Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. BÖLÜM

@yazarimsibirileri

“Biz plan yaparız ama kaderin planı yürürlüğe girer.”

×

Korku.

Hissettiğim en güçlü duygu korkuydu, çünkü artık güvende olmadığımı biliyordum.

O karanlığa bulaşan kimse güvende olmazdı.

Yarısına kadar indiğim merdivenlerin üzerine yığılır gibi oturduğumda hüngür hüngür ağlama isteğim o kadar şiddetliydi ki bunu bastırmam biraz zamanımı almıştı. Dehşet içerisindeydim, şok doluydum ve Yiğit'in bana gösterdiği gerçek yüzünü kafamdan silip atamıyordum. Sırtımdan yara almışım gibi kemiklerim ağrıyordu. Ayrıca sanki kaburgalarım ezilerek birbirine geçmiş ve kalbimi delik deşik etmiş gibi acı hissediyordum.

Birinin ansızın, “İyi misiniz?” diye sormasıyla kafamı kaldırdığımda merdivenlerden inerken hâlimi görüp duraksayan kadın memurla karşılaştım. Gençti, saçlarını sımsıkı at kuyruğu yapmıştı ve üniformanın ciddi derecede yakıştığı kişilerdendi. Onu geçiştirmek istercesine kafamı salladım ama pek gitmeye niyeti yok gibiydi.

“Su getirmemi ister misiniz?”

Kendimi konuşmaya zorlayarak, “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım. Kelimeler kıymık gibi dilime batmıştı. “İyiyim, birazdan çıkacağım. Yorucu bir gündü.”

Yüzüme yerleştirdiğim sahte ifade ona tam olarak yeterli gelmemiş olsa da daha fazla uzatmayarak kafasını sallayıp yanımdan geçip gitti. Arkasından bakarken tek yaptığım sertçe yutkunmaktı. Kadın memurun dışarı çıkmak için kullandığı, bana özgürlüğümü sunacak olan kapı merdivenlerin ucundaydı. Ancak buradan çıkmak istemiyordum, çünkü bulunduğum karakol güvende hissetmeme neden oluyordu ve biliyordum ki dışarısı tehlike doluydu.

Her zaman tehlike doluydu.

Hele de benim için daima tehlike doluydu.

Sıradan bir hayat sürebileceğimi sanarak en büyük hatayı yapmıştım. Hayatıma kimseyi sokmamam gerektiğini unutmamalıydım. Ellerimi saçlarıma daldırarak saç köklerime asıldım. Kurduğum basit bir arkadaşlığın başıma açacağı belaları nereden bilebilirdim? Güvendiğim adamın karanlığa ait olduğunu, bana tanıştığımız andan itibaren yalan söylediğini, beni kandırdığını nereden bilebilirdim? Ayağımın taşa takılmasının bu kadar kolay olabileceğini, yıllarca uzak durduğum hayatla yeniden burun buruna geleceğimi nereden bilebilirdim?

Yeraltının büyük bir kapan olduğunu unutmayı seçmek benim küçük bir fare olduğum gerçeğini değiştirmemişti.

Yaptığım hataya katlanamıyormuş gibi ellerimi birkaç kez alnıma çarptım. Boğazım düğüm düğümdü, yutkunmak işkenceden farksızdı. İçine düştüğüm şoku kolay kolay atlatamayacağımı biliyordum. Yiğit'in düzenbaz olduğunu hazmetmek kolaydı ama arkasındaki karanlıkla yüz yüze gelmiş olmayı hazmetmek kesinlikle kolay değildi. Birkaç saat öncesinde yaşadıklarım hâlâ zihnimin perdesinde dönüp dururken kulaklarımda Yiğit'in telefonda konuştuğu kişiye söylediği sözler tekrar edip duruyordu.

“Nehir'e dokunmayacaksın...”

Kadın hırsızlıktan şüphelendiği için polisi aramıştı ve elimde silahla beni gördüğü için şüpheli konumundaydım, ancak asıl mesele ortaya çıktığında ve Yiğit tüm suçu üstlendiğinde suçsuz olduğum anlaşılmıştı. İfademi verirken hata yapmamaya özen göstermiştim. Masumu oynamış, hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi davranmıştım. Yiğit polisler içeriye dalıp onu kelepçelemeden önce hiçbir şeyle ilgim olmadığını söylemem konusunda beni uyarmış, tek çıkış yolumun bu olduğunun altını çizmişti.

İşin ucunda yeraltının olduğunu öğrendikten sonra sessiz kalmaktan başka seçeneğimin olmadığını zaten biliyordum. İfademde olayı olduğu gibi anlatırsam ve şikâyetçi olursam kesinlikle başım belada demekti, bundan adım kadar emindim. Öte yandan şikâyetçi olmazsam belki bu işten sıyrılabilirdim. Ancak Yiğit her türlü içeride olacaktı. Üstelik birinin bana zarar verme niyetinde olduğunu da duymuştum ve arkasının ne kadar sağlam olduğunu bilmiyordum. Yani şikâyetçi olsam da olmasam da bela kapımdaydı.

Sertçe yüzümü ovalayarak oturduğum yerde iyice sindim. Bu olay domino taşları gibi yıkılarak üzerime devrilmeden önce ortalıktan kaybolmam en doğrusu olacaktı ama sorun şuydu ki Hümeyra hakkımdaki birçok şeyi bilmiyordu, bilmesini de istemiyordum. Fakat bu durum ortaya onlarca soru işareti çıkartacaktı ve nasıl açıklayacağımı düşünmek bile beynimi karıncalandırıyordu.

Çantamdaki telefonun çalmaya başlamasıyla oturduğum yerde sıçradım. Sanki ölüm çanları çalmaya başlamış gibi titreyen ellerle fermuarı açıp telefonuma ulaştığımda arayanın Hümeyra olduğunu görmek beni rahatlatmaktan çok germişti. Açmak istemiyordum ama başka seçeneğim olduğunu da sanmıyordum. Çağrıyı cevapladığım anda Hümeyra'nın çığlığı kulaklarıma doluştuğunda olayı duyduğunu anlamıştım.

“Abla! Neler oluyor? Yonca bir şeyler söyledi ama ne olduğunu o da doğru düzgün bilmiyor. Patron aramış, kafeyi polis basmış, doğru mu? Sen neredesin? Yiğit abinin de adı geçiyor, neler oluyor abla?”

Gözlerimi çaresizce yumup ayağımı stresle sallarken, “Sorun yok, sakin ol. Şimdi karakoldayım çıktığımda doğruca eve geleceğim tamam mı? O zaman her şeyi anlatırım,” dedim hızlı hızlı. Kötü haber sandığımdan daha tez yayılmıştı. Kafenin sahibi olan Sefa Tongay belki de buradaydı, onunla henüz karşılaşmamıştım ama gelmemesi tuhaf olurdu.

“Nasıl sorun yok? Karakoldasın! Yanına geleceğim-"

“Gerek yok Hümeyra, eğer izin verirsen birazdan işim bitecek ve çıkacağım zaten,” dedikten sonra sanki yanımda biri varmış ve telefonu kapatmamı bekliyormuş gibi sesimi kısık tutarak devam ettim. “Biraz sabret, eve gelince her şeyi anlatacağım. Şimdi kapatmam gerek.”

Hümeyra’nın yüzünü göremesem de dudaklarının memnuniyetsiz kıvrımla şekilli olduğuna ve kaşlarını çattığına yemin edebilirdim. Ezbere bildiğim yüzü şu anda gözlerimin önündeydi ve kızgınca bana bakıyordu. Neyse ki fazla uzatmadan telefonu kapattığında yaşadığım gerginlik dolayısıyla mideme saplanan kramplar yüzünden oturduğum yerde iki büklüm kalmıştım.

Bundan sonra ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Patrona durumu nasıl açıklamam gerektiğini düşünmek zorundaydım, sonuçta Yiğit benim için o kafeye gidip geliyordu. Hümeyra'ya? Yonca'ya? Onlara nasıl açıklayacaktım? Patrona birkaç yalan sıralayıp konuyu kapatabilirdim ama Hümeyra ve Yonca'dan kaçamazdım. Onlara gerçeği yumuşatarak anlatmam gerekiyordu. Yiğit'in ait olduğu karanlığı bilmelerine gerek yoktu ama onun bir torbacı olduğunu bilmeliydiler, çünkü Yiğit'ten ancak bu şekilde uzak dururlardı.

Gözüm çıkış kapısının üzerinde duran büyük saate aldığında akrebin dokuzu geçtiğini fark ederek irkildim. Pencerelerden güneş ışığı yerine aydınlatmaların yaydığı ışıklar doluyordu. Zamanın nasıl akıp gittiğini bile fark edememiştim. Artık buradan çıkmalı ve evime gitmeliydim. Daha sonra ne yapacağıma dair düşünecektim.

Kendimi Hümeyra ve Yonca'ya anlatacağım şeylere hazırlayarak istemeye istemeye ayaklandım. Tırabzandan destek alarak ayağa kalkıp bir süre uyuşmuş bacaklarımın açılmasını bekledikten sonra ağır adımlarla merdivenden inmeye başladım. Hâlâ daha aynı korkuyla doluydum ve dışarı çıkmak istemiyordum ama ömrümün sonuna kadar burada kalamayacağım da ortadaydı. Sanki dışarı çıktığım an başıma bir şey gelecekmiş gibi düşünmeyi kesmeli ve kötüyü çağırmayı bırakmalıydım. Sonuçta benim bir suçum yoktu. Ne polisi arayan bendim ne de herhangi bir şeyden şikâyetçi olmuştum. Bu yüzden sorun yoktu, sorun olmayacağını düşünerek hareket etmek zorundaydım.

Son basamağı da ardımda bırakıp sürgülü kapıya doğru ilerledim. Etraf sakindi, bahçede üniformalı polisler dışında tek tük sivil dolaşıyordu. Yaklaşmamla birlikte iki yana açılan sürgülü kapıdan çıkmadan önce ciğerlerime derin bir soluk çektim ve omuzlarımı dikleştirdim. Kendimi olumsuz düşüncelerden arındırarak dışarıya çıktığımda serin hava doğruca yüzümü yalayıp geçti. Askısını boynumdan geçirdiğim çantama can simidimmiş gibi sıkıca sarılırken aşağıya doğru inen birkaç basamaklık merdivenin başındaydım.

Etrafta bana kuşku uyandıracak kimse yoktu ama ben o kadar şüphe doluydum ki herkesi didik didik inceliyordum. Solumda, kapının hemen yanına sırtını yaslamış sigara içen bir adam vardı ve elindeki telefonuyla uğraşıyordu. Çaprazımda kalan bankta polislerden biri oturuyordu ve o da telefonuyla ilgileniyordu. İndiğim merdivenlerin dibinde üç yunus polis motorlarının başında sohbet hâlindeydi ama aynı zamanda gözleri şahin gibi etrafta dolanıyordu da.

Sokaktan gelip geçenleri dahi incelerken dışarıdaki polislerin de verdiği güvenle artık daha rahat hissediyordum. Bahçede uyuşuk adımlarla ilerlemeye başladığımda gözüm yoldan geçen taksilerin üzerindeydi. Bir tanesini çevirmeye niyetlenmiştim ki ansızın birisi omzuma elini atarak, “Ben de seni arıyordum, neden telefon açmadın?” diye yüksek sesle konuştu. Ne olduğunu bile anlayamamanın verdiği şokla omzuma kolunu atıp beni kıstırmış olan adama bakarken, “Sakın sesini çıkartma,” deyişiyle irkildim. İşte bunu kısık sesle söylemişti. Yunus polislerin üzerimize dönen kuşku dolu bakışlarını dağıtmak için benimle arkadaşmış gibi davrandığını anlamam pek uzun sürmemişti.

Onun kapının yanında dikilerek sigara içen adam olduğunu fark etmek içimdeki korkunun katlanmasına neden olurken gürültüyle yutkundum. Başından beri beni orada beklediğini bilmek kusma isteğimi arttırmıştı. Yanılmamıştım, dışarıda tehlike vardı ve çıktığım anda yakama yapışmıştı. Göğsüm yaşadığım dehşetten dolayı şiddetle inip kalkarken, “Kimsin sen?” diye sorduğumda bana dönüp göz kırptı.

“Azrail,” diyerek sırıttığı esnada gözüme o kadar tekinsiz görünmüştü ki her şeyi yapabileceğine yemin edebilirdim. Bakışlarında şeytanlar dans ediyordu. İçtiği sigarayı atmış ama dudaklarının asla boş kalmasını istemezmiş gibi oraya bir kürdan yerleştirmişti ve onu çevirip duruyordu. Gençti, en fazla otuzlarında olmalıydı ve teni o kadar esmerdi ki aslen buraya ait durmuyordu.

“Hızlı yürü,” dedi beni daha kuvvetli ittiği sırada. Omzumun üzerinden dönüp arkamda kalan polislere bakmaya çalıştığımda, “Aklından bile geçirme,” diyerek dudaklarımın ucuna kadar gelen çığlıkları durdurdu. “Eğer bir delilik yapmaya kalkarsan seni buna pişman ederim. Elimden en fazla bu gecelik kurtulursun ama sabah olduğunda yine avucumda olursun. O güvendiğin polisler seni ömrünün sonuna kadar benden koruyamaz.”

Endişe kalbimi avucunun arasına alarak sıktı. “Kimsin sen?” diye yeniden sorduğumda bu kez sesim daha güçlü ve netti.

“Bağdatlı,” dedi, ardından da pis pis güldü. “Şimdilik beni böyle bil, Nehir.”

“Benden ne istiyorsun?” diye sorduğum sırada köşeyi dönmüştük ve polisler artık beni göremeyecek açıda kalmışlardı. Biraz ileride dörtlülerini yakmış şekilde duran transportera korkulu gözlerle bakarken doğrudan ona yaklaştığımızı bilmek adımlarımın yavaşlamasına neden oluyordu, ancak adamın eli hâlâ omzumdaydı ve beni öyle sıkı tutuyordu ki uyguladığı güç yüzünden istemesem de yürümek zorunda kalıyordum.

“Sorun çıkartmamanı,” dedi ve arabanın kapısını açmak için uzandığı sırada bana bakıp güldü. “Ve en çok da itaat etmeni,” diyerek sürgülü kapıyı açtı.

Zihnimin içerisindeki tehlike çanları tüm güçleriyle çalmaya başladı. Aracın birbirine doğru bakan deri koltuklarından birinde oturan yaşlıca bir adam vardı. Beklemekten sıkılmış gibi elini oturduğu kısımdaki koçağa dayamıştı ve önünde duran minik sehpadaki kül tablası sigara izmaritleriyle doluydu. Şık kıyafetlerinden dışarıya sarkan göbeği, seyrelmiş beyaz saçları ve sert yeşil gözleriyle karşımda duran bu adam bana birini anımsatmıştı; Yiğit'i.

Yaşlı adam, “Nihayet Hasan,” diye homurdandığı sırada beni tutmakta olan ve kendisini Bağdatlı adıyla tanıtan ama asıl adının Hasan olduğunu anladığım adam canımın yanacağını umursamadan bedenimi aracın içerisine doğru ittiğinde yere çakılmamak için ellerimi aracın zeminine dayamak zorunda kalmıştım. Bu sırada arkamda kalan Hasan, “Anca çıktı, taze taze alıp getirdim,” diye dalga geçti. Neredeyse ayaklarına kapanmışım gibi bana üsten üstten bakan yaşlı adamsa sabırsızca, “Kapat kapıyı,” diye buyurdu.

Hasan ayağa kalkmam için kolumu tutmak istese de onu iterek kendim doğruldum ve düştüğümde burkulan bileğimi ovalayarak araca bindim. Çığlık atabilir, türlü zorluklar çıkartabilirdim ama sonuç değişmezdi. Tek değişen adamların sabır kotalarındaki artış olurdu. Bunu bildiğim için sorun oluşturmadan yaşlı adamın karşısındaki koltuğa yerleştim. Bana öyle bir bakışı vardı ki bir kaşık suda beni boğmak ister gibiydi.

Hasan da araca binerek kapıyı gürültüyle üzerine vurduğunda oturduğum yerde sıçramaktan kendimi alamadım. Motorun çalışmasını beklediysem bile bu gerçekleşmediğinde bir nebze de olsa rahat bir soluk alabildim, çünkü bu, konuşmanın burada olup biteceğini gösteriyordu. İşin sonunda kafama kurşun yememin hiçbir garantisi olmasa da buradan uzaklaşmamış olmamız iyi hissettirmişti.

Cesaretimin çoktan beni terk etmiş olmasını umursamamaya çalışarak, “Siz kimsiniz? Neden buradayım?” diye sordum. Dehşet içerisinde olduğum için henüz korkumu gizleyemiyordum ve ondan korkmam yaşlı adamın hoşuna gidiyor gibiydi.

“Beni tanımıyor musun?”

Kafamı ağır ağır iki yana sallarken Hasan da yaşlı adamın yanına oturmuştu ve yüzündeki pis sırıtış yerini koruyordu. “Bu yavru kuşun hiçbir şeyden haberi yok dayı, şuna baksana korkudan titriyor.” Daha geniş sırıttı, ifadesi kesinlikle sinir bozucuydu ve bunun farkında gibiydi. “Karşında Yiğit'in babası oturuyor. Tolga Zafer'le tanış güzelim. Kendisi tanıştığın son adam olacak çünkü.”

İçime kesik bir soluk çektim. Olduğum yerde kazık yutmuş gibi gerilmeme neden olan Hasan'ın ince tehdidi değildi, karşımda duran adamın kim olduğunu öğrenmemdi. Yiğit birkaç kez laf arasında adını geçirmişti ama onu daha önce hiç görmemiştim. Aslında şu anda onu tanıyıp tanımamamın hiçbir önemi yoktu. Şu anda bir şeyin farkına varmıştım ve bu şey beni delicesine korkutmuştu.

Yiğit basit bir torbacı değildi.

Yiğit uyuşturucu baronlarından birinin oğluydu. Bana yine yalan söylemişti. Kimse basit bir torbacı için polisin kapısında pusuda beklemezdi. Hâlâ karakola yakın mevkide duruyorduk, basit bir torbacı için kimse kendini bu kadar tehlikeye atmazdı. Sorun çıkartabilirdim ama bunu umursamamışlardı ve bunu umursamayacak olanların eli kolu uzun olurdu. İşte bu yüzden artık Yiğit'in basit bir torbacı olmadığını düşünüyordum.

Tolga Zafer, “Nehir, Nehir, Nehir...” derken kafasını hafifçe iki yana salladı. “Başıma açtığın işi temizlemek kolay olmayacak.”

“Ben bir şey yapmadım,” diye atıldım. Olay örgüsüne baktığımda hata yaptığımı düşünmüyordum.

“Yiğit’i kendine âşık etmen yetmez mi?”

Kaşlarım çatıldı. “Bu da ne şimdi? Bununla ne ilgisi var?”

“Her şeyin başladığı nokta burası,” dedi altını çizmek istercesine. “Yiğit'in sana âşık olması.”

Kafamın karıştığı yüzümden rahatlıkla okunurken, “Burada benim ne suçum var? Ben onu hiçbir zaman arkadaştan öte görmedim,” dedim çabucak. Esas konu Yiğit'in polise yakalanmış olması değil miydi?

“Ama o seni gördü ve bu benim için yeterli,” diyerek ne hissettiğimin zerre önemi olmadığını açıkça belli etti. “Senin gibi basit, sıradan, silah tutmayı bile bilmeyen bir çocuğa âşık oldu.”

“Bence yine de gideri var,” dedi Hasan pis sırıtışıyla. Aklındaki iğrenç düşünceleri resmen yüzünden okuyordum ve bu mide bulandırıcıydı.

Tolga Zafer, yeğeni olduğunu düşündüğüm adamın lakaytlığını duymazdan gelirken pahalı ceketinin cebinden çıkardığı sigarayı dudaklarına yerleştirip tutuşturdu. Ona baktığımda gördüğüm şeyler zenginlik, nam ve güçtü. Oysa Yiğit beni sıradan biri olduğuna o kadar inandırmıştı ki onların baba-oğul çıkması beni hâlâ şoka uğratıyordu.

“Haberi aldığımdan beridir seninle ne yapacağımı düşünüp duruyorum,” dedi sinek gibi ezmek istercesine bana bakarak. Sigarayı dudaklarından uzaklaştırıp dumanını yüzüme doğru üfledi. “Aslına bakarsan uzun zamandır bunu düşünüyordum. Senden nasıl kurtulabilirim? Yiğit'i senden nasıl uzaklaştırabilirim? Onu seninle tanışmadan önceki adama nasıl çevirebilirim ve bunu yaparken aramıza uçurum sokmamayı nasıl başarabilirim? Gördüğün gibi senin yüzünden bir süredir bu sorular başımı ağrıtıyor.”

“Ben... ne iş yaptığını bilsem onunla asla arkadaş olmazdım. Zaten artık bitti, bir daha onunla görüşmeyeceğim-"

“Tabii ki bir daha onunla görüşmeyeceksin,” dedi sanki aksi mümkün değilmiş gibi. “Seni kandırdı, senden kendini sakladı, sana başka biriymiş gibi göründü ve zamanla sana gösterdiği maskeye bürünmeye başladı. İşleri savsakladı, her boş anında senin yanına koştu. Oğlumu değiştirdin ve ben bundan hiç memnum değilim.”

Bir şeyler söylemek için aralanan dudaklarımdan tek kelime dökülemedi. Hâlâ konunun aslında çok daha farklı olduğunu görmenin şaşkınlığını atamamıştım. Adamın derdi karakola düşen oğlu değildi, oğlunun bana âşık olmasıydı ve âşık olan kişi oğlu olduğu hâlde beni suçlamak ona daha kolay geliyordu. Çünkü oğlundan kurtulamazdı ama benden kurtulabilirdi.

“Seni öldürmem gerekir,” dedi, aldığım soluğun boğazıma kaçmasına neden olurken. O kadar rahattı ki sanki onun için birini öldürmek biten sigarasını kül tablasına bastırmak gibiydi. “Seni öldürürken bunu Yiğit'e izletmem gerekir,” dedi dudağının kenarı korkunç bir kıvrılmaya ev sahipliği yaparak. Vücudumdaki tüylerin diken diken olduğunu hissettim. Ölümün soğuk rüzgârı tenimde geziniyordu.

“Ben hiçbir şey yapmadım. Şikâyetçi de olmadım-"

“Bir de şikâyetçi olabileceğini mi düşünüyordun?” diye sordu tek kaşını yukarıya doğru kavislendirerek. “Sen hâlâ durumun farkında değil gibisin. Seni yok etmem parmağımı şaklatmama bakar. Arkandan kimse sana ne olduğunu araştırmaya bile cesaret edemez. Öyle bir silerim ki ismini, seni tanıyanları bile kendileriyle çelişkiye düşürürüm.”

“Ne olduğunuzu görebiliyorum,” derken dişlerimi sıktım. Yüzüne haykırmak istediklerim dudaklarımı zorlasa da çenemi tutmam gerektiğini biliyordum. “Ama tekrar söylüyorum ben hiçbir şey yapmadım. Ne Yiğit'in yakalanması konusunda ne de bana âşık olması konusunda. Neden hırsınızı benden çıkartmak istiyorsunuz?”

“Ne safsın be güzelim,” dedi Hasan hâlâ kendimi anlatmak için çırpınmam karşısında. “Burada senin bir şey yapmış olmana gerek yok, dayım zaten seni başından beri ortadan kaldırmanın peşindeydi ama elinde geçerli nedeni yoktu. Şu işe bak ki artık var ve bu yüzden Yiğit'e acıyorum. Seni yatağa bile atamamış zavallı.” Güldü. Kahverengi gözlerindeki sinsi bakış yüzümde dolandı. “Belki de onu ben almalıyım ha dayı? Bu Yiğit'e büyük bir ceza olur. Kahrından ölür ve bir daha sözünden çıkmaması gerektiğini anlar.”

Dehşet yeniden kanıma dolup yüzümü sardığında Hasan kafasını geriye atarak büyük bir kahkaha patlattı. Ardından şeytanların dans ettiği bakışlarını yeniden bana saplayıp, “Ama ben daha çok kıvırcık saçlı, hafif çilli ve daha toy olan kadınları tercih ediyorum. Hmm, bir de iç çamaşırını lacivert renginde seçenleri,” derken eli giydiği deri ceketin içine kaydı ve oradaki cebinden çıkardığı dantelli lacivert iç çamaşırını işaret parmağına takarak bana gösterdi. Kanın yüzümden çekildiğini hissettim. O iç çamaşırını tanıyordum, o lanet olası minik bez parçasını onlarca kez yıkamış, asmış ve katlayarak yerine koymuştum.

“Ve bir de adı Hümeyra olanlar daha çok ilgimi çekiyor,” dediğinde yüzüme sert bir yumruk atmış gibi irkildim, bana zaferle baktı, çünkü tam da o an Hümeyra üzerinden beni kullanabileceğinden emin olduğu andı. Sanki bir şeyler söyleyecekmişim gibi aralık kalan dudaklarım hafif titriyordu ve ten rengimin gittikçe beyaza çaldığını hissedebiliyordum. Zihnimde birisi benim yapamadığımı yaparak çığlık atıyordu.

Adam evime girdiğini, dahası çekmecelerimizi karıştırıp oradan Hümeyra’ya ait bir iç çamaşırı yürütecek kadar rahat olduğunu açıkça ortaya sermişti. İşin kötüsü ne zaman girdiğine dair hiçbir şüphem yoktu, çünkü hiçbir ayrıntı dikkatimi çekmemişti. Kim bilir belki de biz yataklarımızda sere serpe uyurken bunu yapmıştı. Derin bir uykuda öylece yatağımdayken evimde yabancı bir adamın gezdiğini düşünmek bile kan dondurucuydu.

Hasan beni dumura uğratmanın verdiği keyif ve memnuniyetle iç çamaşırının ucunu avucunda kıstırıp iğrenç bir sırıtış eşliğinde onu kokladı. Elimi hızla karnıma bastırdım, çünkü midem birden karışmıştı ve içeride ne varsa kusmak üzereydim. “Ne dersin dayı, sence onu kendime almalı mıyım? Bence her tarafın da memnun olacağı bir anlaşma olur,” dediğinde, “Hayır,” dedim kafamı şiddetle iki yana sallayarak, sesim güçsüzdü.

“Hayır mı?” dedi sahte bir şaşkınlıkla. “Yoksa bana daha iyi bir teklifin mi var?”

Onlara sunabileceğimi zaten sunmuştum. Yiğit'le artık görüşmeyecektim, hiçbir şekilde şikâyetçi olmayacaktım ve hatta şehir değiştirmeyi bile göze alacaktım ama tüm bunlar onlar için yetersizdi, çünkü istedikleri ayak altından çekilmem değildi, planları farklıydı.

Sertçe yutkunup, “Benden ne istiyorsunuz?” diye sordum buzdan farksız sesimle. Vücudum yaşadığım gerilim yüzünden titriyor olsa bile gözlerimdeki bakış artık korku dolu değil donuktu. Çünkü ne kadar çabalasam da yara almadan bu işten sıyrılamayacağımı anlamıştım, hatta belki de hiç sıyrılamayacaktım. Kaderimi ağızlarından dökülecek kelimeler belirleyecekti ve bunun düşüncesi bile öfkemin artmasına neden oluyordu.

“Evet, işte en başındayken sorman gereken soru; senden ne istiyoruz,” diyerek elindeki iç çamaşırını yeniden ceketinin cebine tıktı. Dudağının kenarında asılı duran o minik kıvrım o kadar iğrençti ki ona baktıkça midemdeki çalkalanma şiddetleniyordu.

Tolga Zafer, Hasan'ın seviyesiz imalarını sanki asla duymamış gibi sigarasından derin bir soluk daha aldıktan sonra, “Benim için kuryelik yapacaksın,” dedi, düşünceli görünüyordu. Aklındaki planı yeniden gözden geçirdiğini ve artısını eksisini hesapladığını okumak zor değildi.

“Ne?” dedim şokla. “Siz delirdiniz mi? Yapamam, beceremem-”

“Yapacaksın,” dedi başka seçeneğimin olmadığını belli edercesine. “Çağlayanlara sevimli bir teslimat olacaksın.”

Hasan sinsice sırıttı. “Tek iş, değil mi dayı?”

Tolga nihayet bitirdiği sigarasını kül tablasına bastırdı. İzmariti birkaç kez ardı ardına bastırarak iyice ezerken yeşil gözlerini kaldırıp bana baktı. Ardından arkasına yaslandığı sırada, “Tek iş,” dedi ve zihninin içerisinde yaptığı hesaba da cevap verir gibi hafifçe kafasını salladı.

Tam da o an bir şeyden emin oldum; bu asla tek işle bitmeyecekti.

×××

Tolga Zafer polis memurunun açtığı kapıdan geçti. Peşinde şahsına çalışan komiserlerden biri vardı ve önündeki tüm kapıların açılmasını sağlıyordu. Adımları onu oğlunun bekletildiği hücreye ulaştırdığında yanında yürüyen komisere kafasıyla ufak bir işaret verip oğluyla yalnız konuşmak istediğini belli etti. Parmaklıklı kapı ardından kapanırken artık yalnızdı ve karşısındaki hücrede Yiğit vardı.

“Baba,” dedi genç adam sonunda onu görebildiği için bir nebze rahatlayarak. “Neden bu kadar uzun sürdü? Çıkart artık beni buradan.”

Tolga ellerini pantolonunun ceplerine tıkarken parmaklıklara biraz daha yaklaştı, aynı şekilde Yiğit de parmaklıkların önüne kadar geldi. Yaşlı adam oğlunun darmadağın hâlini uzun uzun inceledi. Gözlerine baktığında orada endişe görüyordu ve bu endişenin kaynağının Nehir olduğunu bilmek sinirlerini geriyordu.

“Bir süre daha orada kalmaya devam edeceksin,” dedi nihayet konuştuğunda. “Seni çıkartmayacağım.”

“Ne? Neden?” Yiğit üzerine sinen şaşkınlıktan çabucak kurtuldu. Babasını o kadar iyi tanıyordu ki aklında dolanan tilkileri görmesi pek uzun sürmemişti. “Sakın,” dedi dişlerinin arasından tıslayarak. “Aklından her ne geçiriyorsan sakın baba!” derken elini hırsla parmaklıklara geçirdi. “Çıkar beni buradan hemen!”

“Ona zarar vereceğimden korkuyorsun değil mi? Korkmalısın evlat, yerinde olsam ben de korkardım.”

Yiğit iki eliyle parmaklıklara tutundu. “Eğer ona dokunursan yemin ederim ki seni mahvederim! Beni duydun mu? Seni mahvederim!”

“Seni onlarca kez uyarmıştım Yiğit. Bu iş büyürse canını yakacağımı söylemiştim.”

“Bana istediğini yap, istediğin cezayı ver. Hepsi benim hatam baba, hepsi benim yüzümden,” dedi odak noktasını kendi üzerine çekmek için çabalayarak. “İstersen yıllarca içeride kalırım, yeter ki ona dokunma.”

Tolga varla yok arası sırıttı. “Bu kadar basit olacağını mı düşündün? Sana hiçbir şey yapmayacağım ama sana keşke dedirteceğim. Keşke doğrudan beni hedef alsaydın diyerek karşımda kıvranacaksın.”

Yiğit hırsla haykırarak parmaklıkları sarstı. Burada kapana kısılmıştı ve eli kolu bağlıydı. Sırf müdahale edemesin diye bir süre içeride bırakılacağının farkındaydı. “Seni öldürürüm,” diye haykırdı tükürücükler saça saça. “Onun canı yanarsa seni öldürürüm!”

“Hiçbir şey yapamazsın. Seni buradan çıkarttığımda ben ne dersem onu yapacaksın. Bir daha onu görmeyeceksin, aramayacaksın. Kafandan sileceksin yoksa gözlerinin önünde onu öldürürüm beni duydun mu?”

Yiğit bir an için duraksadı. Gözleri kısıldı, şakaklarından kayan terlerin varlığını hissetti. “Ona ne yapacaksın?” diye sorduğunda sesi bir volkanın patlamadan hemen önceki sessizliğini barındırıyordu. “İzini kaybettirip başka bir yere mi göndereceksin? Ne yapacaksın? Söyle! Cevap ver, ne yapacaksın?”

Tolga Zafer güldü, güldüğü için göbeği hafifçe oynadı. “Ben ona hiçbir şey yapmayacağım evlat,” dedi sanki düzinelerce tehdidi başkası savurmuş gibi bir edayla. “Sen yapacağını yaptın zaten.”

 

 

 

 

 

Loading...
0%