@yazarimsibirileri
|
Akın, Yeraltı Kulübü’nün üst katına tırmanan merdivenleri uyuşuk adımlarla çıkarken oldukça dalgın görünüyordu. Moralsizdi. Perşembe gecesiydi, dövüş düzenleniyordu ama aşağıdaki eğlenceye katılacak isteği yoktu. Son birkaç gündür keyfi bozuktu, çünkü Eva’yı neredeyse hiç görmüyordu. Kadın öyle güzel, öyle hızlı ondan kaçıyordu ki orada olduğunu bildiği hâlde gittiğinde onu bulamıyordu. Eva’yla birlikte geçirdiği o nefis gecenin ardından böyle olacağını bilseydi ona elini bile sürmezdi. Önceleri hiç değilse kadın gözünün önündeydi, onu istediği anda izleyebiliyordu. Şimdiyse çok daha iyi olmasını beklerken onu izlemekten bile mahrum bırakılmıştı. Akın neyi yanlış yaptığını bilmiyordu. Kendini sürekli birlikte geçirdikleri geceyi düşünürken buluyor ve tüm ayrıntıları hatırlamak için çabalıyordu, ancak sarhoşluğu yüzünden her şey bölük pörçüktü. Sadece Eva’ya ait anılar netti ve o anılarda kadının hazla kıvrandığından emindi. Ona gecenin sabahında yataktan kaçmasına neden olacak bir şey yapmamıştı. En az kendisi kadar istekliydi, bunu da hatırlıyordu. Peki sonra neyi sorun etmişti? Merdivenleri tırmanıp üst kattaki odasına ulaşmak için koridorda ilerlemeye başladı. Aynı şeyleri düşünmekten yine başındaki o ağrı nüksetmişti, ne kadar ilaç içse de kâr etmiyordu. Akın bir şeylerin sonuçsuz kalmasından, ortada durmasından ve belirsizlikten nefret ederdi. Onun için her şey net olmalıydı, çünkü ancak bu şekilde içi rahat ediyordu. Şimdiyse tam bir belirsizlik çukurundaydı ve bu yüzden sinir kat sayısı oldukça yüksekti. Geçen iki günde sürekli birilerine çatıp durmuş, korkunç bir adammış gibi davranmıştı. Çevresindekiler neden böyle olduğunu anlayamadığı için herkes şaşkındı. Çalışanlar azar işitmemek için ondan köşe bucak kaçıyorlardı. Tuna birileriyle kavgaya tutuşmasın diye ter döküyordu. Özgür ise önüne sürekli içki koyuyor ve sonra da yatağına postalıyordu. Cesur’la araları hâlâ gergin sayıldığı için onunla fazla girintili çıkıntılı olmamıştı. Derin bir soluk koyuverip adımlarını iyice ağırlaştırdı. Abisiyle gergin olmaktan nefret ediyordu. Onunla çakışmak ya da sürtüşmek hiç istemediği durumlardandı ve onunla mesafeli durmak Akın’a iyi gelmiyordu. Daha aksi bir adam olup çıkıyordu. Tamam, belki abisi haklı olabilirdi, biraz sınırı geçmişti ve işleri ileriye taşımıştı. Ama Akın her şeyin planını hazırlamıştı. Düşünemediği tek ayrıntı Barut’un o butiğe Yiğit’i de sokacağıydı. Üstelik bunu yaparken sanki izlendiğini bilirmiş gibi adamı gizleyerek içeriye sokmuştu. Bunu tahmin edememiş olması mı onu kabahatli çıkartıyordu? Tamam, belki böyle bir oyuna kalkıştığı için ta en başında kabahatli sayılırdı ama Nehir konusunda endişeleri vardı ve ne yapsa da onlardan kurtulamıyordu. Kadın Barut’un ziyaretini saklamamış ve söylemişti ama bu bile Akın’a yeterli gelmiyordu, çünkü aklına bir sürü başka soru doluşmuştu. Neden butikten çıktığı gibi arayıp söylememişti? Neden Eva’ya hiçbir şey olmamış gibi davranmıştı? Neden durmuş, durmuş ve olaydan saatler sonra söyleme gereği duymuştu? Kadının aklında her neler dönüyorsa Akın hâlâ ona karşı şüpheciliğinden kurtulamamıştı. Sadece rol yapıyordu. Onun dışında gözleri hâlâ Nehir’in üzerindeydi. Akın tam da Eva’nın odasının önünden geçmek üzereydi ki adımlarını durdurdu ve kafasındaki Eva harici tüm düşünceleri elinin tersiyle bir kenara attı. Yine tek düşündüğü zümrüt gözlü kadın olurken kapalı kapıya doğru kocaman bir adım atıp durdu. İçeride miydi bilmiyordu, kulüpte miydi emin değildi. Artık baktığı her noktada Eva’yı aramaktan yorulmuştu. Son birkaç gündür tek yaptığı her köşede onun yüzünü görmeye çalışmaktan ibaretti ve gözlerini çevirdiği köşelerde kadını bulamamak sinirlerini germeye başlamıştı. Alnını yorgunlukla kapının soğuk yüzeyine yasladığı sırada omuzları düşük, duruşu yorgundu. Ancak içeriden Eva’ya ait sesi duyduğu anda tüm yılgınlığı sönmüş, duruşu anında dikleşmişti. “Hey! Hey! Şimdi beni duyuyor musun?” dedi Eva. İngilizce konuşuyordu. Gergin gibiydi. Onun gergin olduğunu anlamak için Eva’yı görmesine gerek yoktu. Kadının tatlı sesindeki her bir tınıyı ezberlediğinden bunu kolayca ayırt edebiliyordu. “Lütfen, daha sakin bir yere geç Mienla, konuşmalıyız.” Akın’ın kaşlarından biri havalandı. Eva’nın Mienla adında bir kız kardeşi vardı ve İngiltere’deydi. Onunla hiç yüz yüze tanışma fırsatına erişemese bile tüm bilgileri ve fotoğrafları elindeydi. Yani onu tanır sayılırdı. “M, ben daha fazla yapamayacağım,” dedi Eva bir anda, Akın duraksadı. “Daha fazla kalamayacağım burada, dönmek istiyorum.” Akın İngilizceyi çok iyi bilirdi ama kadının söylediklerini yanlış anlayıp anlamadığından emin olabilmek için kendine biraz zaman tanımak zorunda kalmıştı, çünkü duyduklarını yedirmesi imkânsız gibi bir şeydi. “Dönmek istiyorum. Hiçbir şey umurumda değil. Bunu ben istemedim, bu kadar uzun süreceğini de düşünmemiştim. Lütfen. Bunu sadece sen halledebilirsin.” Sonra lafı kesilmiş gibi birden durdu. “Tamam, beni daha uygun bir anında ara lütfen. Gerçekten yoruldum Mienla, bırakmak istiyorum. Ara beni.” Eva’nın telefonu kapatmasıyla eş zamanlı olarak Akın odanın kapısını açıp içeriye dalar gibi girdi. Yatağının ucuna oturarak tırnaklarını kemiren kadının zümrüt gözleri şokla büyürken güzel dudakları aralandı. “Senin burada ne işin var? Odama bu şekilde nasıl girebilirsin?” Akın ardından kapıyı gürültüyle üzerine vurup, “Ne demek dönmek istiyorum?” dedi sıkılı dişlerinin arasından. “Ne demek dönmek Eva?” “Sen konuşmamı mı dinledin? Tanrım!” dedi kadın gözlerini devirerek. “Bunu yapmaya hakkın yok. Özel hayatıma karışamazsın.” “Senin her şeyine karışırım ben!” diye celallendi. “Ne hakla?” dedi genç kadın gerginliği bir kenara atıp güzel kaşlarını çatarak. Bu soru Akın’ı dondurdu. Bu soruya verecek cevabı var mıydı düşünmeye başladı. Ardından hem cevapsızlıktan hem de sorunun sinirlerini bozmasından dolayı öfkeyle doldu. “Eva! Ne bu hâller? Ne oluyor sana?” Genç kadın kollarını göğsünün üzerinde bağladı. “Ne varmış hâlimde?” “Neden benden kaçıyorsun?” “Senden kaçtığım falan yok. İşimi yapıyorum, sonra da odama çekilip dinleniyorum. Yani seninle bir ilgisi yok.” “Benimle dalga mı geçiyorsun? Köşe bucak kaçtığını anlamıyor muyum ben?” Eva tekrarladı. “Senden kaçtığım falan yok.” “Eva!” dedi Akın kükrercesine. “Biz seninle yattık! Seviştik! Sikiştik! Her boku yedik, tamam mı? Sarhoş olan bendim, kafası yerinde olan da sen. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi yapamazsın. Ya da beni yok sayamazsın. Ne oldu? Neden bu haldesin bilmeye hakkım var.” “Terbiyeli ol,” dedi Eva, ona bakamıyordu bile. “O gece pek terbiyeli değildim ama. Hoşuna da gidiyordu. Kollarımın arasında hazdan eriyordun.” “Akın!” dedi bu kez genç kadın bağırarak. “Ne olduysa oldu, bitti gitti-” Adamın gözleri irileşti. “Bitti gitti mi? Bitti gitti mi? Sen gerçekten benim sinirlerimle oynuyorsun, haberin bile yok. Ne demek bitti gitti?” derken kadına doğru sert adımlarla yaklaşıp tam önünde durdu. Ona tepeden aşağıya dik dik baktığı sırada kaslı göğsü öfkelendiği için hızlı hızlı inip kalkıyordu. “Ne demekse o demek? Ne bekliyordun ki Akın? İkimiz de istediğimizi aldık, hepsi bu kadardı,” dedi Eva. Seri konuştuğu için aksanı tatlı tatlı kendini belli ediyordu, ancak Akın şu anda buna dikkat edemeyecek kadar kördü. Kadının dudaklarından dökülen her kelime zehirli bir ok gibi beynine saplanıp tüm hücrelerini uyuştururken hiçbir şeye odaklanabildiği söylenemezdi. “Hepsi bu kadardı?” “Evet,” dedi Eva. Ardından da oturduğu yataktan kalktı. Adamın koca bedenine alttan yukarıya bakmak yorucuydu. Karşısında dik durmak ve bu aşağılık oyunu sürdürmekse her şeyden daha yorucuydu. Akın kadını kolundan yakalayıp biraz sertçe kendisine doğru çekti. Bedeni bedenine çarptığında Eva hızla yüzünü buruşturunca bir anlık yaptığından pişman olsa da kızgın suratındaki ifade sekteye uğramadı. “Eva, gerçekten sabrım tükeniyor. Her ne olduysa bana hemen, şimdi anlat.” “Hiçbir şey olmadı. Neden sorun arıyorsun ki? Benimle yatmak istiyordun, seninle yatmanın nasıl olacağını merak ediyordum. Merakımı giderdim, sende istediğini elde ettin, hepsi bu işte Akın, hepsi bu. Tek gecelik-” “Tek gecelik değildi!” diye tısladı. Sonra çok daha fazla öfkelenmemek için kendisini tutmak zorunda kaldı. Gözlerini sımsıkı yumup, “Tek gecelik değildi, biliyorsun. Bildiğini biliyorum. Niyetin beni delirtmek mi?” dedi sabrının son kırıntılarındaymış edasıyla. “Benim için tek gecelikti.” “Eva!” dedi Akın belki de bininci kez. “Kolumu acıtıyorsun, bırak!” “Eva!” dedi Akın yine aynı yüksek tonla. “Kendine gel, hemen.” “Canım acıyor!” Akın nihayet tutuşunu biraz gevşetebildi. Bir daha asla açmayacakmış gibi yumduğu gözlerini araladı ve içinde sakladığı alev alev bakışı kadına sundu. Hemen ardından onu kolundan çekip arkasındaki yatağa doğru itti. Eva sırtı üstü yatağa düştüğünde Akın hemen üzerindeydi. Hatta diziyle kadının bacaklarını aralamış ve şaşkınlığından faydalanarak bacaklarının arasına sızmıştı. Eva koca bedeniyle üzerinde duran adama şokla iri iri açtığı gözleriyle bakarken, “Ne yaptığını sanıyorsun? Kalk üzerimden! Akın! Yemin ediyorum çığlık atarım, herkesin buraya doluşacak olmasını umursamadan bunu yaparım! Kalk hemen!” diye bağırdı. “O gece de çığlık attın ama hepsi zevktendi. Hatırlamaya ihtiyacın varmış gibi görünüyor.” Genç kadın bu sözler üzerine öfkeyle kaşlarını çatıp ellerini Akın’ın sert göğsüne geçirmeye başladı. Hiç durmadan ona vururken, “Sen tam bir hayvansın!” diye çığlık attı. “Her zaman her istediğini yapamazsın, tamam mı? Ben senin her istediğinde yatağına girecek o kadınlardan değilim! Şehvete kapıldık, yapmamamız gereken bir şeyi yaptık. Tekrarı olmayacak. Bunu anlamak zorundasın.” Akın, Eva’nın sürekli hareket hâlinde olan ve göğsüne sert darbeler indiren ellerini yakalayıp yatağa bastırdı. Kadını tamamen kıskacına aldığında onu öyle sıkı tutuyordu ki Eva hareket bile edemiyordu. “Beni delirtmek için böyle yapıyorsun, başka açıklaması olamaz,” dedi inkârla kafasını iki yana salladığı esnada. “Kafam iyiydi ama o geceyi hatırlıyorum, Eva, seni hatırlıyorum. Sen de istiyordun, en az benim kadar. Sonra ne oldu? Ne oldu da bu hâldesin? Ben mi yanlış yaptım? Hay amına koyayım, ne yaptıysam söyle, düşündükçe kafayı oynatacağım çünkü.” “Hâlâ sorun arıyorsun,” dedi Eva, biraz uzağındaki gözlere bakacak gücü olmadığı için adamın çenesinden yukarıya bakışlarını çıkartamıyordu. “Ortada sorun yok, Akın. Hiçbir şey yapmadın. İkimiz de istedik ve oldu ve şimdi de herkes kendi yoluna bakacak-” “Bırak şu masalı!” diye kadını ikaz ederken onu biraz sarstı. “Beni kandırabileceğini mi sanıyorsun? Anlamıyor muyum hallerinden bir sorun olup olmadığını?” “Sen benim patronumsun-” “Sikeyim patronunu,” diye hırladı. “...öyle de kalacaksın,” dedi genç kadın güçlükle cümlesini tamamladığı sırada. “Seninle benim aramda daimî bir ilişki olmayacak. Aramızdaki sadece bir hevesti. Ben hevesimi aldım.” “Yalan söylüyorsun-” “Neden kabullenmek zor geliyor? Hep sen mi kadınları kullanıp atacaksın? Ben de seni kullanıp attım işte, bunu mu yediremiyorsun?” Akın’ı alev alev yakan o öfke bir anlığını geriledi. Altında hareketsiz şekilde, göz göze gelmeye tövbe etmiş biçimde duran kadının ağlamaklı suratına uzun uzun bakarken, “Sen beni ne zaman kullanmak istesen ben o zaman sana kendimi sunarım ki zaten,” dedi bu kez düşük, ağır bir tonla. “Yediremediğim şey beni arzuladığını bilirken, en az benim kadar istediğini bilirken şimdi kendini geriye çekmeye çalışman, anlamıyor musun bunu? Ben seninle ilerleyebilmek için uzun zamandır bekledim. Bana bir adım attın ama şimdiyse kendini on adım geri çekiyorsun, Eva. Yapma bunu bize.” “Sadece seks istiyorsun-” Burnundan gürültülü bir soluk verdi. “Seksini sikeyim ben sadece seni istiyorum.” “Bizim bir geleceğimiz olamaz,” dedi Eva, kapalı duran kirpiklerinin arasından sızan gözyaşı yanağına düştü. Akın, “Kim soktu bunu kafana bir bilsem onu bulduğum yerde...” diye homurdandı. “Seni şu aptal düşüncelerden bir kurtarabilsem biz çok güzel oluruz aslında.” Genç kadın, “Ben... ben... böyle bir dünyada yaşamak istemiyorum,” dedi eteğindeki taşları döker gibi birden. Akın buz kesti. “Sakin bir hayatım olsun, düzgün bir işte çalışan biriyle olayım istiyorum. Çocuklarımı yetiştirebileceğim güzel, temiz bir hayat. Sen belinde taşıdığın silahla bu hayalime uygun değilsin. Bırakamazsın, bırakmanı istemem de. Bu yüzden bizden olmaz.” “Yalan söylüyorsun,” dedi Akın yeniden. Sesindeki yıkım ortadaydı. “Kahretsin ki sana kapıldım, kendime engel olamadım. Uzak durmak eziyet gibiydi ama sen benim hayallerimi bile kana bulayacak o adamsın. Ben böyle bir hayatı kendime kabul ettiremiyorum. Görmüyor musun beni? Uyuyor muyum bu yaşantıya? Yüreğim ağzımda atıyor her gün bir şey olacak diye. Ben böyle yaşayamam. Ölürüm burada.” “Şşş... öyle deme,” dedi Akın çaresizce. “Öyle deme, Eva, o kadar kötü değil. Kaç yıldır buradasın, şimdi mi sorun oldu? Yapma.” “Hep sorundu. Alışabilirim sandım ama olmuyor, yapamıyorum. Seninle aramızda bir mesafe varken biraz daha iyiydi ama artık hiç yapamam, Akın.” “Bak bana,” dedi adam aynı çaresiz tınıyla. “Bana bakarak konuş, hadi. Her şey iyi, tek sorun yaşantım mı?” Genç kadının yanağından bir damla daha kaydı, gözlerini yine adamın gözlerine çıkartamadı. “Lütfen artık bırak beni.” “Ağlama,” dedi Akın. “Benden iğreniyormuşsun gibi davranma, Eva, öyle olmadığını biliyorum.” “Ama bu durum... şu halimiz... iğrenç hissettiriyor.” Akın yine buz kesti. Bedeninden güç çekilmiş gibi önce elleri gevşedi. Ardından da Eva’nın üzerinden çekildi. Kadın yatakta sırtını dönüp ayaklarını karnına çekerek sessizce ağlamaya başladı. Akın ona sarılmak istese de bunu yapamadı, bunu yapabilecek kadar bile gücü kalmamıştı. “Gitmek istiyorum,” diye hıçkırdı genç kadın. “Burası artık beni boğuyor. Nefes alamıyorum.” “Benim yüzümden mi?” dedi Akın, sesi yine yıkıntılarla doluydu. “Sana dokunduğum için mi?” Eva bu sorulara cevap veremedi. Tek yaptığı daha çok ağlamak oldu. Bunun üzerine Akın dişlerini sıkarak yataktan kalktı. “Kal, Eva. Sana bir daha o gözle bakmam, yanına bile yaklaşmam. Sadece kal, bu bana yeter.” Sonra Akın odadan çıkıp gitti. Eva çığlıklarının duyulmaması için yüzünü yatağa gömerek içli içli ağladı ve ağlaya ağlaya kendinden geçti. Kalbinde büyük bir yara açılmıştı. Artık onunla yaşamayı öğrenecekti, çünkü yaraya sebep olan kendisiydi ve ona merhem olacak ilacı da az önce kaybetmişti. ××× Odamın kapısını ardımdan kapattığım esnada tam karşımda kalan odanın kapısı açıldı. İçeriden çıkan adamı görmek bir an için içime derin, titrek bir soluk çekmeme neden oldu. Cesur yine göz dolduruyordu. Bu akşam için tercih ettiği lacivert gömlek tüm vücudunu sarmış, zaten belirgin olan kaslarını iyice göz önüne sermişti. Parfümünün ferah kokusu anında ciğerlerime çöküp krallığını kurarken onun da beni incelemesi karşısında sessizce yutkundum. Bakışları oldukça yoğundu. “Bilerek kırmızı giyiyorsun,” dedi elbisemin kısa eteğinde gözlerini gezdirdiği sırada. Dağınık bir topuz yaptığım saçlarımdan kaçan tutamı kulağımın arkasına iterken karşılık verdim. “Birisi dolabımın neredeyse tamamını kırmızı rengiyle doldurduğu için pek seçeneğim olmuyor.” “O birisi tenine neyin yakışacağını iyi biliyormuş.” “Yakışmış mı?” diyerek askılı, dar ve uzun kollu elbisemi beğenişine sunarcasına etrafımda döndüm. Cesur tam ona arkamı dönmüştüm ki beni şaşırtacak derecede hızlı bir manevrayla belimi yakalayıp bedenimi kendisine çekti. Artık sırtım taş kadar sert olan göğsüne değiyordu ve ayrıca kendisini çekinmeden kalçalarıma doğru yaslamıştı. “Kırmızı rengini dolabından çıkartıp sadece iç çamaşırlarına çeksem iyi olacak,” dedi sıcak nefesi boynuma vurduğu esnada. “İç çamaşırlarıma mı? O zaman göremeyeceğinin farkındasın değil mi?” “Aslında göreceğim,” dedi kendinden emin bir sesle. “Hatta sadece ben görmüş olacağım.” Bacaklarımı birbirine bastırma dürtümle savaşmaya çalıştım. Benimle resmen oynuyordu. Kulübe döndüğümden beridir geçen süre zarfında kesinlikle benimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu. Yanıma sokuluyor, tüm dengemi şaşırmama neden oluyor, beni arzuya sürüklüyor ve sonra da hiçbir şey yapmamış gibi devam ediyordu. “Ya da sadece hayal kurmakla yetineceksin?” dedim sanki ondan hiç etkilenmiyormuşum gibi. “Onu yapmadığım bir an bile yok,” derken bağlı saçlarımdaki tokaya asıldı ve saçlarımı serbest bıraktı. İki gün önce yapmış olduğu örgüyü dün gece bozmak zorunda kalmıştım, çünkü iyice keçeleşmişti. Ancak saçlarıma kattığı kıvrımlar hâlâ belirgindi, duş aldığım hâlde izleri oradaydı. “Açık kalsınlar, böyle daha hoş. Benzersiz bir renge sahipler, fırtına kuşu. Onları bağlayarak zincire vurmamalısın.” “Peki örmek?” “Onu yapabiliriz ama her zaman değil. Saçların açıkken çok daha güzel.” Tokamı cebine attığını fark etmek içimin garip bir hisle yoğrulmasına neden olurken, “Artık içeri geçelim mi?” diye sordum boğazımı temizledikten hemen sonra. “Seslere bakılırsa gece çoktan başlamış. Beklendiğinden eminim.” “Önümden yürü,” dedi kulağıma doğru. Yemin edebilirdim ki kısık tuttuğu sesi günah doluydu. Bu kez elimde olmadan gürültüyle yutkunup ileriye doğru adım attım. Neredeyse üç ya da dört adım önüne geçmemden sonra Cesur da peşimden gelmeye başladı. Sırtımda gezinen yoğun bakışlarını görmeme gerek yoktu, zaten geçtiği her yeri yakıyormuş gibi sızlatıyordu. Kızıl ışıkla aydınlatılmış koridordan çıktığımız sırada, “Buranın girişine kapı yaptıracağım. Gizli bir giriş olacak, dışarıdan bakan bir ayna ya da tablo olduğunu düşünecek ve kameralar yerleştirilecek,” dedi arkamdan gelirken. “Eskitme bir tablo bence hoş durur,” diye fikrimi belirtirken adımlarım ağırlaşmıştı. Çevremizde birileri dolaşıp duruyordu. Kulübün lavabo kısmı ve dövüş için hazırlanma odalarına bulunduğumuz kısımdan erişiliyordu. “Şimdiye kadar yapmadığın bir şeyi şimdi neden planlıyorsun anlamadım?” “Şimdiye kadar bu koridor değerli bir şeye çıkmıyordu.” Kalbim tekledi. “Yastığının altında mücevher falan mı saklıyorsun?” diye takıldım. Beni yetişmişti, hemen ardımdaydı. “Yok, yastığımın üstünde olmasını tercih ediyorum ve onun üzerinde de ben olmalıyım.” “Cesur!” diye onu ikaz ederken arkamdaki bedenini dirseğimle dürttüm. “Çevremizde insanlar var.” “Sen bana günün birinde kulübü boşalttıracaksın, fırtına kuşu,” dedi gülerek. Her ne kadar ona dik dik bakarak omzumun üzerinden dönsem de gülüşünü gördüğümde yüzümdeki ifade anında yumuşadı ve kendimi hızla önüme dönerken buldum. Kulübe geri geldikten sonra her şeyin daha çok ivme kazanacağını nerden bilebilirdim? Cesur’a karşı içimde olan ne varsa katlandıkça katlanıyordu ve özellikle de iki gün önce Yavuz gitmem gerektiğini söylediğinden beridir duygularıma söz geçiremiyordum. Yasak olan daha çekici geliyordu, artık bu sözden emindim. Yavuz’u hatırlamak enerjimin anında çekilmesine neden olurken kulübe açılan arka girişin hemen oradaydım. Alanın ortasına kurulmuş olan etrafı kafesle dönülmüş ringde iki iri kıyım adam birbirlerini fena benzetiyorlardı. Sürekliliği hiç sekteye uğramayan içki servisi sunuluyordu ve kalabalığın isteklerini karşılamak için etrafta her zamankinden daha fazla bargirl vardı. Müzik yine açıktı ama sesi oldukça kısıktı. Kafesteki adamların hırıltılı solukları, bağırışları ve kazananın haykırışı rahatlıkla duyulabiliyordu. Ayrıca alanı dolduran kalabalığın çıkardığı gürültü de epey yüksekti. Şık giyimli kadınların ellerinde içki kadehleriyle dövüşü keyifli keyifli izlemeleri gözüme bir film sahnesinden alıntı gibi geliyordu. Bazı adamlar aynı anda birkaç kadını kollarının altına almıştı ve bu iki tarafında umurundaymış gibi görünmüyordu. “Devam et,” dedi Cesur biraz sabırsızca. “Neden duruyorsun?” “Yine önden mi yürüyeceğim?” “Cesaretini beş dakikadan fazla üzerinde tutmaya ne zaman alışacaksın, Nehir? Yürü. Önden gideceksin. Bizim locaya ilerle.” Kulağıma doğru eğildi. “Benim için yolu aç, hadi fırtına kuşu.” Battı balık yan gider hesabı tüm kuruntuları kafamdan atarak omuzlarımı dikleştirdim ve ileriye doğru kendimden emin bir adım attım. Bugün günlerden perşembeydi ve perşembe geceleri kulüp yeraltıyla dolardı, biliyordum ama ilk kez umurumda değildi. Yavuz’un dediğine göre zaten göz önündeydim; ailem beni fark etmişti ve gerçek kimliğimin ortaya çıkması an meselesiydi. Artık kaçmama, en azından buradayken kaçmama gerek yoktu. Korkusuzca ve gerçekten yıllardır burada yaşamış bir kadın gibi kendimden emin şekilde adımlarımı attım. Bunu yapmak sandığımdan daha kolay geldiğinde gerginliğim bile azalmaya başlamıştı. Önden ilerliyordum ve Cesur birkaç adım arkamdaydı, daima arkamı kollayacağını belli eder gibi. Kalabalık sağa sola kayarak benim için yolu açıyordu, belki de bunu Cesur için yapıyorlardı ama önemi yoktu. Kimin yanından geçsem gözleri önce bana, sonra Cesur’a ve sonra yine bana dönüyordu. Dost olanlar memnunca kafalarını sallarken, düşman olanlar tepkisizliklerini korumaya devam ediyorlardı. Alanı dolduran ıslık sesinin kaynağını arayan gözlerim locada oturan Özgür’ü bulduğunda gülümsemekten kendimi alamadım. Beni iyice cesaretlendirmesi karşısında tamamen özgüvenle dolup tüm stresimden kurtuldum. Öyle ki Özgür’ün hemen yanında oturan ve tek yaptığı dünyanın en büyük derdine sahipmiş gibi içki içmek olan Akın bile umurumda olmamıştı. Locaya ulaştığımda, “İyi akşamlar beyler,” diyerek oturdum. Yanımda Cesur için boşluk bırakmıştım. Akın kulakları sağır olmuş gibi tepki dahi vermezken Özgür içki bardağını şerefime kaldırırcasına havalandırıp, “Gecenin tek eksiği sonunda geldi. Ortaya çıktığın anda ortamın havası değişiyor, Nehir. Daima göz önünde olmalısın,” dedi. Laflarını gerçekten iyi satıyor olması onu insanın gözünde sempatik yapıyordu. Kimse ona baktığında bir katil görmezdi. Sürekli gülen yüzü ve neşeli halleriyle herkesle arkadaş olabilirdi; Akın’ın aksine. Bazen ikisinin nasıl ikiz olabildiğini düşünmeden edemiyordum. Biri ak ise diğeri karaydı ve sanırım ikiz olmak da bunun gibi bir şeydi. Tüm iyiler Özgür’de tüm kötüler Akın’da toplanmış gibi. “Burada ortamın havasını değiştirecek güçte birisi varsa o da sensin bence,” derken gülümsüyordum. Özgür bunun zaten farkındaymış gibi kendini beğenmiş bir edayla üst başını düzeltti. “Eh, yapıyoruz işte bir şeyler.” Cesur hemen yanımdaki boşluğa iri bedenini bırakırken yüzünü kulağıma doğru yaklaştırıp sadece benim duyabileceğim şekilde konuştu. “Koltuk rahat mı?” Hâlâ Özgür’e odaklı olan bakışlarımı kopartarak Cesur’a döndüğümde dudaklarımdaki gülümseme ona kur yaparmışım gibi renklenmişti. “İtiraf etmem gerekirse sen daha rahattın.” Cesur, Özgür’e kafasıyla selam verirken yine sadece benim ayırt edebileceğim minik, bilmiş ve biraz da baştan çıkartıcı şekilde güldü. Ardından da yüzüne ciddiyet oturdu. “Nasıl gidiyor?” “Güzel, sıkıntı yok. Dann alır bu geceyi. Paramı doğru yere yatırmışım.” “Bahislere karışmamanı sana kaç kez daha söyleyeceğim? Sen kime yatırırsan herkes ona yatırıyor ve kaybettiğinde suçlanıyorsun.” “Artık kimi tuttuğumu kimseye söylemiyorum,” dedi Özgür doğru yolu bulmuş gibi kafasını sallarken. Cesur yine durumu beğenmediğini belli edercesine ona baktıktan sonra çenesinin ucuyla Akın’ı işaret etti ve ne olduğunu sorar gibi baktı. Özgür ise omuzlarını kaldırıp indirdi ve bilmediğini belli edercesine yüzünü şekillendirdi. Nedense bu kez sorunun kaynağının ben olmadığıma emindim. Akın her neyi kafaya takmışsa benimle ilgisi yoktu. “Akın,” diye seslendi Cesur. Akın biri onu dürtmüş gibi hızla kafasını kaldırdı ve masada bizi görmüş olmaya şaşırmışçasına gözlerini irileştirdi. “Abi? Ne zaman geldiniz?” Cesur’un tek kaşı havalandı. “Her şey yolunda mı koçum?” “Yolunda,” dedi. Ardından, “Yoluna girecek,” diye düzeltirken gözlerindeki solgun bakışa odaklanmıştım. Akın artık eskisi gibi capcanlı bakmıyordu. Hayatının en değerli şeyini kaybetmiş gibi bitkin, yorgundu. “Benim yapabileceğim bir şey var mı?” “Yok abi, halledemeyeceğim bir şey değil.” Cesur yavaşça kafasını salladı ama bu durumun böylece kapanmayacağından emindim. Akın’ı neyin bu hâle getirdiğini öğrenmeden içi rahat etmeyecekti. Açıkçası ben de merak etmiştim. Sorunun kaynağını çözmeye çalışırcasına Akın’ı incelerken birden, “Eva nerede?” sorusu dudaklarımdan döküldü. Akın irkildi. Gözlerini kaldırıp bana baktı ve ben o an sorunun kaynağını yakaladım. “Üst katta,” dedi kuru kuru. Karşılık olarak sadece kısaca kafamı salladım. Bu sırada Özgür, “Yavuz bir iki gündür pek ortalıkta görünmüyor,” diye söze karıştığında oturduğum yerde diken üstünde kalakaldım, gözleri doğrudan benim üzerimdeydi. “Kız kardeşinin erkek arkadaşıyla mı ne görüşüyormuş, yarım ağız bir şeyler söylemişti.” “Bulut,” dedim kendime sakin olmayı emrederek. “Buradan çıktığımızda onun evinde kaldık ve hâliyle Yavuz’dan haber alınca peşini bırakmak istemedi.” “Haberim var, adını hatırlayamamıştım sadece,” dedi Özgür. Tabii ki haberi olurdu. “Umarım daha fazla bilgi aşkıyla Yavuz’un yakasına yapışmaz. Keşke bir otele gitseydiniz. Tanıdık birileri olunca her zaman sorun çıkar.” “Bulut sorun çıkartacak biri değil. Yavuz’un iyi olduğundan emin olmak istiyor hepsi bu. Zaten Yavuz onu yeterince uzak tutuyor, sorun çıkarmaz merak etme.” “Böyle sık görüşmeye devam ederlerse kız kardeşi şüphelenmeye başlayacak,” dedi Akın boşalan içki bardağına dümdüz bir bakışla bakarken. Sesinde bile hiçbir duygu yoktu. Telaşa düştüğüm için soluklarım hızlanmıştı ve bunu onlara belli etmemek adına verdiğim savaş yüzünden aldığım ağır soluklar ciğerlerimi doyurmaya yetmiyordu. “Onu uyarırım,” dedim yavaşça kafamı sallarken. “Belki de ailesine dönmesi onun için en iyisidir,” dedi Özgür. Afallayarak ona baktım. “Ne? Bu da nereden çıktı şimdi?” “Niyetim kötü değil, Nehir, aksine Yavuz iyi bir adam ve onun iyiliğini isterim. Ancak görüyorsun buraya göre değil. Uyum sağlamış gibi görünüyor olsa da burada yaşamak ona iyi gelmiyor. Eminim sen de farkındasındır.” “Gitmesi gerektiğini söylemeye çalışmıyor. Burada olduğundan daha iyi olmayacağını söylüyor,” dedi Akın yine bize hiç bakmazken. “Burası herkese iyi gelen bir yer değil,” dediğindeyse sesinde anlayamadığım bir tını kendisini belli etmişti ve bana hüznü andırmıştı. Akın kendini herkesten ayrı bir dünyaya çekmişti ama fikirlerini belirtmekten de geri kalmıyordu. Ancak fark etmiştim ki artık sataşmadan konuşuyordu. “Gitmesini istemem, Nehir, yemin ederim,” dedi Özgür çabuk çabuk. Samimiydi. “Ama buradayken ölü bir adam gibi ortalıkta dolaşıyor. Hiçbir amacı yok.” Ben vardım, bebek vardı. “Belki de Bulut’la iletişimde olması iyiye işarettir. Ailesine geri döndüğünde daha kolay toparlayacağına inanıyorum nedense.” Cesur konudan hoşlanmamış gibi gürültüyle soludu. “Kendi isteğiyle buradan ayrılmak isterse durduracak değiliz ama öyle bir gün gelene kadar düşüncelerinizi kendinize saklayın.” Yavuz istediğinde gidebilirdi ama ben öylece gidemezdim. “Eğer gitmek isterse daha sonra kimse onu rahatsız etmez, değil mi?” diye sordum detayları öğrenip vicdanımı huzura erdirebilmek adına. Gitmesi gereken benken bahsi geçenin Yavuz olması da ayrı bir ironiydi. Akın bana yandan bir bakış attı. “Onun için sorun olmaz,” dediğinde benim için sorun olacağını anlamam zor değildi. Üstelik şu anda Akın’a bakarken aslında düşmanıma bakıyordum. Çünkü Cesur’u terk ettiğimde en büyük düşmanım olacağını bana daha öncesinde söylemişti. “Merak etme, giderse bile bir elimiz hep üzerinde olur, hiç haberi olmasa da arkasını daima kollarız,” dedi Cesur içimi rahatlatmak istercesine. Ardından konuyu noktaladığını belli eder gibi biraz uzağımızda sabırsızca beklediğini ancak fark edebildiğim kadını eliyle işaret ederek yanına çağırdı. Bargirl hızlı adımlarla masamıza yaklaşıp Cesur’un kulağına doğru eğildiğinde kaşlarım sorgularcasına havalandı. Ne dediğini duymaya çalışsam da anlayamadım ama Cesur’un anında taş kesen bedeninden anladığım iyi şeyler söylemediğiydi. Ardından bargirl geriye çekilip alacağı emri bekledi. Cesur dişlerini sıkarak kafasını salladı ve kadın ortalıktan kayboldu. “Sorun ne?” dedi Özgür hızla. Cesur daralmışçasına gömleğini çekiştirirken, “Bir misafirimiz var,” diye cevap verdi. “Kim?” diye sordum. “Yakın zamanda havaya uçurulmuş biri,” dedi Akın sonunda biraz keyiflenmiş gibi boşalan bardağına şişeden takviye yaparken. Yüzüm olayı kavrayamamanın verdiği soğuk hisle doldu. “Kim havaya uçmuş? Ne oluyor?” “Barut,” dedi Özgür. “Haberin yok mu?” “Neyden?” “Onu patlattığımdan,” dedi Cesur. Bunu basit bir şeyi söylüyormuş kadar rahatça söylemesi beni dehşete düşürürken hızlı adımlarla bize yaklaşan Tuna dikkatimi çekti. Onun hemen ardından Yavuz geliyordu. Cesur ve Özgür aynı anda ayaklanıp Tuna’nın etrafında toplanırken Akın hâlâ oturmaya devam ediyordu. Afallamış bakışlarımı ona doğru çevirip, “Gerçekten yaptı mı?” diye sordum. “Burada yapılan yanlışa verilen cevaplar farklıdır, öğrenemedin mi?” “Bir şey yapmamıştı ki-” “Bir şey yapmasından kast ettiğin ne? Ölüm falan mı? Abim için onun sana bakması bile bir şey, anlayabiliyor musun?” “Akın, bunu bu kadar basite indirgeyemezsin,” diye elimde olmadan çıkıştım. “Benim üzerimden düşmanlık kurulması dehşet bir şey.” “Sen çapanı bu dünyanın derinliklerine attın. Artık oyunun içerisindesin, dâhil olmaktan başka seçeneğin yok, çünkü çemberin ortasında duruyorsun.” Durdu ve güler gibi dudağının kenarını eğriltti. “Bizim gibisin, bizdensin. Senin buradan çıkıp Yavuz gibi bıraktığın şekilde devam edebilme seçeneğin yok. Senin buradan çıkma seçeneğin yok, Nehir.” Sözleri kıymık gibi göğsüme batarken Yavuz yanıma kadar gelmişti. Onu görünce hızla ayaklandım. Beni kolumdan yakalayıp geriye doğru çekerken, “Burası karışacak gibi, odana dönmelisin,” diye uyardı. Beni gerisin geri yürütmesine son vermek adına kolumu tutuşundan kurtarıp, “Benim için geldi, Yavuz, şimdi öylece saklanamam,” diye karşı çıktım. Yavuz sabırsızca ve çevredekileri de umursamadan biraz sesini yükseltti. “Daha çok dikkat çekmekten fazlası olmayacak, anlamıyor musun?” “Sessiz konuş, asıl şimdi dikkat çekiyoruz.” “Nehir, hadi, bana zorluk çıkartma. Tek derdim seni korumak,” dedikten sonra bana doğru yaklaşıp sesinin seviyesini iyice düşürdü. “Ben her şeyi ayarlayana kadar kendini olaylardan uzak tutarak işimi kolaylaştırman gerekiyor, tamam mı? Odana dön.” Gözlerim kısa bir anlığına Cesur’u buldu. Kaşlarını çatmış Tuna’yla konuşmaya devam ederken sanki uzaklaştığımı hissetmiş gibi kafasını çevirip az önce oturduğum yere baktı. Beni orada görememek artık onun tek sorunu olduğunda Tuna’yla olan muhabbetini hızla keserek kalabalığın üzerinde keskin bakışlarını gezdirdi ve beni buldu. Yanımda duran Yavuz’a baktı, kaşları biraz daha çatıldı. Beni yanında istercesine elini uzatırken, “Üzgünüm, odada saklanamam. Konu beni ilgilendirirken olmaz,” diye mırıldanıp Yavuz’un başka bir şey söylemesine izin vermeden hızlı adımlarla Cesur’un yanına giderek uzattığı elini tuttum. Beni kendisine doğru çekerken, “Ne oluyor?” diye sordu. “Odada daha güvende olacağımı düşünmüş.” “Benim yanımda her yerden daha güvendesin,” dedi. “Biliyorum,” diyerek elini sıktım. “Ne olacak şimdi?” “Göreceğiz,” dedi. Aynı esnada asansörlerin bulunduğu kısımdaki hareketlilik arttı. Kafesteki dövüşe odaklanmış kafalar teker teker girişe dönerken Barut o her zamanki rahat tavrıyla alana giriş yapıp bize doğru yaklaşmaya başladı. Hemen sağında yürüyen Gökhan’dan başkası değildi. Kız arkadaşı, Mila ise görünürde yoktu. İkisinden başka kimse yoktu ve suratları o kadar keskindi ki daha önce yan yana bulunduğum adamlarla alakaları bile bulunmuyordu. Barut işte şimdi gerçek bir düşman gibi bakıyordu. Cesur elimi bırakırken, “Yanımdan ayrılma,” diye buyurmayı ihmal etmeyerek tamamen onlara doğru döndü. Yavuz hemen ardımdaydı, sanki en ufak terslikte beni omzuna attığı gibi kaçıracak tavırda duruyordu. Özgür ise sağımdaydı. Omzumun üzerinden geriye dönüp baktığımda Akın’ı iki elini vurur gibi masaya dayayıp masadan destek alarak ayaklanırken gördüm. Kavgaya gelir gibiydi. Yanımıza gelip Cesur’un diğer tarafına, soluna geçtiğinde düşmanın karşısında yıkılmaz bir dağ gibi sıralanmışlardı. Ben de Cesur’un hemen yanında, yarım adım kadar gerisindeydim. Tuna ve emrindeki diğer onlarca adam biraz daha geride hazırda bekliyorlardı. Eva yine ortalıkta yoktu. Onun yokluğunu Akın’ın, “Eva hâlâ üst katta mı?” diye yanındaki adama sormasından hatırlamıştım, hâlâ üst kattaydı. Dövüşü bölen zil sesi alanda yankılanırken dövüşü izlemeye gelenler sağa sola kayarak kendilerine köşeler belirledi. Cesur’a dost olanlar bizim bulunduğumuz tarafa doğru meylederken düşman olanlar çıkış kapısına doğru, Barut’un arkasına geriledi. Ortamdaki kutuplaşma aniden nabzı gerdiğinde havada çatırdayan elektrik akımlarının çıkardığı cızırtıları duyar gibiydim. Burada dost kadar düşmanda vardı ve Barut gelene kadar hepsi yan yanaydı. Ancak Barut buraya dövüş izlemeye gelmemişti. Yeraltında olaylar hızlı duyulduğu için bir rövanşa geldiğinin herkes farkındaydı. Bu yüzden taraflar seçilmiş, gerçek maçı beklemeye koyulmuşlardı. Barut tam Cesur’un karşısına geldiğinde, “Ne güzel bir gece,” dedi buz kadar keskin bir imayla. “Umarım iyi eğlenmişsinizdir.” Cesur’un yüzüne ölümcül tebessümlerden biri kondu. “Biz hâlâ eğleniyoruz.” Barut kafasını sallayarak sahte gülümsemelerinden birini bahşetti. “Umarım bu gecenin sonuna kadar sürer,” diyerek kendinden emin duruşunu sürdürdü. “Senin için bu geceden sonraki tüm geceler sancıyla geçecek, aslan parçası.” Cesur atılan taşa yine aynı tekinsiz gülüşüyle karşılık verirken biraz sonra Barut ile yumruk yumruğa girişecekmiş edasıyla gömleğinin kollarını kıvırmaya başladı. “Herkes duysun, şahit olsun,” diye bağırdı etraftaki kalabalığa doğru. Hitabı onlara olsa da ateş kadar fırtınalı olan gözleri sadece Barut’un üzerindeydi. “Barut bundan sonra düşmanımdır.” Soğuk bir su tepemden aşağıya döküldü. Cesur ise bu kez hitabını yeniden Barut’a yöneltti. “Elinden geleni ardına koyma.” Barut hiç önemsemediğini belli edercesine hafifçe omuz silkti ve o da tıpkı Cesur’un yaptığı gibi diğerlerine seslendi. “Herkes kimin yanında duracağına karar versin.” Kimse safını değiştirmedi, kararlar çoktan verilmişti. Herkes bu anı bekliyormuş gibi tarafını tutmuş şekildeydi. Barut arkasında biriken kalabalıktan memnun şekilde göğsünü şişirdi. “Bu güzel geceye yakışacak bir hediyem var,” dediğinde kuşku içime çöreklenmişti. “Nihâyet netçe ilan edilen düşmanlığımızın şerefine olarak düşünebilirsiniz.” Akın güler gibi bir ses çıkardı. Ardından, “Getirin,” diye emir verdi. Tuna anında yanındakilerden birkaçını asansöre doğru yolladı. Açıkçası ne çıkacağını merak ediyordum. Yoksa yine Yiğit’i mi peşine takmıştı? İki taraf arasında soğuk rüzgârlar esmeye devam ederken Barut artık daha keyifli görünüyordu. En azından mavi gözlerindeki öfke gölgelerin arkasında kalmıştı. “Kadını arkanda saklamaya devam mı edeceksin yoksa yüzünü görebilecek miyiz?” “En son yüzünü gördüğünde neler olduğundan ders almamışa benziyorsun,” dedi Cesur. Gökhan’ın sanki daha fazla yerinde duramayacakmış gibi gerildiğini fark ettim. Fırlayıp yumruğunu Cesur’a geçirmek istiyormuşçasına bakıyordu. “Ders vermeyi tercih ederim. Bu da onun dersi olacak,” derken benimle rahatça göz göze gelebilmek adına hafifçe yana doğru eğildi. “Nehir? Anlaşmamızı hatırlıyorsun, değil mi?” Cesur gerildi, ben gerildim. Kimsenin sorgulayan bakışları bana dönmedi ama ikizler dâhil Cesur’un da aklında aynı sorunun döndüğünden emindim; ne anlaşması? Tüm endişelerimi ve korkumu bastırmaya çalışarak omuzlarımı dikleştirip Cesur ile Özgür’ün arasındaki boşlukta kendime belirgin bir yer edinmek için bir adım öne çıktım. Pekâlâ, Barut’un onu satmama karşılık kızacağını biliyordum ama işin içine Cesur’un da dâhil olup olayları bu kadar ileriye taşıyacağını hiç hesaba katmamıştım. Yine de ödlek biri gibi durmak yerine tüm cesaretimi kuşanarak orada durdum. Bu yüzleşmenin gerçekleşeceği bana sürpriz değildi, Barut’a öyle her istediğini elde edemeyeceği göstermeliydim. Cesur’un yanında durmama uzun uzun bakıp, “Bu tarafa geçmediğin için gerçekten pişman olacaksın,” dediğinde elimi bir yılan gibi Cesur’un koluna doladım. “Ben tam da olmam gereken yerde duruyorum. Bence durduğu yeri sorgulaması gereken sensin. Çağlayanların karşısında olmak tam bir aptalın yapacağı bir şey.” Güldü. “Kendini onlardan görüyor olman komik.” “Komik olan ne?” dedi Özgür birden. “Nehir artık sana bile posta koyacak kadar ailemizden biri.” “Benim kaybettiğim hiçbir şey yok,” dedi Barut umursamazca. “Ama sen,” diyerek bana baktı. “Kaybettiklerin için gerçekten üzüleceksin.” Cesur bir şey söylemek üzereydi ki kolunu sıkarak onu durdurup, “Ben kazanacağımı zaten kazandım,” derken başımla Cesur’u işaret ettim. “İnan diğer kaybettiklerim umurumda bile değil.” “Güzel.” Kafasını salladı. “Güzel, sevdim bunu. Kaybetmeye başladığınızda da aynı şekilde yan yana karşımda durabilecek misiniz gerçekten merak ediyorum. Neyse... yakında göreceğiz. Konumuza dönersek ben daima sözünde duran bir adamım. Söz vermişsem yerine getirmeden durmak bana yakışmaz. Sana da bir söz vermiştim, Nehir. Cesur’un haftalardır yapamadığını yapabileceğimi söylemiştim, hatırlıyor musun?” Asansörlerin bulunduğu taraftaki hareketlilik hepimizin dikkatini çekti. Dört adam kocaman bir kutuyu kucaklamış içeriye taşıyorlardı. Siyah kutu oldukça büyüktü ve kırmızı kurdeleyle bağlıydı. Uzun ve geniş ebatlı kutu kutuplaşmış iki grubunun arasına, tam da Barut ile benim aramdaki boşluğa bırakıldı. Yere konulduğunda bile neredeyse belime kadar uzanan koca kutuya yaklaşan Barut, “Tahminin var mı?” diye sordu. Elbette vardı ama sesimi çıkarmadım. Barut kutuyu bana sunarcasına kurdeleyi çözmem için davet eder gibi eliyle işaret etti. İleriye çıkmayı hiç düşünmedim, zaten Cesur buna izin vermeden adamlarından birine kutuyu açmaları için işaret verdi. Bunun üzerine Barut’un suratı buz kadar keskin bir alayla doldu. “Endişelenme, aslan parçası, patlayacak bir şey değil. Birden yok etmek pek benim tercihlerim arasında yok. Son damlasına kadar tüketmeyi severim, iyi bilirsin.” Herkes kutudan ne çıkacağına o kadar odaklanmıştı ki kimse cevap vermeye girişmedi. Adam kurdelenin ucundan tuttu ve sertçe asıldı. Kırmızı kurdelenin yağ gibi kayarak yere dökülmesinin hemen ardından kutuyu oluşturan duvarlar bir çiçek tomurcuğunun açılması gibi açıldı ve içerisindeki adamı gün yüzüne çıkardı. Gözleri ve ağzı bağlanmış dizlerinin üzerinde duran adam Hasan’dan başkası değildi. Elleri arkasından bağlıydı. Ayakları da bağlıydı ve bir başka iple ellerindeki düğümle ayak bileklerindeki düğüm birbirine bağlanmıştı. Hızlı hızlı soluk alıp veriyor, ecelinin geldiğini bilerek korkuyla, sanki bir şey görebilecekmiş gibi delicesine etrafına bakıp duruyordu. Onu görmek içimde söndüğünü sandığım intikam isteğini körüklerken üzerime ölümcül bir sakinlik çöktü. Anında kuşandığım soğuk zırha ben bile şaşırsam da durumdan memnun olarak omuzlarımı iyice dikleştirdim. Aynı esnada Akın, “Orospu çocuğu!” diye hırlayarak Hasan’ın üzerine doğru yürümek istemişti ki hızla önüne geçip elimi göğsüne koyarak onu ittim. Eva’yı bıçakladığı için kin dolu olabilirdi ama ona izin verecek değildim. Geri çekilmesini haykırırcasına gözlerine dik dik bakarken, “Benim,” diye tısladım. Akın durdu. Bana baktı, şaşırdı, yüzümü daha dikkatli inceledi, kendimden eminliğimi görüp dişlerini sıktı ve kendisini olduğu yerde kalmaya zorladı. Sanırım tavrımın keskinliği onu hem şaşırtmış hem de durdurmaya yetmişti. “Benimle anlaşma yapmıştın,” dedi Barut, yeniden ona doğru döndüm. “Benden Hasan’ı istedin. Sana onu getirdim. Yanında durduğun adamın yapamadığını ben yaptım.” “Birincisi seninle bir anlaşma yapmamıştım,” diye belirttim. “Öyle olduğuna inanmanı istemiştim, çünkü senden kurtulmanın en kolay yolu buydu. Hasan konusuna gelirsek onu senin sakladığını anlamayacağımı mı sandın? Açıkçası seni açık ettiğim hâlde sözünde duracağını düşünmemiştim ama biliyor musun bir yanım bunu yapacağını biliyordu. Bana daima istersem her şeyi Cesur’a anlatabileceğimi söyledin, ben de anlattım. Başının belaya girmeyeceğini sanman senin hatandı.” “Sana güvenmek istemek en büyük hatamdı,” diye kabullendi. “Ben güvenebileceğin biri değilim. Hele de söz konusu Cesur ise,” derken hiçbir şey umurumda değildi. “Takıntılı bir adam için gerçekten büyük laflar söylüyorsun.” “Evet, takıntılı,” dediğim sırada omzumun üzerinden Cesur’a baktım. “Ama bana.” Cesur’un dudakları memnuniyetle kıvrıldı. Ardından yeniden Barut’a döndüm. “Sen ve senin gibiler bunu asla anlayamayacak. Ben de anlatmak için çabalamayacağım. Olan biten hiçbir şey umurumda değil, ben bu an ile ilgileniyorum.” Ortamızda duran Hasan’a doğru yaklaştım. Bir zamanlar bu adam ödümü kopartacak derecede beni korkutuyordu. Şimdiyse ondan korkan ufacık bir yanım bile yoktu. Sefil hâldeydi ve artık korkan oydu. “Eline geçen boşlukları kullanarak beni alaşağı edemezsin,” dedim bakışlarım Hasan’ın üzerindeyken. Barut’a hitap ettiğimin herkes farkındaydı. “Sana inanılmaz geliyor olsa da onlar artık benim ailem. Benim için değerliler, onlar için değerliyim. Onları satmam, beni satmazlar. Ve onları arkalarından vurmam. Sen yokken yanımda olan onlardı. Birden karşıma geçip türlü manipülasyonlarla beni tarafına çekmene izin vermem. Oyununu anlamayacağımı mı sandın?” “Zeki düşmanı severim,” dedi Barut memnuniyetle. “Herkesi kendine hayran bıraktığın için seni tebrik etmem gerek. Çok çabuk aileye girdin ve alıştın. Bunu herkes başaramaz.” “Belki de zaten yerim burasıydı?” dedim kendimi iyice aşarak. “Sıradan bir hayat sürerken tüm bunlarla nasıl başa çıktığıma mı şaşırıyorsunuz?” diye sorduğumda bu soru herkeseydi. “Henüz hiçbir şey görmediniz.” “Titredim, yemin ediyorum,” dedi Özgür kısık sesle. Alay etmiyordu, ciddiydi ama tepkisi içten içe beni bir anlığına güldürmüştü. “Buna gelirsek,” dedim Hasan’ın gözlerini bağlayan bağı çekip aldığım sırada. Adam birkaç kez peş peşe gözlerini kırpıştırıp ancak netlik kazanabilmişçesine bana baktı. Bir şeyler söylemeye çalıştı, ancak ağzı hâlâ bağlı olduğu için dediği hiçbir şey anlaşılmıyordu. Zaten onu anlamaya niyetim bile yoktu. “Bana tonlarca tehdit sunan adamın acınası hâli,” derken sivri tırnağımı çenesinin altına dayayıp kafasını yukarıya doğru kaldırdım. “Sana hiç acımıyorum, biliyor musun? Herkese acıyabilirim ama sana asla. Başına gelenleri çoktan hak ettin. Şimdi senin sıran.” Barut, “Hediyemi beğenmişe benziyorsun,” diye takıldı. “Evet,” dedim bir adım geriye çekildiğim sırada. “Bunu elde etmek için seni kullanmam gerekti ama değdi, gerçekten değdi.” Barut’un çehresi hızla gerildi ve aynı yoğun öfke mavi gözlerini ele geçirdi. Güldüm. “Kullanılmaktan hoşlanmadın sanırım? Eh, ava giden avlanır hesabı. Sen beni kullanmak isterken ben seni kullandım. Aptal bir söz uğruna, sırf Cesur ile arama biraz olsun fitne sokabilmek için elindeki adamı bana getirdin. Teşekkür ederim, Barut, hediyeni gerçekten beğendim.” Ardından elimi Tuna’ya doğru uzattım ve buyururcasına adını söyledim. “Tuna.” Tuna başka bir şey duymaya ihtiyacı olmadan beline uzandı ve koca iki adımla aramızdaki mesafeyi kapatarak belinden çıkardığı silahı avucuma bıraktı. Dövüş geceleri içeriye girenlerin silahları toplanıyordu. Herkesin silahsız olması bir kuraldı ve aynı zamanda içeride olup silahlı olan tek kişi Tuna’ydı. Bunu bildiğim için ona seslenmiştim ve o da ne istediğimi bilirmiş gibi tereddütsüz yerine getirmişti. Elime aldığım silahın emniyetini hiç yabancılık çekmeyerek açarken Barut her hareketimi inceliyordu. Silahın kabzasını sıkı sıkıya sarıp namlunun ucunu Hasan’a doğru çevirdim. Barut namlunun ona dönmesinden korkmuyormuş gibi orada dikilmeye devam etti ve ben de onun mavi gözlerinin içerisine bakarak, “Yanıldın,” dedim meydan okurcasına. “Ben bu hikayedeki masum kadın değilim. Ben bu hikâyenin en kanlı kadınıyım.” Sonra tetiği çektim. Elim bile titremedi. Kanlar etrafa saçılırken, yüzüme kızıl damlalar sıçrarken, Hasan’ın cansız bedeni ayaklarımın dibine yığılırken ben dünyanın en merhametsiz kadını gibi orada dikilmeye devam ettim. Barut bana alkış tutup takdir edercesine baktı. “Güzel şovdu, tebrik ederim,” dedi ellerini ceplerine tıkmadan hemen önce. “Gözünü bile kırpmadan birini harcadın, iyi pişmişsin burada. Ya da zaten hep iyiydin, kim bilir? Sinsi, güvenilmez bir oyuncusun, Nehir. İkili oynuyorsun. Butikte benimle konuşan kadına sadece görünüş olarak benziyorsun. İstediğin kişiyi kolayca aldatabilirsin, bunu artık anladım.” “Seni oyuna getirmiş olmamı yediremiyorsun-” “Beni oyuna getirdiğini mi düşünüyorsun gerçekten?” diye sorduğunda bana öyle üsten, öyle ezici bakıyordu ki bir an için kendimi beceriksizin tekiymişim gibi hissetmiştim. “İsteseydim Cesur’a yıllarca Hasan’ı aratırdım. Sen de onu bulacağı günü bekleyerek ömür çürütürdün. Hasan’ı sana getirdim. BEN getirdim,” dedi vurguyla. “Çünkü ne olursa olsun ikili oynamak bana göre değil. Dediğim gibi bir söz vermişsem tutarım.” Sanki unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi duraksadı. “Aslında konu söz vermek de değil, biliyor musun? Son kez iyi niyetimle seni görmek istedim diyelim. Bu yüze iyi bak, bundan sonra sana asla acımayacak.” Hiç canım sıkılmamış, içime uğursuz bir his çöreklenmemiş gibi omuz silktim. “Senin merhametine ihtiyacım yok. Elinde olan tek şey Yiğit. Hasan’ı harcamak senin için kolaydı, çünkü Yiğit de elindeydi. Sırf Yiğit sende diye kendini tüm kozlara sahipmiş gibi görüyorsun, yaptığın bu.” Güldü, kan donduracak bir gülüştü. “Yiğit değersiz bir taş, ben daima değerli taşları elimde tutarım. Zamanla öğreneceksin, zamanla beni daha iyi tanıyacaksın. Tanımak zorunda kalacaksın. Çünkü bundan sonra düşmanınım, Nehir. Hatta en büyük düşmanınım.” “Öyleyse sıraya geç, ben de düşman çok,” diyerek onu tiye alsam da içten içe boş laf söylemediğini biliyordum. Barut hay hay edercesine kafasını sallayarak başka bir şey söylemeye gerek duymadan dönüp, Hasan’ın yere yığılmış olan bedeninin üzerinden geçerek çıkışa doğru gitti. Birkaç uzun saniye arkasından baktım. Onunla başım derde girecekti, belliydi. Damarına basmıştım, sinirlendirmiştim ve kendince dostane yaklaşımlarını elimin tersiyle silip atmıştım. Ben yine belaya bulaşmıştım. Birkaç saniye önceki güçlü duruşum sekteye uğrarken biraz tereddütle yüzümü Cesur’a doğru döndüm. Sanırım ondan bir tepki alacağımı düşündüğüm için birden gerilmiştim. Karşısında elimde silahla, kan lekeleriyle ve edindiğim yeni bir düşmanla dikilirken tam bir baş belası olduğumu düşünüyordum. Kimse çıtını bile çıkarmadan onun ne yapacağını beklerken Cesur bana doğru sert bir adım attı. Sonra güçlü eli belime dolandı ve beni kendisine doğru çekti. Diğer eli haşin bir hareketle çenemi kavrayıp yüzümü yukarıya doğru kaldırdı ve tenime sıçramış olan kan lekelerine ya da çevredeki kalabalığa aldırmadan beni öptü. Anında gevşeyip ona teslim olurken gözlerinde gördüğüm en net duygu gururdu. ××× 👀👀
|
0% |