@yazarimsibirileri
|
“Testlerden birini dene lütfen.” Odamdaki banyoda kapağını kapattığım klozetin üzerine oturmuş Bulut’un attığı mesaja bakıyordum. Yeni telefonum tertemiz olduğu için buradan onunla konuşmak ya da mesajlaşmak kafama takacağım sorunlar arasında değildi. Numaramı ona Yavuz vermişti ve onunla hiçbir bağımın olmamasına rağmen hâlimi hatırımı sormayı ihmal etmiyordu. Tabii en çok merak ettiği şey bebekti. Kanamam tamamen kesildiği için Bulut’a göre her şey yolunda gidiyor demekti. Biraz önce yaptığım test lavabonun kenarında duruyordu ve sonucuna bakmaya elim gitmiyordu. Nedense bu kez içimdeki korku daha büyüktü. Bundan önce Yavuz’un ısrarıyla yaptığım testte sonucun negatif çıkacağından emindim ama bunda emin olamıyordum. Bulut’un mesajıyla bakışmayı keserek telefonu kucağıma bırakıp kendimi cesaretlendirmek istercesine derin bir soluk aldım. Ardından da teste uzandım ve bundan kaçamayacağımı bilerek sonuca baktım. Çift çizgiydi. Birden gözlerim buğulandı, bir an için hiçbir şey göremedim. Göz kapaklarımı peş peşe kırpıştırıp daha net görebilmek için testi yüzüme doğru yaklaştırdım. İkinci çizgi silikti, çok silikti. Belki de yanlış görüyordum. Aslında yanlış falan görmüyordum. Silik şekilde de olsa ikinci çizgi oradaydı. Birkaç gün sonra yeniden test yaparsam netleşeceğinden emindim. Ağlamamak için kendimi kasarken neden ağlamak istediğimi bilmediğim için de kendime kızdım. Duygularım tamamen saçma sapan bir hâl almaya başlamıştı. Aslında beni en çok ne istediğimi bilmemek yoruyordu. Yavuz ve Bulut bebeğin benim gibi dibi görmüş biri için kurtuluş bileti olacağını düşünüyorlardı. Bana iyi geleceğinden emindiler. Diğer taraftansa ne kadar kendime kabul ettiremesem de onu ben de istemeye başlamıştım. Neden bilmiyorum sanki hayatımda olması gerekiyordu. Sanki onun gelişiyle her şey yoluna girecekti. Ve sanki onun gelişiyle her şey yolundan çıkacaktı. İyi sonlu düşüncelerim kadar kötü sonlu düşüncelerim vardı. Yine de her şeye rağmen onu istiyor gibiydim; hâlâ emin olamasam da. Artık kendi düşüncelerimden çok bunu Cesur’dan saklamak ağır gelmeye başlamıştı. Ben Cesur’dan birçok şey saklıyordum ama en büyüğü sanırım buydu. Yavuz’un uyarıları önümde kocaman bir engeldi. Söylersem Cesur beni bırakmazdı. Söylemek istiyordum, çünkü beni bırakmasını istemiyordum. Sıkıntıyla iç geçirmekten kendimi alamadım. Daima Cesur’un bebeği isteyeceği yönünde düşünüyordum ama istemeyeceği seçeneği de vardı. Hiç ihtimal vermiyor olsam da tepkisinin olumsuz olması seçenek dâhilindeydi. Üstelik öyle bir şey olursa ne yapardım hiç bilmiyordum. Düşüncelerimin gittiği yön beni korkuttuğu için titreyen parmaklarımla Bulut’a çift çizginin çıktığını yazdım. Sanki dakikalardır telefonun başında benden geri dönüş bekliyormuş gibi anında cevap verdi. “Güzel, Nehir. İçin rahat olsun her şey yolunda gidiyor gibi.” İçim hiç de rahat değildi. Tüm mesajları silip telefonu kenara bıraktım. Testi de çöp kutusuna atmadan önce onlarca kat peçeteye sardım, çalışanların onu görme ihtimalini ortadan kaldırmak için yapmıştım. Diğer testin görülmesi önemli değildi, çünkü sonuç negatifti ama bunun görülmemesi gerekiyordu. Ardından da hızla duşa girip kendimi sakinleştirmeyi umarak sıcak suyu çevirdim. Dakikalarca suyun altında kaldım. Yıkanmak gerçekten iyi hissettiriyordu. Vücudum gevşiyor ve sakinleşiyordu. Özgürce rahatlayabildiğim nadir anlardan biriydi. Suyun altına girince tüm dertlerim kapanma tuşuna basılmış gibi son buluyordu. Bu yüzden ben de uzun uzun keyfini çıkarmaktan hoşlanıyordum. Genellikle derim buruşana kadar suyun altında dururdum. Hümeyra uzun süre boyunca banyoyu işgal ettiğim için birkaç kez kapıyı kırmaya bile yeltenmişti. Hatırladığım tatlı anı beni burukça gülümsetirken kendimle ilgilenmeye devam ettim. Dakikalar sonra banyo tamamen sıcak suyun buharıyla dolmuşken kabinin cam kapısını arayıp kendimi dışarıya attım. Biraz daha içeride kalırsam havasızlıktan bayılmam muhtemeldi. Büyük havluyu bedenime sarıp saçlarıma da başka birine geçirdim. Ekranı tamamen buhar tutmuş telefonumu da alarak banyodan çıktığımda odamın serin havasını ciğerlerime doldurarak gevşemiş bedenimi makyaj masama taşıdım. Hazırlanmam gerekiyordu. Yatağımın üzerine boydan boya serilmiş olan elbisenin koruma kılıfını henüz açmamıştım. Açıkçası ona dair pek merakım yoktu, çünkü hâlâ kırgınlıklarım vardı. Eva’nın bana hiçbir şey çaktırmadan butikte beni oyalamasını unutabilmiş değildim. Sanırım olaylar geliştikten sonra kendi başına benim için bir elbise seçmişti. Ya da zaten elbise çok önceden ayarlanmıştı, bilemiyordum. Eva’yı neredeyse hiç görmediğim için onunla muhabbetimiz olmamıştı, hiçbir detayı soramamıştım. Önce saçlarımı kurutup şekil verdim. Eğer istersem makyajım ve saçımla ilgilenecek birilerinin gönderileceğini söylemişlerdi ama ben istememiştim. Kendim halledebilirdim, Hümeyra’dan öğrendiklerim bana yeterdi. Saçlarımın ön tutamlarına albenili kıvrımlar verip geri kalanını dalga dalga duracak şekilde hareketlendirdim. Ardından da sadelikten yana duru bir makyaj yaptım, tek fazlası kırmızı rujdu. Evet, bilerek kırmızıyı seçmiştim, Cesur’un tepkisini merak ettiğim için... Makyaj masasındaki işim bittikten sonra iç çamaşırlarımı giydim ve yatağımın önünde soluğu aldım. Artık elbiseye bakma zamanı gelmişti. Fermuarı indirirken ortaya çıkan çok çok açık buz mavisi- gümüşi renk beni şaşırtmıştı. Açıkçası yine kırmızı bir elbise beklemiştim. Ancak epey açık tonda maviye bulanmış gümüş, yine beklediğim kadar gösterişe sahip olmayan bir elbiseydi. Sade duruyordu ve saten kumaşı yumuşacıktı, elimin altında yağ gibi kayıyordu. Elbiseyi askısından çıkarttığımda kolsuz olması beni biraz gerdi, çünkü Yavuz’un beceriksiz hemşirelik olayından sonra kolum morarmıştı ve kalan izler hâlâ tam anlamıyla kaybolmuş sayılmazdı. Sanırım güçlü kapatıcılar kullanmam gerekecekti. Onun dışında elbisenin sırtı komple açıktı ve boyundan bağlamalıydı. Bu yüzden sutyenimden vazgeçmek durumunda kalacaktım, göğüs kısmına yeterli destek eklenmişti. Ön kısmındaki dekolte neredeyse göbeğime kadar iniyordu. Ayrıca yırtmacı da hayli büyüktü. Eva sanırım gösteriş olarak kastettiğimi ten göstermek olarak anlamıştı. Ayakkabısı ve çantasına kadar her detay hazırlanmışken elbiseyi değiştirmeyi aklımdan bile geçirmedim. Önce kolumdaki sararmaya dönen morluğu kapattım, ardındansa sutyenimi çıkartıp elbiseyi giydim. Bel oyuntumun üzerine kadar ulaşan fermuarı kapatmak için birine ihtiyacımın olmaması güzeldi. Göğüs kısmını düzeltip iplerini ensemin üzerinde bağladığımda bu elbiseye açık saçın yakışmayacağını fark ederek iç geçirdim. Sanırım onları toplamam gerekecekti. Ayakkabılarımı giydikten sonra aynanın karşısında kendime baktığımda gördüğüm kadın gerçekten göz alıcıydı. Göğüslerimin arasından karnıma doğru v harfi şeklinde uzanan boşluk hoş duruyordu. Ayrıca sağ ayağımı her adım atışımda ortaya seren yırtmaç da kabul etmeliydim ki dikkat çekiciydi. Uçuş uçuş etek kısmının yumuşacık kumaşı tenimde yağ misali kayarken kendimi gerçekten güzel hissetmiştim. Son düzenlemeleri yapıp saçlarıma dağınık, dökümlü bir topuz oluşturduktan sonra gece için hazırdım. Bu akşam geçenlerde gerçekleşen kanlı dövüşün kutlama eğlencesi vardı. Her ne kadar içimi kaldıran bir kutlama olsa da orada olacaktım, çünkü eğer ben yoksam Cesur organizasyonu ileriye atıp atıp duracağa benziyordu ve insanları bekleyişte bırakmaktan hoşlanmıyordum. Kıyafetimin sadeliğine tezat ağır taş işlemeli çantamı da yanıma aldığımda her şey hazırdı. Tek sorun buluşma saatine henüz bir saatten fazla olmasıydı. Kulüp kısmına geçip beklerken birileriyle sohbet etmek zamanı daha hızlı geçirmeme yardımcı olabilirdi. Hem belki de Eva’yı görürdüm. Aslında beni görmesi gereken oydu ama yanıma gelip gönlümü alabilmek için çaba bile göstermiyordu. Bu aralar tek yaptığı görünmezi oynamaktı ve bunun altındaki neden Akın mıydı yoksa butik olayı mıydı emin olmak imkânsızdı. Sanırım Akın yüzündendi, Eva’nın beni o kadar önemsediğini artık düşünmemeye başlamıştım. Kırgınlık iyice beni ele geçirmişken ağır adımlarla odamdan çıktım. Tam karşımda kalan odanın kapalı kapısına uzun uzun bakarken iç geçirmekten kendimi alamadım. Etrafıma baktığımda bana gerçekten değer veren iki kişi görebiliyordum. Biri Yavuz’du ve diğeriyse Cesur’dan başkası değildi. Hatta Cesur hayatıma giren herkesi gölgede bırakacak kadar bana değer veriyordu. Öyle ki bu koca kulüpteki kalabalıkta sevgisiz kalmak umurumda bile olmuyordu, çünkü o boşluğu Cesur tek başına dolduruyordu. Topuklu ayakkabılarımla düzgün, kendimden emin adımlar atarak koridorda ilerlemeye başladım. Cesur dışarıdaydı, hazırlıklar için kazanan tarafın yanındaydı. Beni almaya geleceğini biliyordum ve tepkisini merak ediyordum. Hatta düşündükçe kalbim heyecanla atıyordu. Dün gece beni herkesin ortasında öptükten sonra onunla aramda kalan son duvarları da yıkmıştı. Yaptığım korkunçluğa rağmen bana kendimi büyük bir iş başarmışım gibi hissettirmişti. Bakışlarından taşan gurur hâlâ zihnimin perdesinde asılıydı. Adeta işte benim kadınım der gibiydi. Bu şekilde tüm yanlışları bana doğru kılacaksa zamanla merhametsiz bir hissize döneceğimi biliyordum ama onu durdurma isteğim yoktu. Çünkü eğer Cesur arkamda durmayıp içime gömdüğüm, üzerine tonlarca toprak attığım yanım gibi bir katil olduğumu söyleseydi ipin ucunu tamamen kaçırırdım ve bir daha toparlayamazdım. Sanki bunu bilirmiş gibi işlediğim cinayetin korkunçluğunu bile örtüyordu. Öyle ki bir gün sonra bir başka cinayetin kutlaması için hazırlanırken kendimi bulabiliyordum. Midem aniden kasıldığında kendimi başka şeyler düşünmeye zorladım. Kulüp alanına ulaşınca başka şeylere odaklanmak daha da kolaylaştı, çünkü barda oturan Yavuz’u görmüştüm. Yanında yarısına kadar inilmiş bir şişe duruyordu ve uzun zaman sonra dibi görmek istercesine içtiğini yakalamıştım. Dün gece Cesur beni öptükten ve dudaklarımız ayrıldıktan sonra gözlerim kısa bir anlığına Yavuz’u bulmuştu. Bana kafasını hafifçe iki yana sallayıp, sanki her şeyi iyice batırmışım gibi bakmıştı. Haklıydı. Sözde burayı terk edecektim ve ben daha Cesur’u nasıl atlatacağımı düşünürken şimdi bir de Barut’u düşünmek zorundaydım. Benimle birlikte Yavuz da bunları düşünmek zorundaydı ve sanırım onu fazlasıyla zora sokmuştum. Tıpkı Yavuz gibi kafasının güzelleşmesine ihtiyacı varmışçasına içen Akın alanın en uzak köşesindeydi. Gözlerim kısa bir an ona değip geçti. Kimse umurunda değildi, hatta kulüp yansa onu bile umursayacağa benzemiyordu. Dalgın gözleri boş boş önündeki telefona takılı kalmıştı. Eğer arada içki şişesini dudaklarına taşımıyor olsa bir heykel olduğunu bile düşünebileceğim şekilde hareketsizdi. Giydiği takımın ceketi masanın üzerindeydi ve gömleğinin neredeyse tüm düğmeleri açıktı. Daha gece başlamadan dağılmış hâldeydi. Hâli içimi huzursuz etse de bunu umursamadan Yavuz’a doğru ilerledim. Akın biraz sürünmeyi hak ediyordu. Dün geceden kalan dövüş kafesi itinayla sökülüp ortalıktan kaldırılırken Hasan’ın kanıyla kirlenmiş yer çoktan temizlenmişti. Ona dair hiçbir iz kalmamış olması beni memnun ederken artan mide bulantımla bara ulaşıp Yavuz’un yanındaki bar bankosuna oturdum, dönüp bana bakmadı bile. Bunun yerine bardağındaki tüm içkiyi bitirip boşalan bardağı kırmak istercesine tezgâha vurdu ve yeniden doldurmaya koyuldu. Çıkan gürültüyle birlikte bar kısmını gece için hazırlamak adına alt tezgâhları düzenleyen Nedim hızla ayaklandı. Meraklı gözleri Yavuz’dan sekip beni bulduğunda gözleri parladı ve beğeniyle gülümsedi. “Islık çalabilir miyim? Çünkü gerçek bir ıslığı hak ediyorsun, Nehir.” “Lütfen çalma, gürültü istemiyorum,” derken gülümsemiştim ama Yavuz’un negatifliği yüzünden gülümsemem bile cansızdı. “Bence bu gece bayağı gürültü çıkartacaksın,” diyerek göz kırptı. “Ama önce gevşe biraz. Seni rahatlatacak bir şey biliyorum.” Arkasında kalan pahalı içkilerin sergilendiği üniteyi karıştırıp aralarından birini kaptı ve kristal bardağa döküp bana servis etti. “İşte, tadına bak. Seni anında yatıştırır. Yarım bardaktan fazlasını içmek yok ama. Sonra Leyla olursun.” Zoraki gülümsememle, “Teşekkür ederim,” derken parmaklarım içecekmişim gibi bardağın etrafını sardı. “Uyarını dikkate alacağımdan emin olabilirsin.” “Pekâlâ, öyleyse keyfinize bakın. Benim etrafta işlerim var. Bir şey isterseniz seslenmeniz yeterli.” Kafamı sallamakla yetindim. Nedim ise işine geri döndü ve bizden uzaklaştı. Bilerek uzaklaştığını anlamıştım, Yavuz’daki tersliğin farkındaydı ve sanırım onunla rahatça konuşabilmem için bana alan açıyordu. Omuzlarım suçlulukla düşerken ciğerlerime sıkıntılı bir soluk çektim. Yavuz’u tıpkı aramızın bozuk olduğu anlara döndürecek kadar kızdırmış mıydım yoksa başka bir şey mi olmuştu çözmek zordu. Yine oldukça soğuktu. Hayır, bu kez çok daha soğuktu. Benden nefret eden biriyle yan yana otursam bile bu kadar huzursuz hissetmeyeceğimden emindim. Konuşmaya nereden başlayacağımı bilemeyerek, “Az önce test yaptım,” diye mırıldanıp ona yandan kaçamak bir bakış attım, bana bakmadı. Tepkisizliğini görmezden gelmeye çalışarak devam ettim. “Pozitif çıktı.” Yavuz güler gibi minik bir ses çıkardı ama gülmekten başka her şeye benziyordu. “Ne güzel işte. Daha ne istiyorsun?” “Sevineceğini düşünmüştüm. Onu benden daha çok isteyen sendin,” dedim sesimin düşmesine engel olamayarak. Ne oluyordu? “Sana iyi geleceğini düşünüyordum, bu yüzden istemiştim.” “Artık iyi gelmeyecek mi?” diye sordum nefesimi tutarak. “Artık sen ona iyi gelmeyeceksin,” dedi, sertçe yutkundum. “Yazık. Annesinin katil olduğuna şahit oldu. Ki dün gece ilk değildi, son da olmayacak.” “Yavuz,” diye sayıkladım afallayarak. “Neden böyle konuşuyorsun?” “Anlamıyorsun bile,” dedi suçlayıcı bir tavırla. “Kendini o kadar kaptırmışsın ki ne yaptığının farkında bile değilsin.” “Anlayamıyorum,” dedim akıl karışıklığım yüzümden okunurken. “Neden birden bana karşı değişmiş gibisin? Anlayamıyorum, Yavuz, neler oluyor?” Bana bakmak yerine içki bardağına bakmaya devam etti. “Değiştim çünkü. Her şey değişti. Gözlerime inmiş olan perde kalktı, kaldırdın. Beni kendime getirdin.” “Ne yaptım ki?” dedim aynı karmaşık ifademle. Bir şeyler söylüyordu, beni bir şeylerle suçluyordu ama anlamıyordum, anlamak bile istemiyordum. “Dün gece bir cinayet işledin,” dedi, nefesim kesildi. “Bugün ise süslenip püslendin; ikinci kez! Kahrolası ikinci kezdir bunu yapıyorsun.” “Hasan ölmeyi hak etmişti, “derken suçlamayı kabul etmediğimi belirtircesine kafamı hızlı hızlı iki yana sallıyordum. “O, o gece size dönen namlulardan birini tutuyordu. O, Meyra’yı ve Yonca’yı öldürdü! Eğer yeterince cesaretin olsaydı bu işi bana bırakmazdın bile, Yavuz,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. Durumu savunma çabam onu daha çok buza çevirmiş gibi kafasını kaldırıp bana yandan bir bakış attı, iliklerime kadar buz kestim. “Emin misin Hümeyra’nın ve Yonca’nın ölümünden sadece onun suçlu olduğundan?” dediğinde elindeki görünmez silahın namlusu tam kalbimi hedef almıştı. “Hasan araçtı, asıl sebebi sensin, unuttun mu?” Silah ateşlendi ve kurşun kalbime saplandı. “Yavuz,” dedim titrek çıkan güçsüz sesimle. “Benimle bu şekilde konuşan sen olamazsın. Tüm bu konuları kapatmıştık-” “Asıl mevzu senin gözünü kırpmadan birini öldürebiliyor olman. Dün seni gördüm, Nehir. Herkesin içinde o tetiği çekerken içinde bulunduğun topluluk gibi merhametsizdin. Çocuğuna uygun bir hayat sunacak bir kadın gibi değil de ona ilk oyuncağı olarak silah hediye edecek bir kadına benziyordun. Belki de karnında bir can taşıdığın aklına bile gelmemiştir, şüphem yok değil.” Elim hızla tezgâhın üzerinde duran koluna sarılırken, “Böyle konuşma, sen böyle konuşmazsın benimle. Ne oluyor?” dedim can havliyle hızlı hızlı. “Ne oldu Yavuz? Bana baksana, bana bakarak konuşsana. Ne oldu, söyle yalvarırım. İyiydik... her şeyi düzeltmemiş miydik? İyiydik-” “Her şeye rağmen masum olduğunu düşünmüştüm. Hayatın sana yaşattıklarından sonra huzuru hak ettiğini sanmıştım ama sen güzel olan hiçbir şeyi hak etmiyorsun. Dün bunu kanıtladın. Dün,” dedi vurguyla. “Nehir’in artık kurtarılamayacak hâle geldiğini kanıtladın. Artık o ismi bile hak etmiyorsun. Sana Deniz diye seslenmeli herkes. Çünkü tamamen ona dönüştün. Çünkü özün zaten buydu. Sen temiz yaşayamayacaklardansın. Senin buradan kurtarılmaya ihtiyacın yok. Burada çürüyeceksin.” “Yalvarırım böyle konuşma,” dedim çaresizce. “Hepsinin şaka olduğunu söyle, Yavuz. Söyle, yemin ederim ki inanırım. Bana böyle davranma. Buradan gitmek istemedim, tamam. Tamam, haklısın, dün geceden sonra her şeyi zora soktum, tamam, ne dersen haklısın ama bunları da deme, yalvarırım.” Bana bakmasını istercesine kolunu sıktım, hafifçe asıldım, oralı bile olmadı. Yaşlar gözlerime hücum ederken yakasına yapışıp bana böyle ağır sözleri neden söylediğini haykırarak ağlamamak için kendimi kasmak zorunda kaldım ve çaresizce kendime nedenler aramaya koyuldum. Yavuz kolunu silkeleyerek benden kurtardı. Bana sert bir tokat geçirmiş gibi kalakaldım. O ise doldurduğu bardağı kafasına dikip sanki tek ihtiyacı içkiymiş gibi içti. Ardından da bu kez gerçekten bardağı tezgâha doğru savurdu ve bardak bu darbeye dayanamayıp bin parçaya ayrılarak etrafa savruldu. “Ben deli gibi seni buradan kurtarabilmek için çıkış yolu ararken sen gitmek istemedin?” dedi buna katlanamıyormuş gibi. Etraftakilerin meraklı bakışları altında ellerim titremeye başlarken, “Biliyorum, biliyorum, biliyorum, aptalın teki olduğumu biliyorum ama onu bırakmak istemedim. Allah kahretsin, düşüncesi bile beni kıvrandırdı durdu. Ona âşık oldum, Yavuz, kahretsin ki ona âşık oldum,” dedim sadece onun duyabileceği acı bir haykırışla. “Beni en iyi senin anlaman gerekmez mi? Aşkı herkesten iyi biliyorsun. Kızgınsın bana biliyorum ama yemin ederim bundan sonra ne istersen onu yapacağım, sorun çıkartmayacağım ve gideceğim gün geldiğinde kalmak için çabalamayacağım, tamam mı? Yeter ki bana yüzünü dönme. Lütfen. Seni kaybetmek istemiyorum. Bana bunu yapma.” “Ona âşık oldun?” diye tekrarladı buzdan farksız gülüşüyle. “Aferin, doğru yoldasın. Siz ikiniz kirli dünyanıza yakışacak bir çift olacaksınız. Artık senin için savaşmayacağım. Çünkü ben çabaladıkça sen dibe batıyorsun ve bunu isteyerek yapıyorsun. Oyuncağın olmaya niyetim yok. Senin yüzünden boş yere canımdan olmak istemiyorum.” Dişlerini sıktı. “Hümeyra gibi,” diye ekledi ve görünmez silahından seken ikinci kurşun da hedefini on ikiden tutturdu, kalbim amansız bir sancıyla sarsıldı. Oturduğum bar bankosundan yığılır gibi yere kaydığımda ayaklarımın üzerinde nasıl durabildiğimin farkında bile değildim. Kafamın içerisindeki uyuşma tüm bedenime yayılıyordu ama göğsümdeki acıya karışan çaresiz çırpınış beni ayakta tutmaya çalışıyordu. Gözüm dönmüş gibi Yavuz’a saldırıp giydiği kazağa asılarak onu çekiştirirken, “Bana bakarak konuş!” diye bağırdım. “Bunları söyleyen sen olamazsın. Gözlerime bile bakamıyorsun, Yavuz. Kalbimi kırmaya çalışıyorsun ama gözlerime bile bakamıyorsun!” Elinin tersiyle onu çekiştiren ellerimi itip tıpkı benim gibi oturduğu yerden kalkarken tam karşımda geçti ve doğrudan gözlerimin içine baktı. Orada hiçbir şey göremedim. Bana sıcak gelen hiçbir his yoktu. Yavuz’a dair hiçbir ibare bulunmuyordu. Sanki biri onun ruhunu kurşunlamıştı ve geriye kalan kabuk ölüm kadar soğuktu. “Kalbinin kırılıp kırılmaması umurumda bile değil. Bitti. Senin peşini toplamaya çalışarak ömrümü heba etmeyeceğim. Daha güzel yaşamayacağım belki ama en azından eskiden tanıdığım kadının geçirdiği iğrenç değişimi de izlemek zorunda kalmayacağım,” dedikten sonra bana doğru hafifçe eğilip kimsenin duyamayacağı şekilde devam etti. “Eğer içinde biraz olsun iyilik kalmışsa o bebeği bu hayata mecbur bırakmak yerine aldırırsın. Senin gibi bir anneyi hak etmiyor. Daha iyilerine layık. Aslında Nehir, seni iyi anne olabileceğine dair ikna etmeye çalıştığım için bile kendimden utanıyorum. Sen kendi annenden bile berbat bir anne olursun, fazlası değil.” Elim ne ara havalandı ve ne ara Yavuz’un suratına kondu kestiremedim. Avucumdaki sızı olmasa ve Yavuz’un başı sağ omzuna doğru düşmüş olmasa ona tokat attığımı bile anlamayacak kadar şok içerisindeydim. “Bu sen olamazsın,” dedim aynı şokla. Kafam hızlı hızlı iki yana sallandı. “Benim tanıdığım Yavuz beni bu kadar acıtmazdı.” Ellerini sıktığını gördüm. Kafasını kaldırıp yeniden bana döndüğünde gözleri alev alevdi. “Bu da sen olamazsın!” diye bağırdığında sesi kulübü titretmişti. “Sabaha kadar uyuyamadım. Dün geceki hâlin yüzünden sabaha kadar uyuyamadım! Ben ne için çabalıyorum? Bir katil için mi? Artık sana bakmak midemi bulandırıyor. Düş yakamdan, seninle işim bitti.” Dönüp gidecekti ki sanki az önce ona tokat atan ben değilmişim gibi can havliyle yeniden kazağını yakalayıp, “Gidemezsin,” diye haykırdım. “Konuşalım lütfen. Bırakma beni, Yavuz. Sadece sen kaldın. Yapma, gitme.” “Yeter,” derken gerçekten bezmiş gibi beni itti ve bu kez dengemi sağlayamadım. Ardımdaki bar tezgâhı olmasa yere kapaklanmam an meselesiydi. “Sen bensiz yaparsın, senin düzgün birine ihtiyacın yok. Battığın pislikte mutlusun. Şu hâline bak,” dedi iğrenircesine beni tepeden tırnağa süzerken. “Midemi bulandırıyorsun artık.” “O zaman mideni de alıp siktir git!” dedi Akın ve bir an sonra yumruğu Yavuz’un yüzünde patladı. Ne ara yanımıza geldiğini bile anlayamamıştım, anlayacak fırsatım bile olamamıştı. Yavuz’un geriye doğru sarsılarak yere yığılmasıyla birlikte çığlık atıp onu kaldırmak istercesine yanına koştum ama beni bir kez daha itti. Bir kez daha kalbimi kırdı ve avuçlarıma bıraktı. Ağzında biriken kanı yere tükürürken yüzünde sinir bozucu gülüşlerinden biri vardı. Burnundan oluk oluk kan akıyor olması pek umurundaymış gibi görünmüyordu. Oturduğu yerden doğrulup Akın’ın karşısına dikildiğinde ben de hızla ayaklandım. Akın eğer isterse sadece yeni bir yumrukla Yavuz’u kendinden geçirebilecek güçte ve ustalıktaydı. “Vay vay, sen de onu savunmaya başladın öyle mi?” dedi buna şaşırmış gibi. Sonra takdir edercesine alkış tutarak bana döndü. “Sırtın daha yere gelmez. Rahat ol bundan sonra. Birinin yatağına girdin diğer ikisinin de dostluğunu arkana aldın. Ne mutlu sana.” Akın yeniden Yavuz’a doğru atılacaktı ki hızla önüne geçip ona engel olmaya çalıştım. “Lütfen yapma, bırak, kafası yerinde değil çok içti. Hepsi ondan, yemin ederim hepsi ondan.” Akın burnundan gürültü bir soluk vererek sabır çekercesine boynunu kütletti. Bu sıradaysa beni kolumdan tutup çekerek geriye doğru, daha çok arkasına doğru itti. Başka zaman olsa, başka birine karşı beni bu şekilde korusa bundan hoşlanabilirdim ama şimdi tek hissettiğim endişeydi. Çünkü Akın zaten çatacak yer arıyor gibiydi ve Yavuz onun için ancak ve ancak ufak bir çerez olabilirdi. “Asıl kafası yerinde olmayan sensin,” dedi Yavuz sıkılı dişlerinin arasından. “Bu bok çukurunda takıntılı deli bir adamın yanında duruyorsun. Başına bela açmadan geçirdiğin bir günün bile yok. Bir gün bu yüzden öleceksin ve bunu duyduğumda hiç üzülmeyeceğim. Çünkü ben yeterince çabaladım, sorun sende. Sorun hep sendeydi. Keşke hayatıma, hayatımıza hiç girmeseydin. Uğursuzluğunu bize bulaştırıp her şeyi mahvettin.” Ona kendimle ilgili her şeyi anlatmıştım ve ona tüm kozları ben vermiştim ve şimdi nereden ve nasıl vuracağını çok iyi biliyordu. Ona hiç yakıştıramıyor olsam da niyeti kanatmaktı ve bunu mükemmel şekilde başarıyordu. İçimde öyle derin yaralar açmıştı ki asla kapanmayacaktı. Akın tehditkâr tavrıyla bir adım ileriye doğru çıkarken, “Siktir,” diye başladı ve ardından kafasını sağ omzuna doğru eğdi. “...git.” Yumruklarını sıkıp sıkıp gevşeterek sakin kalmaya çalışıyordu, ancak bunu uzun süre devam ettiremeyeceğini biliyordum. “Elimden bir kaza çıkmadan önce arkanı dön ve siktir git, Yavuz. Ben abim değilim, şu kadını düşünüp sana merhamet göstermem, haberin olsun.” “Gideceğim,” dedi Yavuz umursamazca. Karşı çıkmak isteyen yanım küskün şekilde içimde bir köşeye kıvrıldı. “Burada kalıp kendimden tiksinmekten bıktım. Dünyanızı da kanlı dostluğunuzu da alın başınıza çalın. Siz adama iyi gelmezsiniz, iyi olan her şeyi yok edersiniz. Bitti. Artık burada işim kalmadı. Daha fazla kirlenmeden def olup gideceğim. Hiç değilse vicdanım rahat olacak.” Ardından bana doğru döndü. O soğuk ifadesinde hiçbir değişiklik yoktu. “Onu da ne yaparsanız yapın ama sakın onun için beni aramayın,” dedi, kalbimden büyük bir çatırdama sesi yükseldi. Buna rağmen çehreme yarım bir gülümseme kondu, acı doluydu. “İkile,” dedi Akın hırlar gibi. Yavuz başka hiçbir şey söyleme gereksinimi duymadan bana arkasını dönüp asansörlerin bulunduğu kısma doğru ilerlemeye başladı. Onu kaybetmek istemeyen yanım hızla beni ele geçirdiğinde peşinden bir adım attım ama Akın daha fazlasına izin vermeyeceğini belirtircesine kolunu önüme doğru uzattı. “Tüm köprüleri yaktı, bunun geri dönüşü yok,” dedi tüm gaddarlığıyla. “Ağzını yüzünü yamultmadığım için yine sana dua etsin.” “Beni terk ediyor,” dediğimde yanağımdan sıcacık bir damla kaydı. “Kimsesiz kaldım yine. Gitti. Gitti, terk etti beni.” Yavuz asansöre bindi. Kapılar kapanırken Akın daha fazla ardından bakmamı istemezmiş gibi beni kendisine doğru çevirdi ama yine de kafamı çevirip kapıların kapanışını izlemeye devam ettim. “Buraya uygun olmadığını zaten biliyorduk. Gitmesi en iyisi oldu.” Duygusuzluğunu önemsemezken yaşlı gözlerim artık kapanmış olan kapıdan sekerek Akın’ı buldu. Öfkeli bakışlarının dalgalandığını gördüm. Koyu bulutların arasında saklanan merhamet yüzünü gösterir gibi oldu. “Akın,” diye sayıkladım dudaklarım delicesine titrediği sırada. “Kimse beni istemiyor. Herkese karanlığımı bulaştırıyorum. Haklısın,” dedim güçlükle. “Beni istememekte haklısın sen de.” “Nehir-” diye başlamıştı ki elimi kaldırarak onu durdurdum. “Nehir değil,” dedim, yanağımdan bir damla daha yuvarlandı. “Nehir öldü.” Çevremdeki seyirciler umurumda bile değildi. Kimlerin neyin ne kadarını duyduğunu düşünemeyecek hâldeydim. Karnıma sık sık sert kramplar saplanırken ayakta duracak hâlim bile kalmamıştı. Ellerimin ikisini de karnıma sarıp sanki acıdan kıvranıyormuşum gibi bir ifadeyle yere çöktüm. Akın düştüğümü düşünmüş olmalıydı ki hızla bana doğru atılıp içi boş bir çuvala dönen bedenimi yakalayarak dikkatlice yere bıraktı. “Nehir, iyi misin? Nehir?” diye defalarca seslenirken çenemden tutup kafamı hafifçe sarstı. Ona cevap verecek gücüm bile kalmamıştı. Sessizliğim ve tepkisizliğim kargaşaya neden olduğunda sesler beynimin içerisinde yıkım etkisindeydi. Bedenim dayanma gücünü kaybetmiş gibi tamamen kendini bıraktığındaysa birileri yere uzanmama yardım etti. Konuşmalar duydum ama hiçbirini anlamadım. Bağrışmalar oldu. Soğuk zeminde cenin pozisyonunu alarak öylece kalakaldım. Bayılmış mıydım? Gözlerim açıktı, algım da kısmen açıktı. Sadece olan biteni kavrayamıyordum ve etrafımdakilerin konuşmaları zihnime dayanılmaz sancılar veriyordu. Biraz sonra biri elimi tuttu. Kim olduğunu anlamam uzun zamanımı aldı. Bu Eva’ydı. Bir başkası açtığı pet şişedeki suyu eline döküp alnıma ve boynuma bastırdı. Bu kimdi? Ah, Didem’di. Sanki yeterince gürültü yokmuş gibi tepemde çemkirip duruyordu. Orada öylece ne kadar zaman geçirdiğimin farkında bile değilken nihâyet ihtiyacım olan adamın sesini duyabildim. Cesur etrafımdaki kalabalığı yararcasına yanıma geldiğinde kuruduğunu sandığım yaşlar yeniden yanaklarımda yeşerdi. Eğilip beni kollarının arasına çekerken hâlimin ona verdiği şokla, “Fırtına kuşu,” diye fısıldadı. Nefes nefeseydi. Sanırım bana daha erken gelebilmek için koşmuştu. Canı çekilmiş gibi hareketsiz duran parmaklarım, saplandığım bataklıkta tek umudum olurcasına tutunduğum dal parçasıymış gibi gömleğine tutundu. “Cesur,” dedim güçsüz sesimle. Saçlarımı sevdi. Yanaklarım daha çok ıslandı. “Beni buradan götür, lütfen.” ××× Evimizin çalışan ablalarından biri olan Mine’nin benim için çoraplardan diktiği bez bebeğin elinden tutuyordum. Bebeğin geri kalan vücudunun yere sürünüyor olması dikkatimde değildi. Kendime saklanacak bir köşe bulmuş ve evde kaçak köçek yaşıyormuşum gibi gizliden gizliye hazırlanan masayı izliyordum. Akşam yemeğinde şehir dışından gelen akrabalarımız misafirimiz olacaktı. Benimle yaş kızları olduğunu bildiğim için merak doluydum. Gelmelerini sabırsızlıkla ve çocuksu bir heyecanla bekliyordum. Anneme yeni ilaç verildiği için gerçekten bir ruh gibi koltukta oturmak dışında hiçbir şey yapmıyordu. Babaannem tekli koltuktaydı, evin hanım ağası edasıyla dimdik duruyordu. Halam ve kocası ise hemen yanındaydı. Babam ve abim henüz gelmemişlerdi. İki çalışanın sürekli yemek taşıdığı masayı iştahla izlediğim sırada babaannemin gür sesi kulaklarıma çalındı, olduğum yerde sıçramaktan kendimi alamadım. “Mine!” dedi sertçe. “Çek al şunu ayak altından.” Kimden ya da neyden bahsettiğini anlayamamanın verdiği gerginlikle bulunduğum duvarın arkasına iyice sindim. Mine abla, “Hemen Sırma hanımım,” diyerek elindeki tabakları masaya bıraktıktan sonra koştur koştur yanıma gelip beni kolumdan tuttuğu gibi mutfağa götürdü. O an babaannemin beni kastettiğini ancak anlayabilmiştim. Tüm heyecanım sönerken yüzüm düşmüştü. Hatta bir kez daha öteye itilmenin verdiği ağır hisle ağlamaya başlamıştım. Mine abla hâlime üzülmüş gibi beni mutfaktaki masaya oturtmuş ve ıslanan yanaklarımı kurulamıştı. “Ağlama güzel kuzum ben şimdi sana güzel bir tabak hazırlarım burada beraber yeriz olur mu? Ne istersin söyle bana?” Islanmış gözlerimi kaldırıp ona baktım. Kadın tüm kelimeleri unutmuş gibi duraksadı. “Mine abla,” dedim histerik bir şekilde içimi çekerken. “Neden kimse beni sevmiyor?” × Serin rüzgâr yüzümü yalayıp geçerken kirpiklerimde asılı kalmış olan damlayı da beraberinde götürdü. Omuzlarıma örtülmüş ince battaniyeye iyice sarıldım. Hafif hafif dalgalanan denizin ay ışığının altındaki kıpırtılarını izlerken fazlasıyla dalgındım. Gece açık olsa da dışarıda birkaç dakikadan fazla kalmak insanı üşütmeye yetecek derecedeydi, ancak benim içimde öyle kuvvetli bir ateş yanıyordu ki soğuğun farkında bile değildim. Yatın burun kısmında, tırabzanlara yaslanmış ruhumdaki sancıyı dindirmeye çalışıyordum. Karadeniz açıklarına çıkmıştık ama kıyıdan fazla uzaklaşmamıştık. Kaptan az önce demir atmıştı ve sanırım küçük teknesine binip gitmeye hazırlanıyordu. Cesur’un benim için ayarladığı ortam gerçekten hoş ve sessiz sakindi, beni bir nebze de olsa kendime getirmişti. Kaostan çıktığım için hiç değilse kafamın içindeki curcuna hafiflemişti. Kıpır kıpır dalgalanan denize dalıp gitmişten çalışan motor sesini duydum, kaptan yattan ayrılmışa benziyordu. Artık koca yatta Cesur ve benden başkası bulunmuyordu. Zaten o varken başkasına ihtiyacım bile yoktu. Ciğerlerime tuzlu denizin o hoş kokusunu doldururken olanları düşündüm. Bunu sürekli yapıyordum, çünkü birkaç saat önce konuştuğum Yavuz, benim tanıdığım Yavuz olamazdı. O şok anından artık sıyrılabildiğim için daha etraflı düşünebiliyordum. Düne kadar beni kurtarmak adına boyundan büyük sözler veren adama ne olmuş olabilirdi? Kabul etmeliydim ki bir öyle bir böyle olması beni şaşkına uğratmıştı. Önce Cesur’la olmam gerektiğini ima etmişti, sonra ondan ayrılmak zorunda olduğumu söylemişti ve şimdiyse onu da beni de elinin tersiyle bir kenara itip kötülemişti. Sorun hep Yavuz’da mıydı artık anlayamıyordum. Yoksa ailem tarafından fark edilmiş ve susturulmuş muydu? Bu seçeneği hızla eledim, çünkü eğer fark edilseydi ona benimle konuşacak kadar zaman tanınmazdı, anında canından olurdu. Belki de sözlerinde haklıydı. Başının büyük belalara girmesinden korkmuştu. Eğer öyleyse ona kızamazdım ama öyle olduğunu düşünmüyordum. Nedense bu seçenek de bana olası gelmiyordu. Yoksa hepsi bir oyun muydu? Olabilir miydi? Delice düşündüğümün farkındaydım ama Yavuz’a yakıştıramadığım için kendime seçenek üretip duruyordum. Elimden sadece bu geliyordu. Beni terk etmesine içimi rahatlatacak kılıflar uydurmalıydım ki acısı daha hafif olmalıydı. İşte bu yüzden, en çok da olanları ona konduramadığım için sergilediği tutumun bir oyun olabileceğini düşünüyordum. Bana öğrendiklerini tam olarak anlatmamıştı, tehlikenin farkındaydı ve boyutunu en iyi o biliyordu. Beni kulüpten kolayca çıkartabilmenin yollarını arıyordu. Belki bu uğurda önce kendisini kulüpten çıkarması gerekmişti? Çünkü tüm gemileri yıkıp gitseydi bebeği de açıkça söylerdi. Hatta bildiği her şeyi yüzüme vurup giderdi. O ise sanki tepkim yeterince inandırıcı olsun diye sadece canımı gerçekten yakacak birkaç detaydan bahsetmişti ve bunu yaparken kimsenin duymadığından emin olmuştu. Tabii onu ne kadar aklarsam aklayayım söylediklerinin içime oturduğu gerçeğini silip atamazdım. Gerçekten canımı yakmıştı. Yine de ona kıyamıyordum, şimdi geri dönse ve bırak oyun çevirmeyi sadece canı öyle istediği için o şekilde konuştuğunu söylese bile onu affedebilirdim. Yavuz’un benim için yeri farklıydı. Hele de Hümeyra’dan sonra çok daha fark kazanmıştı. Ne hata yaparsa yapsın onu daima affederdim. Bir gün eline silah alıp beni vuracağını bilsem bile onu yine affederdim. Rüzgâr şiddetlenip yüzüme çarptığında çözülmüş olan saçlarımı geriye doğru uçuşturdu. Elbisemin eteği bacaklarıma sarılarak kanat çırpar gibi sesler çıkardı. Ayaklarımda ayakkabılarım yoktu, çıplak ayakla orada duruyordum. Neyse ki giydiğim elbise oldukça rahattı ve beni sıkıp bunaltmıyordu. Sadece biraz daha kalın olmasını tercih ederdim, çünkü artık ciddi ciddi üşümeye başlamıştım. Neyse ki Cesur imdadıma yetişircesine yanıma gelip koca bedeniyle hemen arkamda durdu. Rüzgârı kesmesi için önüme geçmesi gerekiyordu ama onu arkamda bilmek bile beni alevlerin kollarına atmaya yetmişti. Cesur ellerini karnımın üzerinde birleştirip beni sararken itiraz etmeden göğsüne yaslandım. Saçlarıma dudaklarını bastırıp uzun uzun kokumu içine çekti. Tüm bunlar sahte olabilir miydi? İnanmıyordum. Bana sunduğu hiçbir duyguda sahtelik yoktu. Artık şüphe taşımıyordum. İçimdeki tüm şüpheler ölmüştü. “Hasta olacaksın,” dedi sıkıntıyla iç çekerken. “Kamaraya geçelim mi?” Kafamı hafifçe iki yana salladım. “Biraz daha kalalım.” Üşümüş olan bedenimi iyice sarıp sarmaladı. “Saatlerdir hiçbir şey yemedin, içeride bir şeyler ayarladılar.” Evet, kesinlikle acıkmıştım ama olduğum yerden kıpırdamak bile istemiyordum. Gözlerimi kapatıp kafamı Cesur’un göğsüne yaslarken, “Sanırım kutlama gecesi yine benim yüzümden mahvoldu,” diye mırıldandım. “Olan tek şey senin aralarında bulunarak geceyi parlatmamış olman, fırtına kuşu.” “Bu ne demek şimdi?” “Yeniden ertelemelerini istemedim, eğlence planlandığı gibi devam etti. Akın ve Özgür geceye katıldı,” dedikten sonra kolunun birini benden çözüp saatine baktı ve ardından da yeniden kolunu bana doladı. “Hatta bitmiştir bile. Saat gece yarısını bulmuş.” “Senin de orada olman gerekiyordu.” “Yanında olmayı tercih ederim, daima,” dedi başka hiçbir şey önemli değilmiş gibi. Sanki yarama dokunmuşçasına birden gözlerim dolduğunda, “Teşekkür ederim,” dedim, sesimdeki kırık ton ortadaydı. “...yanımda olduğun için...” “Nehir,” derken saçlarıma yumuşak bir öpücük daha bıraktı. “Yavuz biraz önce Bulut’un evinden ayrılmış, yanında ufak bir çantayla. Eğer dersen ki onu durdur durdururum. Eğer dersen ki onu geri getir getiririm.” Durdu ve soluğunu biraz öfkeyle saçlarıma çarptı. “Eğer dersen ki bedel ödet-” “Hayır, ona zarar vermeyeceksin, asla,” diyerek hızla kollarının arasından çıkıp Cesur’a doğru döndüm. “Bırak gitsin, dokunma, arama, sorma, bırak gitsin.” Aramızda oluşan minik mesafeye asla katlanamıyormuş gibi iyice bana doğru yaklaşarak vücutlarımızın daha çok temas etmesini sağladı. Ellerinden biri belime batan tırabzanın sert baskısını yok etmek istercesine tırabzanla belimin arasına girerken diğer eli arkamdan esen rüzgâr yüzünden yüzüme çarpan saçlarımı geriye itti. Tepkimi hiç duymamış gibi, “Eğer dersen ki,” diye devam ettiğinde ne diyeceğini sabırsızlıkla bekledim. “Onu gitmemeye mecbur bırak-” “Gitsin,” dedim çabucak. “Eğer istiyorsa gitsin. Artık beni hayatında istemiyor, onu bana zorlayamazsın. Terk etmesine izin ver, belki bu onun için daha iyi olur.” “Öyleyse ağlama,” dedi baş parmağı yanağımdan kayan damlayı durdururken. Burnumu çektim. “Ağlamıyorum.” “O zaman bu gözlerinden akanlar ne? Yağmur damlası mı?” dedi hafif takılır gibi. “Yok, hava açık, yağmur yağmıyor. Denizdeyiz, su sıçramıştır belki,” dedim umursamaz görünmeye çalışarak. İşin aslı çenem titremeye başlamıştı. “Seni denize bile sokmadım daha,” dedi. “Yüzme bilmiyorum ki zaten, boğulurum,” derken sesim çatladı. “Bana bak, ben boğulmana izin verir miyim sence?” Islak kirpiklerimin arasından ona baktım. “Vermez misin?” “Vermem,” dediğinde yemin eder gibiydi. “Hiçbir şekilde, hiçbir yerde boğulmana izin vermem. Ne karada ne denizde ne de kendi içinde.” “Neden kimse beni sevmiyor, Cesur?” diye sordum birden. Çocukluğumdan kalma bir acıyla dile döktüğüm bu soru içimi yeniden kavurdu. “Neden herkesin hayatında fazlalık gördüğü yükten ibaretim?” “Benim için yük değilsin,” dedi hiç beklemeden. “Eğer yük olsan bile seni taşımak ancak ve ancak memnun kalacağım bir şey olur.” Alnını alnıma bastırırken, “Ayrıca ben varken başkasının sevgisine ihtiyacın yok,” diye ekledi. “Dosta, arkadaşa, anneye, babaya... hiçbirine ihtiyacın yok. Hepsini karşılarım, fırtına kuşu, eksik neyin varsa onu tamamlarım. Milleti boş ver, kimseden sevgi bekleme; bende senin için her şeyden fazlasıyla var.” “Nesin sen?” dedim onu çözmek istercesine bakarak. “Benim için nesin sen Cesur? Beyaz atlı prens değilsin. İyilik meleği değilsin. Süper kahraman değilsin-” “Beyaz atlı prens?” derken hafif geriye çekilip yüzünü ekşitti. “Hayallerin hangi evrende kaldı senin? İyilik meleği olmadığım doğru; on kişiye sorsan dokuzu şeytan olduğumu söyler. Süper kahramana gelirsek,” dediği sırada yumruğunu gösterircesine elini kaldırdı. “Bazıları benim için demir yumruk der, bu sayılıyor mu?” Hâlâ gözlerim nemliyken hafifçe gülerek, “Sen bence kurtarıcısın, benim kurtarıcımsın,” dediğimde irkildi. Aynı esnada zihnimin içerisinde anılarımı saklayan kitabın sayfaları çevrildi. Önüme düşen sayfada küçük Deniz yetimhanenin yemekhanesindeydi ve tabağındaki köftelerden birine çatalını batırdığı sırada etraftaki aksilik peşinde olan çocuklardan biri diğer köftelerine el koymuştu. Sonra bir yerlerden fırtına gibi çıkagelen Sarp imdadına yetişmişti. O gün küçük Deniz köftelerini rahatça yemeden önce ona sarılmış ve “Sen benim kahramanımsın,” diye mırıldanmıştı. Bir köfteyle Sarp, Deniz’in kahramanı olmuştu. Yaptığı onlarca şeyle Cesur benim kurtarıcımdı. “Kurtarıcı, öyle mi?” Yavaşça kafamı salladım. “Etrafım kötülüklerle dolu. Gittikçe dibe batıyorum. Cesur... eğer sen olmasaydın buraya kadar bile gelemezdim. Yeri geliyor yağmur gibi üzerime yağan kötülüklerden beni koruyan şemsiye oluyorsun. Can acısının ilacı yok, yeri geliyor ona bile ilaç oluyorsun. Beni ayakta tutuyorsun, düşmeme hiç izin vermiyorsun. Burada kimse beni sevmiyor diye günlerce ağlayabilecekken sen bana kendini hatırlatıyorsun ve birkaç saniyede her şey geçiyor. Seni daima itmeme rağmen her seferinde daha çok etrafımı sarıyorsun. Hazır bekliyorsun; ağlarsam silmek için, üzülürsem güldürmek için, nefessiz kalacak olsam nefesim olmak için... sen benim için hep hazır bekliyorsun. Nasıl bu kadar her şey olabilirsin, Cesur? Nasıl bunu başarıyorsun? Benim için özel olarak yaratılmış gibisin. Benimse senin için yaptığım hiçbir şey yok.” “Senin bana ufacık gülümsemen bile her şeye bedel,” dedi. Rüzgâr esti, saçlarım yüzünü süpürdü. Omuzlarımdaki ince battaniyeyi tutan ellerim çözülüp sert göğsünün üzerine konduğunda soluklarım hız kazanmıştı. “Gerçekten o kadarı bile yeterli mi senin için?” Gözlerini gözlerimden ayırmadan kafasını salladığı sırada ellerim yukarıya doğru tırmanarak kirli sakalla süslü olan yanaklarını kavradı, yüzünü ellerimin arasına alırken birbirimize çok yakın duruyorduk. “Seninle her şey daha kolay,” diye fısıldadım. “Keşke çok daha önce seni tanısaydım.” Hafifçe gülümsedi. Ayak parmaklarımın ucunda yükselerek ona daha çok yaklaşmak istedim. Beni belimden destekleyip işimi kolaylaştırırken, “Haklısın,” dedim yine fısıltıyla. Hâlâ hafif kıvrık duran dudaklarına gözlerimi indirdim. “Bir gülümseme yetiyormuş.” “Fırtına kuşu...” “Cesur...” diye karşılık verdiğim esnada ona o kadar yaklaştım ki artık konuşurken dudaklarımız birbirine değiyordu. Gecenin karanlığını delercesine alev alev bakan gözlerine gözlerimi sabitlerken, “Sev beni,” dedim tek ihtiyacım oymuş gibi. Cesur dudaklarımızı birleştirip sanki birine yakalanacakmışız gibi beni hızlıca öptü. Bu sırada ona araladığım kapı tüm zincirlerini kırmış gibi bir an için benimle ne yapacağını bilemedi. Önce sıkı sıkıya sarılıp beni göğsüne hapsetti, hemen ardındansa bedenimi geriye, tırabzana itip iri vücudunu bana bastırdı. Sabırsız parmaklarım ceketini omuzlarından itmek için çabalarken birden ellerimi yakalayarak beni durdurdu ve dudaklarımızın bağını kopardı. Yeniden alnını alnıma yaslayıp nefessiz kalmışçasına soluklandığı sırada, “Neden durdun?” dedim kırılmış gibi. Aniden üşüdüğümü hissettim, omuzlarımı saran battaniye ayaklarımın dibine düştüğü için rüzgârın etkisi daha yüksekti, ancak şu anda üşümemin nedeni serin hava değildi. “İstemiyorsan-” “Seni istemediğim bir an bile yok.” “Öyleyse sorun ne?” “Bunun için doğru bir an olup olmadığına emin olamıyorum. Duygusal çöküştesin, bana sığınıyorsun. Sonrasında-” “Pişman olacağımı mı düşünüyorsun?” dedim hızla. “Olmam, olmadım. Olduğumu sansam da aslında hiç pişman olmadım, Cesur. Sev beni lütfen. Buna ihtiyacım var. Beni öyle güzel sev ki aklım başımdan uçsun, senden başkasını düşünemeyecek hâle getir beni. Senden başka kimsenin sevgisine ihtiyacımın olmadığını göster bana.” Sertçe yutkunduğunu yakaladım. “Böyle laflar ederken hiç korkmuyor musun?” diye sorduğunda yemin edebilirdim ki gözlerindeki bakış tehlike doluydu. “Neden korkacağım?” “Seni öyle çok severim ki bu yat karaya hasret kalır, fırtına kuşu,” dedi, içime kesik bir soluk çektim. “Kalsın,” dedim. “Kalsın,” dedi ve beni yeniden öptü. Elleri saçlarımdan enseme kayıp kafamı hafifçe geriye doğru yatırmamı sağladı. Denizin tatlı dalga sesleri zihnimin gerisinde yankılanırken ona ağır, gerçekten ağır şekilde karşılık verdim. Zamanla bana ayak uydurarak yavaşladı ve tadını çıkarmak istercesine o da her hareketini ağırlaştırdı. Ensemde gezinen parmakları orada bağlı duran elbisemin askılarındaki düğümü bulduğunda kalp atışım hızlanmaya başladı. Cesur benden yavaşça ayrıldığında karanlık bakışlarını yüzümde gezdirip, “Sabah olduğunda da bu söylediklerinin arkasında durabilecek misin?” diye sordu. Kısık sesi tepeden tırnağa titrememe neden olduğunda vereceğim cevabı bulmakta zorlandım. “Görmüyor musun?” dedim sık soluklarımın arasından. “Ben beyaz bayrağı çoktan göndere çektim.” Dudaklarından hırıltılı bir inleme dökülürken beni yeniden öptü, bu kez yavaşlık adına hiçbir emare taşımıyordu. Parmakları ensemdeki bağın ucuna takılıp asıldığında elbisemi sabit tutan ve göğüslerimi örten kısım bollaşıp aşağıya doğru kaydı. Cesur sabırsızca boynuma doğru yönelip bollaşan kıyafetimi daha çok aşağıya itmek istercesine dudaklarını tenimde gezdirmeye başladı. Can havliyle saçlarına sarılıp asılırken, “Lütfen nazik ol,” dedim nefes nefese. Bebeği düşünmem gerekiyordu. Belki de bunu yapmak bile hataydı ama hiç değilse bir şekilde hatayı en aza indirgemeliydim. “Acıtma, Cesur, bu sefer baştan sona ağır ve sakin olsun istiyorum.” Elini yine belimle tırabzanın arasında yerleştirip beni epey geriye yatırdı. Saçlarım denize doğru sallanırken neredeyse baş aşağıya duruyormuş gibi hissetmekten kendimi alamıyordum. Göğsüm heyecanla inip kalkıyordu ve bir adım sonrasını düşünmek karnımın alt kısmına tatlı sancıların saplanmasına neden oluyordu. Göğüslerimi örten bez parçalarının tamamen aşağıya doğru çekildiğini hissettim, tam da o sırada esen rüzgâr artık açıkta kalan tenimi ürpertti. Karşısında sere serpe duruyor olmak ağzımın kupkuru kesilmesini sağladığında sıcak dudaklarını göğüs oluğumda hissederek kasıldım. “Fırtına kuşu,” diye fısıldadı, ağzından çıkan her harfte dudakları daha çok tenime dokunuyordu. “Güzelliğinle baş etmek o kadar zor ki sabırsızlığımı çok görme.” Ardından ona altın bir tepsiye konulmuş ziyafet misali sunmuş olduğum göğüslerime yöneldi. İniltilerim dalga seslerine çarparak yankılandı. Çevrede başkaları var mıydı bilmiyordum, bizi görebilen olabilir miydi bilmiyordum ama fark etmiştim ki şu anda kimse umurumda değildi. Bana çektirdiği tatlı eziyete odaklanmıştım ve her anı muhteşem hissettiriyordu. Karnıma saplanıp duran arzu kıvılcımları iyiden iyiye gözlerimin kararmasına neden olurken her şeyin hemen, burada olmasını dilediğimi fark ettim. Ondan ayrı kalmak onu bin misli özlememe neden olmuştu ve aç bir istekle onu istiyordum, hatta bazı anlarda bebeği unuttuğum bile oluyordu. Üstelik henüz her şeyin başındayken bunları hissediyordum. Sanırım hamilelik benim tüm hormonlarımı değiştirmişti. Sıcak dudakları göğüslerimin arasında ıslak mekikler dokurken tek yaptığım kıvranmaktı. Son günlerde göğüslerimin oldukça hassas olması sınırlarımın fazlasıyla zorlanmasına neden oluyordu. Sık sık saçlarına asılıyordum ya da deri ceketinin yakasını kavrayıp sıkıyordum. Tırnaklarımın ensesinde zamanla kabaracak izler bıraktığına emindim. Elimde değildi. Beni öyle feci kıvrandırıyordu ki bir şeylere tutunmazsam tepetaklak yere çakılacakmış gibi hissediyordum. Elbisem artık tamamen belimde toplanmış hâldeydi. Üst vücudumu örten hiçbir şey yoktu ve ay ışığı beni açıkça teşhir ediyordu. Yine de birileri bizi gözetliyor olsa bir şey görebilir miydi emin değildim, çünkü Cesur tıpkı bir yorgan gibi çıplaklığımı örtmüş vaziyetteydi. Göğüslerimden birini ağzıyla diğerini ise eliyle kapatıyordu ve ben sadece bununla kendimden geçmek üzereydim. Nihâyet beni kıvrandıran eziyetlerine bir son verebildiğinde belimdeki eliyle geriye doğru yatmış olan bedenimi hızla kaldırıp havalandırdı ve bir an sonra kendimi kucağında buldum. Göğsüm göğsüne yapışmış hâldeyken bacaklarımı beline dolayarak ona tutunmaya çalıştım. Hiçbir anı boş geçirmek istemiyormuş gibi yeniden dudaklarıma yöneldiğinde olduğu yerde dönüp kamaraya doğru adımlamaya başladı. “İçeri mi gidiyoruz?” diye sorduğumda dudaklarımız hâlâ birleşikti. “Açık alanda mı kalmalıydık?” derken güldü. “Bunun için etrafta kimsenin olmadığından emin olmam gerekir. Seni severken seyirciler olmamalı.” Sadece tensel sevmeden mi bahsediyordu yoksa fazlasını da mı ekliyordu anlayacak hâlde değildim ama sanırım en azından burada bahsettiği tensel sevmeydi. Ondan fazlasını isteyebilir miydim ve bana fazlasını verir miydi? Ya da ondan beni sevmesini isterken tek beklediğim tensel dokunuş muydu? Aslında değildi. Aslında bunu her anlamda söylemiştim. Dudaklarımız ufak dokunuşlarla birbirini tatmaya devam ederken kamaraya girmiştik. Işıkların hepsi açıktı. Loş ortamdan aydınlık alana girmek gözlerimi rahatsız etse de Cesur’a bakmayı tercih ederek kirpiklerimi indirmedim. Alt kata inen merdivenlere yöneldiğinde düşme dürtüsüyle ona daha sıkı sarıldığımda dudakları hafifçe kıvrıldı ve beni daha güçlü kavradı. Elbisemin yerlere sürünen parçalarına basmamak için onları tek avucunda toparlayıp hapsetmişti. Yine de dökümlü olduğu için bazı uzantıları zemini süpürüyordu. Alt kata uzanan merdivenlerin sonundaki oda çift kişilikti. Küçük pencerelerinin hepsi açıktı ve köşelere sıra sıra yerleştirilmiş spot lambalar en düşük seviyedeydi, bu yüzden rahatsız edici hiçbir yanları yoktu. Cesur yatağın hemen önüne geldiğinde beni yere indirdi. Topuklu ayakkabılarımı çoktan çıkarmış olduğum için aramızdaki boy farkı daha belirgindi. Açığı kapatmak adına parmak uçlarıma yükselmiştim ve o da bana doğru eğilmiş hâldeydi. “Demek beyaz bayrak,” dedi elleri çıplak sırtımda gezindiği sırada. Sertçe yutkunurken karşılık verdim. “Sen kazandın, pes ediyorum artık. Bu savaştan çok yoruldum.” Yüzüne ufak bir gülümseme kondu, bu zafer barındırmıyordu. Daha çok yorulduğumu bilirmiş gibi hissettirmişti. “Boş bir savaştı. Seninle benim aramda farklı bir şey var. Seni ilk gördüğüm anda bunu fark ettim. Kabullenmem senden daha çabuk oldu. Sense bana muhtaçken bana baş kaldırmayı seçtin.” “Zaferinin keyfini çıkar işte, dediğim gibi sen kazandın.” “Peki sen? Sen kazandın mı?” diye sorduğunda ne cevap vereceğimi bilemedim. Bunu fark etmişçesine kafasını salladı. “Bence en çok sen kazandın ama bunun farkında bile değilsin. Bana karşı kaybettiğini mi düşünüyorsun? Bu kazananın kârlı çıkacağı bir oyun değildi. Ben kazandıysam sen de kazandın.” Kollarımı iyice boynuna dolarken, “Seni mi kazanmış oluyorum?” diye sorduğumda bunu söylemeyi ben bile beklememiştim, birden ağzımdan çıkıvermişti. Serseri bir gülüşle bana bakıp, “Bence ikimizin de kârlı çıktığı bir zafer,” diyerek göz kırptı. Ardından da sırtımda gezinen ellerini kalçalarıma kadar indirip elbisenin fermuarı buldu. “Şimdi de bu zaferin tadını çıkartalım, değil mi?” İçim yakıcı bir hisle dolarken fermuarın açıldığını işittim. Çok geçmeden elbise üzerimden kayarak ayaklarımın dibine düştü. Cesur beni belimden tutarak kaldırıp yatağa doğru ittiğinde üzerimde olan tek şey alt iç çamaşırımdı. Bana doğru eğilmesiyle birlikte ona yer açmak için yatakta geriye doğru kayacağım sırada elleri son kalan parçaya uzandı ve ben geriye doğru çekilirken o da iç çamaşırımı çekip aldı. Artık tamamen çıplaktım, Cesur ise tamamen giyinikti. Yoğun bakışlarını üzerimde gezdirerek avını etkisiz hale getirmeye hazırlanan bir aslan yırtıcılığıyla yatağa dizini bastırdığında ben biraz daha yukarıya kaçarak, “Neden kıyafetlerini çıkartmıyorsun?” diye sordum. Nefes nefese kalmış bir hâldeydim. “Her şeyin sırası var,” dediği sırada ayak bileklerimden yakalayarak beni aşağıya çekti ve sırtüstü yatağa uzanmamı sağladı. Vakit kaybetmeden üzerimdeki yerini alırken bir kez daha dudaklarımızı buluşturdu. Sabırsızlığım kendini belli edercesine ceketine uzanıp çıkarmak için geriye doğru asıldım, yine ellerimi yakaladı ve bu kez yatağa bastırdı. Ağzına doğru memnuniyetsiz homurtular çıkarttım. “İzin ver,” dedi soluk soluğa. “Önce seni doya doya seveyim.” Anında teslim olarak kendimi ellerine bıraktım. Bazen sınırlarımı zorlayacak kadar ağır hareket ederek vücudumu talan etti. Dudaklarının değmediği nokta kalmazken çaresizce adını sayıkladım. Ellerim yatağın çarşaflarını yırtmak istercesine sıktı, saçlarına o kadar asıldım ki canının yandığından emindim. Nihayetinde bacaklarımın arasındaki o yerde durduğunda ben neredeyse tükenmiş bir hâldeydim. Cesur ise eziyetine yeni başlamış gibiydi. İniltilerim aralıksız bir hâl aldığında, “Cesur,” dedim çaresizlikle. Artık buna bir son vermeliydi, çünkü tükenmek üzereydim. “Sadece inleyecek misin, fırtına kuşu?” dedi benden bir anlığına koparken. “Çığlık at. Çünkü kolay kolay durmayacağım.” Ardından yeniden kafasını o noktaya gömdü ve evet, bu kez güçlü bir çığlık dudaklarımdan kopup odada dağıldı. Kafamı defalarca kez yatağa vurup bana verdiği yoğun hisle savaşmaya çalıştım. Ne zaman yükselmeye başlasam anında yavaşlayarak önüme duvar çektiği için sırtım gerilmekten ağrımaya başlamıştı. Patlamaya hem çok yakındım hem de beni uzak tutuyordu. Şakaklarımdan kayan ter damlasının saçlarıma doğru çizdiği iç gıdıklayıcı yolun taze izi yerini korurken güçlükle kafamı doğrultabildim. Niyetim ona bir şeyler söyleyip bunu artık sonlandırmasıydı, ancak onu o şekilde bacaklarımın arasında gördüğümde tüm sözleri unutmuştum. Sadece gözlerini görebiliyordum. Doğrudan bana bakıyordu ve alev alevdi. Sanki biri bana gerçekten büyük bir işkence ediyormuş gibi güçlü bir çığlık dudaklarımdan koparken kafamı yeniden yatağa vurdum ve nihayet zirveye yükselmenin tadına vardım. Bedenim nöbet geçirircesine titrerken rahatlamanın verdiği o saf his her yerdeydi. Cesur pelte kıvamına getirdiği bedenimi bıraktığında tek yapabildiğim belli belirsiz inilti çıkarmaktan ibaretti. Beni dibine kadar yormuş olmaktan memnun şekilde ayağa kalkarken neredeyse kapanmış olan kirpiklerimin arasından onu izliyordum. Sonunda ceketini çıkarmak için hareketlenmişti ki ceketinin cebinde her ne vardıysa eline değdiğinde duraksadı, cebini karıştırdı ve çıkardığı sigara paketinden bir dal çekip dudaklarının arasında kıstırdı. İki adım geriye çekilip kapının yanındaki boşluğa sırtını yaslarken çakmağını çakarak sigarasını tutuşturdu ve yatakta kolunu kaldıramayacak hâle getirdiği kadına, bana bakarak sigara içmeye başladı. Kaç dakika sonra soluklarımı düzene sokabildiğimi bilmiyordum. Uyku bana saldırmak için kenarda bekliyordu ama Cesur’un üzerimden asla kopmayan o yakıcı bakışları beni dinç tutuyordu. Rahatlamanın bana bıraktığı mayışmış hissiyat zamanla kaybolmaya başladığında konuşmadan önce boğazımı temizleme gereği duydum. Attığım yüksek desibelli çığlıklardan sonra biraz çatallaşmış olan sesimle, “Eserinden memnum gibisin,” dedim, boğazım sızladı. “Öyle dağılmış duruyorsun ki,” dedi iç çekerek. O iç çekişte saklanan arzu bacaklarımı birbirine sürtmeme neden oldu. “Bir kalem ve kâğıdım olsaydı ve en önemlisi de biraz daha bekleyecek sabrım olsaydı resmini çizerdim.” Birkaç dakikalık dinlenmenin beni kendime getireceğini asla düşünmezdim. Belki de beni kendime getiren sözleriydi, bilmiyordum ama kendimi yatakta doğrulurken bulmuştum. Karşısında çırılçıplak durmak artık bana hiçbir rahatsızlık vermiyordu. Beni ilgiyle ve arzuyla süzmesinden utanmıyordum, daha çok tavrı ruhumu okşamaya başlamıştı. Ayaklarımı yataktan sarkıtıp kalktım. Karışmış saçlarımda hiçbir bağ yoktu, sırtıma dökülmüşlerdi. Makyajım muhtemelen çoktan akıp gitmişti. Aynaya baksam bitkin ve çökmüş bir kadın görebilirdim ama ben Cesur’un gözlerine bakmayı tercih ediyordum ve orada gördüğüm kadın imrenilecek şekildeydi. Aramızdaki iki adımlık mesafeyi kapatıp bitmeye yaklaşan sigarayı dudaklarına götüren elini yakaladım ve sigarayı kendi dudaklarıma taşıdım. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan içime ufak bir soluk çekip dumanını yüzüne doğru üfledim. Yutkundu. “Şimdi soyunacak mısın?” diye sorduğumda bana o içimi hoş eden serseri sırıtışlarından birini bahşedip kendini sunarcasına elleriyle üzerini işaret etti. “Seninim.” Üçüncü kez ceketine uzandım ve neyse ki bu kez beni durdurmadı. Sigarayı dudaklarının arasında kıstırarak ceketi çıkartmama yardımcı oldu. Sıra altından giydiği tişörte geldiğindeyse sigaradan son yudumunu çekerek onu hemen sağındaki ufak pencereden dışarıya savurdu. Aceleciliğine karşılık gülerken ellerim tişörtünün eteklerine gitti. Avuç içlerimi belirgin kaslarına sürte sürte tişörtü üzerinden çekip çıkardım. Ardından sabırsızca beni kendisine çekerek öptü. Karşı koymadım. Aynı esnada ellerim pantolonundaki kemeri çözmekle meşguldü. Kemer tokasından çıkan iç gıdıklayıcı sesle birlikte bir sonraki aşamaya geçerek düğmeyi çözdüm ve fermuarı indirdim. Cesur beni yatağa doğru götürmek istedi ama onu durdurdum, yeniden geriye itip duvara yaslanmasını sağladım. Benimle o kadar oynadıktan sonra onu hızlıca sona ulaştırmayacaktım. Dudaklarımı çenesine oradan göğsüne ve oradan karnına indirdiğimde önünde diz çökmeme izin vermeyeceğini belli edercesine beni yakalayıp, “Nehir,” dedi nefes nefese. “Dur. Sırası değil.” “Neden?” diye sordum, yüzüm sert karnının hemen üzerindeydi, alttan yukarıya ona bakıyordum. “Eğer buna kalkışırsan devamının yumuşak olabileceğine söz veremem,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. Dudaklarımda şeytani bir gülümseme yer edinirken, “Bir şekilde halletmen gerekecek,” diyerek geri adım atmayacağımı belli ettim. İçine sert bir soluk çekip izlemeye dayanamıyormuş gibi kafasını geriye yasladı, ancak hemen sonra izlemeden yapamazmış gibi yeniden bana baktı. Beni tutan elleri gevşediğinde kaldığım yerden devam ettim. Pantolonunun ve iç çamaşırının ayak bileklerine düşmesinin ardından odayı bu kez Cesur’un bastırılmış iniltileri doldurdu. Onun gibi iri yarı bir adamı kıvrandırıyor olmanın verdiği hazla biraz daha üzerinde yoğunlaştım, arkasında kalan duvara yumruğunu geçirdi. Ondan ayrıldığım minicik arada, “Çığlık at, Cesur, çığlık at,” diye takıldım. Kaldığım yerden devam edeceğim esnada birden beni omuzlarımdan yakalayıp ayağa kaldırdığında, “Şimdi kimin çığlık atacağını göreceğiz,” diye hırladı ve ben bir saniye sonra kendimi yeniden yatakta buldum. Hızını alamazmış gibi bacaklarımı iki yana ayırıp kendini içime gömdüğündeyse evet, çığlık atan yine bendim. “Kimmiş?” derken hırsla hareketini tekrarladı. Bir çığlık daha dudaklarımdan koptuğunda sakinliğini geri kazanmak istercesine durup beni öpmeye başladı. Yine bir yorgan gibi tüm bedenimi örtmüş hâldeydi. Bana izin verdiği kadar kıpırdayabiliyordum. Aksi hâlde tüm ipler onun elindeydi. Cesur sert davrandığı için özür diler gibi yüzümün her karesine öpücük kondururken, “İyi misin?” diye sordu, soluk soluğaydı. Kısaca kafamı salladım. Dudaklarını alnıma bastırıp, “Çıldırıyorum senin için,” diye mırıldandı. Ellerimizi birleştirip başımın hemen yanında yatağa bastırırken yeniden hareket etti, bu kez az öncekine oranla epey yavaştı. “Fırtına kuşu,” diye sayıkladı kendinden geçmiş gibi. Uzanıp alnıma yeni bir öpücük bıraktı. “Ağırlığım yüzünden yatağa batıyor olmana ölürüm,” dediğinde içimdeki boşluğu yeniden doldurmuştu. Kötü hissetmiyordum ve bebek için de her şeyin yolunda olduğunu ummaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu. Sanki bu anı bekliyormuş gibi vicdanım hızla yakama yapıştığında, “Cesur,” diye seslendim biraz uzağımdaki dudaklarına sokularak. “Daha yavaş.” “Daha yavaş?” dedi sanki asla mümkün değilmiş gibi. Onunla alay ediyormuşum gibi gülüp kafasını hafifçe iki yana salladı. Sanırım araya giren günlerden sonra epey biriktirmişti ve isteği her şeyin önüne geçiyordu. Yine de dediğimi deneyecekmiş gibi yatağın başlık kısmında raf niyetiyle bırakılmış olan bölmeye tutundu, parmakları ahşabı kavrarken kollarını saran damarların seğirdiğini gördüm. Gücünü ve yükünü oraya vererek devam etti. Ben de kollarımı sarabildiğim kadar ona sardım ve ritmine ayak uydurmaya çalıştım. Birbirlerine karışan soluklarımız hızlandıkça hızlandı. Öyle ki bittiğinde kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu ve onun da benden farklı hali yoktu. Göğsüme yapışık duran göğsündeki çarpıntıyı hissedebiliyordum. Kollarında derman kalmamışçasına elleri tutunduğu raftan kaydığında üzerimden devrilip yatağın boş tarafına yığıldı ve beni de kendisine doğru çekerek göğsünde yatmamı sağladı. Hâlâ soluklarını düzene sokabilmiş değildi, ben de kendime gelememiştim. Artık gerçek anlamda kolumu kaldıracak takatim kalmamıştı ve göz kapaklarım çoktan kapanmıştı. Terlediğim için nemlenen saçlarımı eliyle geriye doğru itip ensemi havalandırırken, “Uyu,” diye fısıldadı. “Uyu, benim eşsiz kadınım.” Birbirine geçmiş olan kirpiklerimi güçbela ayırabilmeyi başarıp yatağın boş tarafına geçmek için kıpırdandım. Cesur rahat edemediğimi düşünerek beni daha çok kendisine çekip, daha rahat bir şekil almamı sağladı. Hâlimden memnunca kirpiklerim yeniden kapanırken, “Böyle seni ezmiş olacağım,” diye sayıkladım, harfler dudaklarımdan yarım yamalak dökülmüştü. Parmakları tatlı tatlı sırtımda dolaşıp masaj yaparcasına gezindiği sırada güldü. “Ben bana yük olmana razıyım,” dedi herkese yük olduğumu kastetmiş olmama atıfta bulunarak. “Sen ancak çektiğim en güzel yük olursun.” Uzanıp saçlarıma ufak bir öpücük bırakırken fısıldadı. “Koynumda uyu, koynumda uyan.” Ardından da iç çekti. “Daima.” O benim için siyah cennetti. Ve sanırım ben de onun için soğuk cehennemdim. ××× 👀👀 Yanıyorsun Fuat abi (Cesur) sjsjsj
|
0% |