@yazarimsibirileri
|
Yeraltı Kulübü'ndeki küçük odamdaydım. Makyaj masamın önündeki pufa oturmuş, ıslak saçlarımı tarıyordum ve aynadaki yansımamın yorgunluğunu izliyordum. Dün gece öğrendiklerimden sonra yatağımda kıvranarak, çoğunlukla uyuyamayıp ve uyuduğum anlardaysa kabuslar görerek sabah etmiştim. Ardından da kalkar kalkmaz banyoya girmiştim. Bugün kulüpten çıkmayı planlamadığım için kıyafet tercihim inceydi. Rahat, yüksek bel bir pantolonun üzerine düz, siyah bir tişört giymiştim. En azından gece başlayana kadar bu kıyafetlerle daha rahat edecektim. Aslında odamdan dışarı çıkacak isteğim bile yoktu ama göze batmamak için bunu yapacaktım. Filiz’in kaldığı evden ayrıldığımızdan beridir Cesur’un dikkati üzerimdeydi, çünkü ben de bir terslik olduğunu hissetmişti. Elimden geldiğince normal davranmaya çalışsam da o resimde babamı gördüğüm andaki şok hâlâ kanımda geziniyordu. Babam, Oktay Seymen; Cesur’un babası olan Sarp Çağlayan ile bir zamanlar dosttu. Sadece bunu bilmek bile tüylerimi diken diken ediyordu. Çağlayan soyadının bizim evimizde geçtiğini hatırlamıyordum. Ailemin kimlerle dost olduğunu az çok bilirdim ama bu soy isim hiç geçmemişti. Hatta Oktay’ın Sarp adında bir dostu olduğunu da duymamıştım. Hepsi bir yana ben Filiz’in ismini de hiç duymamıştım. Ailedeki herkes babamın başka bir kadını sevdiğini bilirdi ama ismi dile dökülmemişti. Annem, kimin yerine getirildiğini hiç bilmemişti. Tarağı karışık saçlarıma yeniden daldırırken aynadaki yansımam durgundu. Mavi gözlerimdeki yorgunluğu bana bakan herkes görebiliyor muydu, yoksa kendimi okumak bana kolay geldiği için mi böyleydi? Islak olduğu için normalden daha koyu görünen saçlarımı taramayı nihayet bitirebildiğimde onları kurumaları için öylece bırakmayı düşünüyordum. Ancak aniden içime doluşan istekle ellerim havalanıp saçlarıma dokundu. Çocukluğumdaki travmalardan sonra saçlarıma istekle dokunabilmem uzun zamanımı almıştı. Saçlarımı herkes çok severdi ama benim sevebilmem kolay olmamıştı. Bir dönem onları siyaha boyamış, sonra da sıfıra vurmuştum. Uzadıklarında yeniden kesmeme engel olan kişi Hümeyra’dan başkası değildi. İzin vermemişti ve beni ona söz vermeye mecbur bırakmıştı. O günden sonra saçlarımla barışmaya başlamıştım. Bana balı çağrıştıran tondaki saçlarımı geriye doğru atıp okşar gibi dokundum. Abim saçlarımı çok severdi, evimizin çalışanları saçlarımla oynamaktan, onlara şekil vermekten hoşlanırlardı. Diğer yandan annem saçlarımın hangi renk olduğunu bile bilmezdi. Oktay ise... o genellikle onları yolmayı ve hırsını çıkarırcasına tüm güzelliklerini bozmayı tercih ediyordu. Parmaklarım saçlarımı ensemin üzerinde üç parçaya ayırdığında gürültüyle yutkundum. Örgü nasıl yapılıyordu bilmiyordum ama parmaklarımın beni yönlendirmesine izin verdim. Bir tutamı diğerinin üzerine, ötekini de oluşturduğum yumağın üzerine yerleştirdim. Hâlâ bana kötü bir şaka gibi geliyor olsa da eğer gerçekten karnımda bir bebek varsa ve eğer o bir kızsa ne yapacaktım? Günün birinde saçlarını örmemi isteyecekti ve ben bu konu hakkında beceriksizin tekiydim. Ayırdığım tutamları birbirinin üzerine yığmaya devam ederken odamın kapısı tıklatıldı. Aceleciydi, vuruşundan açıkça hissediliyordu. Boğazımı temizleyip, “Gel,” diye seslendim. Kapı açıldığında görünen yüz Yavuz’a aitti. “Nehir, müsait misin?” Parmaklarımın hareketi sekteye uğradı. “Elbette, gel. Bir şey mi oldu?” dedim diken üstünde tavrına karşılık. Yavuz içeriye girip kapıyı arkasından kapattı ve kilidi çevirdi. Oturduğum pufun üzerinde ona doğru döndüm ve kaşlarım sorguyla havalandı, ellerimse hâlâ saçlarımdaydı. “Ne oluyor?” “Cesur’un kapıyı çalacağını sanmıyorum,” dedi biraz imayla. Ardından beraberinde getirdiği siyah torbayı makyaj masamın üzerine bıraktı. İçerisinden çıkardığı B12 ve demir vitaminlerini dizmesini izlerken, “Cesur çıktı,” diye mırıldandım. Davut amcayı yolcu etmeye gitmişti. “Öyleyse daha iyi, kimse buraya uğramaz.” Ona cevap vermek yerine yarım bıraktığım işe devam etmeye koyuldum. Aynadan gördüğüm kadarıyla örgüm berbat bir şekilde ilerliyordu ama bu pek umurumda değildi. Yavuz, “Fazla fazla aldık, yenilerini almak zor olabilir diye düşündüm,” dediği sırada bana kısa bir bakış attı ve sanki ancak ne yapmaya çalıştığımı fark ederek torbayı karıştırmayı bıraktı. Bir müddet sessizce saçlarımla cebelleşmemi izledi. Müdahale etme arzusuyla parmaklarını gererek hazırlarken, “Ben yapayım mı? Biraz karışık oldu sanki,” diye teklifte bulundu. Başka birisi için belki de hoşuna gidebilecek olan bu teklif beni anında gerdiğinde kafamı kısaca iki yana salladım. “Önemli değil, bitti sayılır,” diyerek çabuk hareketlerle son kez tutamları birbirlerinin üzerinden geçirdim. Kollarıma yerleşen ağrıyı görmezden gelerek kenara bıraktığım siyah tokayla yaptığım yumak sanki kendi başına açılabilecekmiş gibi ucunu bağladığımda işte bitmişti. Yavuz ise garip garip bana bakıyordu. “Onu çözerken saçlarının yarısını kaybedeceksin.” Omuz silktim. “Olsun. Bir dahaki daha güzel olur,” dediğimde kendime hiç inancım yoktu. “Öğrenirim zamanla.” “Geleceğe hazırlık, öyle mi?” derken torbayı karıştırmaya geri döndü ve bir avuç gebelik testini masanın üzerine saçtı. Sonra da derin bir iç çekti. “Hep bir kızım olmasını istemiştim.” “Yavuz...” “Sen istemez miydin? Sana benzeyen sarı saçlarına çeşit çeşit toka takmayı? Taramayı, örmeyi? İstemez miydin?” “Bana hiçbir şeyinin benzemesini istemezdim,” diye mırıldandım. Ardından aynadaki yansımama daha dikkatli baktım, ben anne olabilecek bir kadın mıydım? Değildim. Hayatımın hiçbir döneminde evlilik ve bebek hayalleri kurmamıştım. Hayatım o kadar berbattı ki ben sadece yaşamaya odaklanmıştım ve şimdi de kendimle birlikte tehlikede olan biri daha mı vardı? Yavuz hiçbir şey söylemedi. Başımdan neler geçtiğini artık en iyi o bildiği için yorum yapmaktan kaçınarak poşeti karıştırmaya geri döndü. Bu kez elinde şırınga ve turnike bulunuyordu. İfadesi ise gergindi. “Bulut önce testlerden birini denemeni istiyor. Eğer sonuç negatif çıkarsa kan örneğinin lazım olduğunu söyledi. Böylece değerin yükselip yükselmediğini kontrol edecek ve gebeliğin biraz daha netlik kazanacak.” “Şimdi de doktorculuk mu oynayacaksın?” dedim cansız, kısa bir gülüşle. “Boş versene Yavuz, hiçbir şey hissetmiyorum. Hamile falan değilim ben.” “Bu ne çeşit bir inkâr çabası?” dedi bana tuhaf bir yaratıkmışım gibi baktığı sırada. “İnkâr falan değil. Ne hissediyorsam o. Garip ya da farklı hissetmiyorum işte. Her zamanki gibiyim, her şey her zamanki gibi. Değişik hiçbir şey yok. Hâlsizim, arada sırada midem bulanıyor, tamam, bunlar hep oluyordu, her döngü zamanımda. Bence stresten bu seferki döngüm çok kısa sürdü, olan bu. Hamile falan değilim.” “Tamam,” dedi umduğumun aksine benimle sürtüşme yolunu seçmeyerek. “Şöyle yapalım. Şu testlerden birini yap-” “Negatif çıkacak,” dedim sabırsızca. Yavuz gürültüyle soludu. “Negatif çıksa bile senden kan alacağım, Nehir. Değerinde yükseliş olmazsa bu konuyu kapatacağız, tamam mı?” derken masanın üzerinden aldığı testlerden birini bana doğru uzattı. Daha öncesinde yakından bile görmediğim gebelik testini yavaşça elime aldım. Tüm adımlar paketin üzerinde yazıyordu. Birkaç damla idrar, biraz bekleme ve eğer çift çizgi çıkarsa pozitif sonuç... Pozitifi görmeye ne kadar hazırdım? Hiç. Hiç hazır değildim. Cesur’un yanındayken bebeğe dair tüm hisler olumluydu ama Cesur yokken olumlu olan her şey olumsuza dönüyordu. “Hadi,” dedi Yavuz sabırsızca kollarını göğsünün üzerinde bağladığı sırada. “Tamam, yapacağım,” diye söylendim ama hâlâ oturmaya devam ediyordum. “Banyo arkanda kalıyor,” diyerek beni uyardı. Elimde olmadan irkilip, “Tamam,” dedim sanki banyonun orada olduğunu ilk kez görmüş gibi. Üzerimdeki sersemliğin nedeni tamamen stresti, emindim. Negatif çıkacağından şüphem yoktu ama yine de korkuyordum. İstemeye istemeye puftan kalkıp banyoya geçtim ve ellerimin titreyişini görmezden gelmeye çalışarak testi yaptım. Dudaklarımı kemirerek sonucu görebilmek için birkaç dakikayı daha söndürdüğüm sırada Yavuz kapının ardından sabırsızca, “Nehir, iyi misin?” diye seslendi. Üzerinde ikinci çizginin oluşmadığı testi alıp banyonun kapısını açtığımda onu Yavuz’un görebileceği şekilde havaya kaldırıp, “Sana söylemiştim,” diye homurdandım. İşin garibi artık daha huysuzdum ve bunun kaynağı testi negatif görmek miydi anlayamamıştım. Ruh hâlimdeki feci dalgalanma beni bile şaşkına çevirtecek kadar hızlıydı. Testi banyodaki çöpe atıp Yavuz’un yanından geçerek bu kez yatağımın ayakucuna oturdum. Kollarımı göğsümün üzerinde bağlarken küskün kız çocukları gibi göründüğüm için kendimden nefret etsem de bunu sürdürmeye devam ettim. Yavuz banyo kapısının önünde dikilmeyi bırakarak yanıma gelirken, “Tamam, öyleyse ikinci aşamaya geçelim,” dedi, ifadesi telaşlıydı. Sanırım kan almaktan korkuyordu. Eh, ona hak verebilirdim, çünkü bunu daha önce hiç yapmamıştı. “Bulut buraya yakın bir kafede beni bekliyor. Kanı aldığım gibi ona götüreceğim, hemen test ettirecek,” derken giydiği kazağın kollarını yukarıya sıvazladı. Ardından da yeniden poşeti karıştırdı. Çıkardığı pamuk ve kolonyayla birlikte masanın üzerindeki turnike ve şırıngayı alarak makyaj masamın pufunu yatağıma doğru çekip oturdu, artık hemen önümde duruyordu. Ciğerlerine derin bir soluk doldurduğu sırada, “Önce turnikeyi bağla, turnikeyi bağla,” diye ezberlediği kelimeleri tekrar ederken sol koluma uzandı. Sıkıca turnikeyi bağladığında yüzümü buruşturmaktan kendimi alamadım. Etimi sıkıştırmıştı ve bu acı vericiydi. “Tamam, en fazla ne kadar zor olabilir, değil mi? Yapanlar nasıl yapıyorsa ben de yapabilirim, Bulut bir şeyler anlattı,” dedi Yavuz, cesaret vermek istercesine kendi kendine konuşurken. “Şimdi iğne... yok. Damarı bulacağım. Önce damarı bulacağım sonra iğne.” Parmakları dirseğimin iç kısmında arayışa tutuştuğu sırada alnında biriken ter tabakasını izliyordum. “Buldum, bak, bu galiba, değil mi?” “Yavuz...” dedim gerginliğimi ona yansıtmamaya çalışarak. Elbette korkuyordum ama bunu bilmesine gerek yoktu. Kafasını kaldırıp bana baktığında gözlerindeki endişe ve çekinceleri yakaladım. Sanırım biraz rahatlamaya ihtiyacı vardı. Onu sakinleştirmek istercesine hafifçe tebessüm edip, “Temizlemeyi unutma,” diye hatırlattım. Bana baktı ve durdu. Tüm telaşına karşın benim sakin olmam onu anında etkilediğinde hareketlerindeki acelelik kaybolmaya başladı. “Aklımda,” dedi tıpkı benim gibi ufak bir tebessümle. “Korkmuyorsun, değil mi? Her an üzerime kusacakmış gibi duruyorsun.” Paketten biraz pamuk alarak kolonyaya bulamasını izlerken kafamı iki yana salladım. “Hatırlatma. Midem bugün daha iyi.” “Güzel. En azından üzerime kusmayacaksın.” “Belki benden bir yumruk ya da tekme yersin,” dedim ıslattığı pamukla damarımın üzerini temizlediği sırada. Güldü. “Eğer canını yakarsam bunu yapmana izin vereceğim.” “Öyleyse Cesur’dan biraz eğitim alsam iyi olacak.” Şırınga paketini açarken yine güldü. “Canını yakacağımdan bu kadar emin misin yoksa ona gitmek için bahanen bu mu olacak?” Yavuz kolumu istediği pozisyona getirdiğinde ve iğneyi etime doğru yaklaştırdığında hızla gözlerimi kaçırarak kapısını açık bıraktığım giysi dolabıma döndüm. Sıra sıra dizilmiş olan askıları sanki ilk kez görüyormuş gibi inceledim. Saniyelerin geçmek bilmediği o anlarda iğnenin etimle ilk temasını hissetmemle gözlerimi sıkı sıkıya kapatırken, “Yanına gitmek için bahaneye ihtiyacım yok,” dedim ağzımın içerisinde. Yavuz iğneyi derimin altına biraz daha itti. Artık ona bakmıyordum ama daha çok gerildiğini anlamam zor değildi. “Hâlâ bahanelerden kurtulabilmişe benzemiyorsun,” dedi, derin bir soluk aldı. “Hayat çok garip Nehir, bir gün gittiğinde ve bir daha geri gelemediğinde çok pişman olacaksın.” Gürültüyle yutkundum. Onu kaybetmeyi hiç düşünmemiştim. Ben onu kendime tam olarak kabul ettirememiştim ki, kaybetme düşüncesine sıra bile gelmemişti. İğnenin derimin altında hareket edişi ve yaydığı acıyla birlikte diğer elim yatağın kenarını kavrayıp sıktı. “Tekrar deneyeceğim,” dedi Yavuz iğneyi geri çekerken. “Bu tarafa bakma sen.” Bakmıyordum ama bileğime doğru sızan soğuk ıslaklığı hissedebiliyordum. Yavuz yeni pamuk alarak kolumu sildi ve iğneyi yeniden derime gömdü, dişlerimi sıktım. “Burası tehlikelerle ve düşmanlarla dolu. Bir gün gittiği yerden dönemeyebilir, haklısın. Bir gün... bir gün kulübün önünde kurşunlanan belki de o olur.” Yavuz nihayet bulabildiği damardan kanı tüpe çekmeye hazırlanıyordu ki tüm hareketleri kesildi. Bana baktığını hissettim. “Hey... ben artık kendine bahaneler bulmaman için öyle söylemiştim. Git ona, kaybettiğiniz her saniye zarar, anlamıyor musun?” “Ya onun sonu güzel olmazsa?” “O zaman da güzel geçirdiğiniz anlar sana kâr kalır, keşkelerle kendini paralamazsın. Bebeği söyle, bitir bu saçmalığı.” “Ya benim sonum güzel olmazsa?” dediğim esnada yanağımdan yuvarlanan damla beni bile irkiltti. “Buna bir şey diyemiyorsun, değil mi?” dedim burnumu çekerken. “Eğer benim sonum kötü olursa bebeğinki de kötü olacak. İstemiyorum, Yavuz. İstemiyorum bunu. Hamile olduğumun kesinleştiğini duymaktan korkuyorum. Onu kabullenmekten korkuyorum. Onu kabullendiğimde ve umutla dolduğumda yarın bir gün bela beni bulunca...” Hıçkırdım. “...ölüp gideceğim... onu doğuramayacağım bile, Yavuz. Ben... ben hiç doğmaması gereken biriydim, benden bir can daha çıkmaz, ben kendime bile bu canı yettiremiyorum. Başım beladan kurtulmuyor. Bu benim lanetim.” “Nehir,” dedi Yavuz afallamış hâlde. İğneyi geri çektiğini hissetmedim bile. Çabucak bir şeyleri karıştırıp kopardığı yeni pamuk parçasını deldiği damarımın üzerine bastırdı. Tıpkı yanaklarımın yaşlarla sırılsıklam olması gibi kolum bileğime kadar ıpıslaktı ve bunun nedeni kandı. Hâlâ oraya bakamıyor olsam da hissedebiliyordum ve üstelik kanın kokusu burnuma doluşmuştu. Yavuz kızıla bulanmış parmaklarıyla çenemi tutup yüzümü kendisine doğru çevirirken, “Ne oldu?” diye sordu. Bunu o kadar tatlı, o kadar sakin ve o kadar içten sormuştu ki asla basit iki kelimeden ibaret değildi. Anlamıştı, bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etmişti. Canımın sıkıldığını görmüştü. Korktuğumu hissetmişti. “Cesur’un babası benim babamla... yani Oktay’la dostmuş,” dedim ve Yavuz’un yüzüne yerleşen ifadeleri izledim. Önce gözleri irileşti, sonra duyduğunu anlayamamış gibi kaşları çatıldı. Ardından yeniden şokla bana baktı. Beceriksiz hemşirelik girişimi yüzünün rengini zaten kaçırmıştı ama şimdi çehresi iyice kirece dönmüştü. “Ne demek dostlar? Nasıl olabilir?” “En azından bir zamanlar öyleymiş, dün öğrendim ve duyduğum an bayılmamak için gerçekten çabaladım, Yavuz. Bunu kabullenmek ve kimseye bir şey belli etmemek çok zordu. Çok zorlandım...” Gürültüyle burnumu çekip suçlu bir çocuk gibi kafamı öne doğru eğdim, Yavuz’un parmakları öğrendiği gerçekten sonra çenemden kayıp gitmişti. “Oktay... Cesur’un annesine aşıkmış. Onu elde edemediği için bize eziyet etmiş, düşünebiliyor musun? Cesur’un annesi yüzünden Cesur’un babasıyla araları açılmış. Artık düşmanlar, bunu anlamak zor değil.” “Bu... bu...” ne diyeceğini kestiremez gibi dudaklarını yaladı. “İyi bir şey değil mi, Nehir? Yani düşman olmaları dost olmalarından daha iyidir bence.” “Değil,” derken kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. “Burada herkes düşmanının her şeyini bilir, açığını kollar, onu izler, her hareketinden haberleri olur. Burada düşman, dosttan daha çok ilgi çeker.” Yavuz alnını ovalayarak bir süre düşündü ama bu pek uzun sürmedi ve yeniden konuştuğunda telaşı daha belirgindi. “Senden haberdar olduklarını demeye mi çalışıyorsun? Nehir... bu olabilir mi?” Yavaşça kafamı salladım. “Öyleyse neden şimdiye kadar ortaya çıkmadılar?” “Bilmiyorum, belki de beni unutmuşlardır? Kin yönünden değil, sima yönünden. Kaybettikleri küçük kız çocuğu değilim artık...” “Sanmıyorum, bence yine de seni gördüklerinde anlarlardı. Anlayan biri çıkardı.” “Pusuda bekliyor olabilirler mi?” dedim korkuyla. “En savunmasız anımda mı saldıracaklar? Artık hangi anda bana saldıracaklarını düşünerek mi yaşayacağım? Yavuz... bu his çok ağır, boğulacak gibiyim.” “Sakin ol, sakin ol, güzelim, bir çaresine bakacağız. Şimdiye kadar nelerin üstesinden geldiğini unutma.” “Onlara hiç bu kadar yakın olmamıştım,” dedim, yanağımdan bir damla daha kaydı. “Neredeler, Yavuz, abim nerede? Aklımı yemek üzereyim, onlarla yüzleşemem anlıyor musun? Bir silah alıp hemen burada kendimi vururum ama onlarla yüzleşmeye cesaret edemem. Buraya girdiğimde yeraltıyla yüz yüze geleceğimi biliyordum ama doğrudan onların kucağına düşeceğim aklımın ucundan bile geçmemişti. Cesur’a hiçbir şey söyleyemedim, soramadım. Şimdi neredeler, yaşıyorlar mı, hâlâ düşmanlar mı soramadım. Hemen anlardı. Beni hemen yakalardı, Yavuz.” “Tamam, tamam, ben öğreneceğim, tamam mı?” dedi çabuk çabuk. Yüzümü kanlı ellerinin arasına alıp, “Ben hepsini öğreneceğim,” diye söz verdi. “Senin sorgulamandan herkes şüphelenir ama benim sorgulamamdan kimse şüphelenmez. Öğrenirim. Nerede, ne hâlde olduklarını öğrenirim, hiç merak etme.” “Cesur’la ve ailesiyle tüm ilişikleri kesilmiş olsa bile, düşmanlık olmasa bile... eminim ki beni biliyorlar, eminim. Ne yapacağım?” “Elini yüzünü yıkayacaksın, üzerine yeni bir kıyafet giyeceksin ve uzun kollu olmasına dikkat edeceksin,” dedi sanki ona sorduğum sorunun cevabı buymuş gibi. “Şu kolunu biraz batırdım sanırım, morluk kalır. Cesur görmesin, bir de bunu açıklamak zorunda kalma. Kalk hadi, gerisini ben halledeceğim. Bana güven.” “Ne yapacağım Yavuz? Söylesene... Gitsem bulurlar, kalsam bırakmazlar. Cesur’a söylesem işler daha çok karışır. Ne yapacağım ben?” “Şimdilik kimseye bir şey söylemeyeceksin, ben bir ağızlarını arayıp ne var ne yok öğreneyim.” “Bebek,” dedim can havliyle. “Bebek ne olacak?” Yüzünde karman çorman bir ifade belirdi. “Hele bir o da kesinleşsin de,” dediğinde artık eskisi kadar kesinleşmesi ister gibi görünmüyordu ve bu benim daha çok korkmama neden olmuştu. ××× Zincirlikuyu Mezarlığı’nda bir grup simsiyah giyimli, özel korumaları etrafta kol gezen kalabalık; yan yana açılmış iki mezarın etrafına sıra sıra dizilmişti. Yağmur damlaları minik minik dökülerek yeni kazılmış toprağı ıslatırken gece siyahı saçlarını en az onlar kadar koyu renk bir örtüyle üstünkörü örtmüş olan genç kadın son toprağın atıldığı ve duaların yapıldığı mezarlara doğru yaklaştı. Onu yağmurdan koruyan şemsiyeyi tutan adam da onunla birlikte hareket etti. Kadının taktığı koca gözlükler yüzünün büyük bir kısmını örtüyordu, ancak yine de bembeyaz tenine kazınmış taze yaraların çizik izleri seçilebiliyordu. Kum saatini andıran göz alıcı vücudu giydiği siyah elbisenin içerisinde tamamen örtülüydü, ancak sol kolu sargıya alınmıştı ve yürürken biraz zorlanıyor gibi görünüyordu. Genç kadın, Mila, taze toprakla örtülmüş olan mezarları rahatça görebileceği kadar öne çıktığında, tam yanında durduğu Barut’a kısa bir bakış attı. O da diğer herkes gibi simsiyah giyinmişti. Birisinin şemsiyeyi tutmasına izin vermemişti, ıslanıyordu. Sağ yanağı, patlayan araçtan fırlayan bir parçayla neredeyse boydan boya kesilmişti. Vücudunun birkaç yerine daha aynı keskin parçalardan saplanmıştı ama o, hiç canı acımıyormuş gibi dimdik orada duruyordu. Kızıl damarlarla bezeli olan mavi gözlerindeki bakış doğrudan mezarların üzerine saplıydı. Kuşkusuz kaybettiği dostu için üzgündü ve aynı zamanda o kadar kin doluydu ki Mila bile birkaç saniyeden uzun süre kan donduracak derece sert duran suratına bakmaktan çekinmişti. Maral ve Serdar için mezarlığa toplanmış kalabalık usulca dağılmaya başlarken Barut hâlâ aynı şekilde duruyordu. Artık yağmur hız kazanmaya başlamıştı ama ıslanmak pek umurundaymış gibi görünmüyordu. Toprağın altına koyduğu adam uzun yıllardır beraber oturup kalktığı adamlardan biriydi. Tüm gençliğini onunla geçirmişti. Şimdiyse toprak oluşunu izliyordu. Gökhan kalabalıktan uzakta yaptığı telefon görüşmesini bitirir bitirmez dağılmaya başlayan insanların arasından sıyrılarak Barut’un yanına ulaşıp tıpkı onun yaptığı gibi gözlerini mezarların üzerine dikti. Mutlulukları yarım kalan çiftin yan yana duran mezarlarını uzun uzun izlerken taşıdığı kinin ölçüsü yoktu. O kadar nefret doluydu ki dostlarını kaybetmenin acısını yaşamayı erteliyordu. İlk hedefi bu olanın hesabını sormak olacaktı. Ciğerlerine sert bir soluk çekip gözlerini mezarların üzerinden ayırmadan konuştu, sesi ölüm kokuyordu. “İstediğin her şey hazır abi.” Barut hiçbir tepki vermedi. “Öyleyse oyun başlasın.” ××× Kulüpte eğlence başlayalı birkaç saati geçmişti. İçerisi her zamanki gibi tıklım tıklımdı ve ben odamda zaman öldürmekten sıkılmıştım. Yavuz’a sabahtan beridir ulaşamıyor olmak da beni ayrıca gerdiği için yerimde durabildiğim söylenemezdi. Kan alma vakasından sonra kolumda geniş bir alanı etkileyen morarma oluştuğu için uzun kollu bir elbise giymeyi tercih etmiştim. Vücuduma sımsıkı yapışan, omuzlarımı tamamen açık ama kollarımı kapalı tutan ve boyu dizlerime kadar uzanan bir elbise seçmiştim. Arkasında yırtmacı vardı ve her adım atışımda bacaklarım ortaya çıkıyordu. Önceleri pek açık giyinmeyi kendime yakıştırmazdım ama fark etmiştim ki artık umursamıyordum. Benim tarzım bu kulübe ve yaşama ayak uydurmuyordu, ancak artık hayatım buradan ibaretti ve her yönüm gibi giyim tercihim bile değişime uğramaya başlamıştı. Arka taraftan çıkarak kalabalığın arasından geçip bar kısmına doğru ilerlerken ters dönen kolyemi düzelttim. Cesur’un benim için yaptırdığı kolyeydi; elbisenin açık yakası ve bozmadığım kargacık burgacık örgüm sayesinde tamamen ortada duruyordu. Beni kafeslemiş olduğunu netçe ifade etse bile kolyedeki imadan rahatsızlık duymuyordum. Hatta kolyeyi gerçekten sevmiştim. Yanlarından sıyrıldığım kadınlı erkekli grubun geçip gidişimin ardından beni izlediklerini ve hakkımda konuştuklarını bilerek bar kısmına kadar ulaştım. Artık çok daha göz önündeydim, sıradan insanların bile benden haberi vardı. Cesur alanında epey ünlüydü ve hâliyle yanındaki kadını merak edenlerin sayısı günden güne artıyordu. Özgür tüm boş zamanlarında olduğu gibi bar kısmındaydı. Üç şarap şişesini havada çevirerek şovunu yaparken izleyicileri tarafından ıslıklar ve alkışlarla karşılanıyordu. Bol ve uzun atlet benzeri üstlüğüyle ve ters taktığı şapkasıyla tam bir serseri gibi görünüyordu. İzleyicilerinin tamamı kadınlardan oluşuyordu ve hepsine istisnasız kur yapmadan geçmiyordu. Göz kırpıyor, gülümsüyor, dudağının kenarını ısırıyor ve elindeki tüm kirli kozları kullanıyordu. Oradaki kadınların arasında olduğumu fark ettiğinde şişeleri son kez havada çevirdikten sonra teker teker yakalayıp tezgâhın üzerine dizdi. İtiraz nidaları atan kadınları yatıştırıp hepsine şaraptan ikram ederek gönüllerini aldı ve nihayet karşıma gelebildiğinde yüzünde bu kez kışkırtıcı değil, samimi gülümsemelerinden biri vardı. “Sana ne ikram edeyim?” “Alkolsüz bir şeyler,” dedim müzikten dolayı biraz bağırmak zorunda kalarak. Henüz hamilelik durumum tam olarak kesinliğe kavuşmamıştı, bu yüzden şimdilik içmemem en doğrusu olacaktı. “Keyifsiz misin sen? Bir sorun yok ya?” “İyiyim. Yavuz’u hiç gördün mü Özgür?” “Sabah buralardaydı,” dedi benim için kokteyl hazırlamaya başladığı esnada. “Daha sonra görmedim. Buralardadır, merak etme.” Yavaşça kafamı salladım. “Peki Cesur? O döndü mü?” Özgür portakal parçalarını bardağın içerisine attığı sırada çenesinin ucuyla arkamda kalan bir noktayı gösterdi. Soluklarım birden hızlanırken omzumun üzerinden arkama doğru baktım. Kalabalığın arasında onu bulmam hiç zor olmadı. Birincisi her zamanki locasında oturuyordu. İkincisiyse o keskin gözleri doğrudan benim üzerimdeydi. Öyle dikkatli bakıyordu, öyle kanımı kaynatırcasına tepeden tırnağa beni süzüyordu ki o kadar mesafeden bile nefesimi kesebiliyordu. “Hazır,” dedi Özgür, irkilerek ona doğru döndüm ve anında değişen, heyecanlanan hâlimi ona çaktırmamaya çalıştım. Mor renkli kıvrım kıvrım bir pipeti yerleştirdiği bardağı önüme çekip ilk yudumumu aldım ve hızla yüzümü buruşturdum. Çok tatlıydı. “Baksana diğerleri nerede? Akın? Eva? Dün gece geldiğimden beridir onları göremedim.” “Eva dün ve bugün için kendisine izin verdi, sanırım şu son olanlardan sonra canı sıkkın, biliyorsun işte,” dedi Özgür dağıttığı tezgâhı toparladığı sırada. “Peki Akın?” diye ısrar ettim, çünkü ondan bahsedeceğe hiç benzemiyordu. “Onun biraz suratını ve en önemlisi de kafasını toplaması gerekiyor,” dedi daha derine girmeyeceğini belli ederek. Ardından hem işini devam ettirip hem benimle sohbet ederken bile sık sık etrafta gezdirdiği gözleri birine değdi ve elini kaldırarak o kişiyi yanına çağırdı. Kim olduğunu anlamaya çalışırken, “Telefonun yanında mı?” diye sordu. “Yanımda değil. Ne oluyor?” Yüzünü sık sık gördüğüm ama ismini hatırlamadığım çalışanlardan biri yanımıza gelip elinde taşıdığı telefon kutusunu Özgür’ün önüne bıraktı. “Hazır abi.” “Eyvallah koçum.” Genç adam geldiği gibi yanımızdan kayboldu ve Özgür ise kutuyu açıp içerisinden çıkan son model telefonu evirip çevirip inceledikten sonra önüme doğru bıraktı. Ona garip garip baktım. “Bu ne şimdi?” “Yeni telefonun. Diğerini çöpe at gitsin. Tüm o takip ve izleme programları saçmalıktan başka bir şey değildi. Sana güveniyoruz. Bundan şüphen olmasın.” “Teşekkür ederim,” dedim yavaşça. Sonra neyi kastettiğimi anlaması için ekledim. “Güvenebildiğin için.” “Akın’a takılma, Nehir. O güven konusunda biraz paranoyaktır. Kolay kolay birini hayatına almaz. Şüphelerden kurtulabilmek için karşısındakini çok yorar. Şimdi sana vereceğim sırrı o hiç duymasın,” dediğinde beklentiyle yüzüne bakıyordum. Özgür diğerlerinin duymamasını istercesine tezgâhın üzerinden bana doğru eğilerek, “Aslında aramızda bir deli varsa bu Akın’dır,” deyip göz kırptı. Gülümseyerek kafamı hafifçe iki yana salladım. “Bu konuda sana hak verebilirim.” Özgür de benimle birlikte gülümserken, “Düzelecek, emin ol,” dedi. “Abimi aramıza kabul edene kadar onu nasıl bıktırdığını bilseydin...” O günleri hatırlamak bile tüylerini diken diken ediyormuş gibi yüzünü ekşitti. “Şimdiyse onun iyiliği için kendi canını verir.” Anladığımı belli edercesine kafamı sallamak dışında hiçbir şey söylemedim. Akın sinirlerimi bozmuştu ve artık kafamda onu haklı çıkarmaktan da sürekli ona hak vermekten de yorulmuştum. Bir tepkiyi hak ediyordu ve bunu ona verecektim. Önümde duran telefonun ekranına düşen bildirimle birlikte ona doğru uzanıp gelen mesajı açtım. Telefonun kurulumu yapılmış, aynı numaralar kaydedilmişti ve mesaj Cesur’dandı. “Yanıma gel.” Sertçe yutkunmaktan kendimi alamadım. Oturduğum bar bankosundan kalkmadan önce Cesur’un olaya dâhil olmasıyla susuzluktan kupkuru kesilen boğazımı ıslatma amacıyla az önce bana çok tatlı gelen kokteylimin tamamını bitirdim, Özgür bile elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemeyen tavrımı garipsedi. Gün geçtikçe Cesur’a karşı çok daha etkisiz olmaya başlamıştım ve işin kötü yanı bundan rahatsızlık duymuyordum. Beni heyecanlandırıyordu. Tek mesajıyla ya da bir bakışıyla, sadece adıyla bile... tüm havam değişiyordu. “İçecek için teşekkürler barmen bey,” dedim Özgür’e. Sırıttı. Ardından yeni telefonumu da alarak ayaklandım. Ona doğru attığım her adımda kalbimin ritmi dalgalanıyordu. Şu anda kalp ritmimi ölçen bir cihaza bağlı olsaydım durmaksızın hızlandığı için çıkan ses kulakları sağır edebilirdi. Dans eden insanların arasından geçerek Cesur’un locasına yaklaştığımda onu birkaç kişiyle otururken buldum. Yanında daha öncesinde hiç görmediğim bir adam, adamın neredeyse kucağına çıkmış şekilde onunla cilveleşen bir kadın ve ikisinden ayrı, tek ilgisi Cesur’muş gibi ona doğru meyletmiş başka bir kadın daha vardı. Düşman sezmişim gibi gözlerim kısılırken Cesur’un hemen dibinde oturmuş olan o kadını izliyordum. Kısacık ve derin dekolteli elbisesiyle, bakımlı yüzü ve sahte sarışınlığıyla çoğu erkeğin dikkatini çekecek kadar güzeldi. Ancak onun tek hedefi varmış gibiydi. Beğeni dolu gözleri Cesur’un üzerinden hiç kopmuyordu, Cesur ise ona hiç bakmıyordu. Beni izliyordu. Ona doğru gelişimi, yürüyüşümü, adımlarımı sayıyordu sanki. Kadın nedense Cesur’a değmemek için çaba gösteriyordu. Onun gibi avını gözüne kestirmiş olan kadınlar ufak dokunuşlarla avında istek uyandırmaya çalışırlardı ama o ise sanki uyarılmış gibi bunu yapmıyordu. Ya da bunu yapacak yüzü bulamadığı için geri duruyordu, emin olamamıştım. Cesur’un belli bir noktaya bakması sonunda kadının da dikkatini çektiğinde neredeyse yanlarına ulaşmıştım. Kadın bana doğru döndü, tıpkı benim gibi gözlerini kıstı, dudağının kenarı küçümsemeyle kıvrıldı ve omuzlarını dikleştirip savaşa hazırlanırcasına kabardı. Vücut dili uzak durmamı bağırıyordu, ancak uzak durması gereken oydu. Yanlarına ulaştığımda Cesur tutmam için elini uzattı ve ben de elimi eliyle buluşturdum. Ardından beni kendisine doğru çekti, son adımı atarak aramızda hiç mesafe bırakmadım. Ancak kadın oturmam için bana yer açmadı. Hâlâ aynı dik bakışlarıyla bana bakmaya devam ediyordu. Onu hiç önemsemediğimi belli edercesine hafifçe omuz silkip önünü ardını hiç düşünmeden, onca kalabalığı hiç umursamadan Cesur’un açık bacaklarının arasına girip kucağına oturdum. Kolunu karnımın üzerinden geçirip beni iyice kendisine çekerken yanımızdaki kadından şaşkınlık dolu homurdanmalar yükseldi ve çok geçmeden kalkıp gitti. Cesur çıplak kalan omuzuma dudaklarını bastırdı, gülümsediğini anlamak için ona bakmama gerek yoktu. Sık sık üzerimize dönen meraklı gözleri umursamadan kucağında oturmaya devam ederken, “Benimle buradaki hiçbir adam sohbet etmeye çalışmıyorken, hatta bana o gözle bile bakmıyorlarken senin neden etrafında hep kadınlar var?” dedim, sesimdeki huysuzluk barizdi. Burnundan verdiği sıcak soluk boynuma çarparak tenimin üzerinde dağıldığı sırada, “Bakarsalar gözlerini oyarım, konuşursalar dillerini koparırım çünkü,” dedi boğukça. Konuşurken geri çekilmediği için her kelimesinde dudakları tenimi aşındırmıştı ve verdiği his iç gıdıklayıcıydı. Evcil bir kedinin sahibine sokulduğu gibi kıvrılarak sert göğsüne daha çok yerleşmemek için kendimi tutarken, “Ben de mi öyle asıp kesmeliyim?” dedim aynı huysuzlukla. “Ben senin benim kadınım olduğunu onlara gösteriyorum, bu yetiyor. Sen de benim senin adamın olduğumu onlara göster.” Kahrolası kelebekler içimde çok hızlı hareket ediyorlardı ve bunu belli etmemeye çalışmak eziyet gibiydi. “Nasıl göstereceğimi söyle.” “Sahiplen beni,” dedi kulağıma doğru. Yüksek müziğe rağmen onu duymak o kadar kolaydı ki buna şaşırmadan edemiyordum. “Tıpkı şimdi yaptığın gibi. Yanımda ol, bunun için benim sana benim seni davet etmem gerekmesin.” “Ya da sen başkalarını uzak tut ki hiç sorun yaşamayalım, ne dersin?” “Uzak tutuyordum ama artık bunu yapmamaya karar verdim.” “O neden?” diye sorduğumda tırnaklarımı tenine geçirmeye hazır duruyordum. “Kıskandığını görmek hoşuma gitti.” “Kıskanmak mı? Bu da nereden çıktı, ben çağırdığın için gelmiştim,” dedim çabucak. Elbette durumu toparlamaya çalışmam oldukça beceriksiz bir çabadan ibaretti. Ancak kuyruğu dik tutma dürtüm ağır basıyordu. “Beni neden çağırdın?” “Yanımda olmanı istedim,” dedi, sonra beni saran elini biraz daha sıkılaştırdı. “Bu kadar yanımda olacağını düşünmemiştim ama... sonuçtan memnunum.” “İnsanların sürekli bize bakıp durmaları ya da hakkımızda konuşmaları seni hiç rahatsız etmiyor mu?” “Hiç kimse umurumda değil.” “Onu anladım,” dedim homurdanır gibi. Ardından kucağından kalkmak için hareketlendim ama beni saran kolu asla kırılmayacak bir zincir gibi bedenimin etrafını kuşatmıştı. “Nereye?” “Yan tarafa, oturacağım.” “Zaten oturuyorsun,” dedi. “Koltuğa oturacağım,” diye söylendim. “Koltuktan daha rahatım,” diye itiraz ettiğinde bir an için gülecektim. “Aslında pek rahat değilsin, çünkü her yerin kas dolu ve çok sertsin.” Güldüğünü duydum. “Asıl sert olan yerime henüz değmedin.” Kelimeler boğazıma takıldığında kendimi öksürürken buldum. Gözlerim iri iriydi. “Sadece birkaç gün burada yoktum. Sana ne oldu?” dedim şaşkınlıkla, çünkü daha önce benimle böyle konuşmamıştı ya da sınırsız ten teması arzusuyla yanımda durmamıştı. Beni sarmış olan eli yavaşça çözülüp elbisenin sıkı sıkıya sardığı bacaklarıma kaydı. Büyük avucu dizimden baldırıma doğru kalp atışımı körükleyecek yavaşlıkla tırmanırken, “Seni özledim,” diye mırıldandı. “Boş yere benden uzak durmaya çabalamak yerine yatağıma gidip soyunup beni çağırsan... emin ol seni memnun ederdim.” “Cesur...” diye adını sayıkladım böyle konuşmasına dayanamıyormuş gibi. “Sana ihtiyaç duyuyorum. Senden başkasına değil, sadece sana. Aynısını sen de hissediyorsun, fark edemez miyim sanıyorsun?” “Çok kalabalık, bırak beni,” diye sızlandım baldırımda gezinen elini tutarken. “İnsanlar salak değil, ayaküstü sevişiyor gibi görünmek istemiyorum.” “Seni odaya kadar taşıyabilirim?” dedi. “Ne için gittiğimizi herkes anlayacak-” “Ne için gittiğimiz önemli değil de insanların anlayacak olması mı önemli? Eğer öyleyse burayı şimdi boşalttırırım. İste. İste benden, yaparım.” “Cesur,” dedim ikaz edercesine. “Kes artık şunu ve bırak beni.” Nihayet benimle uğraşmaktan vazgeçerek güldü. “Tamam ama seni bırakmayacağım. Kucağımda oturmaya devam et ve ilk andaki cesaretinle bunu yap. Sana çevrendekilerden rahatsız olmamayı öyle ya da böyle öğreteceğim.” Kaçma güdümü görmezden gelmeye çalışırken omuzlarımı dikleştirdim ve etraftaki kalabalığın üzerinde gözlerimi gezdirmeye başladım. Kendimi burada, özellikle de Cesur’un yanında kabullenmekten kaçındığım için hep diken üstünde duruyordum. Asla ev sahibi havasında değildim, aksine her an kapı dışarı edilmeyi bekleyen misafir gibiydim. “İstenmediğimi biliyorum, nasıl rahatsızlık duymamamı bekleyebilirsin ki?” Bir kolunu üzerimden çekmeden, kalçamın etrafında hafif sıkılıkla dolarken diğer kolunu oturduğu koltuğun sırtına atıp geriye yaslandı. Ben de bu sayede daha çok ona doğru dönebildim. Duruşu yüzünden giydiği gömleğin düğmeleri gerinmişti. Gerçekten iri, göz dolduran vücudu vardı ve yanında oldukça zayıf kalıyordum. Sanki o da bunu düşünüyormuş gibi kucağında fazla bir alan kaplamayan bedenimde gözlerini gezdirirken, “Seni istemeyen kim? İsim ver, ismini sileyim,” dedi. Yarım, cansız bir gülüşle, “Buradaki tüm kadınlar,” dedim. Tam da bu sırada kalabalığın arasından geçen Akın’ı gördüm. Aslında en çok o beni istemiyordu. Ancak buna değinmeyi de ben istemiyordum, çünkü Cesur ile aralarının açılmasının nedeni olmaktan korkuyordum. Onunla yıldızımız hiç barışamayacak olsa bile böyle bir şeye sebebiyet vermek bana göre değildi. Kalabalığın arasında bir görünüp bir kaybolan adamı takip etmeye çalıştığım sırada yüzüne vuran ışıkların yardımıyla onu tam olarak görebildim ve kazık yutmuşa döndüm. Akın’ın çehresi resmen dağıtılmıştı. Rengi kaçmış suratımı Cesur’a çevirdiğimde, “Ona ne oldu?” diye sordum. Cesur’un tüm o benimle uğraşan havası kayboldu. Bana sıcacık bakan gözlerine soğukluk bulaştı. Duruşu gerildi, bedenindeki rahatlık onu terk etti. “Kime?” “Akın’a... birisi yüzünü fena dağıtmış.” “Öyle mi?” dedi sanki bundan haberi yokmuş gibi. “Demek ki birisinin sınırlarını zorlamış.” Gözlerim kısılırken, “O senin kardeşin,” diye hatırlattım. “Bunu yapamazsın, tamam mı? Ne olursa olsun ona böyle davranamazsın. Senin iyiliğin için kendince bir şeyler yapmaya çalışıyor. Yanlış yolları seçse bile sen büyük olansın, onu doğru yola sen getireceksin.” “Öyle yapıyorum zaten,” dedi aynı umursamazlıkla. “Onu doğru yola getiriyorum, anlayacağı şekilde.” “Döverek mi?” dedim onaylamadığımı belli edercesine kafamı iki yana sallarken. “Aranızın bozulmasını bekleyen onlarca kişi var. Kendi ellerinle kardeşini dışarıya itme, sonra daha çok başın ağrır.” “Bana onu mu savunuyorsun?” “Evet.” “Seni istemeyenlerden biri de o.” “Önemi yok.” “Benim güzel fırtına kuşum,” dedi yavaşça. “O da seni böyle savunabildiğinde başarmış olacak ama bunun için biraz daha yolu var.” “Çoğu zaman sinirlerimi bozuyor ama benden nefret etmediğini biliyorum. Seni parmağımda oynatacağımdan endişeleniyor. Beni senin kadar bilmediği için gözüne şaibeli geliyorum. Tavırlarına hak veriyorum ama son olan... gerçekten sinirlerimi bozdu.” Cesur son olan olaya şu anda değinmeyi hiç istemiyormuş gibi, “Beni parmağında oynatabileceğini düşünüyor musun?” diye sordu. “Seni mi? Bence sen beni parmağında oynatıyorsun. Benim senin üzerinde bir etkim yok.” “Bir bilsen, Nehir, bir bilsen,” dedi iç çekerek. “Bir kabullensen... tüm sorunlar bitecek.” Boğazım kupkuru kesildi. Gözlerimi ondan kaçırıp Özgür’ün yanına giden Akın’a çevirirken, “Neyi?” diye mırıldandım. Ne olduğunu elbette anlamıştım ama anlamazdan gelmek kolaydı. Bunu daha ne kadar sürdürebileceğimden emin değildim, çünkü Cesur’a karşı hissettiğim her şey çok daha yoğunlaşmaya başlamıştı ve baş etmek imkânsızlaşıyordu. Cesur bana cevap vermek yerine yeniden iç geçirdi. “Saçların neden bu kadar dağınık, fırtına kuşu?” Hafifçe omuz silktim. “Olmadı biliyorum ama bir şeyler denedim işte.” “Neden bana gelmedin?” “Burada değildin.” “Şimdi buradayım,” dediğinde yaslandığı yerden doğrulup saçlarımın ucundaki tokaya uzandı. Gerildim. “Acıtmam,” diye güven verdi. “Acıtmazsın, biliyorum,” dedim. Bunu her anlamda söylemiştim. O, beni hiçbir yönden acıtmazdı. “Gerçekten biliyor musun?” Yavaşça kafamı salladım. “Biliyorum.” “Bil,” dedi. “Daima bunu bil.” Sonra saçlarımdaki düğüm şeklindeki örgüyü çözdü. Bunu o kadar kolay başardı ki şaşırmadan edemedim. Tek bir tel saçımı bile çekmeden örgüyü bozmuştu. Saçlarımı düğüm haline getirdiğim için bazı kesimleri hâlâ ıslaktı. Onları güzelce açıp parmaklarıyla taradı ve sırtıma dökülmelerine izin verdi. “Şimdi onları öreceğim, yine bozacak mısın?” “Eğer sinirlerimi bozmazsan... bozmam.” “Bozduğunu kabul ediyorsun yani? O zaman sinirlerini mi bozmuştum?” dediğinde saçlarımı üç tutama ayırmakla meşguldü. Elbette sinirlerimi bozmuştu. Akın’ın bulup getirdiği o kadını hatırlayınca yine içime uğursuz bir his doluştu, uzun tırnaklarını kalbime saplayıp duruyordu. “Yanımda başka bir adam görsen ne hissederdin-” “Nehir,” dedi birden uyarıyla. “Beni öfkelendirecek cümleler kurma.” “Sadece ne hissedeceğini sormuştum.” “Sorma,” dedi sertçe. “Bana aklımla bağlantımı kopartacak şeyler sorma. Herkesin iyiliği için.” “Öyleyse sen de bundan sonra herkesin iyiliğini düşünerek davran.” Güzel gülüşü kulaklarımı şenlendirdi. “İçindeki hırçın kadını keşfetmenin tadı bir başkaymış. Kıskanılmak... çok başkaymış.” Boğazıma kocaman bir parça takılmış gibi hiçbir şey söyleyemedim. Cesur da saçlarımı örmeye devam etti. Çalan eğlenceli müziğin altında, çevredeki insanların bakışları arasında, beni kucağında tutmaya devam ederek örgüyü ilerletti. Kimse umurunda değildi, şu anda benim de kimse umurumda değildi. Akın’ın oturduğu bar bankosunda dönerek bize gözlerini kısa kısa bakması, Özgür’ün takdir eder gibi ağır ağır kafasını sallaması bile dikkatimde değildi. Alana giren Yavuz’u görene kadar her şey olması gerektiği gibiydi. Ancak onu gördüğümde ve rengi kaçmış suratıyla bana bakarak arka tarafa geçmesiyle kendimi gürültüyle yutkunurken buldum. Yavuz, bir şeyler öğrenmişe benziyordu. Cesur örgüyü bitirip saçlarımın ucunu bağladı ve düzeli dilimler şeklinde görünen saçımı sol omzumdan önüme doğru atıp beğenişime sundu. “İşte bitti.” “Güzel görünüyor, benim yaptığımdan çok daha güzel olduğu ortada,” diyerek örgüyü inceledim. Saçlarım neredeyse belime kadar uzandığı için örgüyü rahatça görebiliyordum. “Teşekkür ederim.” “Başka yollarla teşekkür etmeni tercih edebilirdim,” dedi beklentiyle tek kaşını kaldırıp bana bakarken. “Mesela?” diye sordum, koyu kahve gözleri dudaklarıma düştü ve yeniden gözlerime çıktı. “Mesela onlarla.” “Belki başka zaman,” dedim gülmemek için kendimi tutarken. “Şimdilik kupkuru bir teşekkürle yetinmek zorunda kalacaksın, üzgünüm.” “Demek öyle. Seni ikna edemez miyim?” “Uykum geldi,” dedim derin bir soluk almadan önce. “Bu gece erken yatmak istiyorum. Burada tüm uyku düzenim bozuldu.” “Seni rahatlatmamı ister misin?” derken eli bel oyuntumdan sırtıma doğru kayarak geri dönüyordu. Göz kırptı. “Daha nefis bir uyku çekersin.” Bu teklifi reddetmekte zorlanacağımı kim bilebilirdi? Sürdürdüğü oyuna uyarak, “Ben gayet rahatım,” dedim ve iyice ona doğru döndüm. Parmaklarım gömleğinin yakasına konup açıktaki tenine hafifçe sürtündü. Sertçe yutkundu, âdem elmasının oynayışından bunu anlamak mümkündü. Biraz daha yüzüne yaklaştım. Beklentiyle her hareketimi takip etti. Sonra dudaklarımı yaladım, Cesur yeniden yutkundu, belimdeki elinin tutuşu sıkılaştı. Beni biraz daha kendisine çekti ve ben de ona uyarak dudaklarına doğru eğildim ama son anda hafifçe yana kayıp dudaklarımı dudaklarının kenarına, yanağına bastırdım. Sinirle karışık güldü. “Bence rahatlamaya ihtiyacı olan senmişsin gibi görünüyor.” “Tavsiyen var mı?” “Yok. Sanırım sabırlı olmalısın.” “Ya da seni odaya taşımalıyım?” “Odaya kendi ayaklarımın üzerinde gitmeyi tercih ediyorum. Sana iyi geceler,” diyerek doğrulup ondan uzaklaştım. “Artık pek iyi olmayacak geceler,” diye söylenmesini duymazdan gelerek yüzümdeki minik sırıtışla ona ardımı dönüp yürüdüm. Arkamdan beni izlediğini biliyordum, bunu bilmek bile beni heyecanlandırıyordu. Peşimden gelmesini isteyen yanım biraz hüzne uğrasa da Özgür ve Akın’ın bu tarafa doğru yaklaştığını görünce Cesur’un neden gelmediğini anladım. Zaten gelmemesi daha iyiydi, çünkü Yavuz’la konuşmam gerekenler vardı. Bunu hatırlamak beni kendime getirirken tüm o gevşek havam söndü ve yerini gerginlik aldı. İkizlerin yanından hiçbir şey söylemeden, onlarla göz göze bile gelmeden geçip giderek arka tarafa ulaştım ve kendi odama doğru yürüdüm. Artık her adımım stres doluydu. Duyacağım şeylerden korkuyordum. Yavuz neler öğrenmiş olabilirdi? Bu soruya verdiğim her cevap beni ürkütmeye yetiyordu. Adım adım ailem hakkında bir şeyler duymaya doğru yaklaşıyordum. Hayatım boyunca onlardan uzak durmuşken şimdi onlara doğru gidiyor olmak beni dehşete düşürüyordu. Odama ulaştığımda kapıyı hızla açıp içeriye girdim. Yavuz beni beklerken sabırsızca volta atıyordu, bunu kapıyı açmamla çabucak bana dönmesinden anlamıştım. Gözlerinde telaş görmek ve hatta oraya çökmüş olan korkuyla bakışmak beni iyice dehşete düşürürken, “Neler oluyor?” diye sordum. Beni kolumdan tutup içeriye doğru çekti ve kapıyı kapattı. Yüzümü buruşturmaktan kendimi alamadım, çünkü kan aldığı kolumu yakalamıştı. “Özür dilerim, Nehir, çok mu ağrıyor?” dedi hızlı hızlı konuşarak “Tamam, önemi yok, geçer birazdan. Ne olduğunu söyle Yavuz, neler öğrendin?” Yavuz konuşmadan önce derin bir soluk aldı, sanki söyleyeceği şey ona bile ağır geliyordu. Ardından birden, “Gitmen gerekiyor,” dedi. “Ne demek gitmem gerekiyor?” “Gitmelisin işte Nehir, hemen, şimdi, en kısa sürede, beni anladın mı? Ailen tahmin bile edemeyeceğin kadar yakınında,” dedi. Sanki o an elinde bana doğrulttuğu bir silah vardı ve namludan çıkan kurşun tam göğsüme isabet etmişti. “Çok yakındalar, Nehir, derhâl izini kaybettirmen gerekiyor.” “Nasıl? Nasıl olabilir Yavuz? Beni kandırmıyorsun, değil mi? Eğer amacın korkutmaksa zaten korkuyorum lütfen yapma,” dedim çaresiz bir yalvarışla. “Neden seni korkutmaya çalışayım, delirdin mi? Tek amacım seni güvende tutabilmek. Risk altındasın. İdrak etmekte zorlandığını görebiliyorum ama anlamalısın; ÇOK YAKINDALAR.” Yüzüme sert bir tokat geçirmiş gibi irkildim. “Görmek istiyorum-” “Söz konusu bile değil. Ya fark edildin ya fark edilmek üzeresin. Git, başka çaren yok.” “Böylesine aceleye getireceğin kadar ciddi olamaz,” dedim inkârla kafamı iki yana sallarken. “Nehir,” dedi sakin olmaya çabalarcasına gürültülü bir soluk verdikten sonra. Ardından çenemden tutup netçe anlamamı istercesine gözlerimin içine baktı. “Durum çok ciddi. Burada çok fazla göz önündesin. Dikkatleri üzerinde, eminim. Herkes gibi senin farkındalar ve bir şeyler öğrenmeleri o kadar kolay ki... çünkü ben çok kolay öğrendim, anlıyor musun?” Çenemdeki elini tutup indirirken, “Ne öğrendin?” diye sordum, içim içimi kemiriyordu. Yavuz kafasını yavaşça iki yana salladı. “Bilme daha iyi.” “Yavuz! Ne öğrendin?” diye bastırdım. “Yakınında olduklarını,” dedi ısrarla. “Detayları bilmene gerek yok. Yeterince korkuyorsun, tamam mı?” “Çok şey öğrendin,” dedim, hüngür hüngür ağlamak üzereydim. Dudaklarım bile titriyordu. “Çok şey öğrendin, değil mi? Belki de onlarla yan yana bile geldim haberim yok. O kadar unutmuş olabilir miyim? Söylesene Yavuz, o kadar silinmiş olabilirler mi? Onlar... onlar beni unuttu mu gerçekten de? Abim ne yapıyor? Öğrense peşime düşer mi? Söyle, Yavuz, hiç değilse bunu söyle!” Benim çaresiz çığlıklarım Yavuz’un önüme çektiği yüksek duvarları aşamadı. Yalvarışımdan etkilenmek istemezmiş gibi kafasını başka yöne çevirip, “Gitmelisin,” diye tekrarladı. “Gidemem,” dedim çaresizce bağırarak. “Nasıl gideceğim? Onu nasıl bırakacağım?” “Onu?” dedi sorarcasına. Cesur’dan bahsettiğimi elbette anlamıştı. “Sana kendini oyalamayı bırakmanı söylemiştim. Vaktin varken onunla gönlünden geçtiği gibi yaşamalıydın.” Kafasını yavaşça iki yana salladı. “Geç kaldın, Nehir, artık bunun için çok geç kaldın.” “Cesur buna izin vermez,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. “Öylece çıkıp gitmeme göz yumacağını mı sanıyorsun? Beni bırakmaz,” derken o kadar kendimden emin duruyordum ki buna ben bile şaşırmıştım. “Gidip onunla konuşacağım, tamam mı? Yeter artık! O çaresine bakar.” Yavuz kapıyı açmama izin vermedi. Elini üzerine bastırarak beni durdururken, “Cesur’u karıştırırsan işler tamamen berbatlaşacak-” diye başlamıştı ki resmen çığlık atarcasına bağırdım. “Daha ne kadar berbatlaşabilir? Bir tek silahlarını alıp karşıma çıkmaları kalmış Yavuz! Bir tek o kalmış, daha neyi bekleyeceğim? Cesur beni korur. Çekil önümden!” “Cesur seni korur, doğru,” dedi benim aksime daha sakin bir tonla. “Ama bunu yaparken ölebileceğini de biliyorsun, değil mi?” “Ne?” dedim şokla. “Ne diyorsun sen?” Titreyen ellerimi yakalayıp sıktı. “Burası kirli oyunların döndüğü bir dünya, benden iyi biliyorsun ya zaten. Sana sadece şu kadarını söyleyeceğim; tehlikedesin. Burada kaldığın sürece tüm okları Cesur’a çekiyorsun. Kendinle birlikte onu da tehlikeye atıyorsun, Nehir.” “Onu da mı?” dedim acıyla. Yanaklarım ıslandı. “Onu da mı tehlikeye sokuyorum?” Yavuz birden çöken hâlime karşılıksız kalamayarak beni kolunun altına çekti ve yatağa doğru ilerletip oturmamı sağladı. Hemen yanıma oturduğu sıradaysa, “Cesur seni korur. Herkesten çok korur. Benden bile iyi korur, Nehir. Sana yeminini bile yapabilirim, o varken kimseye ihtiyacın olmaz ama bu uğurda ölür. Anladın mı?” dedi ve bana doğrulttuğu namludan çıkan ikinci kurşun göğsüme saplandı. “Öyle karmaşık, öyle berbat bir durum ki bunu sağlam atlatmak imkânsız. Çok büyük düşmanlık var. Eğer araya sen girersen işler iyice çirkinleşecek. Sağa sola savrulacaksın, arada kalacaksın, en çok sen acıyacaksın. Üstelik artık düşünmen gereken bir bebeğin var.” Ona baktım, bana baktı. Sıkıntıyla ensesini ovalarken konuşmaya devam etti. “Bulut değerinin yükseldiğini söyledi. Hamilesin. Birkaç güne, en fazla bir haftaya testlerde çift çizgi görünürmüş.” Birçok kadının duyunca mutluluktan ağlayacağı bu habere ben üzüntüden ağladım. Elim ilk kez karnımın üzerine konarken, “Onu babasından kaçırmak hiç adil değil. Haberi bile yok daha, Yavuz, hiçbir şey bildiği yok,” dedim, şimdiden vicdan azabı yakama yapışmış hâldeydi. “Bilmemesi daha iyi. Yoksa gittiğinde sürekli sağda solda seni arardı.” “Babası gibi,” dedim acıyla. “Annesinin babasına yaşattığını ben de Cesur’a yaşatacağım, öyle mi?” Burnumu çekip gözlerimi yere diktim. “Ah be Yavuz, bebeği bilmesine gerek yok ki... her yerde beni arayacak zaten. Delirecek. Gerçekten delirmesine neden olacağım. Bu çok acımasızca değil mi?” “Üçünüzün iyiliği için. Senin, Cesur’un ve bebeğinizin...” “Üçümüz de dağılacaksak bu nasıl iyilik olabilir ki?” “Nehir, böyle yaparak işleri zorlaştırıyorsun. Git, çünkü kalırsan öleceksin, daha ne kadar açık olabilirim? Üstelik bu dünyayı benden daha iyi bilen sensin. Yaşatmazlar. Yaşamana izin vermezler. Senin de ölümünü görmek istemiyorum, tamam mı? Bir hayatın olsun diye bu kadar çabalamışken yine aynı yolda ölüp gitmeni izlemek istemiyorum. O bebeğin daha iyi bir dünyaya ihtiyacı var. Senin yaşadıklarını yaşamasına izin veremezsin.” “Bebeği istemiyorum,” derken kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. “Onu istemiyorum, Yavuz, al bana o ilacı, bitsin bu eziyet.” “İstiyorsun,” dedi kendinden emin bir şekilde. “İstemiyorum,” diye bastırdım. “Sırf burada kalabilmek için bebeği istemediğini söylüyorsun ama o olmasa bile kalmana izin vermeyeceğim, anladın mı? Bebek yoksa kendi canını önemsiz görüyorsun, bunu hep yapıyorsun zaten. Peki Cesur’un canı da önemsiz mi?” “Elbette önemli,” dedim bir çırpıda. “Karnındaki de onun bir parçası. Bu yüzden onu elinin tersiyle itemezsin. Eğer tek başına gidecek olsaydın senin akıl sağlığın için endişelenirdim ama o bebek olduğu sürece sen sağlam durmak için çabalayacaksın, biliyorum. Arkadaş, yoldaş olacaksınız. İyi gelecek sana, ilaç olacak.” “Ya da ona bakamayacağım ve bir yetimhaneye bırakıp gideceğim. Tıpkı Cesur’a olduğu gibi,” dediğimde Filiz’in görüntüsü gözlerimin önündeydi. Kadın aklını yitirmişti ve artık ona bakmak kendi sonuma bakmak gibi hissettiriyordu. “Ben daima arkanda olacağım. Hiç yapayalnız kalmayacaksın,” dedi. Cansız bir gülüş dudaklarımda peyda oldu. “Sen Cesur gibilerinin, abim gibilerinin arasında hiçbir şey yapamazsın, Yavuz. Bunu seni küçümsemek için söylemiyorum. Onlarla aşık atacak güçte değilsin. Ben bırak kulübü, bu odadan dışarıya adım attığım anda Cesur’un haberi olur. İz kaybettirmek öyle kolay mı sanıyorsun?” “Bir yolunu bulacağım. Şehir değiştirmeni sağlamak için elimden geleni yapacağım. Aslında ülkeyi bile terk etmelisin ama önce seni buradan çıkartmalıyım.” “Yavuz... bu kadar ciddi mi gerçekten?” Bana hüzünle bakarak kafasını salladı. Neler öğrendiyse onu korkutmaya yetmiş gibiydi. “Abin burnunun dibinde be güzelim. Sana dokunması o kadar kolay ki.” “Cesur güçlü,” diye çaresizce mırıldandım. “Ailen de çok güçlü.” “Cesur beni de bebeğini de korur,” dedim yine, çünkü önüme serili olan yoldan ilerlemeyi hiç istemiyordum ve kendime bahaneler üretmeye çalışıyordum. “Cesur senin ya da bebeğinin uğruna ölür bile,” dedi Yavuz. “Gerçek anlamda ölür, Nehir. Seni ya da bebeği korumaya çalışırken başına her şey gelebilir.” Durumuma üzüldüğünü görebiliyordum ama yine de duvarlarının arkasına sızmamı istemezcesine ketum duruyordu. Yavuz aşkı çok iyi bilen bir adamdı ve şimdiye kadar bana sürekli hislerimi göstermeye çalışıp onların peşinden gitmemi söyleyip durmuşken, beni sürekli ikaz etmişken; birden üç yüz altmış beş derece dönmesinden bile durumun vahimliğini anlamam gerekiyordu. Her ne öğrenmişse beni ipin ucuna götürecek bilgilerdi, emindim. Aslında kısa zaman öncesine kadar ölmek bana pek korkutucu gelmiyordu. Hatta ölmekten çok karşımda ailemi görmekten korkmuştum hep. Ancak şimdi ölüm beni korkutuyordu. Kalbime yeni yeni yerleşmeye başlayan, içimi sıcacık eden hislerden sonra, değer görmeyi ve değer vermeyi öğrendikten sonra ölüm çok korkutucu geliyordu. Yavuz gözlerini benden kaçırıp, “Barut haklı,” dedi kaskatı hâlde. İrkildim. “Eğer Cesur’a bir şey olursa burada arkanda duracak kimse kalmayacak. Kimse istemeyecek seni. Herkes dışlayacak ve Cesur’un nedeni olduğun için kötü ilan edileceksin. Üstelik bebeğini de sana bırakmazlar, alırlar onu senden. Yapayalnız kalırsın.” Sözlerinin doğruluk payı vardı. Kötü ilan edileceğim doğruydu ama Akın ya da Özgür beni kapı dışarı koyacak kadar merhametsiz olurlar mıydı kestiremiyordum. Bebeğimi gerçekten de alırlar mıydı? İşte bunu hiç kestiremiyordum. Sessizce iç geçirdim. Elbette hepsini yaparlardı. Başlarını belaya sokmaktan ileriye gidemiyordum. Beni isteyen sadece Cesur’du ve o yoksa kimse beni istemeyecekti. “Tek çare gitmem, öyle mi? Her şeyi, herkesi bırakıp gideceğim? Hiçbir şey söylemeden? Terk edeceğim, öyle mi?” derken içim eziliyordu. “Öyle,” dedi Yavuz dudaklarını birbirine bastırıp kafasını sallarken. “Sana söz veriyorum buradaki problemleri çözdüğümde geri getireceğim seni. Önce güvende olduğunu bilmeliyim, gerisini Cesur’la birlikte halledeceğim, tamam mı?” Beni bir çocuğu kandırmaya çalışır gibi kandırıyordu. Eğer gidersem geri dönüşü olmayacağını biliyordum. Aptal değildim ama Yavuz’un bana attığı oltaya inanmak istiyordum, çünkü böylesi daha az acı veriyordu. “Arkamı kollayan anneannem yok artık, öylece ortalıktan kaybolamam. Nasıl olacak?” “Bilmiyorum ama halledeceğim.” “Özgür’le bir anlaşmam vardı,” dedim son anda hatırlamış gibi. “Gitmek istediğimde bana yardım edeceğini söylemişti.” Yavuz bana ters ters baktı. “Artık asla etmez. Unut onu. Konuyu açarak kuşku uyandırmaktan ileriye gidemezsin.” Doğru söylüyordu. Özgür gitmem için parmağını bile kıpırdatmazdı. Akın bile bunu yapmazdı. “Öyleyse nasıl olacak? Aklım durmuş gibi. Düşünemiyorum.” “Bana bırak tamam mı? Halledeceğim. En kısa sürede her şeyi ayarlayacağım.” Ağır ağır kafamı salladım. Ardından bunu kendime yediremiyormuş gibi, “Terk edeceğim, öyle mi?” dedim, yanağımdan bir damla daha yuvarlandı. “Tıpkı annesinin yaptığı gibi... bebeği ondan kaçıracağım. Ardımda tamamen delirmiş bir adam ve yapayalnız bir çocuk kalacak.” Kafamı kaldırıp Yavuz’a baktım. “Bunu Cesur’a nasıl yapacağım Yavuz?” “Onun ve kendinin iyiliği için... o ufacık bebeğin iyiliği için... söz veriyorum her şeyi yoluna sokacağım,” diye onlarca vaat vermeye devam etti ama ben hiçbirini duymuyordum. Hayat beni gitmeye mecbur bırakıyordu. Acaba Filiz’i gitmeye mecbur bırakan neydi? Ona da biri geri döneceğine dair sözler vermiş miydi? Eğer vermişse Filiz’e verilen sözlerin hiçbiri gerçekleşmemişti. Ve biliyordum, bana verilen sözler de gerçekleşmeyecekti. ××× Nehir gider mi sizce?
|
0% |