Yeni Üyelik
32.
Bölüm

32. BÖLÜM

@yazarimsibirileri

Yorumlarınızı okumayı seviyoruzz 🥰🥰🥰🥰

YENİ BÖLÜM SALI AKŞAMI 💣

×××

Tatlı dalga sesleri eşliğinde kirpiklerim titreyerek açıldı. Hafifçe gerindim, ancak üzerinde yattığım sert bedeni hatırlayınca tadını alamadan yarım bırakmak durumunda kaldım, çünkü kafamı göğsüne yasladığım adam hâlâ uyuyordu, düzenli nefes alıp vermesinden bunu anlamak mümkündü.

Huzur ve rahatlık tüm vücuduma yayılmış hâldeydi. İçimde öyle kıpır kıpır bir his vardı ki en son ne zaman böyle hissettiğimi bile hatırlamıyordum. Vücudum dinlenmişti, dinçti. Dün gece nasıl uyuduğumu bile hatırlamayacak kadar yorgunken şimdi böyle hissediyor olmamı garipsesem de durumdan memnundum. Onunla ilk kez uyumuştum. Belki de beni böylesine huzura erdiren buydu. Çünkü gerginliğimi ve endişelerimi tamamen bir kenara bırakmıştım.

Yattığım şekilde sabah etmiş olmak beni hiç rahatsız etmemişti, hatta tuvalete gitmeye şiddetle ihtiyaç duyuyor olsam da kıpırdamak bile istemiyordum. Bu şekilde, onun koynunda saatlerce kalabilirdim. Dün geceyi şöyle bir hafızamdan geçirdiğimde bacaklarımı birbirine bastırma dürtüme engel olamadım. Hatırladığım her ayrıntı sanki o anlara geri dönmüşüm gibi soluklarımın hızlanmasına neden oldu. İstemsizce kıpırdandım ve ona daha çok sokuldum. Hareketlenmiş olmam Cesur’u tetiklemiş gibi birden elini uzatıp üzerimi yokladı. Zaten üzerimde duran örtüyü bulup tepeme kadar çektiğinde ancak ne yapmaya çalıştığını anlayabildim. Pencereler açık olduğu için dışarıda güneş olsa bile hava serindi. Bu yüzden üşüdüğüm için kıpırdandığımı düşünmüş olsa gerek hemen harekete geçmişti.

Bedenimi örtüp bana sıkı sıkıya sarılmasına karşın yüzünü görebileceğim şekilde kafamı geriye atarak gülümsedim. Uyurken bile beni düşünmeyi nasıl başarıyordu? Bulunduğu yerde sıcacık olan parmaklarımı havalandırıp yumuşacık dokunuşlarla kirli sakallı yanağında gezdirmeye başladım. Bu adam bana sunulan tek ve en büyük şans olmalıydı. Tüm eksilerim onunla artılara dönüşüyordu. Bir zamanlar yolumuzun kesiştiği için lanet edecek hâldeyken şimdilerde şükredecek hâle gelmiştim, bunu başarmıştı.

Kendimi istemsizce tebessüm ederken bulduğum sırada parmaklarım hafifçe dudaklarına değdi. Beni öptüğü ve onlarla daha fazlasını yaptığı anlar aklıma düştüğünde boğazım kupkuru kesildi. Aynı esnada Cesur nihâyet gözlerini aralayıp açtığı minik aralıktan bana bakarken, “Fırtına kuşu?” dedi biraz sorarcasına. Sesi boğuk ve pürüzlüydü. “Neden erken uyandın?”

“Saat kaç ki?” diye sordum bu anı bozmak istemediğim için kısık sesle.

“Bilmiyorum,” derken gözlerini yeniden kapattı.

“Uykunun bu kadar ağır olduğunu düşünmezdim,” dedim parmak uçlarımı yeniden yanağında gezdirmeye başladığım sırada.

“Değil zaten.”

“Ama epeydir seninle oynuyorum ve hissetmedin bile.”

“Yanımda olduğunu bildiğim için her zamankinden daha rahatım, ondan. Benim gibi sürekli diken üstünde duran bir adama huzuru hissettiriyorsun.”

“Sen de öyle,” diye fısıldadım. “Uzun zamandır bu kadar güzel uyumamıştım.”

Yatağın üstündeki rafa uzanıp telefonunu aldı ve kısaca ekranına baktıktan sonra yine yerine bırakıp, “Uzun zamandır bu kadar uzun uyumamıştım,” diyerek yeniden beni sarıp sarmaladı. “Saat üçe geliyor.”

Neredeyse akşam etmiş olmamız gözlerimin şaşkınlıkla büyümesine neden olurken, “Ve hâlâ uyuyacak gibisin?” diye sordum, gözlerini yine kapatmıştı.

“İyi geliyorsun, yılların yorgunluğuna bile.” Tek gözünü açıp bana baktı. “Kıpırdanıp durma, biraz daha uyuyacağım.”

“Biri seni izlerken uyuyamazmışsın, öyle bir şey okumuştum.”

“Safsata. Ama biri böyle sürekli konuşursa evet, uyuyamam.”

Gülümsedim. Parmaklarım bu kez kaşının hizasında gezinmeye koyuldu. Gerçekten uykuya doymamış gibi görünüyordu. Neredeyse günü devirmiştik ama o miskinlik hâlâ üzerindeydi, açıkçası ben de yataktan çıkmak istemiyordum.

Sol yanağının üzerinde yattığı için tam olarak göremediğim, ama ucunun göründüğü bıçak yarası dikkatimi çekince, “Bu iz nasıl oldu?” diye sorarak yanağının görünen kısmına dokundum. Sanırım gevezelik ediyordum ama elimde değildi. O kadar hafif ve sıcacık hissediyordum ki dilime vurmuştu.

“Kavgada.”

“Dayak yediğine inanmam o kadar zor ki...”

“Kimse bugün bulunduğu yere kanatlanıp uçarak gelmiyor. Tüm tozunu pisliğini yutarak yükseldim, bir de şimdi denesinler.”

“Denemesinler,” dedim çabucak. “Kavga ettiğini görmek istemiyorum.”

“Kafes dövüşleri organize ettiğimi biliyorsun,” diyerek bana hatırlattı. Bu sırada kirpiklerini yine az da olsa aralamıştı. “Bu benim işim.”

“Organize edebilirsin ama katılmazsın?”

“Katılmayacağımı söyleyemem,” dedi açıkça.

“Ya ağır yaralar alırsan?”

“Sen yanımda ol, ben iyileşirim.”

İç geçirdim. “Tam bir psikopat işi bu.”

“Kapat gözlerini fırtına kuşu,” dedi benimle uzlaşamayacağını bilerek biraz homurdanır gibi.

“Uykum yok,” diye sızlandım. “Lavaboya gitmem gerekiyor ve çok acıktım.”

“Doyumsuz,” dedi muzır bir sırıtışla. “Dün gece tüm açlığını gidermiştim.”

Lafımı başka yere çekmesine ve imasına karşılık utanç hissetmedim. Aksine keyfim yerindeydi. “Dün dünde kaldı, farkındaysan artık yeni bir gündeyiz,” diyerek kollarının arasında bile bile ona sürtünüp sinsi bir yılan gibi kıvrıldım.

“İstiyorsun ki seni bu yatağa hapsedeyim,” derken az önce yeniden uyumak üzereymiş gibi olan o değilmişçesine doğruldu ve bana üsten aşağıya baktı. “Yemin ediyorum öyle kıvrandırırım ki seni aklını kaybedersin.”

Sırıttım. “Laf.”

Tek kaşı tehlikeli bir yavaşlıkla havalandığında, “Dün gece kendinden geçer gibi kollarımda uyuyakalan kadını unutmadım,” diye hatırlattı.

“Yorucu bir gün geçirdiğim için,” dedim hemen uyuyakalma nedenim buymuş gibi.

Yüzünü bana doğru yaklaştırıp, “Sırf yavaş olsun istedin diye öyleydi. Bir de yavaş olmadığımı düşün. İki güne kendine gelemezsin,” dedi içimi kıpır kıpır eden bir fısıltıyla.

Söylediğini duymazdan gelmeyi tercih ederek ellerimi yatak başlığına uzatarak gerindim. Bedeni üzerime doğru meyilli durduğu için yataktan havalanan göğsüm göğsüne sürtündü. Aradaki örtü neredeyse tamamen kaymak üzereydi ve pek umurumdaymış gibi görünmüyordu. Cesur hâlime karşılık baş etmekte zorlandığı bir şeye bakar gibi kafasını hafifçe iki yana sallayarak güldü. Memnun görünüyordu. Mutlu gibiydi. Bir an sonra iç çekercesine soluk alıp, “Yataktan kaçıp gitmemiş olman içimi rahatlattı,” dedi üzerimden eksik etmediği sıcak bakışlarıyla.

Dirseklerimi yatağa dayayarak hafifçe doğrulup ona baktım. “Neden kaçacaktım ki?”

“Genelde öyle yapmıyor musun? Ne zaman birbirimize doğru adımlasak sonra yüz adım geri kaçıyorsun.”

“Dün sana pes ettiğimi söyledim ya...”

“Pes mi ettin yoksa kabul mü ettin, fırtına kuşu? İkisinin arasında fark var.”

“Hep daha fazlasını duymak isteyeceksin,” dedim kafamı ağır ağır iki yana sallarken.

“Çünkü tam anlamıyla dürüst değilsin. Seni zorlamasam tek kelime etmeyeceksin.”

“Hem pes ettim hem kabul ettim, Cesur,” dedim hiç uzatmadan. “Sana karşı savaşmaktan pes ettim. Seni kabullenmeyi kabul ettim. Şimdi oldu mu?”

“Oldu,” dedi, sırıttı. “Daha iyi oldu.”

Ben de güldüm. Yavuz’un beni uzaklaşmam için ikaz ettiği adama ben gittikçe daha çok açılıyordum. Onu itmek çok kolaydı, ittiğim hâlde yanımda durduğunu biliyordum ama onu kaybedebileceğim seçeneği doğduğunda kalbim yönetimi ele geçirip beynimi devre dışı bırakmıştı. İçimde ne varsa teker teker döküyordum ki ben gitmek zorunda kalsam bile beni asla bırakmasın diyeydi.

“Şimdi izin verirsen artık gerçekten lavaboya gitmeliyim,” dedim sıkıntıyla. Mesanem kelimenin tam anlamıyla can çekişiyordu. Cesur gitmeme izin verircesine geriye çekilip eliyle banyonun kapısını işaret etti. Ardından da sırtını yatağın başlık kısmına yaslayıp ellerini kafasının arkasında birleştirdi. Beni izliyordu ve her adımımı izleyecekti, emindim. İşte şimdi yanaklarıma utanç sıcaklığı oturmuştu. Ellerimin birbirine dolandığını ona belli etmemeye çalışarak örtüyü üzerimden çekmekle üzerime dolamak arasında gidip geldim. Eğer örtüye sarılıp gidersem bu kez çıplak kalan Cesur olacaktı. Onun için dert edeceği bir ayrıntı olmadığından emindim ama eğer örtüyle kalkarsam cesaretsizliğim yüzünden daha sonra kendime hayıflanacağımı da biliyordum.

İçime derin bir soluk çekip tamamen doğruldum ve örtünün üzerimden kaymasına izin verdim. Sonuçta beni ilk kez çıplak görmüyordu. Hatta dün tam da bu odada çıplak bedenime karşı sigara bile içmişti. Yoğun bakışlarını sırtımda hissederken hararetle yutkunup bacaklarımı yataktan aşağıya sarkıttım ve ayağa kalktım. Lavaboya gitmek için kapının eşiğinden adım atacağım sırada, “Fırtına kuşu,” diye seslendi, omzumun üzerinden dönüp ona baktım. Bana öyle delici bakıyordu ki soluklarımı birden hızlandırmıştı.

“Duş alma.”

“Ne?” dedim anlayamayarak.

“Duş alma,” diye tekrarladı.

Planının ne olduğunu sormadım, çünkü üzerinde düşünmek beni daha çok heyecanlandırıyordu. Banyoya geçtiğimde karnımın içerisinde bir şeyler oynaşıp duruyordu sanki. Ellerimi karnımın üzerinde birleştirip kendi kendime aptal aptal gülümsedim. Bu adam beni mutlu ediyordu. Kanlı avuçlarında benim için korunaklı bir yuva saklıydı. O yuvada olmaktan memnundum.

İhtiyacımı karşılayıp aynanın karşısına geçtiğimde gördüğüm yüz anında çehremin buruşmasına neden oldu. Makyajım tamamen akmıştı, gözlerimin etrafı koyu makyaj artıklarıyla doluydu. Dudaklarımdaysa kırmızı ruja ait en ufak bir iz bile kalmamıştı, Cesur bırakmamıştı. Ayrıca saçlarım o kadar dağılmıştı ki sanki günlerdir taranmamış gibi görünüyorlardı.

Kendime çekidüzen verebilmek için banyoda epey zaman öldürdükten sonra nihâyet dışarıya çıkabildiğimde Cesur odada değildi. Yukarıya çıkmış olmalıydı. Peşinden gitmeden önce üzerime giyebileceğim bir şeyler bulabilmek umuduyla köşede bulunan gömme dolaba ilerledim. Eh, fazla seçeneğim yoktu. Hatta seçeneğim bile yoktu. Ona ait olduğunu düşündüğüm tişörtlerden birini alıp hızlıca kafamdan geçirdim, uzunluğu kalçalarımı kapatmaya yetmişti. Ancak yine de altıma giyebileceğim bir şeyler aradım, çünkü bu şekilde hiç rahat değildim. Erkek iç çamaşırları dışında uygun hiçbir şey bulamayınca arayıştan vazgeçerek Cesur’un dün gece üzerimden çıkartıp yere attığı iç çamaşırıma yöneldim, şimdilik beni idare ederdi.

Yukarıya çıkan merdivenleri tırmanırken Cesur’un telefondan biriyle konuştuğunu duyabiliyordum. Yiyecek ve giyecek bir şeyler ayarlanmasını istiyordu. İnsanların hakkımızda aşağı yukarı ne düşündüğü ortada olsa da birilerinden kıyafet istemek yanaklarımdan garip bir yanma hissinin geçip gitmesine neden olmuştu. Üzerinde düşünmemeye çalışarak üst kattaki oturma alanına çıktığımda ilk dikkatimi çeken masadaki abur cubur dolu poşetti. Cesur bana kısa bir bakış atarak giydiklerimde göz gezdirdi. Ardındansa yatın diğer ucuna doğru ilerleyip sesinin tonunu kısması dikkatimden kaçmazken Yavuz’la ilgili konuştuğunu duymasam bile bildiğim için bunun üzerine düşmedim. Abur cubur dolu olan poşeti karıştırıp içerisinden aldığım fındık kremalı bisküviyi günlerce aç kalmışçasına hızlı hızlı açtım ve paketin içerisindeki bisküvilerden birini ağzıma attım. Sanırım açlığa dayanma konusunda artık çok daha zayıftım.

Yatın arka kısmından ön kısmına geçerken havanın serinliği beni çarpmakta gecikmedi. Tepede güneş kendini gösteriyor olsa da tişört giymek için birkaç ay daha beklemek en doğrusu olacaktı. Ya da sadece çok aç hissettiğim için normalden daha fazla üşümüştüm, anlamak zordu. Yatın burun kısmında, dün gece benim durduğum yerde duran Cesur’un yanına giderken bedenimi o tırabzana yaslayarak bana yaptığı tatlı işkenceyi hatırlamak vücudumun istekle sızlanmasına neden oldu. Etraf karanlıkken hiç sorun değildi ama güneş varken açık alanda yakınlaşmak çılgınlık olabilirdi, çünkü çevremizde başka gemiler ve pek uzakta sayılmayan yerleşim yerleri bulunuyordu.

Yanına yaklaşmamla birlikte Cesur telefonu kapattı. Üzerinde sadece deniz şortu bulunuyordu ve üşüyormuş gibi de görünmüyordu. Paketten aldığım bisküviyi ısırmadan önce, “Kiminle konuşuyordun?” diye sordum, hemen yanında adımlarımı durdurmuştum.

“Tuna,” dedi, dönüp bana omzunun üzerinden baktı ve elimdeki paketi görünce kaşları çatıldı. “Yarım saate kahvaltı hazır olur, iştahın kesilmesin?”

“Çok acıktım, oradaki poşette bulunan her şeyi yesem bile doymam,” dediğim sırada paketteki diğer bisküviyi almış ve yarısını ısırmıştım.

Cesur topuklarının üzerinde dönüp iri bedenini bana doğru çevirdi. “Kendinden geçer gibi yiyeceğin kadar güzel mi?” diye sorduğunda bisküvi paketine garip bakışlar atıyordu. Bir tane almasını teklif edercesine paketi ona doğru uzattığımdaysa kafasını hafifçe iki yana sallayıp çenesinin ucuyla elimde duran yarısı ısırılmış parçayı işaret etti.

“Onu ver.”

Lokmamı yutarken boğulmamak için dikkatli hareket etmek durumunda kalırken yarısını yediğim parçayı ağzına doğru taşıdım. Bisküviyi bırakıp parmaklarımı geri çekeceğim sırada hızla bileğimi yakalayıp parmaklarımı dudaklarının arasında kıstırdı. Derken parmak uçlarımda onun sıcak dilini hissederek tepeden tırnağa irkildim ve istemsizce elimi geriye çektim, neyse ki buna izin verdi.

“Tadı güzelmiş,” dedi bana o içimi dağıtan tekinsiz gülüşlerinden birini bahşettiği esnada.

Boğazımı temizleyerek etkisinden sıyrılmak için çabaladım. “Kaç gün daha buradayız?” diye sorduğumda tek amacım havaya sinen sıcaklığı dağıtmaktı.

“Kaç gün kalalım istersin?”

Paketten bir bisküvi daha aldım. “Bilmem, işlerini aksatmanı istemem,” dediğimde yarısını ısırdığım bisküvinin kalanını ona uzattım, memnuniyetle kabul etti.

“İki tane deve kadar kardeşim var, işler onlara emanet.”

“Yani burada istediğimiz kadar kalabiliriz demek mi oluyor?”

“Aynen öyle. İstediğin kadar.”

“Bana bırakma bence. Herkesten ve her şeyden uzak yaşamak varken geri dönmeyi isteyeceğimi sanmıyorum.”

Birden gözlerindeki sıcaklık kayboldu. Neyin ters gittiğini anlamaya çalışırken, “O istemediğin her şeyin hepsi benim, beni oluşturuyor,” dedi, ağzıma attığım parçayı çiğnemek bana yük olmaya başladı. Diğer parçayı ona doğru uzatacak dermanım bile kalmamış gibi öylece kalakaldım.

“Sen istemediğim her şeysin, evet, bu doğru. İstemeğim, kaçtığım, korktuğum ne varsa sen osun. Ama o istemediğim her şeye rağmen tek istediğim de artık sensin. Benim için zor bir sınav. Bir balık olduğumu düşün, sen benim için bana yasak olan topraksın ve ben senin için o toprağa çıkıp çırpına çırpına nefes almaya çalışıyorum.”

Beni belimden yakalayıp kendisine çekti, vücutlarımız artık birleşik duruyordu. “Ben senin susuz kalmana izin vermem. Gerekirse toprağımı senin için denize çeviririm.”

Sertçe yutkundum. “Avuçlarının arasındaki birikinti bile bana yeter.”

“Avuçlarımın arasına denizi sığdırırım,” derken bana geriye doğru birkaç adım attırdı. Düşecek olmak umurumda bile değildi, korkmuyordum. Beni tutuyordu, o beni tutuyorken bana hiçbir şey olmazdı.

“Fırtına kuşu,” diye fısıldadı, iç çekerek ona baktım. “Bana güveniyor musun?”

“Kendime bile o kadar güvenmiyorum,” dedim, güldü ve beni bir adım daha geriye ilerletti, ancak arkamda artık basabileceğim alan kalmamıştı. Yattan denize doğru düşerken Cesur benimleydi. Belimi sıkı sıkıya tutuyordu, ona can havliyle sıkı sıkıya sarılmıştım. Olayın aniliğinden dolayı dudaklarımdan bir çığlık kopuverse de suya gömüldüğümde çığlığım da dalgaların arasında kaybolup gitmişti. Bir daha asla nefes alamayacakmışım gibi hissederek boğulma hissini zirvede yaşarken kendimi birden suyun üzerinde buldum. Suya batmanın ve ondan çıkabilmiş olmanın şokuyla yeniden çığlık atıp, “Delirdin mi?” diye bağırdığım esnada nefes nefeseydim ve soğuktan dolayı dudaklarım titriyordu. Ağzıma kaçan tuzlu su yüzünden suratımda ekşi bir ifade asılıydı ve saçlarım yüzüme yapışmış hâldeydi. Ayrıca kelimenin tam anlamıyla buz kesmiştim, su epey soğuktu.

“Delirdim,” dedi Cesur, suyla birlikte havalanan tişörtümün açıkta bıraktığı belime iki elini yerleştirip beni sıkı sıkı tuttu. Eğer ellerinin arasından kayıp gitmemden endişeleniyorsa buna gerek yoktu, çünkü korkudan ona vantuz gibi yapışmış vaziyetteydim. Ancak sanırım o daha çok sakinleşmem için bana güvende hissettirmeye çalışıyordu.

“Sen gerçekten aklını kaybetmişsin! Habersizce bu yapılır mı? Aklım çıktı!”

“Söyleseydim kabul etmeyecektin,” dedi yeterli bir nedeni varmış gibi. “Yatın duş kabini birlikte duş alamayacağımız kadar küçüktü. Sen de daha önce hiç yüzmedim deyince aklıma bu geldi.”

Tırnaklarımı çıplak omuzlarına geçirirken, “Bir de masum bir istekmiş gibi konuşuyorsun,” diye tısladım. Ona vurmak istesem de ellerimi bir anlığına bile üzerinden çekecek cesaretim yoktu. “Evet, daha önde hiç yüzmemiştim ama bunu kış gününde denemek isteyeceğimi de sanmıyordum! Kahrolası su buz gibi!” dediğimde resmen titriyordum. “Dondum, Cesur, dondum!”

Güldü. Islak saçlarından alnına doğru kayan su damlalarını izlerken duraksamaktan kendimi alamadım. Bazen, çok nadir anlarda tıpkı yaramaz bir çocuğun bakışlarını taşıyordu ve bu da o anlardan biriydi. Asla ehlileştirilemez, uslanmaz ve laf dinlemez duruyordu. Tepkime karşılık kafasını hafifçe geriye atıp gür kahkahasını bana tattırırken, “Bu bir davet mi?” diye sordu.

Çeneme doğru yayılan titremeyle ona karşılık verdim. “Ne daveti? Ne diyorsun sen? Çıkar beni buradan çok soğuk.”

“Seni ısıtmam için... bir davet mi?” diyerek yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Titreyen hâlime bakıp iç geçirdikten sonra, “Böyle davetleri asla kaçırmam, biliyor musun?” dedi ve hemen ardından da beni öptü. Ona karşılık veremeyecek kadar üşüdüğümü sanıyordum ama çok geçmeden kendimi karşılık verirken buldum. Vücudum suya alışmaya mı başlamıştı yoksa beni ısıtan Cesur muydu emin olmam zordu, ancak Cesur’un bana iyi geldiğinden her zaman hemfikirdim.

Dudakları hâlâ dudaklarımı talan etmeye devam ederken bacaklarını hareket ettirip ileriye doğru kaymamızı sağladığında can havliyle ondan kopup, “Boğulacağım!” diye bağırarak boynuna daha sıkı sarıldım.

“Boğazımı öyle sıkmaya devam edersen evet, boğulacaksın,” dedi uyguladığım güç yüzünden boğukça. “Sakin ol, ellerini serbest bırak, bana sadece sarıl, Nehir, boğma.”

“Korkuyorum,” diye sızlandım, ellerim hiç gevşemedi. “Çok korkuyorum, kıpırdama. Ayaklarım yere değmiyor bile. Burası ne kadar derin bilmiyorum bile! Kahretsin, Cesur ben hayatımda ilk kez suyun içindeyim ve çok korkuyorum.”

Belimdeki ellerini sırtımdan kaydırıp yukarıya çıkardı ve kafamı tutarak delicesine çıkış yolu arayan gözlerimi gözlerine sabitlememi sağladı. Dudaklarının kenarında asılı kalan o tatlı kıvrımla, “Göğsümü yumruklar gibi atan kalbine kurban olurum,” dedi, tüm kelimeler aklımdan silinip gitti. “Sakin ol, fırtına kuşu, ben buradayım. Ben varken sana hiçbir şey olmaz.”

Bir nebze gevşedim, çünkü dediği gibi Cesur yanımdaydı ve o yanımdayken bir şeyler için endişelenmeme gerek yoktu.

“Hasta olacağım,” dedim bir kademe yatışmış olmama rağmen huysuzluğumdan ödün vermeyerek. Yüzümü buruşturmaktan kendimi alamadım. “Çok soğuk, çok soğuk... Delilik bu!”

“Biraz birlikte delilik yapalım,” dedi aynı keyifli ifadesiyle. “Yeniden batmaya hazır mısın?”

Deli gibi çırpındım, o ise hâlime gülerek yeniden suya dalmamızı sağladı. Suyun altında geçirdiğim birkaç saniye bana birkaç yıl gibi geldiğinde tek yaptığım çırpınmaktı. Resmen iliklerime kadar soğuk işlemiş vaziyetteydi. Ben soğuğa alışkındım, hatta soğuğu severdim de ama bu kadarı nefesimi kesiyordu.

Cesur suyun üzerine doğru beni çektiğinde güçlü bir çığlık atma niyetim vardı ama o, ona bağırmama bile müsaade tanımadan dudaklarıma kapandı. Bir eli suyun altına kayıp beni belimden yakaladı, sonra parmakları kalçama indi ve baldırıma kayıp bacaklarımı beline dolamamı istercesine beni dürttü. İstediğini yerine getirerek bacaklarımı beline dolayıp onu tamamen kıskacıma aldım. Kollarım da boynuna dolanmış şekildeydi ve hâlâ beni öpüyordu. Nihayet ayrıldığımızda soluklarım ciğerlerime yetmeyecek durumdaydı. Nefes nefese kalmış bir hâlde ona bakarken, “Beni öpüp durarak bu yaptığımız deliliği gözüme güzel gösteremezsin,” diye yakındım.

“Bence yapabilirim. İddiaya var mısın?”

Yapabilirdi. “Bu kadar yetmez mi? Gerçekten üşüdüm. Hasta olacağım. Hasta olduğumda çok çekilmez olurum biliyor musun?” dedim sudan çıkmak için onu ikna etmeye çalışarak. “Başına bela olurum, bana bakmak zorunda kalırsın.”

“Bakarım,” dedi aynı sırıtışla. “Sadece sağlıklıyken değil hastayken de yanında olurum.” Durdu ve yoğun bakışları yüzümü talan etti. “Hastalıkta da sağlıkta da.”

“Evlenme yemini gibi oldu,” dedim biraz alayla. Plansızca dudaklarımdan dökülen kelimeler beni irkiltti, kaskatı kesildim. Sanki o an denizdeki dalgalanma yavaşladı, gemilerden yükselen korna sesleri duraksadı, uzaklarda uçan martılar sessizleşti, dünya bize kulak kesildi.

“Öyle oldu,” derken onun da ifadesi ağırlaşmıştı. “Devamı nasıldı?”

Suratımdaki alay silinip yerini gerginliğe bıraktı. “Kimsenin baskısı altında kalmadan, kendi hür iradenizle... gibi bir şeydi galiba,” dedim önemsiz bir şeyden bahsedercesine.

“Devamı?” diye ısrar etti.

“Hastalıkta sağlıkta sanırım bu kısımda deniliyor.” Beceriksizce gülümsedim. “İyi günde kötü günde... Ölüm sizi ayırıncaya dek,” dediğimde birden devamında neyin geldiğini şaşırdım, sustum ve Cesur’a baktım. Gözlerindeki yoğunluk çok başkaydı.

“Ölüm sizi ayırıncaya dek...” dedi, iç çekti.

“İnsanlar evlilik yemininde verdikleri sözleri tutsalardı bence çoğu sorun ortadan kalkardı,” diye bir şeyler gevelerken saçmalıyor olmak umurumda değildi. “Evlenirken ki heyecandan belki birbirlerine verdikleri yemini unutuyorlar.”

“Ben unutmazdım.”

Titreme içime doğru yayılmaya başladı. “Bundan eminim.”

“Nehir,” dedi.

“Cesur,” dedim.

“Şunu bir daha tekrarlasana.”

“Neyi?”

“Yemini,” dedi, garip bir ürperti kalbime dokundu.

“Kimsenin baskısı altında kalmadan-”

“O kısmı geç.”

“Hastalıkta sağlıkta-”

“Geç.”

“Ölüm-” demiştim ki, “...bizi,” diyerek araya girdi. “...ayırıncaya dek,” diye tamamladım, hızlı hızlı nefes alıyordum.

“Ölüm bizi ayırıncaya dek,” dedi, alnını alnıma dayadı. “Karım olsana.”

×××

Kulüpte eğlence başlayalı henüz çok olmamıştı, ancak Eva daha şimdiden gecenin sonunu iple çekiyordu. Günlerdir tek yaptığı etrafta dolanmak ve kendisine iş çıkarmaktan başka bir şey olmadığı için epey yorgundu. Eh, hiç değilse hayatının aksine kulüpte her şey yolunda ilerliyordu ve bununla kendini avutuyordu.

Bar kısmının en ücra köşesinde kendine edindiği yerden bargirl ve barboyları izliyordu. Bu akşam için DJ kabininde geleceğinin epey parlak olduğundan şüphe duymadığı bir isim yer edinmişti, ona önayak olan Eva’ydı. Onunla birlikte ona hayran olanlardan da göz dolduran etkileşim almışlardı. Aslında son bir seneyi birlikte geçirdikleri DJ vardı, ancak bu akşam çıkmamıştı, evinde talihsiz şekilde düşüp kolunu kırdığı için izinliydi. Ondan kalan boşluğa piyasaya göre oldukça genç birini atamıştı ve tam da umduğu gibi epey iyi gidiyordu. Sözleşmeli oldukları DJ geri dönene kadar bu genç oğlanla ilerlemelerinin önünde hiçbir engel yoktu.

Bitirdiği bardağı tezgâhın üzerinde bırakıp telefonuyla oynamaya daldığı sırada, “Hey, Eva, yakala,” dedi Nedim birden. Genç kadın ne olduğunu bile anlayamadı. Kafasını ekrandan kaldırdığında tezgâhın üzerinden kayarak kendisine gelen içki bardağını görmüştü ve telefonunu düşürmek pahasına atılıp onu yakalamıştı, telefonuysa neyse ki kucağına düşmüştü.

“İşte benim kızım!” dedi Nedim coşkuyla.

Eva kızmak istese de kendisini, “Eğer yanlış hatırlamıyorsam bardağın tam önümde kendisinin durması gerekmiyor muydu?” diye sorarken buldu.

Nedim yan tarafından birinin istediği kokteyli hazırlamaya koyulurken, “Bunun için biraz daha çalışmam gerekiyor ve üzerine içki dökülürse bardağı başımda kırmayacak tek kişi sensin,” diyerek göz kırptı.

“Kurban olarak beni seçtiğin için teşekkür ederim. Bari herkesin içerisinde deneme, içkinin midemde olmasını tercih ederim kıyafetlerimde değil.”

“Anlaşıldı patron,” dedi Nedim asker selamı vererek. Eva gülümsedi. Burayı ve burada çalışmayı aslında seviyordu, ancak sorun kendisini buraya ait görememesiydi. Bu sırada Nedim'in tam önündeki yüksek bar taburesine, Eva’nın iki tabure ötesine birisi oturdu ve çantasını fırlatırcasına tezgâha vurup, “Dostum, gönder bir tekila, gecem şenlensin,” diye seslendi. Bu Didem’den başkası değildi. Onun hemen arkasından yetişen Tuna ise, “Nedim,” dedi uyarırcasına. “Sadece meyve kokteyli.”

Didem homurdandı, Tuna onu önemsemeyip Eva’ya göz kırparak kalabalığa karıştı. Gittiği masa Akın ve Özgür’ün oturduğu masaydı. Eva o masaya bakmamak için tüm iradesini kullanmak zorunda kalıyordu, ancak bazı anlarda kendisine engel olamıyordu. Çünkü orada oturan birbirinden güzel üç kadından birinin tek odak noktası Akın’dı. Ta oturduğu yerden bunu hissedebiliyordu. Akın pek oralı olmayıp sürekli içmekle meşgul olduğundan farkında olmayabilirdi ama Eva kesinlikle farkındaydı ve bunun rahatsızlığını taşıyordu.

“Nedim,” dedi Didem, Eva’nın dikkati yeniden ona döndü. “Bir tekilaya 500 dolar?”

“Abinin parası burada geçmez güzelim. Hangi meyveler olsun istersin?”

“Biliyor musun seni severdim ama artık sen de kara listemdesin.”

“Biraz daha büyü, seni bu tarafa alacağım. O zaman istediğini denersin.”

“Kahrolası on dokuz yaşındayım,” dedi genç kız tıslayarak. “Hadi ama Cesur burada değil zaten. Ne olur bir kereliğine kıyak geçsen?”

“Bak arkana, Akın var Özgür var. Hiçbiri olmasın abin var. Ben canımı seviyorum fıstık, azar dinlemeye de niyetim yok.”

Didem omzunun üzerinden dönerek Nedim’in saydığı isimlere baktı. En çok Akın’da takılı kaldığını Eva’nın fark etmemesine imkân bile yoktu. Didem dikkat çekebilmek için vücudunu teşhir edercesine giyinip, yetişkinliğini herkese kabul ettirebilmek adına yüzüne tonla makyaj yapıp boyundan büyük laflarla konuşsa da herkes ona küçük kardeş muamelesi yapıyordu ve kaç yaşına gelirse gelsin bunun böyle devam edeceği ortadaydı. Ve ne kadar çabalarsa çabalasın Akın’ın dikkatini çekemeyecekti, en azından istediği şekilde.

“Baksana, Nedim,” dedi Didem bakışlarını Akın’dan zor koparıp önüne döndüğü sırada. “Bir sorun falan mı var? Akın biraz garip değil mi sence de?”

Nedim hazırladığı kokteyli Didem’in önüne bırakırken, “Ben bilmem,” diyerek hızla kendisini kenara çekti ve ardından çenesinin ucuyla Eva’yı işaret etti. “Al işte, kara kutu yanında duruyor, ona sor.”

Didem’in ifadesi sertleşti. İyi maskesi yüzünden düşen cadı gibiydi, gözleri kinlenmişti. Yan tarafında kimin olduğunu elbette biliyordu, ancak onu o kadar yok sayıyordu ki gözlerini üzerine değdirerek gecesinin kalitesini düşürmeye niyeti yoktu. Bu yüzden, “Kalsın,” diyerek ayaklandı. “Kendim öğrenirim, aracılara ihtiyacım yok.”

Eva sessizce iç geçirmekten kendini alamadı. Didem’le hiçbir zaman yıldızları barışmamıştı. Hatta buraya geldiği günden beridir Didem ondan nefret ediyordu. Elinde iki geçerli nedeni vardı; birincisi Sena’yla arkadaş olması ve Didem’in biraz geri plana düşmesiydi. İkincisiyse Akın'dı. Aslında en büyük neden Akın’dı. Didem ona epey zamandır takılmış hâldeydi, ancak Akın’dan alabildiği tek şey abi kardeşlik sınırları içerisindeydi. Buna rağmen Akın’ın Eva’ya bakışı bile kardeşlik içermiyordu ve Didem bu yüzden çıldırıyordu.

“Tuna’ya bazen acıyorum,” dedi Nedim giden genç kızın arkasından bakarken. “Kimden nasıl beddua almışsa artık, kardeşiyle büyük derde kaldı.”

Eva istemsizce güldü. Tuna’nın gerçekten kız kardeşiyle başı dertteydi. Tazelenmiş olan içkisinden küçük bir yudum alırken bakışları yeniden diğerlerinin oturduğu masaya döndü. Aslında onların arasında oturması gerekiyordu, her zaman orada olurdu. Şimdiyse dışlanmış gibi onlara epey uzak duruyordu. Böyle olmasının daha doğru olduğunu düşünerek Akın’ın boş olan yanına oturan Didem’den gözlerini çekip önüne çevirdi. Vakit harcamak adına telefonuyla oynamaya başladı. Hiç değilse birkaç saat etrafta görünse iyi olacaktı. Sonra odasına kaçmayı planlıyordu. Belki annesini arar sohbet ederdi. Kız kardeşi o kadar yoğundu ki ona her istediğinde ulaşamıyordu.

Eva neredeyse hiç arkadaşının olmamasıyla bir kez daha yüzleştiğinde işte yine burada nefes alamazmış gibi hissediyordu. Sena’dan sonra arkadaş olarak görebileceği sadece Nehir olmuştu ve şu anda araları öyle bir hâldeydi ki nasıl toparlayacağını bile bilmiyordu. Emir kulu olmaktan, istenileni yapmaktan bıkmıştı. Kendi hayatını ve arzularını yaşayamadan ömür tüketiyordu ve artık bundan sıkılmaya başlamıştı.

Karamsarlık üzerine ağır bir yorgan gibi örtülürken birinin gölgesinin altında kaldığını fark etti. Kafasını ekrandan kaldırdığında gördüğü yüzün Özgür’e ait olması onu şaşırtırken, “Bir şey mi oldu?” diye sormaktan kendini alamadı. Ortada bir terslik yoksa Özgür kollarının altına aldığı iki kadını bırakıp da asla yerinden kalkmazdı.

Özgür bir sorun olmadığını belli edercesine kafasını sallayıp tezgâha kollarını yasladı. İsteklere yetişmek için çabalayan Nedim’e hitaben, “Nasıl gidiyor bensiz?” diye sordu. Adam tüm hünerlerini sergiliyordu.

“Bir el atsan fena olmazdı be abim. İki kişi kaldık bu akşam. Gamze’nin hasta olacağı tuttu.”

“Masamda beni bekleyen iki çıtır var oğlum, bu gece yıldız sensin,” dedi Özgür.

“Bence yıldız yine sensin abi,” dedi Nedim sırıtırken. Yüzünde ima vardı. “Kapmışsın iki tane fıstığı daha ne?”

“İyi çocuk olursan bir gün sen de payını alırsın. Coştur bakalım etrafı,” dedi Özgür sahne senin dercesine. Nedim’in sırıtışı büyüdü. Oval bankonun diğer kısmında kalan kadınlara doğru dönerek giydiği bol tişörtü eteklerinden tutup çıkardı. Gözler önüne serdiği zayıf ama çalışarak biçim kazandırdığı vücudu oradaki kadınların anında dikkatini çekti. Serseri gülüşüyle saçlarını dağıtıp tüm ilgiyi istermişçesine eline aldığı şişeyle diğer tarafa doğru yaklaştı. Kadınlardan birkaçı onu beğeniyle süzüyordu. Kuşkusuz vücudunda en dikkat çeken yerin burayı simgeleyen aslan dövmesi olduğunu Eva biliyordu.

“İşte benim çırağım,” dedi Özgür keyifle. Islık çalıp Nedim’i destekledi. Ardından ise yüzündeki geniş gülümsemeyi bozmadan Eva’ya döndü, kadın da gülüyordu.

“Nasıl gidiyor, Eva?”

“Normal, her zamanki gibi.”

“Sıkılmış görünüyorsun. Senin havanı değiştirmek için ne yapabilirim?”

“Sıkılmadım, yorgunum sadece. Birazdan odama kaçarım beni idare edersen anlaşmış oluruz.”

Özgür ağırlığını yaslandığı bar bankosuna vererek iyice kadına doğru döndü. Ayakta durduğu için ona üstten aşağıya bakıyordu. “Son günlerde hep yorgun görünüyorsun. Anlatmadığın bir şey mi var?”

Eva telaşa kapılmaktan kendisini alamadı. Akın ve Özgür ikiz kardeşti ve Akın kardeşinden hiçbir şeyi saklamazdı. Acaba aralarından geçenin ne kadarını biliyordu? “Bir şey yok, beni düşündüğün için teşekkür ederim. Sadece... Nehir ile olan mevzuyu nasıl toparlayacağımı bilememek beni geriyor.”

“Her şeyin Akın’ın bok yemesi olduğunu biliyor zaten,” dedi homurdanır gibi. “Nehir anlayışlıdır, konuşup özür dilemesini bilirsen çok kızmaz sana.”

“Öyle yapacağım, onu gördüğüm ilk anda,” diyerek iç geçirdi. “Kötüydü buradan giderken, hiç konuştun mu Cesur abiyle. Durumu nasıl şimdi?”

“İyi, iyi, sorun yok. Uzaklaşmak ona iyi gelmiş.”

Eva anladığını belirtircesine kafasını salladı. Özgür’ü geçiştirmek için Nehir’in adını geçirmiş olsa da durumdan duyduğu rahatsızlık göz ardı edemeyeceği kadar çoktu. Bu yüzden ilk fırsatta Nehir’le konuşacaktı. Onun arkadaşlığına ihtiyaç duyuyordu ve bir daha bu arkadaşlığın üzerine başkasının isteklerini düşürmeyecekti, Akın’ın bile olsa.

Özgür, “Hadi, masaya dönelim,” diyerek kolunu girmesi için Eva’ya doğru uzattı. Genç kadın bu teklif karşısında yutkunmaktan kendisini alamadı. Birkaç gün öncesine kadar o masaya oturma fikri gerilmesine neden olmuyordu, ancak şimdi karnına ağrılar saplanmasına neden olmuştu. Akın açıkça kendisine sarkıntılık eden bir kadınla, ona platonik olan Didem’in arasında oturuyordu. Eva için orada bulunmak eziyetten farksız olacaktı, ancak üzerine şüphe çekmek istemediği için yüzüne yerleştirdiği zoraki gülümsemesiyle Özgür’ün koluna girdi. Zaten Özgür buraya neden gelmişti ki? Nedim’i kontrol etmek için mi? Eva nedeninin bu olduğunu hiç sanmıyordu.

“Her zaman yerinde olmalısın,” dedi Özgür masaya ulaşmak üzereyken. Genç kadın anlamamışçasına ona baktı. “Senin yerin bizim yanımız,” dedi Özgür daha sonra.

Ah, Özgür işte bu yüzden yanına gelmişti. “Teşekkür ederim. Sanırım ailenin tüm kibarlığını sen aldın,” dedi Eva gülümseyerek. Bundan mutluluk duyması gerekirken boğazına bir ilmek atıldı. Bunu söyleyenin Akın olmasını isterdi, ancak aradaki o köprüleri kendi elleriyle yıkmışken bunu istemeye hakkı bile yoktu.

Özgür gürültüyle iç geçirdi. “Akın’a incelik adına hiçbir şeyin kalmadığı kesin,” dedi kendi kendine. Ardından kadının daha rahat duyabileceği şekilde konuştu. “Şu bize doğru sırıtan suratıyla gelen değişik yeni DJ’in menajeri mi?”

“Aynı zamanda abisi,” dedi genç kadın. “İyi bir adama benziyor, hiç sorun çıkarmadı.”

“Görürüz zamanla iyi mi kötü mü.”

“Niye öyle dedin ki? Bir yanlışı mı oldu?”

“Yok be güzelim, biz tanımadığımız adama iyi demeyiz, ondan.”

Eva karışık ifadesiyle masaya ulaştığında göz ucuyla Akın’ı takip ediyordu. Masaya gelmesiyle birlikte tüm odağı içki şişesinden kopup kadına yönelmişti. Tekinsiz bakışları tepeden tırnağa kadının üzerinde dolanıp durdu. Eva daima kısa giyinirdi, kısa giyinmeyi severdi, ancak şimdi Akın’ın yakıcı bakışları yüzünden kendisini rahatsız hissetmişti.

Özgür iki kadının arasındaki yerine geri dönerken Eva da bulduğu boşluğa, o kadınlardan birinin yanında oturdu. Aynı zamanda Akın’la karşılıklı düşmüşlerdi. Didem’in asılan suratını görmezden geldiği sırada DJ’in hem menajeri hem abisi olan Tunç yanlarına gelmiş, daha çok Eva’nın tepesinde dikilmişti.

“Selamlar herkese, nasıl gidiyor? Eğleniyor musunuz?”

Tunç’un neşeli sorusuna karşılık Tuna, “Güzel performans,” demekle yetindi. Diğerlerinden ses çıkmadı ve bu Eva’yı rahatsız hissettirdi. Omzunun üzerinden dönüp adamın yüzüne baktı. Ortalamadan biraz daha fazlasıydı. Tıraşlı yüzünden akan en net duygu özgüvendi. Sadece bu bile onu çekici kılmak için yeterliydi, çünkü nasıl kullanması gerektiğini biliyor gibiydi.

“Her şey harika ilerliyor. Mete’den şüphem yoktu, beni yanıltmadı.”

Tunç, Eva’nın tebessümle ışıldayan çehresini izlerken elini kadının omzuna koyup, “Sen onun şans meleği oldun,” dedi. “Sayende epey sükse yapmış oldu. Ne diyeyim iyi ki bizi keşfetmişsin.”

Akın’ın gözleri sadece adamın Eva’ya değen elindeydi. “Siz ne zamandan beri tanışıyorsunuz?” diye birden sorduğunda ortamdaki sıcak havayı buz kestirmişti.

“Neredeyse bir haftadır,” dedi Tunç. Dudaklarındaki gülümseme solsa da tamamen kaybolmadı. Akın’ın sert bakışlarının odağında olan elini yavaşça geriye çekip cebine sıkıştırdı. Onun derdi asla sorun çıkarmak değildi.

“Neredeyse bir haftadır,” dedi Akın nihâyet gözlerini kadının omzundan çekip sanki konuşan Eva’ymış gibi ona bakarak. “Güzel. Eva her zaman nokta atışı yapar.”

“Kesinlikle,” dedi Tunç. Akın'ın yaydığı tüm tersliğe tezat etrafına pozitiflik yaymayı bırakmıyordu. Hatta pozitifliğiyle Akın’a meydan okur gibiydi. “Eva gibi bir asistanım olsaydı sırtım asla yere gelmezdi. İşinde onun kadar titiz olanına denk gelmedim. Örneği yok.”

“İçim şişti birden,” dedi Didem ağzının içerisinde homurdanarak ama herkes onu duymuştu ve bu umurunda bile değildi. Hatta Tuna’nın ters bakışlarını da görmezden geliyordu.

Eva, Didem’in patavatsızlığını örtmek istercesine, “Otursana,” dedi çabucak. “Sana içkilerimizden ikram edelim.”

Tunç, Eva’nın yanına oturmak için hareketlenmişti ki, “İzin alacağın kişi Eva değil,” dedi Akın. Tunç durdu. Masada yine soğuk rüzgârlar esti. Gerilim yaratmak Akın’ın umurunda değildi. Hatta gerilim yaratmak istiyor gibi görünüyordu. Nitekim yeniden konuştuğunda bu bariz anlaşılıyordu.

“Biz çalışanlarla aynı masada oturmayı tercih etmiyoruz.”

Eva neye uğradığını şaşırdı. Tunç bozulsa bile bunu harika şekilde maskeleyerek, “Öyle mi?” dedi hiç alınmamışçasına.

“Öyle,” dedi Akın aynı tavrıyla.

“Pekâlâ,” diyerek Akın’a dik dik bakmaktan geri kalmazken elini Eva’ya doğru uzattı. “Madem öyle biz kendimize başka masa bulalım. Ne dersin, Eva?”

Genç kadın kendisine uzatılan ele bakıp sertçe yutkundu. Çalışan sıfatına sokulmadığını biliyordu, bu yüzden söylenene hiç alınmamıştı ama Akın’ın yaptığı terbiyesizlikten başka bir şey değildi. Bir de haklıymış gibi Tunç’un teklifine köpürmüş gibi ürkütücü bakışlarını üzerine dikmişti. Aslında yaptığı tam anlamıyla rezillikti ve Eva nezakete her zaman önem veren biriydi. Akın’ın kabalığı yüzünden kendisini kötü hissediyordu. Bunu telafi edecekti. Hem duruma üzüldüğü için hem de Akın’a tepkisini koyabilmek için... Tunç’un havadaki elini tutup oturduğu yerden kalktı ve masadan çıktı. Hiçbir şey söylemesine gerek yoktu, adamın elini tutarak zaten çok şey söylemişti.

“Eh, size iyi eğlenceler. Tadını çıkarın,” dedi Tunç açık bir zaferle Akın’a bakarken. Elini tuttuğu kadını kendisine doğru çekip oradan uzaklaştırmak istedi, ancak Akın buna müsaade etmeyeceğini belli edercesine fırtına misali birden ayağa fırladı, masaya elini vurdu ve tısladı.

“Sana kalkabilirsin dediğimi hatırlamıyorum, Eva! Otur, hemen.”

Tuna daima gerilimleri yatıştıran kişi olduğu için hızla atıldı. “Ooo... sakin ol şampiyon. Tamam, herkes senden emir alacak, bundan sonra böyle,” dedi ama dediği gibi olmayacağını herkes biliyordu. Ardından da Özgür’e doğru eğilip onun duyacağı şekilde devam etti. “Yıkacak burayı bu.”

Eva'nın güzel kaşları öfkeyle çatıldı. “Ben senden emir almıyorum,” diye meydan okusa da evet, doğrusu ondan emir alıyordu.

Akın’ın gözlerine ölümcül bir ifade yerleşti. “Tam olarak bu, Eva, ben senin patronunum,” dedi ama patron kelimesine yaptığı vurgu açıkça ortadaydı ve kadın bunun nedenini biliyordu.

“Öyleyse düzeltmeme izin ver,” dedi Eva sıkılı dişlerinin arasından. Didem’in keyiflenen suratı iyice sinirlerini bozduğu için sinirden elleri titriyordu. “Ben yapacağım eylemler için senden emir almıyorum. Patronum olman yememe içmeme oturup kalkmama karışabileceğin anlamına gelmiyor. İşimde yanlış yaptığımda bu şekilde karşımda dur, birinin elini tuttuğumda değil.”

Akın tahammül sınırı kalmamış gibi birden masayı tutup ters çevirdiğinde ortamda büyük bir gürültü koptu. Müzik hızla kesildi, bardaklar kırıldı, içkiler yere döküldü, insanlardan çığlıklar yükseldi. “O eli kırarım,” dedi hırsla. Tam da bu esnada sakin olmasını istercesine birinin eli koluna dolandı. Akın bunun Didem olduğunu fark ettiğinde kolunu öyle sert silkti ki genç kız acılı bir ses çıkartmaktan kendisini alamadı.

“Sen başka dil bilmiyorsun zaten,” dedi Eva, hayal kırıklığı zümrüt yeşili gözlerinden okunuyordu. Ayrıca itiraf etmeliydi ki Akın’dan korkmuştu. Zira geceyi mahvetmiş olmak bile umurunda değildi. Onun aksine Eva meraklı bakışların altında olmaktan utanmıştı.

“Geç, şuraya otur,” dedi Akın başka hiçbir şey umurunda değilmişçesine. Tane tane ve karşısındaki kölesiymiş gibi hükmederek konuşuyordu.

Özgür oturduğu yerden kalkma ihtiyacı bile duymazken, “Yeter,” dedi sakince. Hâlâ kollarının altında duran kadınlar onun bu soğuk sakinliğinden dolayı gerildi. Özgür her zaman en eğlenceli olandı ve diğer tarafını nadir gösterirdi. Ancak gösterdiğindeyse birden en çok korkulan o oluverirdi.

“Otur lütfen, Eva,” dedi ama Akın’a bakıyordu. “Sen de Tunç,” dediğindeyse Akın yumruklarını sıktı, Özgür hiç ama hiç aldırmadı. Herkes Akın’dan çekinebilirdi ama onunla kardeş ve hatta ikiz olduklarını unutmamaları gerekirdi. Yeri geldiğinde Akın’dan çok bela olduğunu bilenler biliyordu.

Akın fırtınalı bakışlarını Özgür’e sapladı. Ona kimsenin anlamayacağı dilde, sadece bakışlarıyla karşılık verdi. Özgür’ün geri adım atmaya niyeti yoktu. Nitekim ortamda esen soğuk rüzgâra rağmen, “İstersen sen gidebilirsin ikiz,” dedi gerginliği bir üst kademeye taşımaktan çekinmeyerek. “Biz bu gece bu şekilde oturacağız,” diye ekleyerek de fitili iyice ateşledi.

“Siktir git,” diye hırladı Akın.

Özgür hay hay dercesine kafasını sallayıp, “Demek bizimle kalmayacaksın, ne üzücü!” diyerek kardeşini açıkça kovdu. Bunu yaparken hâlâ o sakin, umursamaz suratıyla duruyordu, Akın gibi sinirden köpürmüyordu.

Akın gözü dönmüş şekilde Özgür’e doğru adım atacaktı ki Tuna hızla hareketlendi, ancak ondan önce biri davrandı. Gece boyunca Akın’a ilgisini esirgemeyen Rus kökenli kadın araya girip ellerini Akın'ın sert göğsüne yerleştirdi. “Lütfen, sakin ol, boş ver onları. Seni başka masaya götürmeme izin ver,” dedi yüksek dereceli aksanıyla.

Akın kadını önünden çekmek için kolundan tuttu, sertçe kavradı ve sonra aklına bir şey gelmiş gibi durdu. Kadına baktı, güzeldi, gerçekten güzeldi. Zaten Rus kadınları daima favorileri olmuştu. Hırsından ve içki yüzünden sislenmiş kafasından dolayı sonrasını düşünmeden hareket etti ve kadını itmek yerine kendisine çekip herkesin içerisinde öptü. Orada Didem hayal kırıklığıyla yığılır gibi kalktığı yere oturdu, kimse onu umursamadı ama bilenlerin bakışları hızla Eva’ya döndü.

Eve ise gözlerinin önünde gerçekleşen sahneyi izlerken görünmez biri tarafından kör bir bıçakla göğsünün deşilip durduğunu hissediyordu. Düz bir suratla, sanki hiç etkilenmemiş, sanki kalbi hiç sızlamamış gibi Akın’a bakarken aslında parçalara ayrılıyordu. Buna rağmen dudaklarına yarım, soğuk, ölüm kadar soğuk bir kıvrım katmayı başararak orada durdu. Yutkunamadı, nefes almakta güçlü çekti ama dışarıya hiçbir şey sezdirmedi.

Sonra Rus kadın suratındaki zafer gülümsemesini saklamadan Akın’ı oradan uzaklaştırdı. Eva, onlar geçip giderken öylece bekledi. Nereye gittiklerini ve ne yapacaklarını düşünmek beyninin karıncalanmasına neden oluyordu. Yine de tüm o rahatsız edici hislere rağmen hiç canı yanmıyormuş gibi omuzlarını dikleştirdi. Artan insan gürültüsünün arasında kalmak içini baymışçasına, “Müzik neden sustu? Daha yüksek sese ihtiyacım var,” diye bağırdı. Evet, kalbinin acı çığlıklarını susturmak için çok daha yüksek ses gerekliydi. Ve ayrıca beyninin Akın’ı ve o kadını düşünmesini engellemek için de epey içkiye ihtiyacı vardı.

×××

Zihnimin perdesine bir kadının silueti düştü. Gölgelerin arasındaydı ama onu tanımıştım. O, Filiz’di; Cesur’un annesi... Doğrudan bana bakan kahverengi gözlerindeki acı kalbime işlemişti. Benimle konuşmuyordu ama bakışlarındaki çığlıkları duyabiliyordum. Adeta bana bir şeyi anlatabilmek için çığlık çığlığaydı. Ama anlayamıyordum. Ne söylemeye çalışıyordu?

Kadın gölgelerin arasında eğilerek yerden bir şey aldı ve bana doğru çevirdi. Kenarları kararmış eskimiş bir aynayı yüzüme tuttu ve ben olduğum yerde sıçrayarak aynadaki yansımama dehşetle baktım. Çünkü bana bakan, tıpkı benim gibi hareket eden o kadın ben değildim; Filiz’di.

Korkuyla yattığım yerde sıçrayıp hızla doğruldum. Sersem sersem etrafıma bakıp ne olduğunu anlamaya çalışırken sehpaya çarpmıştım ve üzerindeki bardağın düşmesine neden olmuştum. Bardağın gürültüyle yere düşüp birkaç parçaya dağılması kulaklarımda yankılanırken yatın balkon kısmında olduğunu ancak bana doğru gelince fark edebildiğim Cesur telaşla kamaraya girdi, telefon kulağındaydı ve belli ki biriyle görüşüyordu.

“Nehir? İyi misin? Ne oldu?” diyerek yanıma geldiğinde donuk donuk ona bakmak dışında bir şey yapamadım. “Nehir,” dedi benden tepki alabilmek için vurguyla. Çenemi tutup gözlerime daha dikkatli baktı.

“Rüya,” diye sayıkladım. “Rüyaydı.”

Ancak rahat bir soluk alarak beni göğsüne doğru çekip, “Tamam sorun yok,” dedi telefonda her kimle konuşuyorsa ona hitaben. “Sen devam et. Hangi otelde kalıyor dedin?”

Kalbimin gümbürtüsü nihayet azalmaya yüz tuttuğunda telefonun ucundaki sese kulak kesilip kim olduğunu anlayabildim, Özgür’dü. Müzik sesi gelmediğine göre kulüpte değildi ya da gece bitmişti. Sahi o kadar uyumuş muydum? Köşedeki dijital saate bakmak aklıma geldiğinde saatin gece ikiye yaklaştığını gördüm. Demek oluyordu ki kulüpte eğlence bitmemişti. Ya Özgür orada değildi ya da rahat konuşabilmek için arkadaki büro kısmına geçmişti.

“Sall Otel. Dün gece de orada kalmış. Bizim elemanlar beklesin mi daha? Gerek var mı?”

Cesur, “Dönsünler,” diyerek kestirip attı. “Pişman olmayacak.”

“Bence de. Akın’ın anlattığına bakarsak olmayacağı belliydi zaten. Giderken bu kadar kırmasaydı da arkasında olsaydık iyiydi ama...” Gürültüyle iç çekti. “Kendi kaybeder ne diyeyim?”

Cesur daha fazla yorum yapma gereği görmedi. “Başka bir şey var mı? Akın ne âlemde?”

Göremesem bile Özgür’ün sıkıntıyla ensesini kaşıdığı anlar gözlerimin önünde canlandı. “Dağıttı iyice. Sorunu Eva’yla. Ağzından tek kelime çıkmıyor ama anlaşılıyor.”

“Dönünce alırım hesabını,” dedi duruma canı sıkılmış gibi. “Gözün üzerinde olsun.”

“Tamam abi, selam söyle Nehir’e.”

“Eyvallah,” diyerek telefonu kapatıp masanın üzerine bıraktı ve iri parmakları hızla yüzümü buldu. Göğsüne yaslı duran kafamı kaldırarak ona bakmamı sağladığında yeniden, “İyi misin?” diye sordu.

Kısaca kafamı salladım. “Yavuz’dan mı bahsediyordunuz?” diye sorarken doğruldum ve köşe oturma grubuna sırtımı yasladım. Uyuduğumda üzerime bıraktığı olan örtüye sıkıca sarılıp ayaklarımı karnıma doğru çekerek onları da örtünün altında sakladım. Cesur benim gibi geriye yaslanmak yerine yanımda dimdik durmaya devam etti.

“Evet.”

“Peşini bırakmalarını söyledin?”

“Evet, bunu istememiş miydin?”

“Evet,” dedim ben de. Aynı cevabı kaç kez daha tekrar edeceğimizi düşündüğüm sırada Cesur derin bir soluk aldı.

“Yavuz neden gitti Nehir?”

“Bunu neden şimdi soruyorsun? Dün hiç kurcalamamıştın.”

“Dün kurcalamamış olmak bugün aklımda daha çok soru işareti oluşturdu. Aranız bozuktu, eyvallah, bozukken bile seni düşündüğünü görebiliyordum. Şimdiyse arayı düzeltmiştiniz, sorun yoktu.”

“Benim yüzümden,” dedim içimdeki yarayı saklayamadan. “Onun önünde birini öldürdüm, bunu kaldıramadı.”

“Yavuz ölümü kaldıramazdı, doğru ama yine de gitmezdi. Başka bir şey olmadığından emin misin?”

Acı bir tebessümle dudağımın kenarı kıvrıldı. “Benim değiştiğimi görmek ona ağır geldi. Gözünde tertemizdim, artık değilim. Aslında hiç değildim ama bunu kabullenmek onun için zor. Durmadan beni ilk tanıdığı hâlimle kıyaslayıp aklıyordu ama Hasan’ı öldürünce artık elinde beni aklayabileceği bir şey kalmadı galiba. Neydim ne oldum, değil mi?”

“Hiç temiz değildin,” derken iç geçirdi. “Ama daha önce, buraya gelmeden önce birini öldürmemiştin?”

“İlk cinayetimi seninle işledim,” dediğimde güler gibi bir ses çıkarttı. “Beni kötü yola soktun. Senin beni kötü olan her şeyden koruman gerekirken tuttun elime silah verdin,” diye ona taş atıp takılsam da yüzümde bundan eğlendiğimi belirten hiçbir ibare yoktu.

“Ben seni kötü olan her şeyden koruyorum-”

“Bana silah vererek mi?”

“Oldu olacak Yavuz’un gitmesinden beni sorumlu tut, Nehir,” dedi biraz sertçe.

“Değil misin?” diye bastırdım. “Beni bu yola sen çektin.”

“Sen zaten bu yoldaydın. Özünden hiçbir zaman kaçamazsın. Bak bana. Annem beni yetimhaneye bıraktı, bu dünyadan ayrı yıllarca yaşadım ama nihayetinde yine olmam gereken yerdeyim.”

“Hiç o temiz çocuğa ihanet ettiğini düşünmüyor musun?”

“Düşünmüyorum,” dedi beklemeden. “Dünyanın diğer tarafı günlük güneşlikmiş gibi konuşman sinir bozucu. Çocukluğumda yaşadıklarımın onda birini burada yaşamadım. Aç bırakıldım, dayak yedim, dışlandım, günlerce cezalandırıldım. Ne için? Açlıktan ne yapacağımı şaşırıp yemekhaneden ekmek aldığım için. Kaç yaşındaydım? Yedi? Sekiz? Tüm kötüler bu dünyaya itilmiş gibi davranamazsın. Herkes yaşamak için var ve herkesin yöntemi farklı, bu kadar.”

“Adalet ve kanun diye bir şey var-”

“Gerçekten var mı sence? Kaç emniyet mensubu tanıyorum, kaçı üstlerinden alacakları emirlere ihanet edip benim dediğimi yapar biliyor musun? Mecliste adalet diye bağıranların çocukları torunları kulüpteki dövüşlere tonlarca para yatırıyor. Herkes pisliğini bir şekilde kapatıyor, Nehir. İyilik, iyi dünya falan kimsenin umurunda değil.”

Adalet hiçbir zaman adaletli şekilde işlememişti.

“Kendimle savaş hâlinde olmak o kadar zor ki,” dedim itiraf edercesine. “Özüm bu, doğru, Yavuz da aynısını söyledi.” Güler gibi dudaklarımı eğrilttim. “Silah tutmak bana ağır gelmiyor. Kendi adaletimi sağlamak problemmiş gibi hissetmiyorum. Hatta gittikçe her şey gözüme daha normal gelmeye başladı. Ama Nehir olarak geçirdiğim yıllar sanki bir köşeden bana bakıp şu anda geldiğim hâle acıyor gibi. İşte buna katlanamıyorum.”

“Birileri seni Nehir olmaya zorlamış. Nehir olmaktan memnun muydun önce kafanın içinde buna cevap ver.”

“Bilmem. Bunu hiç düşünmedim,” dediğim sırada onun da geriye doğru yaslanmasını izledim. Kenarda bulunan sigara paketini kapıp içerisinden çektiği dalı tutuşturdu. “Başlarda Nehir olmak çok zordu. Ailede hiç istenmeyen olsam bile dışarı çıktığımda bana hizmet edilmesine, saygı gösterilmesine alışmıştım. Bunun yokluğunu yaşarken zorlandığımı hatırlıyorum. Bir anda okulda parmakla gösterilen, her zaman terbiyeli davranılan çocuk olmaktan çıkıp herkesin kolayca itip kalkabileceği çocuk oluvermiştim. Yaşadıklarım yüzünden sesimi çıkartmaya bile korkardım ve söyleyemediğim her şey beni yer bitirirdi. Büyüdükçe Nehir olmak daha kolay oldu. Alıştım galiba. Ama bir şeyler elde edebilmek için hep çabalamam gerekti. Hayatım çabalayarak ve tüm gücümle çabaladığım hâlde çok da yol kat edemediğimle yüzleşerek geçti. Yoluma canımı yakan, şeref yoksunu onlarca kişi çıktı, hiçbirine hak ettikleri karşılığı veremedim. Özellikle en çok böyle anlarda eski hayatımı özlüyordum ve Nehir’den nefret ediyordum.”

Dudağının kenarı kıvrıldı. “Nehir’ken bile haksızlığa uğradığında adaleti aramamışsın, kendi adaletini arzulamışsın. Daha ne?”

Attığı taşın tam yerine konması hem canımı sıktı hem de sıkmadı. “Tolga öldüğü için kötü hissetmiyorum,” dedim doğrudan ona bakarak. “Hasan öldüğü için... gerçekten memnunum. Ama böyle olduğu için, böyle hissettiğim için korkuyorum.”

Sigaradan aldığı soluğu kafasını geriye yatırarak havaya bıraktı. Kısık tuttuğu gözleri kamaranın tavanına saplıyken, “Zamanla tüm duyguları kaybedeceğin için mi?” diye sordu.

Ağır ağır kafamı salladım. Bana bakmıyor olsa bile anladığını biliyordum. “Sen kaybettin mi?”

“Kaybetmiştim,” dedi. Sigaradan bir yudum daha alıp dumanını bu kez kafasını hafifçe bana doğru çevirerek üfledi. “Seni bulana kadar yoldan çıkmıştım. Senden önce bir aileyi katletmek için kaç mermi harcayacağımı hesaplardım. Şimdiyse mermileri hep eksik yerleştiriyorum, çünkü hata yapanı annesi, babası, kardeşi, sevdiği varsa aklamaya başladım.”

“Sen dağıtabileceğin kadar dağıttın, bunun tadını dibine kadar yaşadın. Senin için merhamet göstermek daha kolay. Bense zaten yıllardır şimdi yapabildiklerimi yapamadığım için biriktirmişim, şimdiyse bana tüm imkânları veriyorsun. Cesur... bana dur de. Çok kolay yoldan çıkarım, sonra hak etmeyen birine dokunursam kendimi toparlayamam biliyorum.”

“Yanlış tahtaya bastırmam seni, korkma,” dedi.

Tavrı gülmeme neden oldu. Delicesine, kendi kendime olan garip bir gülüştü. “Bu hâlde olmama neden olan sensin ama ben yine senden yardım dileniyorum.”

“Seni dibe batıran da ben olmalıyım, dipten çıkaran da. Benim için sen öylesin.”

“Ben seni nasıl dibe çekiyor olabilirim?” diye sordum şaşkınlıkla.

“Senin için yapmayacağım şey yok, yanlış olduğunu bilsem bile. Senin için girmeyeceğim yol yok, sonu kötü olacak olsa bile. Deseler ki bu kadının yanında bir gün daha kalırsan öleceksin, ben o bir günün her saniyesini seninle geçiririm. Senin için ölürüm, fırtına kuşu.”

“Cesur senin ya da bebeğinin uğruna ölür.”

Yavuz’un sesi zihnimde can bulduğu anda irkilip bedenimi tamamen Cesur’a doğru çevirerek, “Öyle söyleme!” diye bağırdım. Cesur bana garip garip bakarak doğruldu. Ne olduğunu çözmeye çalışan gözleri hızlı hızlı inip kalkan göğsümde, titremeye başlayan ellerimde ve rengi kaçan yüzümde mekik dokurken ben yine sesimin ayarını kontrol edemedim.

“Bunu bir daha duymayacağım, tamam mı? Bir daha bunu söylemeyeceksin!” dediğim sırada hızımı alamayıp onu omzundan ittim.

Bitiremediği sigarayı açık pencereden denize doğru savururken, “Neyi, Nehir? Ne dedim?” dedi şaşkın şaşkın.

“Demeyeceksin!” dedim daha yüksek sesle.

Hırçınlığıma ilaç olacak tek şeyin şefkati olduğunu bilirmişçesine beni kendisine doğru çekerek, “Fırtına kuşu,” diye fısıldadı. Benim yüksek seviyedeki sesimin aksine epey kısık sesle konuşmuştu. “Demem bir daha, tamam,” dediğindeyse ona ne için köpürdüğümü hâlâ anlamamış olduğunun farkındaydım. Sadece beni yatıştırmak niyetindeydi.

“Ölmeyeceksin,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. Ağlamak üzere olmam pek normal değildi. “Benim için ölmeyeceksin, Cesur, duydun mu? Tek sen kaldın, tek sen varsın. Seni de kaybedemem, bunu bana yapmaya hakkın yok, benim için olsa bile. Ölmeyeceksin. Bir daha bunu söyleme.”

“Tamam,” derken elini başımın arkasına yerleştirip yüzümü boynuna doğru bastırdı. Hâlâ şaşkındı ve tepkim her ne kadar sert olsa da sanırım bir noktada hoşuna gitmişti. “Senin için yaşarım o zaman, tamam mı? Senin için yaşarım.”

“Yemin et,” dedim sanki ölüm onun elindeymiş gibi.

“Yemin ederim,” dedi sanki ölüm onun emrindeymiş gibi.

“Evlenelim,” dedim birden, aniden. Cesur elektrik akımına kapılmışçasına irkilip yüzümü görebilmek için bu kez kafamı geriye doğru çekti. Ağlamıyordum ama gözlerim nemliydi.

“Nehir, sen gerçekten iyi olduğuna emin misin?”

“Evlenelim diyen sendin, kabul edince neden bu kadar şaşırdın ki?” dedim bulunduğum duruma rağmen beceriksizce gülmeyi başarırken. İşin aslı içim feci şekilde onu kaybetme korkusuyla doluydu.

“Şaşırmam normal değil mi sence de? Üzerinden saatler geçti. Ne değişti ki beni cevapsızlıktan kurtardın?”

Evet, ona elle tutulur cevap verememiştim. Ne yok diyebilmiştim ne de kabul edebilmiştim. Kaçmıştım, her zamanki gibi. Cesur da üzerime gelmemiş, beni kendi hâlimde bırakmıştı. Zaten plansızca ortaya attığı istekti, bunu belli etmişti ve aynı zamanda tüm plansızlığına rağmen evlilik fikrini hemen benimseyip arkasında durmuştu.

“Seni kaybetmek istemediğimi anladım,” diye itiraf ettim. “Aptalım ben, Cesur. Korkağım. Çok korkuttular beni, içime işlediler bunu. Kaçmak gitmek istiyorum hâlâ. Ama kalmak istiyorum senin için. O kadar ara yerdeyim ki çok acı çekiyorum, yine kendimle savaşıyorum çünkü bu kaçma isteği kahrolası bir dürtü gibi. Sürekli yakamda, bana huzur vermiyor. İçimi kemiriyor resmen, sana yemin ederim ki içimi oyuyor. Utanmasam beni kendine zincirle diye sana yalvaracağım. Çünkü ben o kadar aptalım, anlıyor musun? O içimden söküp atamadığım korkularım yüzünden kaçar giderim diye korkuyorum. Güvenmiyorum kendime, hiç güvenmiyorum hem de.”

Bir süre bana sadece baktı. Sanırım duyduklarını hazmetmesi ya da hâlime anlam vermesi pek kolay değildi. Nihâyet ondan bir tepki alabildiğimde bunun yarım bir gülümseme olması duraksamama neden olmuştu. “Hasta bir adama ancak onun kadar hasta bir kadın yakışırdı,” dediğindeyse acı dolu bir inilti çıkarmaktan kendimi alamadım. “Seni kendime zincirlememi istiyorsan bu ancak hoşuma gider. Bunu yapmak için yer arıyordum zaten.”

“Dalga geçme, ben ciddiyim. Bir gün bıraktığın yerde beni bulamazsan görürsün.”

“Gelmeni yıllarca beklemişim kadın, şimdi kim seni benden alabilir?” dedi kendinden emin, net tavrıyla. “Sen bile,” dedi daha sonra altını çizer gibi. “Sen bile seni benden alamazsın artık.”

Ciğerlerimin ihtiyaç duyduğu nefes onun dudaklarında saklıymış gibi onu öptüm, bana aynı şekilde karşılık verdi. Ellerim durmayıp kalıplı vücudundan kayarak karnına oradan da giydiği bol eşofmanın beline uzandı. Eşofmanın belini aşağıya doğru çekiştirirken, “İhtiyacım var sana,” diye sayıkladım. “Senin olmaya ihtiyacım var.”

Cesur sabırsızca beni geriye doğru yatırınca sırtım koltuğun sert minderiyle buluştu. Üzerime giymem için getirilen eşofmanlardan birini giyiyordum, hatta neredeyse çift takımıymış gibi Cesur’un giydiğiyle benzeşiyordu. Aceleci parmaklar eşofmanımın beline yerleşip iç çamaşırımla birlikte kabaca aşağıya çekiştirdiğinde yaptığım tek şey daha hızlı olması için sızlanmaktan ibaretti. Diz kapaklarımın üzerinde yığılan kıyafetlerim bacaklarımın bağlanmış gibi kalmasına neden olurken Cesur kalçamı hafif yan çevirip hızla yerini doldurdu. Tamamen giyinik şekilde, sanki yangından mal kaçırır gibi birbirimize kavuşmamız ikimizi de inlettirdi. Ardından yine tüm ağırlığıyla beni kuşatıp dudaklarımızı birleştirdi.

İçimdeki korkan kadının bir nebze de olsa rahata erdiğini hissettim. Sanki bana dokundukça çıkış kapılarımı teker teker kapatıp kilitliyordu. Sanki içime kendisini kazıyordu ve ben ona ait hissediyordum. Onu yuvam bilirsem belki bu iğrenç kaçma dürtüsünden kurtulabilirdim, kim bilir? Zaten Cesur benim için sahip olunabilecek en mükemmel yuvaydı.

Nihai sona ulaştığımızda bana kalan delicesine atan bir kalp ve körük gibi inip kalkan göğüs kafesiydi. Giydiğim kalınca sweet yüzünden epey terlemiştim. Cesur da terlemişti, ensesinden kavradığım saç kökleri ıslaktı. Hâlâ üzerimde durmaya devam ettiği sırada, “Sana soyadımı vereceğim,” dedi sık nefesleri yüzüme çarparken. “Gerçek bir soy ismin olacak.” Uzanıp alnıma dudaklarını bastırdı. “Ve bana gerçek ismini vereceksin.”

İlk kez telaşlanmadım. Kollarımı ona daha sıkı dolayıp, “Adil bir anlaşma,” diye mırıldandım. “Soyadımı değiştir, ismimi değiştireyim. Nehir artık bana yük oluyor zaten,” dedim kendimden başka biriymişim gibi bahsederek.

Cesur kafasını iki yana sallarken güldü. “Yine kirli oynuyorsun. Ben şimdi söylemeni kastetmiştim.”

“Önce kendimi garantiye alayım. İsmimi öğrenirsen kim olduğumu öğrenirsin. Gözün korkar, vazgeçersin falan... garanti olsun,” dedim üzerime sinen tatlı bir mayışmayla.

Bu kez daha sesli güldü, hatta kahkaha attı. “Belalı kadınım benim,” dediği sırada doğruldu. Üzerimden kalkıp üst başını düzeltirken ve sonra da dizlerime indirdiği kıyafetlerimi yeniden yukarıya çekerken suratında hâlâ o çekici gülüşü asılı duruyordu. Yattığım yerden beni tutup kaldırarak geriye yaslandığında neredeyse onu bir yatak gibi kullanmamı sağlayarak bedenimi üzerine çekti. Bacaklarım bacaklarına dolandı, yanağım göğsüne yaslandı ve kollarım iri bedenine sarıldı.

Huzurun kanıma karışmasının tadını çıkardım. “Hep böyle kalsak keşke. Baş başa,” dedim iç çekerek.

Saçlarıma parmakları karışırken, “Gerçekten iyisin, değil mi fırtına kuşu?” diye sordu sakince.

“İyiyim. Neden iyi olmadığımı düşünüyorsun? Gitmekle ilgili konuştuğum için mi?”

“Bana söylediklerin... yakınlığın... yabancısıyım,” dedi ve ben ona hak ettiği hiçbir şeyi söylemediğim için vicdan azabı duydum. “Buradan döndüğümüzde evlilik işlemlerini başlatırım-”

“Başlat,” dedim tereddüt etmeden. “Resmiyette de sana bağlanayım. Sağım solum sen ol.”

Saçlarımda gezinen parmakları hafifçe alnıma dokundu, sanırım ateşimin olup olmadığını kontrol ediyordu. “Kaçıp gitme korkun mu sana bunları yaptırıyor?”

“Biraz evet biraz hayır.” Duraksadım ve yanlışı fark etmiş gibi iç geçirdim. “Aslında biraz korkularım çokça sen demek daha doğru olur.”

“Ben?”

Kafamı salladım, yanağım kazağına sürttü. “Eğer seni kalbimden çıkartabilseydim şu anda çok başka bir yerde duruyor olurdum. Çoktan gitmiştim.”

“Kalbinde miyim ben senin?” diye sordu tıpkı bir çocuğun beklentisiyle. Dudaklarım kıvrıldı.

“Kalbimdesin.”

Uzunca bir süre Cesur’dan ses çıkmadı. Kafamı kaldırıp ona bakmak istesem de bulduğum rahatı bozmak istemedim. Parmakları ağır ağır saçlarımı okşamaya devam ediyordu. Sanırım düşünceler âlemine dalıp gitmişti. Belki de söylediklerim ona ağır gelmişti. Sürekli onu reddedip dururken ya da uzak tutmaya çalışırken şimdi ona koşan bendim ve hâlimi garipsiyor olabilirdi. Belki de sevilmeye alışık değildi, bundan yadırgıyor bile olabilirdi.

“Fırtına kuşu,” dedi çok sonraları derin bir iç çekişle. “Rüyanda ne gördün? Yoksa o mu seni bu kadar etkiledi?”

Rüyamı hatırladığımda güzel olan tüm hislerim solmaya yüz tuttu. “Anneni gördüm,” diye fısıldadım, üzerinde yattığım beden kaskatı kesildi.

“Nasıl?”

“Karşımdaydı, ayaktaydı,” dedim rüyamın ayrıntılarını hatırlamaya çalışırken. “Bana bir şey anlatmak istiyor gibiydi ama konuşmuyordu. Sonra eline nerden bulduysa bir ayna alıp bana doğru çevirdi. Kendimi görmem gerekirken aynada yine onu gördüm, genç hâlini ama benmişim gibi hareket ediyordu. Kendime bakıyordum ama onu görüyordum, garipti.”

Cesur’un saçlarımda gezinen parmakları dondu. Nefesini tuttu, onunla birlikte nefesimi tuttum. Sonra birden, “Gitme demek istedi,” dedi donmuş gibi. “Gitme demek istedi Nehir, benim yaptığımı yapma demek istedi.”

“Eğer gidersem onun gibi olacağım. Ona bakmak aslında geleceğime bakmaktı,” dedim ben de aynı donuklukla. Gözlerim irileşti. Zihnimde bir şeyler yer değiştirdi, bir şeyler kırıldı, bir şeyler yok oldu ve karanlık perdelerden biri aralandı. Dile getirdiğim şeyin gerçekliğini tattım.

Ona bakmak geleceğime bakmaktı.

Hızla doğruldum, Cesur da doğruldu. Bana bakıyordu, ne düşündüğümü anlamaya çalışıyordu. Koyu kahve gözlerine düşen yansımamın göğsü hızla inip kalkıyordu, duruşu tedirgindi. Kafamı hafifçe iki yana sallarken, “Cesur,” dedim acıyla. “Annen gibi olmak istemiyorum.”

Yutkundu. “Babamı gördüm, onun gibi olmamak için her şeyi yaparım,” diye karşılık verdi.

“Cesur,” dedim, yutkunamadım. “Hamileyim.”

×××

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%