boğazlı kazağımın üzerinde kalan kolyeyi teğet geçerek çeneme tırmandı. Kafamı hafifçe yana çevirip boynuna doğru yaslanmamı sağladıktan sonraysa parmakları kazağımın boğazını çekiştirip tenimi ortaya çıkarttı. Neyi amaçladığını anladığımda kollarının arasında huzursuzca kıpırdanarak buna bir son vermek adına uzaklaşmak istedim ama diğer eli karnımın üzerinden dolandığında yine olduğum şekilde kasılı kaldım. “Cesur...” “Şşş...” “Davut amca gelecek şimdi, bırak,” derken yaşlı adamın geri dönmek bilmez hâline içimden söyleniyordum. Koliler hakkında adamlarla konuşuyordu, seslerini az da olsa duyabiliyordum. Cesur kimin gelip gideceği hiç umurunda değilmiş gibi hafifçe açtığı boynumu uzun uzun inceledi. Baş parmağını artık boğuşma izlerinin kalmadığı tenimde gezdirirken, “Hasan’ı aramayı bıraktım,” dedi. “Ne? Bıraktın mı? Neden?” “Çünkü ondan önce Yiğit ölecek.” Aldığım soluk yarıda kesilirken devam etti. “Sana dokunan parmaklarını teker teker kıracağım, ellerinden olacak. O korkak köpeğe bunun hesabını öyle acı soracağım ki...” Tam da o sırada Davut amca nihâyet arka odadan çıkabildi. Cesur, adamın geri dönüşüyle birlikte beni serbest bırakıp bir adım geriye çekilerek rahatça nefes almama izin verdi. Yaşlı adam ne olduğunu çözme arzusuyla kısaca gözlerini üzerimizde gezdirdiğinde sanırım aldığı soğuk elektriği dağıtmak istercesine gülümseyerek, “Evladım, eşyaları toparlarken bir şey buldum, şimdi aklıma geldi,” dedi. Cesur ne olduğunu sormadı. Şu anda beş dakika öncesine nazaran bir buzdağı gibi duruyordu. Yaşlı adam yine çekmeceleri karıştırırken konuştu. “Kolye boynunda çok daha güzel durmuş kızım, güle güle eskit.” “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım, gözlerim sık sık Cesur’a dönüyordu. “Hah, işte buldum. Bunu rafa kaldıralı o kadar uzun zaman olmuş ki... varlığını bile unutmuşum. Taşınırken karşıma çıktı. Babanın başladığı ama bitiremediği bir şey,” derken küçük siyah kutuyu cam tezgâhın üzerine bırakmadan önce kapağını açtı. İçerisinde ışıl ışıl, göz alıcı bir yüzük duruyordu. “Bakımını yaptım, son rötuşlarını da... Baban annen için bunu yapmaya başlamıştı, hatırlıyorum o günleri. Bir hevesle sabahın köründe buraya gelirdi. Neyse işte... veremedi ona. Sonra gelip almadı da yüzüğü, ben de unutmuşum, kaldırmışım bir köşeye. Senin nasibinmiş demek ki. Yakışır güzel kızımın parmağına.” Ben kazık yutmuş gibi öylece kalırken Cesur yüzüğü kutunun içerisinden çıkartıp inceledi. Parmaklarına ufacık gelen gümüş yüzüğe o kadar dikkatli bakıyordu ki sadece onu izlemek bile boğazımın düğümlenmesine neden olmuştu. Yüzüğün ortasındaki minik pırlantayı tutan tırnaklar bana bir aslanın pençesini andırmıştı. Cesur’un benim için yaptırdığı kolyenin benzerini zamanında babasının yaptırmış olması nefes kesiciydi. Aslan figürü Cesur’un aile simgesiydi ve babası bunu kullanarak Cesur’un annesini kendi kafesinin içerisine almıştı; tıpkı boynumdaki kolyede Cesur’un işlemiş olduğu gibi. Ancak kadın geçip gitmişti; karnındaki bebeğiyle. Ben şimdilik buradaydım; karnımdaki bebeğimle... Hayatın benzer senaryoları bize sunması karşısında karnıma saplanan ağrıyla birlikte elim kasıklarıma doğru kaydı. Ben de gidersem geride yıkık bir adam mı bırakacaktım? İleride tıpkı Cesur’un şu anda olduğu gibi annesi veya babasından kalan hatıralara hüzünle bakan bir çocuk mu var edecektim? Ben neden gitmek istiyordum? Ya da Cesur’un annesi neden gitmişti? “Ölçüsüne bakalım mı? Küçük veya büyük gelirse ayarlarım,” dedi Davut amca Cesur’dan herhangi bir tepki almayı umarcasına ona bakarken. Boğazımı temizleyip, “Ben bunu kabul edemem. Güzel düşünceniz için teşekkür ederim ama doğru olmaz,” dedim. Cesur ise avucunu kapatıp yüzüğü etine gömdü. Ardından da diğer elini bana doğru uzattı. Havadaki eline ve ona baktım, bana değil yaşlı adama bakıyordu. “Eyvallah Davut amca,” dediği sırada elimi yavaşça avucuna bıraktım, parmaklarını birden kapatıp sıkı sıkıya elimi kavradı. “Gitmeden yanına uğrarım yine,” dedi ve adama bir şey söyleme fırsatı sunmadan hızlı adımlarla oradan çıktı. Elimi tuttuğu için ben de peşinden gitmek zorunda kaldım ve Davut amcaya bıraktığımız kaba veda yüzünden içim huzursuzdu. Merdivenleri hızlı hızlı inerken, “Cesur,” diye seslendim. “Adama ayıp oldu-” “Seni bir yere götüreceğim,” dedi birden. “Ne?” dedim tüm kafa karışıklığımla. Durdu, bana doğru dönüp gözlerimin içine baktı. “Seni bir yere götüreceğim ve oradan çıktığında öyle bir yere hiç girmemiş gibi davranacaksın.” ♧ Önünde durduğumuz villa Sarıyer’in en tepe noktalarındaydı. Etrafı ıssız sayılırdı. Korunaklı yüksek duvarlarına tırmanmak mümkün değildi ama yine de üst kısımları dikenli tellerle çevrilmişti. Çift kanatlı dökme demir kapısı kapalıydı. Çevrede insan yaşamına ait hiçbir iz yoktu, ancak neredeyse her köşede olan kameraların tıpkı insan gözü gibi sağa sola dönerek evin etrafında gezen karıncaları bile takip ettiğine yemin edebilirdim. Kime geldiğimize dair hiçbir fikrim yoktu. Cesur garipti. Sorduğum sorulara cevap vermemişti ve ben de eşelemeyi bırakmıştım. Sanırım kafası o kadar karışıktı ki önce kendiyle uzlaşması gerekiyordu. Arabayı evin önüne park edeli neredeyse yarım saati geçmişti. Hava çoktan kararmıştı, hatta saat gece yarısına doğru ilerliyordu. Cesur geçen tüm bu süre zarfında tek kelime etmeden durmuştu. Dizine dayadığı elinde babasının annesi için yapmaya niyetlendiği o yüzük vardı. Onu evirip çeviriyordu ve dalgın gözlerle eve doğru bakıyordu. Hiçbir şey yapmadan beklemekten dolayı uykunun sindiği gözlerimi ovalarken, “Bana küstün mü?” diye sordum. Bu öylesine dudaklarımdan dökülen bir soruydu. Cevap vereceğini bile düşünmemiştim, çünkü bundan önceki hiçbir soruma cevap vermemişti. Ancak şimdi Cesur keskin bir soluk aldı, omuzları kabardı ve yüzükle oynamayı bıraktı. “Küsmedim,” dedi bana yıllar sonra konuşmuş gibi hissettirirken. “O zaman neden duymazdan geliyorsun? Senden birkaç kelime alabilmek için saatlerdir çabalıyorum.” “Düşünüyorum, Nehir, düşünmeye çalışıyorum.” “Anladım. Bunun için susmam gerekiyor sanırım?” “O kapıdan içeriye benimle girersen sana ağır bir yük yüklemiş olacağım,” dedi ve gürültüyle yutkundu. “Bunu kaldırabilir misin bilmiyorum. Sana güveniyorum ama bilmiyorum, Nehir.” “İçeride şu aradığın kadın falan yoktur umarım,” dedim kinayeyle homurdanarak. “Beni böyle bir şeyle yüzleşmeye getirdiysen yemin ederim ki göğsünde birkaç delik açarım. Kalbine isabet edecek olması umurumda bile olmaz.” Cesur tüm o uğursuz havadan bir anda sıyrılarak sırıttı. Koca bedenini bana doğru çevirirken, “Benim fırtına kuşum çok sert bir kadın olmaya başladı,” dedi, karnıma tatlı bir sancı yayıldı. Etkilenmemiş gibi yaparak kollarımı göğsümün üzerinde bağladım. Ona bakmıyordum, ona bakarsam tüm havam sönerdi. “Dediğimi duydun.” “Nasıl açacakmışsın göğsüme o delikleri? Söyle de hazırlıklı olayım.” “Benimle oynamayı bırak-” “Baksana bana-” “Hayır, hâlâ cevap bekliyorum içeride kim var?” “Fırtına kuşu,” diye fısıldadı. “Çevir o doyamadığım mavi gözlerini üzerime, hadi.” Kelimeleri ve konuşma tarzındaki o iç gıdıklayıcı vuruculuk beni anında etkisi altına aldığında emrine itaat eden bir köle gibi kafam ona doğru döndü ve duyacağını umursamadan gürültüyle yutkundum. Cesur koltuğunda kayarak iri cüssesini bana doğru yaklaştırıp, “Sen bana her böyle baktığında zaten göğsümde delikler açıyorsun, bunun için silah kullanmana gerek yok,” diye fısıldadı. “Nasıl bakıyormuşum ki sana?” “Seni öpmemi ister gibi,” derken eli yanağıma kondu ve yüzümü kendisine doğru çekti. “Aramızda mesafe olmasını söyleyen dudakların şimdi onları öpmem için hazır bekliyor, fırtına kuşu.” Burnunun ucunu burnuma sürterken yüzlerimizin arasında sadece birkaç santimlik mesafe bulunuyor olması göğsümün hızlı hızlı inip kalkmasına neden oluyordu ve ona karşı koymak gibi bir arzum dahi yoktu. Aksine sıcak dudaklarını istiyordum. Tam da bu an beni deli gibi öpmeliydi. Ancak Cesur bunu yapmadı. Gözlerini gözlerimden hiç ayırmadan, “İçeride annem var,” dedi kısık sesle. Donakaldım. Kıpırdayamadım. Nefes alamadım. Aklım bir an için tüm yetisini kaybetti. Ardından teninden tenime sarsıcı bir elektrik akımı geçmiş gibi ondan hızla uzaklaştım. “Annen mi?” dedim şaşkınlık kokan bir tınıyla. “Annen içeride mi?” Sadece kafasını salladı. Bense hâlâ aynı donukluğu taşıyordum. “Ama annenin öldüğünü söylemiştin?” “Terk ettiğini söylemiştim,” diye düzeltti. “Hayır, bana hep ölmüş gibi hissettirdin,” diye düzelttim. “Neden? Neden yaşadığını sakladın?” “Çünkü böylesi onun için daha güvenli. Kimsenin bilmemesi gerekiyor. Buraya aile dışından biri olarak ilk gelen kişi sensin. Başka kimse de olamazdı zaten.” “Kimler biliyor?” “Özgür, Akın... babam.” “Baban da biliyor muydu?” dedim yeni bir şok dalgası yaşayarak. “Onu bulan babamdı. Bir akıl hastanesinde.” “Ne?” “Annemin ruh sağlığı iyi değil. Çok şeyler yaşadı ve büyük bir saldırıdan kurtuldu. Birileri onu hastanenin önüne çöp gibi attığında vücudunda onlarca kurşun yarası vardı. Kim yaptı ya da onu kim hastaneye bıraktı bilemedik hiçbir zaman. Babam onun için kimsenin bilmediği bir yerin daha uygun olacağını düşünerek burayı ayarladı. Annem uzun yıllardır burada kalıyor ve herkes onun öldüğünü düşünüyor.” “Ve sen de istediğin zaman onu ziyaret edebiliyorsun?” Kafasını salladı. Bunun üzerine buzdan bir gülüş dudaklarımdan koptu. “Bir de daha birkaç saat önce bana anne sevgisinin ne olduğunu bilmediğini söyledin. Hiç yalan söyleyebileceğini düşünmemek benim aptallığım. Yiğit’ten sonra bile hâlâ akıllanamadım! Hâlâ aptal gibi herkese inanıyorum-” “Bilmiyorum!” diye bağırdı Cesur birden. Sesi öyle haşin ve sert çıkmıştı ki tepkisinin orantısızlığından ürkmüştüm. “Annemin yaşıyor olması anne sevgisini yaşadığım anlamına gelmiyor,” dediğinde ses seviyesinde hiçbir alçalma olmamıştı. “Bir daha sakın beni o itle aynı kefeye koyma, Nehir, sakın! Hiçbir şey bildiğin yokken sakın!” “Öyleyse anlat da bileyim,” dedim ben de sesimi yükselterek. Bana şimdiye kadarki en ters ve sert bakışlarından biriyle bakıp kapının koluna asıldı. Sorulardan kaçmadığının farkındaydım, gerilimden kaçıyordu. Çünkü onu sinirlendirmiştim ve biraz daha üzerine gidersem çileden çıkacağa benziyordu. İri bedenini dışarıya çıkartıp kapıyı ardından tüm gücüyle üzerine vurduğunda sarsılan aracın içerisinde kalakaldım. Sinirinin biraz olsun geçmesini umar gibi etrafta birkaç volta attı. Cebinden sigarasını çıkartıp tutuşturdu ve sonunda durduğunda kafasını, alacalı şekilde bulutlarla süslenmiş olan gökyüzüne kaldırdı. Ağzından bıraktığı sigara dumanı gökyüzüne doğru yükselerek kaybolurken onu izliyordum ve onu izlemek bana iyi geliyordu. Nedensizce bir anda beni ele geçiren öfkenin vücudumdan çekildiğini fark ettim. Kısa sürede yatıştım, sonra da onu anlamaya başladım. Bu aralar anne konusunda hassas olduğum için sanırım tepkimin dozunu kaçırmıştım. Pişmanlık hissi tüm ağırlığıyla omuzlarıma çökerken ciğerlerime sıkıntılı bir soluk doldurdum. Ardından da kapının koluna asılıp kendimi gecenin soğuğuna bıraktım. Çevrede işimi kolaylaştıracak sokak lambaları bulunmuyordu. Etrafı aydınlatan tek şey evin giriş kapısına yerleştirilmiş iki güçlü ışık kaynağıydı, onun dışında evi çevreleyen duvarlar o kadar yüksekti ki içerisinde başka ışıkların yanıp yanmadığı belli bile olmuyordu. Usul adımlarla aracın etrafını dolanıp kaputun yan tarafına kalçamı yaslayarak kaldım. O ise orta yerde dikilmeyi bırakarak tıpkı benim gibi araca sırtını yasladı. Aramızda iki insanın rahatça sığabileceği genişlikte mesafe vardı ve bu nedensizce beni rahatsız etmişti. Şimdiye kadar bana daima yakın dururken şu anda uzakta kalması can sıkıcıydı. İçime gürültülü bir soluk çekip, “Özür dilerim,” dedim. “Seni Yiğit’le,” diye başlamıştım ki fırtınaları barındıran bakışlarını bana öyle hızlı sapladı ki hızla sustum ve cümledeki hatamı düzelttim. “Onunla... onunla seni aynı kefeye koymak istememiştim.” Dişlerini sıkarak önüne döndü ve sigarasından derin bir soluk çekti. Konuşmaması beni daha çok gererken, “Özür dilerim,” dedim yeniden, bu kez sesim daha güçsüzdü. “Bana öyle sert bakmayı bırak lütfen, Cesur. Kötü hissediyorum-” “Benim de kötü hissedebileceğim aklının ucundan bile geçmiyor, değil mi?” “Özür dilerim,” dedim bir kez daha. “Bu aralar... anne konusunda biraz hassasım, elimde değil. Hele de bugün annemi rüyamda görünce...” İç geçirircesine bir ses çıkartıp, “Beni yatıştırmak istiyorsan aramızda mesafe olmasına izin vermemelisin,” dedi. Biri beni sırtımdan itmiş gibi hızla ayaklanıp ona doğru yürüdüm ve sonra da kendimi ona sarılırken buldum. Kollarım belinin etrafına dolandığı sırada ellerim tek tutanağımmış gibi kazağına yapıştı. Yanağımı bir taş kadar sert olan göğsüne yaslarken hâlime Cesur bile şaşırmış gibi öylece kalakalmıştı. Bunu kolunun tekini hemen değil de biraz zaman sonra sırtıma dolayıp beni iyice kendisine çekmesinden anlamıştım. “Bana böyle tek ihtiyaç duyduğun şeymişim gibi sokuluyorsun, sonra da benden mesafe istiyorsun,” dediğinde hâlimi onaylamazmış gibi kafasını iki yana salladığını hissettim. “Seninle ne yapacağım, fırtına kuşu?” “Beni yatıştırmak istiyorsan aramızda mesafe olmasın dedin,” dedim ona sarılmamdaki tek neden buymuş gibi. Aslında bu sadece bahanem olmuştu ve Cesur elbette arkasına sığındığım yalanı yutmamıştı. “Yatıştın mı?” Güldüğünü duydum. “Bir taraftan söndürüp diğer taraftan tutuşturmayı nasıl başarıyorsun?” dediği sırada alt vücudunu bana doğru bastırdı ve karnıma değen sertliği hissettiğimde elektrik akımına kapılmışçasına irkildim. Yeniden güldü. “Bir dahakine beni öpmeni isteyeceğim. Ve bir dahakine... daha mahrem şeyler olacağına şüphen olmasın.” Arzu kaburgalarımın arasından doğup aşağıya, kasıklarıma doğru aktı. Ben bu adama ne zamandan beri ihtiyaç duyuyordum? Dokunuşunu hayal etmek ne zamandan beri tüm bedenimi harekete geçiriyordu? Kupkuru kesilen boğazımı ıslatabilmek adına peş peşe yutkunduktan sonra, “Annen,” diye hatırlattım. Onunla annesinin kaldığı evin önünde yakınlaşmak gibi aptalca bir şeye kalkışmamız doğru olmazdı ve eğer konu hemen değişmezse o aptallığı yapardım, artık irademe hiç güvenmiyordum. Cesur’un gevşeyen tüm kasları anında gerildi. “Babam onu bulana kadar neler yaşadı bilmiyorum ama artık burada. Hep burada kalacak, kimse bilmeyecek. Beni anlıyor musun?” Cesur’dan yavaşça ayrılıp hemen yanındaki boşluğa sırtımı dayadım, artık sadece kollarımız ve bacaklarımız birbirine değiyordu. “Halide Çağlayan’ın haberi yok, değil mi?” “Yok,” dedi, sigarasından yudumladı. “Eğer öğrenseydi hepten aklını kaçırırdı.” “Bir kadın için kötü bir durum-” “Onun için değil. O, babamın annemi sevdiğini başından beri biliyordu. Kendi kaderini kendisi belirledi. Kıskançlıktan delirme noktasında geziyor. Ağır ilaçlar kullanıyor. Babamdan sonra bile... onun ölmesi bile içindeki kıskançlığı söndürmeye yetmedi.” “Ciddi misin?” dedim şaşkınlıkla. “İlaç kullanacak kadar ileri seviyede mi?” Kafasını salladı. “Onunla aranda daima mesafe olsun. Seni seviyor gibi görünse de aslında senden nefret ediyor, Nehir.” “Ama neden?” diye sormuştum ki cevabı bulmam çok uzun sürmedi. “Çünkü aslında senden nefret ediyor.” Cesur yeniden kafasını salladı. “Sana... sana kötü davrandı mı? Çocukken?” Omuz silkti. “Önemsemedim, fırtına kuşu. Çoğunu yetimhanede yaşamıştım zaten, bildiğim şeylerdi.” Önemsemişti. Elbette önemsemişti. Üvey annesinin ona daha henüz eve yeni gelmişken neler yaşattığını düşünmek bile istemiyordum. Yan yana duran ellerimizi birleştirip parmaklarımı parmaklarının arasına sokarken, “Dövdü mü seni hiç?” diye sordum. O kadar gergin duruyordum ki, tüm kaslarım ağrımaya başlamıştı. “Yok, onu yapamayacağı kadar büyüktüm,” derken elimi sıktı. “Kapat bu konuyu.” Son söylediğini hiç duymamış gibi, “Aç mı bıraktı?” dedim bu kez. “Fırtına kuşu,” diye fısıldayarak bana baktı. “Bunu yapma. Bunları deşmek sana sadece acı verecek.” “Ama kabul edemiyorum, Cesur. Nasıl bu kadar kötü olabilir? Babanı biraz olsun gerçekten sevdiyse ondan olana hiç değilse kötülük etmezdi. Onunla tanıştığımda aptal gibi oturup sohbet etmiştim. Bilseydim yüzüne bakmazdım.” “Eğer onunla yine karşılaşırsan yine yüzüne bakacaksın ve onunla sohbet edeceksin, hiçbir şey olmamış gibi. Ne olursa olsun o, Özgür ve Akın’ın annesi. Bunu unutma,” diye beni uyardı. “Nasıl böyle sakin kalabiliyorsun?” “Bunu başarana kadar beni akıl hastanesine kapatmayı bile düşündüler.” “Eminim bunu Halide düşünmüştür,” derken öfkeliydim. Cesur’un yüzüne gelip geçici bir gülümseme yer edindiğinde ortaya attığım düşüncenin doğru olduğunu anlamış olmak beni sarstı. Her seferinde bu kadarı da olmaz derken dediğimin bile fazlası çıkıyordu. Sanırım Halide Çağlayan konusunda bilmediğim daha çok detay vardı ve ben daha şimdiden ondan nefret etmeye başlamıştım. “Annem, babam ve Halide okul arkadaşlarıydı aslında. Halide’nin ailesi de bizden, zaten dostlarımızdan biriydi. Bu yüzden babamı dibinden beri tanırdı. İşin en başında Halide’yle annem arkadaşmış, hatta annemi babamla tanıştıran bile oymuş,” diye anlatmaya başladığında, “Annenin adı neydi?” diyerek sözünü kestim. “Filiz. Annemin adı Filiz.” “Tatlı bir isim. Baksana, hikâyenin devamını tahmin edebiliyorum. Halide başından beri babanı seviyordu ama baban onunla hiç ilgilenmemişti?” diyerek beni onaylamasını istercesine ona baktım, yavaşça kafasını salladı. “Sonraysa baban Filiz’le tanıştı ve ona âşık oldu. Bu durum Halide’yi delirtti. Halide’nin sınırları var mıdır bilmiyorum ama içimden bir ses babanla anneni ayırmak için elinden geleni ardına koymadığını söylüyor.” “Amacına ulaştı da zaten. Babamın dünyadan haberi yok, askere gidecek, geri döndüğünde düğün planları kuruyor. Annem tutucu bir ailenin kızıydı, öyle sevgilisinin olması hoş karşılanmazdı, ayrıca bizim dünyamızdan haberleri bile yoktu.” “Yoksa baban nelerle uğraştığını ondan sakladı mı?” “Hayır, babam ona karşı hep dürüst oldu. Annem her şeyi biliyordu ve öyle kabullenmişti. Babamın askerliğinden sonra evlenme hayalleri kuruyorlardı. Annemin ailesi karşı çıksa bile bizim ailemizin gücü tartışılmaz, ne olursa olsun o evlilik gerçekleşirdi.” “Peki ne oldu da gerçekleşemedi?” Dalgın dalgın karşısındaki ağaçlara bakarken, “Babam askerdeyken annem kaçıp gitti,” dedi, yanında olduğumu hissetmesini istercesine elini sıktım. “Babam geri döndüğünde ondan hiçbir iz bulamadı. Aradı taradı, sordu soruşturdu ama hiçbir şey elde edemedi. Ne zaman bir ipucu bulsa sonraki gün o izden eser kalmıyordu.” “Bence birisi tüm izleri siliyordu ve bu Halide’den başkası değildir,” dedim kendi kendime konuşuyormuş gibi, beni duysa bile üzerinde yorum yapmadı. “O dönemler bu zamanki kolaylıkların hiçbir yok, ne kamera ne bir şey. Görgü tanığı bulmak da zor ama babam hiç pes etmemiş. Her güne onu arayarak başlamış, her geceyi onu bulamayarak bitirmiş.” Babasıyla kaderinin ne kadar benzeştiğinin acaba farkında mıydı? Bunu dile getirmek istesem de sessizliğimi korudum. Şu anda en son isteyeceğim şey Cesur’un aradığı kadından bahsetmekti. “Diğer yandan babamın babası, yani dedem, babama evlenmesi için baskı kurmaya başlamış. Çünkü babam günden güne akıl sağlığı olarak kötüleşiyordu ve onu toparlamanın tek yolunu evlendirmek olarak görmüş.” “Başka biri yokmuş gibi de gidip Halide’yle mi evlendirmiş?” “Babam hiç istemedi ama sonunda baskılara boyun eğmek zorunda kaldı. Aslında yine diretirdi ama o dönem annemin öldüğü yönünde bilgi gelmiş bir yerden. Babam yıkılmış orada.” “Cesur... seni gazlamak niyetinde değilim ama olayı dinlediğimde daima Halide Hanım’ın komplolarıymış gibi hissediyorum. Şöyle düşün Halide’nin ailesi yeraltından, güçlüler ama annenin ailesi sıradan ve en ufak yanlışta evlatlarının arkasında durmak yerine onu dışlayacak tipler, öyle hissettim. Neyse... babanın askere gitmesiyle ortalık tamamen Halide’ye kalmış. Belki de anneni gönderen bile odur. Bulunmasın diye tüm izleri silen de. Böylece rakibini ortadan kaldırıp babana tek seçenek olarak kendisini bıraktı.” “Bunları ben de düşündüm, hepsinin farkındayım. Annem babamı seviyordu. Seven kadın karnında sevdiği adamdan olan çocukla çekip gitmezdi. Bir şeyler oldu, bilmiyoruz ama her ne olduysa annem kaçtı. Kaçtı diyorum, çünkü çok sonraları babam yine izine rastlamış, konuştuğu kişi annem için birilerinden korkuyor gibi gözüktüğünü ve şehir değiştirmek için çabaladığını söylemiş.” Seven kadın karnına sevdiği adamdan olan çocukla çekip gitmezdi. Boştaki elim istemsizce karnıma kaydı. İçime ağır bir his doluşurken gerçeği hâlâ söylememiş olmanın yüküyle boğuştum. İşin aslı kendime güvenmiyordum. Hâlâ bebeği isteyip istemediğimi bilmiyordum ve Cesur öğrenirse emindim ki ona kıymama izin vermezdi. “Peki... peki,” derken içimdeki hisleri bastırmak istercesine sertçe yutkundum. “Seni neden yetimhaneye bıraktı?” “Bilmiyorum.” “Ona sormadın mı?” “Cevap vermiyor ki. Annem... kafa olarak iyi durumda değil. Onu bulduğumuzda akıl hastanesindeydi dedim ya. Çoğunlukla otuz yıldan öncesinde yaşıyormuş gibi konuşuyor. Geri kalan zaman dilimini hatırlamıyor. Doktor beyninin kötü olan hatıraları sildiği gibi bir şey söylemişti.” “Yani seni hatırlamıyor,” dedim kısık sesle. “Bir çocuk doğurduğunu bile bilmiyor.” Karanlığa rağmen dudaklarında yer edinen cansız tebessümü seçebildim. “Beni doğuran kadın da bana bakmak zorunda bırakılan diğer kadın da akıl sorunları yaşıyor. Deli diye anılmam normal, fırtına kuşu, haklılar.” “Sen deli falan değilsin,” dedim itirazla. “Hiç denk gelmedin ki, nerden bileceksin?” “Buna inanmıyorum.” “İnan. İnan ki raydan çıktığımı gördüğünde benden bir daha yanımda yalnız kalamayacağın kadar korkmamış olursun.” “Gözümü korkutmaya mı çalışıyorsun? Benim annemin de akıl sağlığı iyi değildi. Ben merhametsiz, gaddar bir adam tarafından büyütüldüm. Eğer tüm bunlar beni deli yapacaksa eminim senden bile daha deliyimdir.” Bu kez gerçekten güldü, gülüşünü duydum ve içimdeki çiçekler güneşi görmüş gibi yeni tomurcuklar çıkartmaya başladı. “Öyleyse tam birbirimize göreyiz desene.” Kendimi gülümserken buldum. Sonraysa aklıma gelen düşünce tüm gülümsememi dondurmaya yetti. “Baban... baban yıllarca aradığı kadını bulduğunda ne hissetti?” diye sordum sanki bu soru bana hiç dokunmuyormuş, içimi kanatmıyormuş gibi. “Bıraktığı gibi olmadığını gördüğünde yıkıldı ama artık onu bulduğu için huzura ermişti. Neredeyse her gün buraya ziyaretine gelirdi. Annem onu tanımasa da bunu hiç sorun etmemişti.” “Hayal kırıklığı yaşamıştır. Onca çabadan sonra edindiği sonuç kaderin onunla dalga geçmesi gibi olmuş.” Nefesini gürültüyle verdi. “Öyle.” “Cesur,” dedim bir şey soracağımı belli ederek. Sigarasından son yudumu çekmeden önce bana yandan bakarak, “Söyle fırtına kuşum,” dedi, bir an için ne söyleyeceğimi bile unuttum. İçim aynı anda kıpır kıpır bir hisle dolarken diğer yandan da can çekişircesine kıvrandı. “Aradığın kadını... onu bulduğunda hayal kırıklığına uğrayabileceğini hiç düşündün mü?” Cesur’un elimi tutan elinin sıkılığı hiç değişmedi ama yine de rahatsız hissettiğini anlamıştım. “Artık onu aramıyorum,” dedi yine ve yine bu konuya dönmemden usanmış gibi. “Ama eğer merak ediyorsan evet, tüm seçenekleri düşündüm. Çoktan ölmüş olabilir ya da birini sevmiş ve onunla mutlu bir yuva kurmuş olabilir. Belki yaşadıklarının ağırlığını kaldıramamış ve akıl sağlığından olmuştur ya da kendini toparlayıp ayaklarının üzerinde durmayı başarmıştır. Bilmiyorum. Kötü durumda olmasını hiç istemem. Eğer yaşıyorsa umarım hayatı yolunda gidiyordur.” “Yani biriyle evlenmiş ve ondan çocukları olsa... bunu sorun etmez miydin?” “Kendisine aile kurabildiği için sevinirdim.” “Gerçekten mi? Kıskanmaz mıydın?” “Ben onu aşk için istemiyordum ki Nehir. Kaç kez daha söyleyeceğim?” dedi artık buna dayanamıyormuş gibi çileden çıkmışçasına. “Yine beni sinirlendiriyorsun. Bu kez yatıştırman zor olur, haberin olsun.” Gürültüyle boğazımı temizlerken gözlerimi kaçırdım. Cesur hâlimi onaylamazcasına bakıp biten sigarasının izmaritini yere attı ve ayağının ucuyla onu ezdi. Uyguladığı gücü geri çektiğinde izmaritin toprağa battığını gördüm. Ardından, “Girelim mi?” dedi. “Girelim.” Ellerimizin bağını hiç bozmadan eve doğru yürümeye başladığında ağır adımlarına eşlik ediyordum. İsteksiz gibi değildi ama istekli de görünmüyordu. Sanırım annesinin durumu yüzünden ya da anlattıklarının ağırlığından böyleydi, çözememiştim. Yüksek kapının önüne geldiğimizde zile basmamıza gerek kalmadan kapı gıcırdayarak iki yana açıldı. Kapının kanatlarını tutup geçmemiz için açan iki iri adam vardı ve hemen karşımızda bizi karşılamak için bekleyen bir başkası daha bekliyordu. Dikkatli baktığımda eve ait bahçede gezen başka adamları da seçebildim. “Bu kadar güvenlik neden?” diye sormaktan kendimi alamazken hızla iki katlı evi gözden geçirdim. Saatin geç olduğunu biliyordum ama neredeyse tüm ışıkları açıktı. “O, benim annem, güvende olduğundan emin olmalıyım.” Bu sırada karşımızdaki adam, “Hoş geldiniz Cesur Bey,” diyerek kafasıyla selam verdi. “Nasıl gidiyor, Arda?” dedi Cesur ve ben kuvvetli bir öksürük krizine girdim. Bana dönen bakışları savuşturma niyetiyle sorun olmadığını belirtircesine boştaki elimi havada sallandırdım. Karşımdaki adam her şeyin yolunda gittiğiyle ilgili bir şeyler anlatmaya başladı ama söylenenleri algılayabildiğimi söyleyemeyecektim. İsim benzerliğiydi, emindim, daha önceleri de olmuştu. Dünyadaki tek Arda benim abim değildi, başkaları da vardı ama bu ismi her duyduğumda aynı soğuk etkiyi yaşamak sanırım benim kaderimdi. Cesur, abim olmayan Arda’yla konuşmasını bitirdiğinde beni eve doğru yürütmeye başladı. Hâlimden kuşkulanmaması için her şey yolundaymış gibi davranmaya dikkat ediyor olsam da itiraf etmem gerekirse Cesur’un dudaklarından Arda ismini duymak çok garip hissettirmişti. Evdeki çalışanlardan birinin açtığı giriş kapısından geçtiğim sırada evin dışarıdan ıssız görünmesine tezat içerisindeki kalabalığın çokluğuna şaşırırken, “Sadece annemle ilgilenmek için burada kalan bir doktor var,” dedi Cesur. “Adı Selin. Zamanında onu babam okutmuştu, şimdi bizim elimiz kolumuz.” “Tüm hayatını bu eve sığdırmış olması size değer verdiğini gösteriyor. Ne büyük minnet.” “Öyle. Annemle iyi anlaşıyor, onunla sohbet ettiğini bile gördüm. Normalde annem uzun cümleler kurmaz ama onunlayken bunu yapıyor.” “Anladım,” dediğim sırada Cesur merdivenlere tırmanmak için ilk adımını attı, bense yerimde kaldım ve birleşmiş duran ellerimiz havada gerindi. Sorunun ne olduğunu öğrenmek istercesine omzunun üzerinden bana baktığında, “Beni buraya neden getirdin, Cesur?” diye sordum. Herkesten gizlenen ve sadece sayılı kişilerin bildiği bir yere henüz tam olarak çözemediği kadını getirmişti. Bu onun için büyük bir kumardı. “Yanımda olmanı istiyorum.” “Bana gerçekten büyük bir yük bıraktın. Eğer bir sorun çıkarsa bunun vebaliyle nasıl yaşayacağım?” “Sorun çıkmayacak. Benimle bir sır paylaşacaksın, bu senin için zor değil, biliyorum.” “Çünkü ben zaten çok sır taşıyorum, değil mi?” dedim buruk bir gülümsemeyle. Sonra yavaşça kafamı salladım. “Taşırım, söz. Tıpkı diğer sırları taşıdığım gibi... Buradan çıktığımda buraya hiç girmemişim gibi davranırım. Akın ve Özgür bile anlamaz. Söz.” Birleşmiş olan elimden tutarak beni kendisine doğru çekip gözlerimin içine baktı. Tam bir şey söylemek için dudaklarını aralamıştı ki üst katta koşan birinin ayak seslerini duyduk. İkimizin de kafası aynı anda merdivenlerin üst kısmına döndü. Yataktan aceleyle kalktığını belli edercesine siyah geceliğinin kuşağını bağlamaya çalışan orta yaşlarının başında olduğunu düşündüğüm kadın koşar adım ortaya çıkarken, “Cesur, geleceğini neden haber vermedin? Yatmıştım, uyandırdılar şimdi, bir sorun yok ya?” diye endişeyle sorularını sıraladı. Gerçekten telaşlı görünüyordu. “Sorun yok, annemi göreceğim biraz.” “Ah o... o uyumuyor zaten, biliyorsun. Tabii ki görebilirsin, gel.” Sonra uykudan tam olarak arınamamış olan gözleri beni buldu. “Merhaba, ben Selin. Hoş geldiniz.” “Hoş buldum,” dediğim sırada Cesur’la birlikte merdivenleri tırmanmaya başlamıştık. “Nehir.” Selin kısaca kafasını sallayıp yeniden Cesur’a döndü. “Bugünlerde daha iyi, sabahları kahvaltı yapmaya başladı. Ihlamuru artık seviyor,” diye anlatmaya başladı. Cesur’a annesi hakkında bilgiler verirken artık üst kattaki koridorda yürüyorduk ve hâlâ el ele tutuşuyorduk. Selin bunu hiç yadırgamamıştı. Burada bir yabancıydım ama onun için önemli bile değildi. Sanırım Cesur’un buraya güvenilmez birini getirmeyeceğinden o kadar emindi ki rahatlığı bundandı. Ya da sadece üzerine düşeni yapıyor ve gerisiyle ilgilenmiyor da olabilirdi. Koridorun sonundaki odaya ulaştığımızda Selin kapının kolunu çevirmeden önce, “Gece kalacak mısınız? Oda hazırlatılmasını isteyeyim mi?” diye sordu. Cesur kafasını iki yana salladı. “Onu görüp gideceğim.” Selin anlayışla kafasını sallayıp kapının kulpunu çevirdi. Cesur sabırsızca eşikten geçerken ellerimiz ayrılmıştı, çünkü eşikten geçecek gücü o an için kendimde bulamamıştım. Cesur’un odanın içerisinde ilerlemesiyle görüş alanıma giren kadının sırtı bana dönüktü. Odasındaki pencerenin önündeydi, pencerenin perdeleri açıktı ve kadın tekerlekli sandalyesine oturmuş gecenin karanlığını izliyordu. Yanındaki masada büyük bir kısmı tamamlanmamış olan yapboz duruyordu, parçalarının çoğu yerdeydi. Beynini çalıştırması için ona bunu yaptırdıklarını anlamak zor değildi. Büyük yatağı hiç bozulmamıştı, sadece ayakucuna birkaç kitap üst üstte bırakılmış duruyordu. Cesur annesinin karanlık manzarasının önüne geçtiğinde dikkatle onları izliyordum. Kadın kılını bile kıpırdatmamıştı. Sanki odaya birileri girmemiş gibi davranıyordu. Cesur onun tepkisizliğini umursamadan yavaşça annesinin önünde diz çöktü. Bunu onun gözlerine rahatça bakabilmek için yaptığını bilerek ben de hareketlendim ve eşikten geçtim. Kadının yüzünü görebileceğim şekilde onlara yaklaştığımda yatağın ayakucundaydım ve yüzünü gördüğümde yutkunmaktan kendimi alamamıştım. Tüm solgunluğuna ve cansızlığına rağmen yine de güzel bir kadındı ama Cesur ona hiç benzemiyordu. İkisi ufacık benzerlik dahi taşımıyorlardı. Gözlerimi bile kırpmadan onları izlerken hemen yanımda durduğunu bildiğim Selin’e hitaben, “Bu saatte uyuması gerekmiyor mu?” diye sordum kısık sesle. Aslında normal tonda konuşsam bile sorun olmazdı, çünkü Cesur’un tüm odağı annesindeydi. “Geçirdiği kazadan sonra beyninde kalıcı hasar aldı. Uyku problemleri yaşıyor, bazen iki günden fazla uyumadığı bile oluyor ama uyuduğundaysa bunu gece değil gündüz yapmayı tercih ediyor.” “Kaza mı? Ne kazası?” “Bilmiyoruz. Doktor raporu bu yönde, kesinlik yok, aldığı darbelerden yola çıkılarak verilmiş bir karar. Muhtemelen arabayı kullanırken üzerine ateş açıldı, çünkü vücudunda kurşun yaraları da vardı. Sonra da kontrolünü kaybederek takla attı.” Sertçe yutkundum. “Yürüyebiliyor mu?” “Hayır.” Başka bir şey soracak cesareti kendimde bulamadım. Kadının aklar düşmüş saçları tekerlekli sandalyesinin sırtından aşağıya dökülüyordu. Özenle taranarak açık bırakılmış gibiydi. Ev o kadar sıcaktı ki ona kalın kıyafetler yerine şirin bir elbise giydirmişlerdi. Eteğinin kenarından çıkıp tekerlekli sandalyenin aparatına takılmış olan sonda torbasını sonradan fark etmiştim ve onu görmek beni bir kez daha sarsmıştı. Cesur sessizdi, annesi de öyle. Birbirlerine bakıyorlardı ama kadının aklı orada değil gibiydi. Eğer karşısındaki adamın oğlu olduğunu bilseydi ona gözlerinin içi sıcacık olacak şekilde bakar mıydı? Ona sarılır mıydı? Çünkü ona hiç sarılmamış gibi duruyordu. Cesur’un koyu kahve gözlerine sinmiş olan özlemin tanıdıklığını iliklerime kadar hissetmiştim. Benim de anneme bu şekilde baktığım anlar olmuştu; uzaktan, dokunamadan, sevemeden. Aynı eksiğini yaşadığımıza şahit olmak beni ummadığım kadar sarsarken Cesur’un uzanıp annesinin ellerini tutmasını izledim. Ondan bir tepki alabilmek uğruna gözlerinin içine öyle dikkatli bakıyordu ki bu bir çocuğun ilgi bekler gibi bakmasına benziyordu. Ancak kadının bakışlarında can yoktu. Cesur kadının ellerini hafifçe sıkıp, “Filiz,” diye ona seslendi, anne demedi. Yoksa ona anne bile diyemiyor muydu? Ben bunu düşünürken kadının cansız bakan gözlerine yayılan sevinci gördüğümde aklımdaki her şey uçup gitti. Bitik bir şekilde sırtını yasladığı sandalyede dikleşirken dudaklarına sevimli bir gülüş yerleşti. Az öncesine kadar neredeyse hareket bile etmediğini düşündüğüm göğsü heyecanlanmış gibi hızlı hızlı inip kalkmaya başladı ve dudakları aralandı. “Sarp... geldin mi?” Ve ben bir kez daha o soğuk hisle sarsıldım. Sarp... bu gece hayat benimle alay ediyor olmalıydı. Sarp benim yetimhanede tanıdığım o çocuğun adıydı ve aynı zamanda Cesur’un babasının adı da Sarp’tı, biliyordum. Ama birinin Cesur’a Sarp diye hitap etmesi beni dumura uğratmıştı. Selin bendeki karmaşayı hissetmiş gibi, “Cesur babasının gençliğine çok benziyor, bu yüzden Filiz onun Sarp olduğunu düşünüyor,” diye durumu açıkladı. İçimdeki hüzün katlandıkça katlandı. Cesur annesinin gözünde hiç evlat olamamışa benziyordu. Ona yıkılan rol öyle ağırdı ki aslında annesinden sevgi beklerken daima ona sevgi vermeyi üstlenmişti. “Geldim,” dedi Cesur, yutkunduğunu duydum. “Seni bırakır mıyım hiç?” “Bırakmazsın,” dedi kadın kendinden emin bir şekilde. “Hiç bırakmazsın beni.” Sonra sanki kötü bir anıyı hatırlamış gibi yüzünü korku kapladı. “Sarp... beni sakın bırakma... eğer bırakırsan... bırakırsan... o gelecek...” “O kim, Filiz, hadi söyle, kim?” Kadın kafasını şiddetle iki yana salladı. “O,” dedi sanki adı buymuş gibi. “O...” Selin, “Daha fazla üsteleme,” diye kısık sesle Cesur’u uyardı. “Birkaç gündür kriz geçirmiyor, ağzından bir şey almaya çalışacaksın diye keyfini bozma lütfen. Sağlığı daha önemli.” Cesur bilinmezliğe katlanamıyormuş gibi öfkeyle gözlerini yumdu. Boynundaki damarların kabardığını seçebiliyordum. Annesini bunu yapan kimse onun eceli olmak istiyordu. Annesinin canını yakan kimse onun canını yakmak istiyordu. Ancak tüm öfkesine rağmen gözlerini geri açtığında bakışlarını hislerinden arındırmıştı. Annesine yine sıcacık bakıyordu ama ben, geri plandaki katili görebiliyordum. “Filiz... bana bak, yanındayım, görüyor musun?” Kadın çeşit çeşit bileklikle dolu olan ellerinden birini Cesur’un tutuşundan kurtararak zayıf parmaklarını onun yanağına yerleştirdi, Cesur bir kez daha gözlerini yumdu; bu ona duyduğu özlemdendi. “Seni çok özledim, nerelerdeydin?” dedi kadın sanki onu ilk kez görüyormuş gibi bir tavırla. Yutkunamadım. Cesur buraya her gelişinde buna benzer senaryoları mı yaşıyordu? Babasıymış gibi davranıp, annesine bir kez bile anne diyemeden geri mi dönüyordu? “İşim biter bitmez geldim,” dedi Cesur hiç bozuntuya vermeden. “Bugün senin için bir şey yaptım. Görmek ister misin?” Kadın hevesle başını salladı. Sonra Cesur yanağında duran eli bileğinden kavrayıp avuç içini öptü. Filiz bu öpücüğün Sarp’tan geldiğini düşünerek tatlı tatlı güldü, Cesur ise annesine olan özlemiyle sessizce iç geçirdi. Ardından da diğer elini cebine atıp çıkardığı yüzüğü kadının parmağına taktı. İşte bu gerçek Sarp’ın Filiz için yaptığı ama ona hiç veremediği yüzüktü. “Beğendin mi?” “Çok beğendim,” dedi kadın yüzüğe dünyanın en güzel yüzüğüymüş gibi bakarken. Elini kendisine doğru çekip yüzüğü sevmeye başladı. İnceledi, inceledi durdu. Evirip çevirdi ve güldükçe güldü ama Cesur’a sarılmadı. Sarılmasını bekledim, orada dakikalarca ona sarılmasını bekledim ama sarılmadı. Kadın yaşadığı anla olan tüm bağını koparmış gibi yüzüğü sevmeye devam etti ve Cesur ise buruk bir tebessümle onu izlemekle kaldı. “İşte onu mutlu etmek bu kadar kolay,” dedi Selin derin bir iç çekip yatağın ucunda duran kitapları toplamaya başlarken. Üst üstte koyduğu kitaplarla birlikte doğrulduğu sırada yatağın ayak ucunda, yerde de bir kitap olduğunu fark edince onu almak için eğildi ve kucağındaki kitaplardan biri düştü. İçinden dökülen fotoğraflar ve minik kâğıt parçaları etrafa yayıldı. Selin, “Hay Allah,” diye kendi kendine söylenirken dağılanları toplaması için ona yardım etmeye başladım. Yerden aldığım her fotoğrafta kısaca göz gezdirdiğimde onların eski fotoğraflar olduğunu anlamıştım. Topladığım üçüncü fotoğraf Sarp Çağlayan'ın gençlik fotoğraflarından biriydi ve Selin haklıydı, Cesur tam anlamıyla babasının kopyasıydı. Diğerlerinden daha büyük duran ve yere ters düşmüş olan fotoğrafı almak için uzandığım sırada aynı fotoğrafa benden önce başkasının eli uzandı, bu Cesur’du. Yere çömelmiş şekilde onunla göz göze gelmek beni yutkundurdu. Sonra yavaşça doğruldu, ben de doğruldum. Fotoğrafı çevirip baktı ve güler gibi bir ses çıkarttı. Gözlerindeki tüm güzel hislerin önüne geçen buz parçalarına şahit oldum. Ayaklandı, ben de ayaklandım. Nedense boğazım kupkuru kesilirken, “Bu fotoğraf her şeyin başladığı yıllardan,” dedi. Filiz yüzüğüyle ilgilenmeye devam ederken ve Selin dağılan her şeyi toplayıp kaldırmak için köşedeki kitaplığa giderken Cesur gözlerini fotoğraftan hiç ayırmamıştı. Bense merakıma yenik düşerek ne olduğunu görebilmek için ona doğru ilerledim ama içimde uğursuz bir his vardı. Bunun kaynağını çözememiştim, neyin beni gerdiğini anlamamıştım ama Cesur’un yanına gittiğimde ve siyah beyaz olan o fotoğraftakilere baktığımda biri karnıma sert bir tekme atmış gibi ağrı hissetmiştim. Cesur fotoğrafta yer alan dörtlünün üzerinde parmağını gezdirirken en sağda duran babasını gösterip, “Babam,” dedi, yutkundum. Onun yanındaki kameraya ışıl ışıl bakan kadına geçti. “Annem.” Yine yutkundum. Parmağını biraz daha kaydırıp Filiz’in yanındaki, onunla kol kola girmiş olan diğer kadını gösterdi. “Halide.” Yine yutkundum. Ve sonra parmağı fotoğrafın en solunda kalan adamın üzerine değdi. “Oktay Seymen,” dedi. Yutkunamadım. Vücuduma inme inmiş gibi öylece kalakaldım. “Yıllar önce dördü çok iyi arkadaştı,” dedi Cesur. “Annemle babam birbirine âşık olana kadar her şey yolundaydı. Onların aşkı ortaya çıktığındaysa her şey bozuldu. Çünkü Halide babamı seviyordu ve Oktay Seymen de annemi.” Donmuş gözlerim fotoğraftan yavaşça kayarak tekerlekli sandalyesinde oturan kadını, Filiz’i buldu. Oktay Seymen benim babamdı. Ve annem ise şu anda tam da karşımda duran kadın yüzünden hiç sevilmemişti ve hayatı cehenneme çevrilmişti. ♧ Şok şok şok 👀😱👀😱👀😱
|
0% |