@yazarimsibirileri
|
Yeni bölüm cumartesi akşamı 🥳 Yorumlamayı unutmayın, sizi seviyoruz 🥺🥰🥰🥰 ♧ Kafamı hafifçe iki yana sallarken, “Cesur,” dedim acıyla. “Annen gibi olmak istemiyorum.” Yutkundu. “Babamı gördüm, onun gibi olmamak için her şeyi yaparım,” diye karşılık verdi. “Cesur,” dedim, yutkunamadım. “Hamileyim.” •
Ve büyü bozuldu. “Ne?” dedi donakalmış şekilde. “Hamileyim,” dedim bir kez daha ama bu kez sesim kısıktı. “Hamilesin?” “Evet.” Suratındaki ciddi ifade hiç bozulmadan, “Nasıl?” diye sordu. Sanki gerçekten nasıl yapıldığını bilmiyor gibi duruyordu. Hatta her şeyden soyutlanmış gibiydi. Şaşkınlığını garip biçimde yansıtıyor olmasını yadırgamaktan kendimi alamayıp yanağımın içini kemirirken, “Ne demek nasıl?” dedim tüm gerginliğimle. “Hiç korunmadık ki.” “Ben...” Donuk bakışları yine değişmedi. “Hiç düşünmedim ki.” Sanırım düşündüğümün aksine tepkisi güzel olmayacaktı. Bunun yaydığı buz gibi his içimi üşütürken hızla doğrulup Cesur’dan ayrıldım. Kalakalmış hali artık canımı sıkmaya başladığı için bakışlarımı masanın üzerine çevirip, “Benden çok senin düşünmen gerekirdi,” diye homurdandım. “Nehir,” derken o da doğrulmuştu. “Bu gerçek mi?” Kafamı sallamakla yetindim. Bunun üzerine, “Nasıl olabilir?” diye sayıkladığında artık öfkemi içimde tutamaz hâle gelmiştim. “Neden olmasın? Birlikte olup durduk, sonucunun ne olmasını bekliyordun?” “Bilmiyorum,” dedi kafa karışıklığıyla. Onu ilk kez bu kadar karman çorman görmüştüm. Her zaman atacağı adımı bilen biriyken şimdi ne diyeceğini bile şaşırmış hâldeydi. İçimdeki ses ona biraz zaman vermemi fısıldadı, anında kabul ettim. Bunu kabullenmesi bu kadar zor muydu diye düşünmekten kendimi alamıyordum. İlk öğrendiğimde ben de böyle bocalamış mıydım? Ya benim gibi bebeği istemediğini söylerse ne olacaktı? İstemediğini duymayı kaldırabilir miydim? Cesur başka bir şey söylemeden telefonuna uzanıp çabucak birini aradı. Çağrısının cevaplanmasını sabırsızca bekledi, ben de aynı onun gibi bekledim. Nihayet hattın ucundaki telefonu açtığında, “Tuna,” dedi hızla. “Doktoru ara, Furkan’ı. En geç sabah yanına uğrayacağız.” Kanım damarlarımın içerisinde dondu. Hiçbir şey söyleyemedim, tepki bile veremedim. Ne için gideceğimizi soramadım, soracak cesareti bulamadım. Tek yaptığım ellerimi karnımın üzerine kapatıp koruma içgüdüsüyle olduğum yere sinmekti. “Nehir için. Fazla soru sordun, dediğimi yap.” Sonra telefonu kapattı ve başkasını aradı. “Kaptan, geri döneceğim, beni yönlendir. Yok, senin gelmeni bekleyemem,” diyerek ayaklanıp dümene doğru ilerledi. Kaptanla konuşmaya devam ederek yatı hareket ettirmek için gerekli bilgileri alırken buna dayanamıyormuşum gibi kendimi kamaradan dışarıya attım. Tırabzanlara tutunup açık havada rahatça nefes almaya çalışırken rüzgâr sertleşmişti. Adeta akmak için an kollayan gözyaşlarımı geri göndermek niyetiyle yüzümü tokatlıyor, saçlarımı geriye doğru uçuşturuyordu. İçimi kemiren tonlarca ağır düşünceyle birlikte karaya ulaştığımızda bizim için bekletilen araca geçtim. Sürücü koltuğunda Cesur vardı ve çok hızlı sürmek istiyor gibi direksiyonu kavramış olsa da fazla yüksek sayılara çıkmıyordu. Sürekli dönüp dönüp bana bakıyordu. Bense sessizliğimi bozmadan oturuyordum. Sanırım söylemekle doğruyu yapmamıştım. Belki onu aldırmamı isteyecekti, bunu onaylayacak mıydım? Bir yanım karşı koymak için şimdiden hazırken diğer yanım bunu soğukkanlılıkla kabullenmişti. Ben bebek için uygun bir anne olamazdım, hayatım bebek için uygun bir hayat değildi. Ama öte yandan onu sürekli inkar edip istemesem de uzun zamandır benimleymiş gibi ona alışmıştım. Ayrıca düşündüğümde o benim bir parçamdı. Benim ve Cesur’un... Ellerimi istemsizce karnıma sarıp oturduğum yerde kıvrılarak bebeği güvende tutma içgüdüme teslim oldum. Cesur her hareketimi takip ettiği için, “Ağrın mı var?” diye sordu. Endişeli desem değildi, telaşlı desem değildi. Garipti. Gerçekten garipti. “Yok,” dedim, hissettiğim kramplar tamamen yaşadığım stres yüzündendi. Saat sabaha karşı dörde doğru ilerlediği için yollar epey sakindi. Bunun sağladığı kolaylıkla normalden çok daha kısa sürede kulübe yaklaşmıştık. Cesur sert bir manevrayla daha kestirme olduğunu düşündüğüm yola bizi sokarken, “Nasıl bilebilirsin?” dedi birden. Bir an için neyden bahsettiğini anlayamadım. “Neyi?” Parmakları direksiyonu daha çok sıktı. “Hamile olduğunu,” dedi bunu söylemek ona zor geliyormuş gibi. “Test yaptım,” diye mırıldandım. Bulut’un ya da Yavuz’un bahsini hiç açmasam galiba daha iyi olacaktı. “Ne zaman?” “Yavuz’un gittiği gün.” “Bana neden o zaman söylemedin?” derken kısa bir anlığına gözlerini yoldan çekip bana çevirdi. “Doğru, söylemezsin! Bir şeyleri saklamak senin huyun.” Afalladım. “Cesur-” “Sus, Nehir,” dedi beni yine şaşkınlığa uğratarak. “Boş ver, sus sen. Tek yaptığın bu.” “Evet,” dedim tepkisi canımı sıksa da geri adım atmazken. “Susarım ben. Böyle karşılayacağını bilseydim söylemezdim de.” “Nehir,” dedi uyarırcasına adımı zikrederek. Sürtüşmemi istemiyordu. “Gün aydınlandığı gibi doktora gideceğiz-” Bu kez, “Neden?” diye sorabildim ama dilimde dikenler varmış gibi hissetmiştim. “Kontrol için-” Yine lafını keserek, “Aldırmaya uygun diye bakmak için mi?” dedim birden. “Eğer bunu bilmek istiyorsan doktora gerek yok tamam mı? Daha çok küçük sorun olmaz.” Cesur birden gaza yüklendi, sırtım resmen koltuğa yapıştı. Kulübün caddesine son sürat hızla girip bana asla duramayacakmış gibi hissettirse de aracı tam da kulübün önünde durdurdu. Bu kez yaptığı sert frenden dolayı arabanın ön paneline yapışmamak için kemerime tutunmak zorunda kaldım. Kendimi toparlayabildiğim ilk anda, “Bu neydi-” diye bağırmıştım ki sesi benim sesimi bastırdı. “İn aşağıya!” Ona baktım, direksiyonu kırmak istercesine sıkı sıkıya tutuyordu. Sınırlarda geziyor gibiydi, çok öfkeliydi ve neden böyle olduğunu anlamak imkânsızdı. Bebeğe mi sinirlenmişti? Hamile olmama mı? Öylesine duygu karmaşasına düşmüştüm ki hamile kalmak benim suçummuş gibi hissetmeye başlamıştım ve bu his iğrençti. Böyle çatmaya yer arıyorken onunla konuşmak istemediğimi fark ederek titreyen ellerimle kemerimi çözüp kapının koluna asıldım. Kendimi dışarıya attığımda sanki içeride gelmemizi beklermiş gibi merakla dışarıya çıkan Özgür ve Tuna’yla karşılaştım. Onları görmek boğazımdaki sızının iyice artmasına neden oldu. Üstelik suratımdaki ifadeden ikisi de bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştı. Özgür, “Nehir ne oldu? İyi misin?” diyerek öylece geçip gitmeme izin vermeyecekmiş gibi önümde dikildiğinde, “Konuşmak istemiyorum,” dedim, yüzüne bile bakmıyordum. Tam da bu sırada arabanın kapısının açıldığını işittim. “Ona sor, Özgür, beni bırak lütfen.” Özgür Tuna’yla bakıştığı esnada yanından sıyrılmak istediğimde bu kez beni kolumdan yakalayıp durdurdu. “Sana bir şey mi yaptı?” diye sorduğundaysa sesi sadece benim duyabileceğim seviyedeydi. Sanırım bunu Cesur’un sürekli hasta olarak anılması yüzünden sorma gereği duymuştu, gerekirse beni ondan korumak ister gibi ve sanki ondan koruyabilecekmiş gibi. Kafamı kısaca iki yana salladım. Ona pek inandırıcı gelmemiş olsa da beni serbest bıraktı. Sanırım daha çok Cesur’un yanımıza gelmesinden dolayı daha fazla sorgulayamadan gitmeme izin vermişti. Hızlı adımlarla içeriye girdiğimde kalabalık bir grubun çıkışa doğru geldiğini gördüm. Muhtemelen gece bittiği için herkes dağılıyordu. Eğlenmekten yorulmuşçasına birbirlerine sarılmış üç kadın keyifle kıkırdayarak yanımdan geçti. Onların ardından sarmaş dolaş ilerleyen çift gerçekten kaliteli bir gece geçirmiş gibi görünüyordu. Diğerleri de öyleydi, buradan memnun ayrılmayan yoktu. Asansöre binip kapıların kapanması için düğmeye bastığımda arkamı camdan duvarına yaslayıp kapıya döndüm. Kalabalık teker teker dışarıya çıkarken açılan kapıdan gördüğüm Cesur’un sigarayı tutuşturması ve Özgür her ne söylemişse yavaşça kafasını sallamasıydı. Kolayca içeri gelmeyeceklerini anlayarak başımı da geriye, aynalı duvara yasladım. Kapılar kapandı. Bir kat aşağıya inerken düşüncelerim yüzünden acı çekiyordum. Her şeyi fazla mı abartıyordum yoksa abartmakta haklı mıydım çözemiyordum. Belki de beni en çok boşluğa düşüren tamamen iyi yönde düşünmekti. Cesur’un duyunca güzel tepki vereceğinden o kadar emindim ki bunu görememiş olmak itiraf etmeliydim ki içimde bir şeylerin yıkılmasına neden olmuştu. Asansör alt kata indiğinde kapılar yavaşça açıldı ama ben hemen çıkmadım. İçeriden hâlâ müzik sesi geliyor olsa da olması gerektiğinden hayli kısıktı ve çalışanların etrafı toplamak adına birbirlerine seslenişlerini de duyabiliyordum. Gece bitmişti, ben de bitmiş gibiydim. Dolu dolu olan gözlerim akmak için ne zaman yaş dökebileceği sorarcasına kaşınıp duruyordu. Ağlamak istiyordum ama bunu herkesin içerisinde yapmak istemiyordum. Bu yüzden odama gitsem iyi olacaktı. Sırtımı dayadığım yerden güç alarak bedenimi öne doğru ittirip asansör kabininden dışarıya çıktım. Ancak köşede, tıpkı benim asansör aynasına yaslandığım gibi duvara yaslanmış duran Akın’ı görmeyi beklemiyordum. Sanki asansöre binip yukarıdaki odasına çıkmaya niyeti vardı ama gücü yokmuş gibi öylece duruyordu. Ayrıca çok dağınık görünüyordu. Gözleri kıpkırmızıydı. Baygın baygın bakıyordu. İçkiyi fazla kaçırdığını anlamak zor değildi, hatta epey fazla kaçırmış gibiydi. “Ooo Nehir Hanım hoş geldiniz sefa verdiniz,” diye bana laf attığında kelimelerin bazılarını yutmuş, harfleri yanlış söylemişti. Ona aldırmayıp sanki hiç görmemişim gibi sırtımı dönüp gitmek için adımladım. Akın gülüp kendi kendine konuştu. “Nehir Hanım bize pas vermedi. Aman ne güzel. Herkes arkasını dönüp gitsin anasını satayım. Kalan en adi şerefsizdir.” Durup ona omzumun üzerinden baktım. “Gidip uyu, Akın.” Abartılı şekilde kafasını salladı. “Tamam anne, gidiyorum, gidiyorum.” “Kendine neden bu kadar eziyet ediyorsun ki? Şu hâline bak, düzgün iki adım atamayacak hâldesin.” “Sana ne kızım? Dert benim ayak benim,” diye saçmalasa da dünyanın en önemli bilgisini veriyormuş gibi ciddi duruyordu, en azından öyle durmaya çalışıyordu. “Seni bu kadar içiren dert ne? Senin nasıl bir derdin olabilir de kendini bu hâle getirebilirsin?” dedim sanki kafasına takabileceği hiçbir şey olmadığından eminmiş gibi. Bu sırada tamamen ona doğru dönmüştüm. İşaret parmağını benden yana çevirip beni işaret edercesine sallandırdı. “İşine bak, git kendi dertlerinle ilgilen. Dert çuvalı.” Başka zaman olsa son dediğine sinirlerimi bozmasına aldırmadan gülebilirdim. Ancak şimdi tek yaptığım gürültüyle iç geçirmekten ibaretti. Giydiğim sweetin etek kısımlarını avuçlarımın içerisinde sıkarken, “Beni deli ediyorsun, çoğunlukla seni yumruklamak istiyorum,” dediğimde güldü. Ona aldırmamaya çalıştım. “Kalın kafalının tekisin tamam mı? Ama haklısın da. Haklısın Akın. Yine sen haklı çıktın.” Sırıttı. “Ben her zaman haklıyım.” “Cesur’a âşık oldum,” dedim sinir bozucu sırıtışını ve sarhoşluğunu görmezden gelerek. Akın ona gerçekten komik bir şey söylemişim gibi kahkaha attı. “Aptal.” Gözpınarlarımın sulandığını hissettim. Aptal mıydım gerçekten? Yoksa bebeğin ortaya çıkması bu rüyadan uyanmamı mı sağlayacaktı? Her şeyi düşünüyordum ama iyi şeyleri düşünmek artık zorlaşmaya başlamıştı. Sweetimi avuçlarımın arasında daha çok sıkarken, “Ve... ve hamileyim,” dedim. Beni duyduğundan şüpheliydim, anladığındansa daha çok şüpheliydim. Ama Akın bu kez gülmedi. O sarhoş kafasıyla bile söylediğimi ayırt edebilmiş gibi duraksadı. Bir şey söylemek için dudaklarını araladı sonra geri kapadı ve bunu birkaç kez tekrarladı. Orada durmaya devam etmek bana yük olmaya başladığında hızla arkamı dönüp ondan uzaklaştım. Çok geçmedi ki arkamdan bağırdı, artık gülmüyordu. “Sen en büyük aptalsın Nehir. Senden büyüğü yok, gelmedi dünyaya. Aptal Nehir. Aptal kadın. En büyük aptal.” ××× Saat sabahın yedisini gösteriyordu. Garipçe’de bulunan büyük konak her zamanki gibi sakindi. Denizi rahatlıkla görecek şekilde konumlandırılmış deri koltuğunda oturan yaşlı adam önünde dizili duran satranç takımına gözlerini dikmişti. Kırlaşmış gür kaşları yumuşak bir duruşu yadırgarcasına çatıktı ve uzun, karışık duran kaş kılları çehresini olduğundan daha ürkütücü bir hâle getiriyordu. Sağ göz kapağı diğerine göre iyice düşmüştü, bu yüzden dışarıdan bakınca bir gözü diğerine göre daha kısık görünüyordu. Yüzü sakalsızdı ama beyazların çoğaldığı saçları epey gürdü. Yaş aldıkça mayi renginin iyice açıldığı gözleri kızıl damarlarla bezeliydi. Koltuğunda huzurla oturmasına rağmen her nefes alışında göğsünde peyda eden hırıltı problemi vardı. Yıllar boyunca sigara kullanmış olmasından ötürü ciğerleri pek iyi durumda değildi ve rahatça nefes almak onun için güç bir eylem olmaya başlamıştı. “Su ister misiniz efendim?” Hemen sağ tarafında dikilen ve en az kendisi kadar yaşı olan yardımcısı Hamza, patronu için endişeliydi. Yıllardır birlikte olmalarından mütevellit yanından bir an olsun ayrılmıyor, kendi vücut ağrılarına aldırmadan onun istekleri için tetikte bekliyordu. Oktay Seymen, kartal başlı bastonunu tutan elini çözme gereksinimi bile duymadan su istemediğini belirtircesine parmaklarını hafifçe havalandırdı. Açık bacaklarının arasında duran bastonuna iki elini üst üste koyup yaslanmış hâldeydi. Avuçlarının arasında duran altın rengindeki kartal simgesi hiç kuşkusuz ailesinin simgesiydi. Yüksekten uçan kuş, güç ve kudret sahibi... tam da kendisiyle bütünleştirdiği anlamları taşıyordu. Bulundukları yüksek tavanlı salonda başka birine ait ayak sesleri yankılandı. Evin tüm işleriyle ilgilenenlerden biri olan genç kadın jilet gibi giyimi ve dimdik duruşuyla doğruca Hamza’nın yanına gitti. Adamın kulağına doğru hafifçe eğilip taşıdığı bilgiyi ona aktardı. Bu evde gereksiz seslere yer yoktu, Oktay Seymen fazla konuşmayı ya da konuşulmasını sevmezdi. Hatta Hamza dışında evde kalıp da onunla konuşabilen pek kimse de yoktu. Hamza genç kadına gidebileceğini belli edercesine kafasıyla işaret edip ellerini önünde kavuşturarak yeniden Oktay’a döndü. “Oğlunuz geldi, içeri girmek üzere,” dedi tıpkı aldığı görevleri yerine getiren robot gibi programlanmış şekilde. Sessiz geçen birkaç uzun dakikanın ardından salonda yeniden birinin geldiğini haber veren ayak sesleri duyuldu. Oktay Seymen bakışlarını satranç tahtasından ayırmazken ilk hamlesini gerçekleştirmek için öne doğru uzandı ve piyonlardan birini iki adım ileri yürüttü. Çok geçmeden sağ tarafında beliren oğlu, “Baba,” diyerek saygıyla selam verdi. “Nasılsın? Sıhhatin nasıl?” Oktay boyu kendi boyunu çoktan geçmiş olan oğlunun koca bedenine hâlâ oturduğu için alttan alttan bakarken sessizce iç çekti, oğlunu ne zaman görse bir zamanlar onun gibi genç ve dinç olduğunu hatırlamadan edemiyordu. Sadece kafasını sallayarak iyi olduğunu belirtti ve ardından da eliyle karşısındaki boş koltuğu gösterdi. Bunu her zaman yaparlardı. Haftanın bir günü, gün daha yeni başlıyorken Arda babasını ziyarete gelirdi ve karşılıklı satranç oynarken işlerden bahseder, neyin ne şekilde ilerlediği konusunda babasını bilgilendirirdi. Arda kendisine gösterilen boş koltuğa bedenini bıraktığında Hamza’nın sessiz adımlarla bir köşeye geçip ayak altından çekildiğini fark etti, her zamanki gibi. Sehpanın üzerinde duran satranç oyununa bakıp sıranın kendisinde olduğunu anlarken bekletmeden o da ilk hamlesini yaptı ve bu sırada anlatmaya başladı. Haftalık raporunda hiçbir kusur yoktu. Zaten Arda kusursuz bir adam olabilmek için gerçek anlamda çabalıyordu. Babasından devraldığı liderliği ondan ileriye taşıyabilmek adına gösterdiği çaba ortadaydı ve Oktay bundan memnundu. Oktay sırasını oynadıktan ve uzun süren sessiz kalışından sonra, “Fabrikada işler nasıl?” diye sordu. Arda istemsizce gerildi. Normalde babası sorular sormazdı. Dinler ve sonra da kafasını sallayıp oyunu bitirene kadar birlikte oturmaya devam ederdi. “İyi, yolunda,” dedi Arda, bu sırada fabrikayı zihninde yeniden gözden geçirmişti, silah üretimi problemsiz devam ediyordu. Oktay hamlesini oynamak için harekete geçen oğluna kartal bakışlarını dikti. Karşısına her zamanki gibi takım elbisesini çekip ve tıraşını olup gelmişti. Daima düzenli ve tertipli olmalıydı, tıpkı kendisi gibi. Disiplin Oktay’ın hayatındaki en önemli olguydu ve bunu her alana yaymaktan hoşlanıyordu. “Son zamanlarda Semih'i getirmişsin başına. Becerebiliyor mu işi?” Arda, Semih’ten emin olduğu için hızla cevap verdi. “Üstesinden geliyor, işleri daha çok ilerletti hatta. Geçenlerde Ukrayna’daki ekiple sağlam bir anlaşma sağladı.” “Tüm işi ona bırakacak kadar güvenini kazandı mı bu Semih?” dedi Oktay, öyle sivri konuşuyordu ki en güvenilir kişiden bile şüphe duymamayı imkânsız hâle getiriyordu. Ancak Arda kime güvenebileceğini bilecek tecrübedeydi. “Benim güvenim tam. Bizi daha ileriye taşıyacağını düşünüyorum.” Oktay memnuniyetle kafasını sallayıp son hamlesini gerçekleştirdi. Şah mat. Arda karşısında oturanlar arasında en güçlü rakibiydi, onu eğiten bizzat kendisiydi, ancak şimdiye kadar hiç kazanamamıştı. Biten oyundan kafasını kaldırıp, “Semih’e söyle ekibine adam alırken daha dikkatli olsun,” dedi ve ortama ölüm sessizliği sindi. Arda sadece kafasını salladı. Semih’in ekibinde çürük biri çıkmıştı ve onlardan çalıp başkasına satıyordu. Arda onu anında fark edip cezasını kesmişti. Ancak bu ufak bir olaydı ve babasıyla paylaşma gereği duymamıştı, hatta önemsiz görmüştü. Şimdi anlıyordu ki önemsiz gördüğü şey bile babasının kulağına ulaşıyordu. Oktay Seymen sahayı Arda’ya bırakmıştı ama aslında hâlâ sahada olan oydu. ××× Yatağımda oturmuş kaderini bekleyen kurbanlık koyun misali öylece duruyordum. Gözlerim sürekli saatin üzerindeydi. Sabahın sekizini gösteriyordu. Uyumamıştım, daha doğrusu uyuyamamıştım. Duş almış, üzerimi değiştirmiş ve toparlanmak için kendime zaman vermiştim. Kimse yanıma uğramamıştı. Kimse umurumda değildi de Cesur’un gelmemiş olması beni daha çok germişti. Telefonum avucumdaydı. Bulut’a mesaj atmıştım, cevap vermemişti. Aramaya elim gitmiyordu, çünkü nedense açmayacağından emindim. Yavuz beni terk ettikten sonra Bulut da beni terk etmiş demekti. Artık bir nebze daha kabullenmiş ve bahanelerden sıyrılmış hâldeydim. Yavuz gitmişti. Ardından tek bir ses seda da çıkmamıştı. Umduğum gibi ortada plan falan yoktu, beni gerçekten kaderime terk etmişti. Zaten ben de bunu kendime kabul ettiremediğim anlarda bile içimdeki ben bunu çoktan fark etmiş gibi Cesur’a hamileliğimi söylememi sağlamıştı. Yavuz tüm ipleri kopartmıştı ve ben o ipleri Cesur’a bağlamıştım. Daha çok o iplerle kendimi bağlamıştım. Odamın kapısı çok da gürültü çıkartmak istenmezcesine çalındığında oturduğum yerde hızla dikleşerek, “Gel,” dedim. Kalbim korku ve heyecanla gümbürdedi. Hastaneye gitme vakti gelmişe benziyordu ve ben buna hazır olduğumu hiç sanmıyordum. Ancak kapı açıldığında gördüğüm yüzün Eva’ya ait olması beni duraksattı. Çekinik duruşuyla araladığı kapıdan bana bakıyordu. Sanırım onu kapının dışında durduran aramızda açılan mesafelerdi. Tüm cesaretini toplamak istercesine derin bir soluk alıp, “Gelebilir miyim?” diye sordu. “Beni çağırmak için gelmedin mi?” “Yok, haber vereceklermiş.” “Anladım,” dedim kuru kuru. Boğazını temizledi. “Gelebilir miyim?” Karşımda kıvranıyor gibi durmasına karşılık yavaşça kafamı salladım. İçeriye girip kapıyı arakasından kapatırken onunla aramda geçenleri düşünüyordum. Artık eskisi kadar canımı yakmıyor olması canımı yakmadığı anlamına gelmiyordu. Kendime başka dertler edinmiş olsam da Eva’nın beni oyuna getirmiş olmasını hatırladıkça yine sinirlerim bozuluyordu. Birkaç adım önüme kadar gelip ellerini önünde bağlayarak dikildi. Zümrüt yeşili gözleri sık sık üzerime dönse de ona baktığımdan olsa gerek hızla yön değiştiriyordu. Karşımda yaramazlık yaptıktan sonra affedilmeyi bekleyen küçük kız çocuğu gibi durmasına kayıtsız kalmam biraz zordu. Sanırım değişen hormonlardan dolayı koruma kollama içgüdüm zirveye tırmanmıştı. “Ne kadar uygun bir andır bilmiyorum ama senden özür dilemek istiyorum, Nehir,” derken birleşik duran ellerinin baş parmaklarını birbirine sürterek stresini azaltmaya çalışıyordu. “Arkadaş olmamızı çok istemiştim ama buna ihanet etmeyi hiç istemedim. Akın,” dedi onun adını anmakta güçlük çekiyormuş gibi. “Biliyorsun o istedi. Çok ısrar etti. Beni kendisine uymak zorunda bıraktı-” “Eminim zorunda bırakmamıştır,” dedim tüm duygulardan arınmış sesimle. “Sen ona uymak için mecburiyetlere ihtiyaç duymayacak hâldesin.” “Evet, öyle,” derken omuzları tamamen düştü. Gözlerinin dolduğunu fark ettim. “Öyleydi,” diye düzeltti. “Yapmak istemedim ama o istediği için kabul ettim. Yanlış olduğunu biliyordum ama... ama...” “Onu kırmak yerine beni kırmayı tercih ettin,” diyerek boşluğu doldurdum, dudaklarımda acı bir kıvrım oluştu. “Bunu biliyorum, Eva. Daha önce de yaşadım. Daha önce de başkaları kırılmasın diye ben kırıldım.” “Özür dilerim,” dedi çaresizce. “Özür dilerim, Nehir. Yaptığım aptallıktan başka bir şey değildi. Alışmışım emir alıp ona göre yaşamaya, çok sorgulamadım bile. Ama sana söz veriyorum bunun değişmesi için elimden geleni yapacağım. Aramızdaki arkadaşlığa bir daha ne Akın’ın ne de başka birinin gölgesini düşürmeyeceğim, söz veriyorum. Lütfen bana inan. Bana inanman için ne istersen yapmaya hazırım.” Bu aynı hataya ikinci kez düşmek olurdu. “Hiçbir şey yapmanı istemiyorum. Tercih listenin başında olmadığımı biliyorum, Eva.” Kafasını hafifçe iki yana sallarken, “Beni asla affetmeyeceksin,” diyerek içinde biriktirdiklerini kusarcasına ağlamaya başladı. Karşımda ayakta durmak ona zor geliyormuşçasına yanıma gelerek yere çöktü ve bacaklarıma sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Öylece kalakaldım. Ellerim havalandı ama ona dokunamadım, canı yanmış, gerçekten canı acımış gibi ağlıyordu. Ama bunun kaynağında sadece ben olmadığımı anlamıştım. Biriktirdiği her şeye ağlıyordu. “Çok yalnızım, Nehir,” diye hıçkırdı, yüzünü dizlerime gömdüğü için sesi çok boğuktu ve aksanı daha belirgindi. “Hiç arkadaşım yok, kimsem yok. Kendimi çok yalnız hissediyordum. Gitmek istiyorum buradan. Evime dönmek istiyorum.” İçini çeke çeke hıçkırdı. “Annemi özledim. Annemi çok özledim.” İçimdeki boynu bükük kız çocuğu bir köşede sessizce gözyaşı döktü. Havadaki ellerimden biri Eva’nın bakır tonundaki saçlarına inerken diğerini yatağa bastırıp tırnaklarımı örtüye geçirdim. “Annen de seni özlemiş midir?” diye sorduğumda sesim ölüydü. “Özlediğini söylüyor. Aylardır bunu söyleyip duruyor ama beni yanına geri çağırmıyor. Gitmek istiyorum. Çok yoruldum, artık çok zor gelmeye başladı.” “Öyleyse sen onu buraya çağırsana,” dedim boğazım düğüm düğümken. “Gelmez. Sevmiyor burayı.” “O zaman sana gitmekten başka seçenek kalmıyor.” “Gitmek istiyorum,” diye hıçkırdı. “Ama mümkün değil. İstemiyorlar.” “Kim istemiyor, Eva? Annen mi?” “Ablam daha çok,” dedi bundan nefret ediyormuş gibi sıkılı dişlerinin arasından. “Geri dönmemi istemiyor. Eğer ben dönersem o da dönmek zorunda kalırmış ve sevdiği adamı bırakmak istemiyormuş.” “Sen sevdiğin adamı bırakmayı göze almışsın ama?” dedim yavaşça. Eva önce nefes almayı unutmuşçasına hareketsiz kaldı. Ardındansa şikayet eden bir çocuk gibi, “O da beni bıraktı,” diye hıçkırdı. “İlk fırsatta vazgeçti, Nehir, çabalamadı bile. Hiç çabalamadı hem de. Onun için elde edince peşini bırakacağı bir heves olduğumu düşünürdüm hep, öyleymişim.” “Nasıl çabalamadı? Anlamıyorum-” “Çabalamadı işte. Ona gitmek istediğimi söyledim-” “Gerçekten yalnız hissettiğin için mi gitmek istiyorsun?” diye sorarak bu kez ben onun sözünü kestim. Eva ne söyleyeceğine emin olamazmış gibi iç çekti. “Aslında... ona âşık olduğum için, Nehir,” dedi bundan utanıyormuş gibi yüzünü daha çok dizlerime gömdüğü esnada. “Ona?” “Ona işte... ona...” “İsmi yok mu onun?” dediğimde dudaklarım gülebilecekmişim gibi titremişti. “Var ama anmak istemiyorum.” İç geçirdim. “Peki eğer ona aşıksan neden gitmek istiyorsun?” Hadi ben kendime geçerli nedenler bulabiliyordum, bir lanet gibi peşimden gelen ailem yüzünden epey sağlam nedenim vardı. Ancak Eva’yı etkileyen neydi anlayamamıştım. “Çünkü bu dünyayı istemiyorum,” dediğinde kalakaldım. “Ama uzun zamandır buradasın?” “Ama ömrüm boyunca burada kalmak istemiyorum,” dedi ve beni diyecek hiçbir şey bulamayacak hâle getirdi. “Ama kalabilirdim, bilmiyorum, Nehir. Kalmam için çabalamadı işte. O sadece kulüpte kalayım diye çabaladı. Sadece burada kalayım diye.” “Gözünün önünde olmanı istemesi kötü bir şey mi?” “Gözümün önünde başkasını öpmesi kötü bir şey,” dedi. “Gerçekten mi?” dedim şokla. Kafasını salladı. “Ona âşık olduğum için kendimden nefret ediyorum. Olmamam gerekiyordu. Yapamadım, engel olamadım kendime. Beceriksizin tekiyim işte. Aptal gibi hoşlandım ondan. Tüm olumsuzluklara rağmen tam bir aptal gibi!” Aklıma Akın’ın arkamdan aptal diye seslenmesi geldi. Aslında en büyük aptallık koltuğunu onunla birlikte paylaşıyorduk ama haberi bile yoktu. Ayrıca hödüklük, uyuzluk ve sinir bozmada birincilik koltukları da sadece ona özeldi. “Tam bir dengesiz,” diye fısıldadım kendi kendime. “Kafasının içerisinde dönenler o kadar değişik ki onu anlamakta zorlanıyorum.” “Artık umurumda değil,” dedi Eva burnunu çekerken, umurundaydı, bu her hâlinden anlaşılıyordu. “İyi oldu hem, belki daha kolay unuturum. İyi oldu, boş ver.” “Ama canın yanıyor,” derken saçlarını hafifçe okşadım. “Yansın, hak ettim, Nehir. Bunu hak ettim,” dedi kendisini de söylediğine inandırmak ister gibi. “Özür dilerim, başını ağrıttım. Tutamadım kendimi, lütfen beni affet.” “Tamam, yeni bir defter açarız, tamam mı?” dedim sakince. Aslında yeni sayfalar açılsa da eskilerin izleri daima kalacaktı, biliyordum ama şu anda Eva’nın en azından bir yönden toparlamaya ihtiyacı vardı ve bunu ona sağlamazsam kendimi kötü hissedeceğimden emindim. Duyduğuna inanamamış gibi kafasını kaldırıp kızarmış zümrüt yeşili gözlerini bana dikti. Burnunun ucu bile kıpkırmızı kesilmişti. “Gerçekten mi? Beni bağışladın mı? Gerçekten mi, Nehir?” Kafamı sallayıp gülümsemeye çalıştım. Buna karşılık hakiki bir sevinçle bana doğru atılıp sıkıca sarıldı. “Teşekkür ederim, teşekkür ederim, söz veriyorum bir daha hata yapmayacağım, söz veriyorum,” diye durmaksızın tekrarladığı sırada kollarının sıkılığından kaçmak istercesine geri çekilmeye çalışırken, “Eva, lütfen nefes almama izin ver,” diye sayıkladım. Güzel yüzünü bu kez endişe kapladı. “Tanrım ne kadar aptalım! Canını yaktım mı? Bebeğe bir şey yapmış mıyımdır?” Gözleri irileşti. “Tanrım, bir şey yaptım mı? Bir şey oldu mu Nehir?” “Sorun yok, sakin ol,” dedim çabucak. “Sana kim söyledi?” “Tuna söyledi, uyuyordum. Aslında uyumaya çalışıyordum da denebilir. Şey işte... biliyorsun... neyse, sesleri duyunca kalkıp kontrol etmek istedim, o zaman öğrendim. Yani buraya gelmeden beş dakika önce falan.” “Tuna biliyor. Herkes biliyor,” dedim, karnımdaki stres ağrısı yeniden kendisini belli etti. “Saklanması gereken bir şey değil ki. Bence herkes duymalı,” dedi yanaklarında kalan gözyaşlarının izlerini sertçe kuruladığı sırada. “Çok büyük bir mucizeye sahipsin, Nehir,” derken gözleri karnıma düştü. Az önceki sevincin tamamının yüzünden silindiğini gördüm. Bir zamanlar onu Akın ile öpüşürken görüp gıpta eden bendim, şimdiyse rolleri değişmişe benziyorduk. “Ben çocukları çok severim, özellikle de bebekleri. Biliyor musun hep çok kardeşim olsun istemiştim ama sadece iki kardeşiz. Bu yüzden çocukken eğer annem bana kardeş yapmıyorsa ben kendim yapacağım derdim,” dudaklarından küçük bir kıkırdama döküldü. “En az yedi çocuk istiyordum ve çılgınca bir şekilde onlara haftanın yedi gününün isimlerini vermeyi hayal ederdim. Hatta bazen ay isimleri bana daha hoş gelirdi ve on iki çocuk hayali kurardım.” “On iki çocuk mu? Biraz fazla değil mi?” Omuz silkti. “Sevdiğim adamdan olacak otuz iki çocuğa da bakarım, ne var ki? Sonuçta ikimizin parçası olacaklar.” Yine yüzü düştü. Zemine oturup bağdaş kurarken başka diyarlara dalmış gibiydi. “Hayal işte. Bu gidişle sadece hayal olarak kalacak zaten.” “Bu kadar emin olma. Şu anda bu durumda olacağım kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Bence ben senin için başına gelebileceklerin örneği olabilirim.” İrkildiğini yakaladım. “Hamile kalmam ben,” dedi hızla ama şüpheleri olduğunu anlamak zor değildi. “Korundunuz mu?” Utangaç bakışları zümrüt yeşili gözlerini kuşattığında iç çektim. “Birlikte olduğunuzu anlamak zor değil, Eva.” “Daha sonra lütfen bunları unut,” diye inledi. “Tamam,” diyerek kafamı salladım. “Soruma verecek cevabın var mı?” Dudaklarını kemirip durdu. O anları hatırlamış gibi olduğu yerde rahat edememişçesine kıpırdandı. Sağa sola bakındı. Vücudunu ateş basmış gibi giydiği gömleğin yakasıyla oynadı ve bana cevap vermediği her saniye daha çok strese girdi. İmdadına yetişircesine çalan telefonuyla birlikte sanki soruya cevap vermekten kaçınca gerçeklikten de kaçabilecekmiş gibi hızla arka cebindeki telefonunu çıkarıp aramayı cevaplandırdı. “Tamam, tamam, çıkıyoruz yukarıya, tamam.” Vaktin geldiğini duymak tedirginliğimi bana hatırlattığında yine karnıma ağrı saplandı. Elim hızla karnımın üzerine kondu ama Eva’ya belli etmek istemezmişçesine çabucak toparlanıp ayaklandım. O da ayağa kalktı. “Ben de seninle geleceğim. Eğer sakınca görmezsen?” “Yanımda bir kadının olması daha iyi olur eminim,” dedim tüm gerginliğimle. “Birden çok heyecanlanmış gibi görünüyorsun. Bebeği göreceğin için mi?” Heyecanlanmaktan çok korkuyordum. Acaba bebeği görecek miydim yoksa onun istenmediğini mi duyacaktım? Cesur aklımı feci karıştırmıştı. Bebeği istiyordum, evet, artık bundan emindim. Belki de kafamda her şeyi netleştirmemi sağlayan şu anki durumumuzdu. Onu Cesur’un istemeyeceğini düşünmek kabullenme hızımı arttırmıştı ve koruma dürtüm devredeydi. Bebeğe dokunulmasını istemiyordum. İzin vermeyecektim. Beni gerim gerim geren şey Cesur’un bunu isteyebileceği seçeneğiydi. Çünkü aksi yönde istekleri olursa bir savaşın içerisine girmiş olacaktık ve bu yolun sonu güzel olmayacaktı. Eva sürekli bir şeyler söyleyip aklımı meşgul tutmayı başarırken birlikte koridora çıkmıştık, ancak yolun sonunda artık bir kapı vardı. Cesur söylediği gibi bu koridoru bilmeyenler için gizli bir geçit hâline getirmişti. Muhtemelen biz burada değilken işlem tamamlanmıştı. Artık kenarları altın varaklı devasa bir tablo koridorun girişini süslüyordu. Eva içeriden koridor boyunca devam eden duvar gibi görünen kapıyı biraz güç uygulayarak ittiğinde tablo geriye doğru açıldı ve ana koridora geçtik. Kulüp alanına ulaşmak için yürümeye devam ederken istemsizce dönüp tabloya baktım. Karakalem çalışmasıydı ve Cesur’un çizimiydi. Şaşırmadığım üzere kendisini ve ailesi simgeleyen gösterişli bir aslan çizmişti. Saat sabahın sekizi olduğundan dolayı kulüp kısmında kimse yoktu. Çoğu insanın güne başladığı saatlerde buradakiler dinlenişe geçiyordu. Gece boyu uyumayıp gündüz uyuyanlar kervanına ben de katılmıştım, biraz mecburi şekilde uyku düzenim buraya göre şekillenmişti. Hatta eğer bu kadar gergin ve endişeli olmasaydım şu anda uykusuzluktan esneyeceğimden emindim. Eva’yla birlikte asansöre binip üst kata çıktığımızda kalp atışlarım şiddetini arttırmıştı. Girişteki heykelin etrafından dolanırken, “Bu heykeli Akın mı yaptı?” diye öylesine sordum. Niyetim sadece gerginliğimi azaltmaktı, ancak şimdi gerilen Eva olmuştu. “O ne alaka anlamadım?” “Buraya ilk geldiğim akşam bana öyle söylemişti.” “Yalan söylemiş, onun öyle becerileri yoktur. Kalp kırmaktan başka bir şey pek bilmez,” dediğinde sona doğru sesi epey kısılmıştı ama ne dediğini anlamış ve ona hak vermiştim. Bizim için açık bekletilen dış kapıdaki iki iri yarı adamın arasından çıktığımda bacaklarım titreyecek kadar gerginliğim şiddetlenmişti. Cesur hemen arabanın yanında bekliyordu. Ben yine dün gece biraz uyumuştum ama o hiç uyumamıştı ve bunun sinyalini veren gözleri kızıl damarlarla doluydu. Ayrıca dışarıya çıktığım anda kızıla bulanan gözlerini üzerime çivilemişti. Beni tepeden tırnağa inceledikten sonra bakışlarını karnımda durdurdu ve hızla kaşları çatıldı. Ancak o zaman karnımı tuttuğumu fark ederken elimi ateşe değmiş gibi birden geri çektim. Artık sıklaşmış olan krampları dokunarak değil de dişlerimi sıkarak bastırmaya çalışsam iyi olacaktı. “Eva, neden bu kadar kalabalık var?” diye sessizce sorduğumda peş peşe bekleyen dört arabaya ve dışarıdaki adamlara ürkmüş gibi bakmaktan kendimi alamadım. Cesur ufacık bebekten bu kadar korkuyor muydu da savaşa gider gibi hazırlanılmasını istemişti? “Bilmiyorum. Önlem için olabilir.” “Benimle aynı arabaya biner misin?” “Tabii ki,” diyerek yanımdan ayrılmadı. Kimseyle göz göze gelmek istemiyordum ve herkesin gözü üzerimdeymiş gibi hissediyordum. Bu his berbat derecede beni etkiliyordu. Özgür, “Abi ben hemen arkanızdayım,” diyerek diğer araca yöneldi. O an o aracın ön koltuğunda yayvanca oturmuş olan Akın’ı fark ettim. O da mı geliyordu? En son düzgün yürüyemeyecek kadar sarhoşken şimdi nasıl ayakta durabiliyordu hayret etmeden edememiştim. Belli ki aradan geçen birkaç saatlik boşlukta kestirmiş, bol ağrı kesici almış ve kafein tüketmişti. Zaten hayat tarzının bu olduğunu düşünürsek böyle durumlara alışkın olduğu su götürmezdi. Tuna bizim bineceğimiz aracın şoför koltuğuna yerleşti. Eva’yla birlikte arka koltuğa geçerken Cesur da ön koltuğa oturdu. Daha sonra dört araç ardı ardına caddeye çıkıp trafiğe karıştı. Pencereden dışarısını izlerken içimde öyle iğrenç bir baskı vardı ki sanki saatlerce koşmuş gibi hızlı hızlı nefes alıp veriyordum. Kimse tek kelime etmiyordu ve sessizlik benden koca koca ısırıklar alarak içimi yiyip bitiriyordu. Bu gerginliği neden bana yaşatıyordu ki? Bu gerginliği neden yaşıyordum? Onca adam neden peşimizdeydi? Kaçıp gitmemden mi korkuyordu? Aklıma gelen kırk türlü düşünceyle birlikte hastanenin otoparkına giriş yaptığımızda kendimi bayılacakmış gibi hissediyordum. Kalbim deli gibi atıyordu, karnımda artık hiç geçmeyen sert bir ağrı vardı ve kapalı otoparka girmiş olmamızdan dolayı mıdır bilmem, anlamadığım şekilde aldığım soluklar ciğerlerime yetersiz geliyordu. Diğer araçlar etrafımıza park edilip bir ordu gibi bizi takip eden kalabalık dışarıya döküldüğünde durumum iyice kötüleşti. Üstesinden geleceğimi umup zihnimi arındırmaya çalışarak derin derin soluk almayı denedim. Eh, biraz işe yaramış gibiydi. Eva kendi tarafındaki kapıyı açıp inerken elim kapının koluna gidecek gücü bulamıyordu. Cesur imdadıma yetişircesine kapımı açıp inmem için kenara çekildiğinde basacağım zemine baktım, zemin dalgalandı. Saç diplerimde terlerin biriktiğini hissederken bacağımı dışarıya doğru attım ve hemen sonra diğer ayağımı da hareketlendirdim. Derken içimdeki garip dürtüyle kafamı kaldırıp etrafıma baktım. Etrafımda bir dolu insan vardı ve hepsi bana bakıyordu. Bunun verdiği ağır his beni savsaklattı. Yere bıraktığım bacaklarımın üzerine bedenimi yığmak istediğimde bacaklarım bana ihanet etti. Birden dizimin bağı çözülmüş gibi yere doğru kaydım ama Cesur atik davranarak beni yakaladı. Kargaşa çıktığını duydum ve sonra bedenim tüm bu gerilime daha fazla dayanamayıp bazı bağlantıları koparttı. Etrafımdaki seslerin ne olduğunu çözemesem de birilerinin konuştuğunu anlayabiliyordum. Bedenim artık kuş kadar hafifti. Havada salınmak terlemiş olan saç diplerime iyi gelmişti. Cesur beni taşıyor olmalıydı. Nereye gittiğimizden bihaberdim. Yer ve yön duygusundan arındırılmıştım. Çoğu eylem işlem dışıydı ama benim en büyük hastalığım olan düşünmek yine başıma bela oluyordu. Korkumdan kendimi tam olarak kapatmayı bile becerememiştim. Ben gerçekten aptaldım. Cesur eğer isterse bebeği içimden söküp alabilirdi, alabilecek güçteydi. Her şey onun elindeydi, her şey onun dudağından çıkacak sözlere bakıyordu. Sanki engel olabilecekmişim gibi kendimi uyanık tutmayı bırakmalıydım. Belki de tamamen zihnimi kapatmak daha iyi olabilirdi. Böylece düşünerek acı çekmezdim ve uyandığımda her şey bitmiş olurdu. Sonra beni ayakta tutmaya çalışan tüm ipleri kestim ve kocaman bir karanlığın içerisine düştüm. Boşluk beni kucakladı. Kısa bir anlığına da olsa nefes alabildim, rahat hissettim. Gerginlikten arınan vücudum gevşeyip kendisini bıraktı. Umursamamak bana çok iyi geldi. Ancak sonra bunun ebediyen sürmeyeceğini anlayabildiğimde içimde bir şeyler hızlı bir uyanışa geçti. Aynı esnada sağ kolumda hissettiğim sızı gözlerimin dehşetle açılmasına neden oldu. “H-hayır!” diye çığlık attım. Koluma girmiş olan iğneden kendimi kurtarmak için çırpınırken tüm gücümle, “HAYIR!” diye haykırdım. Cesur beni öyle güçlü tutup yattığım sedyeye sabitledi ki birden üst bedenimi hareket ettiremez hâle geldim. “Nehir sakin ol, sakin ol, kan alacaklar sadece, değerlerine bakacaklar, sakin ol,” dedi beni yatıştırmak istercesine hızlı hızlı. Ama yatışmadım. Ellerimle itemediğim hemşireye sanki her şeyin sorumlu oymuş gibi nefretle bakıp, “HAYIR!” diye bir kez daha bağırdım. Kadın açtığı damar yoluna iğneyi yaklaştırmak yerine bana ürkerek baktı. “Tamam, bırakın lütfen, nefes almasına izin verin,” dedi araya giren yabancı bir ses. Hemşire sanki bunu bekliyormuş gibi oturduğu tekerlekli tabureyi geriye iterek benden uzaklaştı ve ayaklandı. Cesur ise bedenimi serbest bıraktı ama yanımda kalmaya devam etti. Sanırım delilik yapmamdan endişeleniyordu. İlk yaptığım yattığım yerden hızla doğrulup ayaklarımı sedyeden aşağıya sarkıtmak olurken koluma yarım yamalak takılmış olan damar yolunu tuttuğum gibi koparıp yere fırlattım. Aynı koldan girmemişlerdi ama sol kolumu da açmışlardı ve tüm morluk ortada duruyordu. Kenarda tırnaklarını kemirerek bekleyen Eva, “Nehir, kolun,” diyerek yanıma gelmek istemişti ki kolumu kendime çekerek bunu istemediğimi belirttiğimde olduğu yerde kalakaldı. Özgür, Tuna da odadaydı. Kapı açıktı ve Akın’ı koridorun karşısındaki duvara yaslanmışken görebiliyordum, bakışları doğrudan bendeydi. Üstelik diğer adamlardan bazıları da onun yanındaydı. Hepsi, hepsi oradaydı, sadece duvarlar yüzünden göremiyordum. Bileğime doğru akan kanın kaynağını diğer elimle bastırırken tanımadığım bir adam az önce benden kan almaya çalışan hemşirenin oturduğu tabureyi çekerek yeniden yanıma yaklaştırdı ve ona oturdu. Koyu mavi rengindeki önlük takımın üzerine boynunda stetoskobu da asılıyordu. Sadece sağ kulağında minicik taşı olan bir küpesi vardı. Saçları kısa, yüzü traşlıydı. Otuzlu yaşlarında görünüyordu. Kalıplı adamlardandı, ancak yüzündeki ifade cana yakın duruyordu ve muhatabına nasıl iyi hissettireceğini bilir gibiydi. “Merhaba, Nehir. Adım Furkan, acil tıp uzmanıyım ve şu arkandaki adamın çocukluk arkadaşıyım,” dedi, ilgim anında üzerine döndü. “Yetimhaneden?” Kafasını salladı. “Evet, yetimhaneden. Sanırım sen de yetimhanede büyümüşsün?” “Evet,” dedim hızlı hızlı. “Ben de yetimhanede büyüdüm.” “Yanı kaderi paylaşıyoruz desene,” diyerek iç çekti. Gözlerinin uzaklara dalıp gittiğini fark ettim ama yine de yüzündeki sıcak ifadesini sabit tuttu. “Su ister misin?” Sanki kelimeleri unutmuşum gibi yeniden kafamı salladım. Cesur’un takımından biri ortalıktan kayboldu ve saniyesi dolmadan geri geldiğinde elinde su şişesi bulunuyordu. Furkan’ın adamdan alıp bana uzattığı şişeyi hızla kaparak kapağını çevirdim ve kana kana içtim. Gerçekten dilim damağım kurumuş hâldeydi. “En son ne zaman yemek yedin, Nehir?” “Hatırlamıyorum,” dedim boş su şişesini sedyenin bir kenarına bırakırken. Cesur benim yerime hatırladı. “Dün akşam saat yedi gibi.” Furkan, Cesur’la kısa bir göz temasına tutuşup yeniden bana döndü. “Kahvaltıyı atlamamalısın, bence günün en önemli öğünüdür. Sabah alarmı duyamadığım için geç kaldım ve şu an hayalini kurduğum tek şey kahvaltı, yemin ederim,” diyerek tekerlekli sandalyeyi geriye doğru kaydırdı ve ayaklı askıda asılı duran önlüğünün ceplerini karıştırdı. Bulduğu çikolatayı alarak ayaklarıyla kendisini iterek yeniden önüme geldi ve çikolatayı bana doğru uzattı. “Güzel bir kahvaltı olmasa da,” derken elinde sadece bu olduğunu belirtircesine omuzlarını kaldırdı. Yine sadece kafamı sallayarak çikolata paketini almak için elimi uzattım, parmaklarıma bulaşan kanımı görmek beni durdurdu. Elim havada öylece kalırken kafam sağ koluma doğru döndü. Yeni damlalar dökülmüyordu ama hiç de güzel görünmüyordu. “Evet, ona bir bakmam gerekecek, eğer izin verirsen?” dedi Furkan yavaşça. Bana yumuşak davranıyor olmasından mı bilmem ona güvendim ve izin verdiğimi belirtircesine kolumu ortaya çıkardım. Ben baygınken kazağımın kolu yukarıya doğru kıvrıldıkları için başka bir müdahaleye gerek yoktu. Furkan işine koyulmadan önce çikolatayı hâlâ almadığımı gösterircesine paketi havada sallandırdı. Mahcup bir çabuklukla paketi alıp avucumun arasında ezdim. Yine midem bulanıyordu, şimdi onu yiyebileceğimi sanmıyordum. Furkan eldivenlerini eline takarken, “Nilgün Hanım’a gelmesine gerek olmadığını iletin, birazdan odasına uğrarız,” dedi arkasında kalan hemşireye hitaben konuşarak. Hemşire hızla ortalıktan kayboldu, sanırım gitmek için can atıyordu, çünkü etraf çok kalabalık ve boğucuydu. Yine içim içimi kemirmeye başladığında, “O kim?” diye sormaktan kendimi alamadım. “Kadın doğum uzmanı,” dedi Furkan nihayet eldivenlerini takabildiğinde. Uzanıp gerçekten özenli davranarak sol kolumu tuttu ve damar yolunun açıldığı alanın üzerinde parmaklarını gezdirdi. “Alanında en iyilerindendir, için rahat olsun. Cesur’un uğrayacağını öğrendiğimde hemen onu aradım, sağ olsun ki beni kırmadı. Normalde bugün izin günüydü ve ani bir doğum sürprizi olmadıkça gelmeyecekti.” Sertçe yutkunmaktan kendimi alamadım. Kadının sadece bahsinin geçmesi bile beni gerdiği için soluklarım yine hızlanmıştı. Ne onu görmek ne de yanına gitmek istiyordum. Bu sırada Furkan berbat hâle getirdiğim kolumu bırakıp diğerine uzandı ve onun daha berbat olduğunu gördüğünde kaşlarını çatarak, “Daha önce senden kim kan almışsa hiç eğitim görmemiş sanki,” dedi kendi kendine. Yanağımın içini kemirmeye başladım ve bir kez daha hiçbir şeyi saklamamam gerektiğini anladım. İlla ki ortaya çıkıyordu. “Daha önce kan aldırmadı,” dedi Cesur yavaşça ama sesinde şüpheler vardı. Furkan kafasını kaldırıp önce Cesur’a sonra da bana baktı. Cesur arkamda kaldığı için yüzünü göremiyordum ve bu iyiydi. Sertçe yutkunurken, “Yavuz almıştı,” diye mırıldandım ve sert bir tepki duymayı beklercesine kendimi kastım. Tek duyduğum Cesur’un soluğunu gürültüyle vermesi oldu. “Yavuz mu?” dedi Eva şaşkınca. “Yavuz ne alaka anlamadım?” “Emin olabilmek için,” dedim gözlerimi sıkıntıyla kapatırken. “Biliyordu.” Ortamda sessizlik rüzgârı esti. Furkan daha çok gerilmemi istemezmişçesine, “Pekâlâ, en iyisi elinin üzerinden bakalım,” diyerek yanında bulunan kutuyu karıştırıp çıkarttığı minik bandı damar yolunun açıldığı yere yapıştırdı. “Kan vermek zorunda mıyım?” dedim istemediğimi ona netçe hissettirerek. Furkan gülerek, “Yoksa korkuyor musun?” diye takıldı. “Korkuyorum,” dedim açıkça, adamın tatlı gülümsemesi anında soldu, bakışları yine hızla arkama kaydı ve sonra yeniden bana döndü. “Değerlerini kontrol etmemiz lazım. Bayılmışsın, muhtemelen tansiyon düşüklüğünden dolayı. Ancak bu kontroller zaten yapılacak Nehir. Sen bir bebek taşıyorsun, artık daima kontrol altında olmalısın.” Bu esnada Cesur’un hareketlendiğini işittim, gerginliğim mümkünmüş gibi katlandı. Oturduğum sedyenin ayak kısmından dolaşarak yanıma geldiğinde yüzüne bakmaktan çekiniyordum. Bana sert sert baktığını hayal etmek bile midemin düğümlenmesine neden oluyordu. Koca bedenini yanımdaki boşluğa bıraktı, nefesimi tuttum. Ardından ise uzanıp parmaklarıma parmaklarını geçirdi, sol elimi sıkı sıkı tuttu. İşte o an ona bakmaktan kendimi alamadım. Üzerini kapatmaya çalıştığım kan verme vakamın ortaya çıkmasından dolayı kızgın olmasını beklesem de değildi. Yine ne düşündüğünü anlayamayacağım şekilde duruyordu. Benden çok karman çorman olmuş bir hâli vardı. “Destek ünitemiz de geldiğine göre,” diye takıldı Furkan. “Sanırım artık korkmuyorsun. Başlıyorum işleme.” Korkuyordum ama bunu söylemedim. Söylememiş olsam bile Cesur bunu anladı, parmaklarını biraz daha sıklaştırdı. Furkan sağ elimi tutup kısaca inceledi ve damarımı kolayca buldu. “Damar yolu açmayacağım, kendine geldiğine göre buna gerek yok. Üç tüp kan alacağım,” diye bilgi vermeyi ihmal etmeyerek iğneyi hazırladı. Ne yaptığına bakmak istesem de gözlerim mıhlanmış gibi Cesur’un gözlerine bağlıydı, başka yöne çevirmem sanki imkânsızdı. İğnenin etime değdiği ilk anda içime sert bir soluk çekip kendimi kastım, Cesur’un elini öyle çok sıktım ki yine benim canım yandı. “Çok kasıyorsun, Nehir, sakin ol, derin bir soluk al, bu çok basit bir işlem, bitecek birazdan, eğer biraz rahatlarsan her şey daha kolay olacak.” Furkan’ın beni yatıştırma çabaları nafileydi. Ancak Cesur’un bana güven verircesine bakması yeterliydi. Baş parmağıyla elimin üzerini okşadığında sanki ondan gelecek ufacık ilgiye muhtaçmışım gibi rahatlama hızla içime çöktü. O an anladım, beni geren asıl şey onun gergin olmasıydı. Hislerim bile onun hislerine bağlı hâle gelmişti. İyiyse iyiydim, kötüyse daha kötüydüm. “İşte bitti bu kadar, hadi geçmiş olsun,” dedi Furkan koparttığı pamuğu elimin üzerine açtığı minik deliğe bastırdığı sırada. Afallayarak ona döndüm. “Bitti mi? Bu kadar mıydı?” Gülümsedi. “Evet, korktuğuna değmedi değil mi?” “Diğeri çok acımıştı,” dedim kısık sesle ve bunu söylediğim için anında pişman oldum. Cesur dişlerini sıkarak ellerimizin bağını çözdü ve parmaklarını yukarıya kaydırıp damarıma bastırılmış olan pamuğu Furkan’dan devralarak oraya bastırdı. Furkan eldivenlerini çıkartıp çöpe atarken, “Benimle işiniz bitti kardeşim, gerisi Nilgün Hanım’da. Götüreyim sizi,” diyerek ayaklandı. “İkinci kata çıkacağız. İstersen tekerlekli sandalye getirtelim sana Nehir?” Kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. Furkan üstelemedi. “Çikolatayı ye lütfen.” “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım. Bu sırada Cesur pamuğu bastırmayı bıraktı, artık kanamıyordu. Yukarı kıvrılmış olan kollarımı düzeltirken Cesur ise çikolata paketini açarak ısırmam için uzattı. Birkaç saniye ona sadece baktım. Bu adam benimle evlenmek istediğini söylemişti. Bebeği olacağını öğrenince sevinmesi gerekmez miydi? Neden ketum duruyordu? Kaskatıydı. Ona hamile olduğumu söylediğim andan beri girdiği tuhaf, soğuk hâl hiç değişmemişti. Yoksa bebek sahibi olmayı istemediği için mi böyleydi? Benim için hayatında yer açabiliyordu ama bebek için hiç yer yok muydu? Yine sorular birbirlerinin ucuna eklenen zincirler gibi çoğalıp giderken çikolatadan ısırdım. Hatta hepsini bitirdim. Birisi yeniden su getirdi, onu da içtim. Ardından dikkatli biçimde ayaklarımı yere basıp yükümü üzerlerine verdim, Cesur sanki her an yeniden düşecekmişim gibi hazır bekledi ama düşmedim. Sadece Furkan’ın bizi götürdüğü odaya doğru her adım attığımda bacaklarım titredi, karnıma kramplar saplandı. Yine ve yine gerginliğim zirveye çıktı. Hatta bu kez rengimin solduğundan da emindim. Beni sanki ölüme götürüyorlardı. Asansöre bindiğimizde sadece bizimle gelen kalabalık neredeyse otuz kişilik olan koca kabini hıncahınç doldurmuştu. Köşede bir yere geçerken yine nefes alamıyormuş gibi hissederek boynumu ovup ovup duruyordum. Bu Furkan’ın dikkatini çekmişti. Cesur ise elini belime sarıp beni göğsüne doğru yaslarken parmaklarını karnıma değdirmemeye dikkat ettiği gözümden kaçmamıştı ve bu ayrıntı benim çok daha kötü hissetmeme neden olmuştu. Artık emindim, bebeği istemiyordu. Ama ben istiyordum. Ya onu benden zorla alacaktı ya da ben onu alıp gidecektim. Şimdiki durduğum yerden önüme çıkan iki seçenek işte bunlardı. Birisi kalbimi tırnaklarıyla kazıyormuş gibi acı bir sancı göğüs kafesimin arasında doğduğu sırada asansörün kapıları açıldı. Kalabalık grubumuz dışarıya çıkıp koridora yayıldı. Etrafta olan herkesin dikkatini çekiyorduk. Kim peşinde iri yarı adamlarla dolaşırdı ki? Koridoru döndüğümüzde kapısının üzerinde Nilgün Banda yazan odanın önünde adımlarımız sonlandı. Furkan danışmaya sorma gereksinimi duymadan doktorun kapısını çalıp araladı. “Günaydın Nilgün Hanım, müsait misiniz?” “Ah, evet, Furkan Bey, içeri girin lütfen,” dedi tane tane konuşan bir kadın. Sesini duyduğumda kafamda beliren profil kırk yaş üstü, küt saçlı ve gözlüklü bir kadına aitti. Cesur benim ileriye doğru adım atacak dermanımın olmadığını fark etmeyerek kendisiyle birlikte beni yürüttü. Peşimizden Eva, Özgür, Akın ve Tuna da girince oda bir hayli kalabalık olmuştu. Üstelik diğerleri de kapının ağzında dikiliyordu. Nilgün Hanım kalabalığın üzerinde gözlerini gezdirdi ve bundan hiç rahatsızlık duymadı. Sanırım kalabalığa alışkındı. Masasının arkasında ayaktaydı ve Cesur’u hiç tanımadığını belli ettiği hâlde onu bulup elini uzatmıştı, sanırım ona ön ayak olan Furkan’dı. “Cesur Bey, hoş geldiniz.” Cesur kadının elini sıkıp sadece kafasını salladı. Bu sırada Furkan kadınla beni tanıştırmak istercesine, “Nehir,” dedi beni gösterirken. Kadın bana doğru döndü. Bu kez elinin hedefinde ben vardım. “Hoş geldiniz, Nehir Hanım, memnun oldum.” Ben de başımı sallayıp geçiştirdim. Yutkunamayacak hâldeyken konuşacak gücüm yoktu. Kadının bilgiç gözleri beni tepeden tırnağa inceledi. Onu görmeden zihnimde oluşturduğum profiline uyan tek şeyi taktığı gözlüğüydü. Onun dışında saçları uzun ve kızıla boyanmıştı. Yaşı vardı ama öylesine bakımlıydı ki bunu muhteşem şekilde maskeliyordu. “Lütfen oturun, birkaç şey soracağım.” Arkamızda bulunan koltuklardan birine ben oturdum, diğerine Cesur oturdu. Başka boş koltuk yoktu. Ayakta kalanlar kendi aralarında birbirlerine bakıp dururken Furkan derin bir soluk aldı. “Biz kalabalık etmeyelim en iyisi, dışarıda bekleyelim,” diye teklif ettiğinde herkesin sessizce ona ayak uydurması ve odadan çıkıp kapıyı da kapatarak bizi yalnız bırakmaları beklediğim bir şey değildi. Sanırım garip davranışlar sadece Cesur’a özel değildi, bugün hepsinde bir gariplik bulunuyordu. Odada üçümüz baş başa kaldığımızda kadın yavaşça koltuğuna oturup bilgisayarının ekranına dönerek boğazını temizledi. “Kaç yaşındasınız, Nehir Hanım?” “29 olacağım, önümüzdeki ay.” “İlk gebelik mi?” “Evet,” dedim oturduğum yerde kazık yutmuş gibiydim. “Daha önce düşük? Gebelik sonlandırma?” “Yok.” “Herhangi bir hastalığınız bulunuyor mu? Ya da devam ettiğiniz bir tedavi var mı?” “Yok. Yani... bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla hiçbir şeyim yok.” Ağır ağır kafasını sallayıp klavyenin tuşlarına basmaya devam etti. “Son regl tarihiniz?” “Bilmiyorum. Hep düzensiz olmuştur. Üzerinden aylar geçti, hatırlamıyorum. Ama... hamilelik yeni daha, bunu biliyorum.” “Pekâlâ, ultrasonda bakıp tahmini bir tarih çıkartırız,” diyerek kafasını bilgisayardan çekip bize doğru çevirdi. “Lütfen sağınızdaki tartıya çıkın.” Dediğini yaptım. “56,” dedim iç çekerek. Tahminimden daha çok zayıfladığımı görmek omuzlarımın iyice düşmesine neden oldu. Yaşadıklarımı düşünürsek bu normaldi ama resmen eritip gitmiştim, işte bu normal değildi. “Hmm beslenme şeklinizi düzenlemenizi tavsiye edeceğim. Kan tahlili sanırım yaptırdınız? Sonuçlarını aldığımda sizi bilgilendiririm. Vitaminlere başlayacağız. Mide bulantınız ne durumda?” “Çok zorlamıyor.” “Güzel-” “Ne zaman kontrol edeceksiniz?” dedi Cesur sabırsızca müdahale ederek. Doktor onun sabırsızlığını güzel bir gülümsemeyle karşılayıp, “Şimdi bakalım, buyurun,” diyerek odanın perdeyle bölünmüş diğer kısmını işaret etti. Orada benim uzanmam için bir muayene koltuğu ve birkaç alet edevat bulunuyordu. Sertçe yutkunarak o koltuğa oturduğumda ellerimde yine aynı titreme kendisini belli etmeye başlamıştı. Doktor kendisine ait tabureye geçerken Cesur sol tarafımda ayakta kaldı. “Karnınızı açın lütfen.” Kıyafetlerimle ufak bir savaşa tutuştum. Ellerimi kumanda edemiyordum bile. Cesur sesini çıkarmadan aynı sabırsızlıkla bana yardım etti. Bu kadar mı tahammülü yoktu anlayamıyordum. Çabucak bakalım sonra da ne yapacağımızı konuşacağımız ana gelelim mi istiyordu? Kadın karnıma soğuk jeli döktüğünde kasıldım. Ellerimi nereye koyacağımı bilemeyerek uzandığım koltuğun kenarlarını kavrayıp sıkmaya başladım. Çok gergindim, hızlı hızlı soluk alıp veriyordum; dışarıdan bakan bir göz heyecandan böyle olduğumu düşünebilirdi, ancak benimki tamamen endişeden kaynaklıydı. Doktor ultrason başlığını karnıma bastırıp jeli yaymaya başladı. Soğukluk tüm karnıma dağılırken nefesimi tutmuş hâldeydim. Tepemdeki ekranda karartıdan başka bir şey yoktu. “Bakalım miniğimiz neredeymiş,” dedi Nilgün Hanım birkaç tuşa basıp başlığı karnımda sağa sola kaydırmaya devam ederken. “K-kanama olmuştum,” dedim birden kendimi tutamayarak. Bunu söylemek zorundaymış gibi hissetmiştim. Belki de bebeği kaybetmiş bile olabilirdim, çünkü ekranda hiçbir şey göremiyordum. Gerçekten... bu mümkün olabilir miydi? “Ne zaman?” dedi Cesur dişlerinin arasından. Adeta benim neden haberim olmadı dercesine bağırır gibi konuşmuştu. “Bir hafta kadar önce sanırım. Çok kan vardı. Hatta ben regl olduğumu düşünmüştüm.” “Böyle şeylere denk geliyoruz, canınızı sıkmanıza gerek yok. Şimdi her şeyi kontrol edeceğim,” diyerek sanki bebeğin nerede olduğunu bulmuşçasına başlığı karnımın biraz sağ tarafına doğru bastırdı ve nihayet karanlık ekranda bir kese göründü. “İşte kese burada ve gayet iyi durumda.” Başlığı aynı bölgede dolaştırdı. “Kanama kesenin altında oluşmuş. Şimdilik bir sıkıntı teşkil etmiyor ama eğer tekrarlanırsa beklemeden gelin.” “Nerede?” dedi Cesur üzerime doğru abanıp cihazın ekranını daha iyi görmeye çalışırken. “Şu karartı mı?” “İşte buradaki babası, kesede hiçbir sorun görünmüyor, oluşumu gayet iyi. Bebeği görebilmemiz için size on gün sonrasına randevu vereceğim. Umuyorum ki bir sonraki gelişinde kalp atışlarını bile duyabileceğiz,” dedi Nilgün Hanım. Cesur elektrik akımına kapılmışçasına irkilip geriye kaçtı. Bense ekrandan gözlerimi alamıyordum. Orada boş bir kese görmek bile çok farklı hissettiriyordu. “Minicik,” dedim hayretle ve hayranlıkla. O sırada ondan başka hiçbir yere bakamazken birden duygular bana saldırdı, gözlerim yaşlarla doldu. Yanaklarımın ıslandığını hissettim. İçimde sorunsuzca tutunduğuna şahit olmak beni feci şekilde etkilemişti. Ona bir anda olduğundan daha çok bağlanmıştım. “Ne kadar oldu? Ne kadar daha zamanı var?” dedi Cesur tüm o garipliğiyle. Nilgün Hanım, “Beş haftalık... evet, ölçümlere göre beş demek doğru olur,” dedi yine ekrana dikkatle bakarken. “Kucağınıza almak için sekiz ay kadar daha beklemeniz gerekecek,” derken ise gülümseyerek bize doğru döndü. Bu sırada cihazdan çıkan ultrason görüntülerini almış ve bana uzatmıştı. Fotoğrafı alıp avucumda sıkmamak için kendimle savaşırken, “Aldırmak için ne kadar daha zaman var?” diye sordum. Sanki konuşan ben değildim, bir başkası yerime geçerek bunu sormuştu. Kadın karnımı silmem için bana peçete verirken şaşırdı ama bunu kolayca maskelemeyi başardı. “Aldırmak mı istiyorsunuz?” “Ne kadar daha zamanı var diye sordu duymadınız mı?” dedim ağlamamak için kendimi kasarken. “İstemiyor işte-” “Nehir bunu da nereden çıkardın?” dedi Cesur gerçekten şoka uğramış bir tavırla. Kafamı ona doğru çevirip tüm öfkemi kusarcasına yüzüne baktım ve kendimi frenlemeyi bıraktım. “Nereden mi çıkardım? Sen bana nasıl davrandığının farkında mısın? Söylediğim andan beri bana hamile kalmam benim suçummuş gibi hissettirdin. İstemiyorsun işte, anlayabiliyorum. Ama sen istemiyorsun diye onu bırakmayacağım tamam mı? Sen istemiyorsan ben istiyorum. Onu benden alamazsın! Onu benden almaya peşine taktığın adam sürüsü yetmez!” Haykırışımla birlikte tüm bunları içimde tutmanın verdiği ağır histen kurtulup kuş kadar hafifledim ve hafiflemek çenemin daha çok açılmasına neden oldu. “Onu alacaksın diye korkudan bayılacak hâle getirdin beni! Ufacık daha, nasıl ondan bu kadar nefret edebilirsin aklım almıyor? Tamam başta ben de istemedim ama korktuğum için. Sadece korktuğum için, yemin ederim ki öyle-” “Nehir, hey, Nehir,” diyerek üzerime doğru eğilip yatıştırmak istercesine elini saçlarıma yerleştirdi. Dokunuşundan kaçmak için kafamı diğer tarafa çevirdim. “Uzak dur benden,” derken yanaklarım yine ıslanmıştı. “Benim gibi ne idiği belirsiz, başı beladan çıkmayan bir kadına hayatında yer açabiliyorsun ama senden bir parçayı istemeyecek kadar kötüsün. Dokunma bana, çek elini!” “Nehir,” dedi biraz sertçe ve ikaz edercesine. “Bak bana, çevirme yüzünü benden.” Doktor bizi bölmekten çekinircesine hiç sesini çıkarmadan yavaşça ayaklandı ve yanımızdan ayrıldığı anda adımlarını hızlandırarak odadan çıkıp kapıyı kapattı. Artık tamamen baş başaydık. “Bakmayacağım. Yalnız bırak beni. Hatta tamamen bırak beni,” dedim önünü arkasını hiç düşünmeden konuşarak. Sinirle karnımın üzerindeki jel kalıntılarını silmeye koyuldum. “Sana ihtiyacım yok ben tek başıma da bakabilirim bebeğime. Bana sorun çıkartma yeter.” “Nehir,” dedi sıkılı dişlerinin arasından, işte şimdi gerçekten sinirlenmiş gibiydi. “Kelimelerini eleyerek konuş, hele de konu gitmekse,” dedi ters ters. “Hem gitmemi istemiyorsun hem de bebeği istemiyorsun,” derken yaşlanmış gözlerimi ona doğru çevirdim. “Bana kal deyip ona git nasıl dersin?” “Nasıl derim Nehir, hiç aklın alıyor mu?” dedi aynı sertlikle bana bakarak. “Almıyor işte,” dedim bağırarak. “Almıyor bunu aklım. Nasıl istemezsin aklım almıyor!” “Onu istiyorum zaten şapşal kadın,” dedi sabrının son sınırlarında geziyormuş edasıyla. “Asıl sen onu istemediğimi nasıl düşünebilirsin?” “Ama... ama...” “Şoktayım,” dedi aynı kızgın ifadesini bozmadan. “Şoktayım, görmüyor musun? Benim aklım da benim çocuğumun olabileceğini almıyor.” “Peşimde o kadar adam getirmen...” “Güvenlik için,” dedi. “Henüz karnımda olan bir bebeğin güvenliği için? O kadar adam?” “Ne bileyim ben Nehir? Düzgün düşebildiğimi mi sanıyorsun? Bırak bir çocuğumun olacağını ben bir aile kurabileceğimi hayal dahi etmezdim. Bana öyle büyük bir afallama yaşattın ki kendime gelemiyorum.” “Ama karnıma dokunmaktan bile kaçınıyorsun,” dedim alıngan tavrımı saklamadan. “Çünkü dokunmaya bile korkuyorum,” diye patladı. “Böyle bir şey ilk kez başıma geliyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Hayatımda ilk kez gerçek anlamda ne yapacağımı bilmiyorum ben Nehir.” Kocaman bir rahatlama anında üzerime çöküp kasılı kalan bedenimi gevşetti. Deli misali hem ağlayıp hem de gülerek kafamı geriye yaslayıp tavana baktım. Burnumu çektim ve kıkırdarcasına bir ses çıkartıp, “İstiyorsun,” dedim çocuksu bir sevinçle. “İstiyorsun... Allah’ım... o kadar stres yaşadım ki...” İçimden tüm şükür sözcüklerini sıralamaya koyuldum ve daha sonra yeniden duymaya ihtiyacım varmış gibi ona döndüm. “İstiyor musun gerçekten Cesur?” Çehresinde taşıdığı sert ifade nihâyet çözülmeye başladı. “Sen deli misin? Benim gibi bir adamın alabileceği en büyük hediye budur bence; aile.” Uzanıp dudaklarını alnıma bastırdı, saçlarımın kokusunu içine çekti. “Bayılacak kadar çok mu korkuttum seni? Düşünemedim, fırtına kuşu, affet.” Yanaklarımdan yeni damlalar kaydı ama bu kez mutluluktandı. Ultrason fotoğrafını onun da göreceği şekilde kaldırıp, “Bu bizim,” dedim titreyen dudaklarımla. Alnını alnıma yaslarken, “Bizim,” diye mırıldandı. Bu sırada eli yavaşça, yumuşacık bir dokunuşla çıplak karnımın üzerine kondu. “Bu, bizim ailemiz.” Ardından iç çekti. “Nehir, benim ailem mi oldu şimdi? Benim? Bana ait?” Hâlâ karnımın üzerinde duran eline elimi sarıp, “Hediye gibi,” diye fısıldadım. Yavuz haklıydı; bebek bizim gibi aile kavramını düzgünce tadamamış ve eksik büyümüş kişiler için gerçek bir hediyeydi. Şans ve uğurdu. Tüm yaralara merhem olacak ilaçtı. “Bu güne kadar hiç hediye almamıştım,” dedi yavaşça. “Ama bu, hediye almadığım tüm günlere bedel, biliyor musun?” Yaşlar yeniden gözlerime hücum etti. Tamamen istemsizce, yaşadığım stres ve duygu yoğunluğundan dolayıydı. “Hiç mi hediye almadılar sana?” “İstemiyorum kimseden bir şey, ben hediyemi buldum işte sende.” Ellerimi boynuna dolayıp ona sıkı sıkıya sarıldım. Göğsüme kırık bir çocuk gibi sığındı. Saçlarına dudaklarımı bastırıp sarılışımı iyice sıkılaştırdım. Çok eksikti, çok eksiktim ve birbirimizin kayıp parçaları gibiydik. Sadece o dâhil olduğunda tablom tamamlanıyordu. Bebek ise tablomu saran süslü ve göz alıcı çerçeve olacaktı; beni bir arada tutacak ve parçalarımın kaybolmasına izin vermeyecekti. “Cesur,” dedim onu sıkı sıkı sarmaya devam ettiğim esnada. Sonra birden, aniden kelimeler dudaklarımın arasından sızdı. “Ben... seni seviyorum.” Kollarımın arasındaki bedeni kasıldı. Kafasını göğsümden kaldırmadan, “Duymadım, bir daha söylesene,” dedi birkaç uzun saniye sonra. Zihnimden bağımsız dudaklarımdan kopup dökülen o minik cümleyi yeniden kurmadan önce hararete tutulmuşum gibi dilim damağım kupkuru kesildi. “Seni seviyorum,” dedim bu kez daha net ve duyulur şekilde. Yaşlar yüzünden yapış yapış kalan yanaklarımda milyonlarca ısı noktaları oluşmaya başladı. “Duydun mu şimdi?” “Duydum şimdi,” dedi, göremesem de güldüğünü biliyordum. “Sen bir şey demeyecek misin?” dedim beklentiye. Nihâyet kafasını kaldırıp doğruldu ama benden çok uzaklaşmamaya dikkat etti. Ellerinden birini başımın üzerinden koltuğa yaslarken bana içimi sıcacık eden o yoğun bakışlarını dikmişti. “Yapabilsem göğsümü açıp seni oraya hapsedeceğim, yeterince ortada değil mi seni sevdiğim? Ölüyorum sana-” demişti ki işaret parmağımı çabucak dudaklarına bastırıp onu susturdum. “Ölme bana. Yaşa bana, Cesur. Ölürsen ölürüm çünkü.” Gözlerine anlayış, merhamet sindi; artık çok daha berrak şekilde görebildiğim aşkla bana baktı. Tam da bu sırada kapı çekinik şekilde çalındı ve içeride neyle karşılaşacağından emin olamazmış gibi açıldı. Perde yüzünden kim olduğunu göremiyor olsak da temkinli bir sesle, “Her şey yolunda mı acaba?” diye sorduğunda bunun Eva olduğunu anlamıştık. Cesur benden koparak geriye çekildi ve perdeyi tutup kenara çekerken, “Gelin içeri,” dedi coşkuyla. Böylelikle kapı ardına kadar açıldı. Eva’nın arkasında kalan kafalar sağdan soldan eğilerek içeriye bakındı. Komik hâlleri beni güldürdüğünde gergin yüzlerine çöken rahatlamayı yakaladım. Yattığım yerden doğrulduğum sırada Eva koşar adımlarla yanıma gelip bana sıkı sıkıya sarıldı. Zümrüt yeşili gözleri kucağıma düşen ultrason fotoğrafını yakaladığında onu hızla kapıp, “Ah, tanrım... şuna bakın beyler, şuna bakın! Minicik, ufacık,” diyerek fotoğrafı herkese gösterdi. Sanki habere inanmak ve sevinmek için herkes emin olmayı bekliyormuş ve Eva’nın elindeki de en büyük kanıtmış gibi odanın içerisine ıslıklar ve coşkulu bağırışlar hâkim oldu. Özgür, “Abim,” derken Cesur’a sarılıp tebrik etti. Ardından yanıma gelip beni de kucakladı. Fotoğrafı Eva’nın elinden alarak küçük karartıya heyecanlı gözlerle bakarken, “Erkek olacak, amcasına benzeyecek aslanım,” dedi hevesli hevesli. “Onu bizzat yetiştireceğim, sevimli küçük kopyam gibi dolaşacak.” Tuna, “Yazık çocuğa şimdiden, senin gibi amcası var, hiç yüzü gülmeyecek,” diye takıldı. “Eh, kadınlar konusunda gülmeyebilir, sonuçta ben varken onun tercih edileceğini sanmıyorum ama diğer konularda ona şans veririm, yeğenim sonuçta.” “Ben kız olacak diyorum,” dedi Eva da hevesle atılarak. “Onunla mağaza mağaza gezip dolaşırız, her istediğini alırım. Favori teyzesi olacağım. Hepinizden çok beni sevecek.” “Biz teyze miyiz kızım? Tabii favori teyzesi sen olacaksın, başka aday yok elimizde yoksa pek şansın olmazdı,” dedi Özgür sırıtarak. “Eh, bul birini aday olsun da görelim,” dedi Tuna fırsatını bulduğu gibi araya karışmayı es geçmezken. “Ulan senin bu beni baş göz etme merakın ne lan? Annemi bile geçtin oğlum. Bir rahat ver gözünü seveyim hayatımı yaşıyorum şurada.” “Yaşadığın hayata sıçayım,” dedi Tuna ama sonra meclis içinde olduğunu hatırlayarak özür dilercesine baktı. “Neyse, işte anladın sen. Ayrıca ben de oyumu kız olmasından yana kullanıyorum. Sana kök söktürür inşallah Özgür.” “Şimdi sıçtım ağzına senin,” dedi Özgür Tuna’ya doğru atılırken. “Dua ederken bile bana beddua ediyor ibne!” Tuna dışarıya doğru kaçtığı sırada, “Hastanedeyiz lan kendine gel, imajım var benim,” diye bağırıyordu. İkisi yaramaz çocuklar gibi fırtına misali geçip giderken hepimizin yüzünde kocaman sırıtışlar hâkimdi. Bu sırada kapının yanındaki duvara sırtını yaslamış şekilde duran Akın’ı fark ettim, o da gülüyordu. Doğrulup abisine doğru yaklaşırken durumdan rahatsızlık duyar gibi görünmüyordu, aksine abisinin mutluluğuna sevinmiş gibiydi, samimiydi. Cesur’la kucaklaşmalarını tebessüm ederek izledim. Birbirlerinin sırtlarına vurup güldüler. Sanırım aralarındaki gerilim böylelikle tamamen son bulmuştu ve bundan memnundum. “Kız olsun erkek olsun omuzlarımdan indirmem abi,” dedi Akın elini bir kez daha Cesur’un sırtına vurdu ve yorgun, kızarık gözlerini bana çevirip tebrik edercesine hafifçe kafasını salladı. Aynı şekilde karşılık verdim. Derken Özgür, Tuna’nın başını kolunun altında sıkıştırmış şekilde yeniden odaya girdi. Adamı tıpkı bir çocuğu sever gibi saçlarını karıştırarak haşin haşin severken, “Özür dile bırakayım seni,” dedi genişçe sırıttığı sırada. “Burnun boktan çıkmasın, Özgür!” “Aynı halama benziyorsun lan. İşin gücün beddua.” “Yakışıyor üzerine benim suçum ne?” “Yakışır,” dedi Özgür göğsünü kabartarak. “Bana her şey yakışır, çünkü yakışıklı adamım vesselam.” Tuna kusar gibi sesler çıkardı. “Yakışıklıya bak yakışıklıya! Bırak artık beni boğuldum oğlum!” “Özrünü duyayım bırakacağım. De bakayım herkesin içinde Özgür abim çok yaşa, kulun köpeğin olayım, ayaklarına kapanayım ben sığırın tekiyim, de hadi.” “Özgür,” dedi Tuna artık gerçekten boğuluyormuş gibi kıvranarak, sanırım Özgür ona duymak istediklerini söyletmek için biraz baskı uyguluyordu. “Senden bela bir kadın başına bela olsun, hayatı sana zindan etsin, o fıldır fıldır dönen gözlerini çıkarıp eline versin, yıldırım nikahıyla evlenirsin inşallah!” Özgür ateşe dokunmuş gibi hızla Tuna’yı serbest bıraktı. Gözleri dehşetle irileşirken, “Lan sen yatıp kalkıp bana beddua etme dersleri mi yapıyorsun? Yedim seni Tuna!” diye bağırdı. Tuna ise bu kez dışarı kaçmak yerine başka kimse kalmamış gibi odanın bir köşesinde sakince duran Nilgün Hanım’ın arkasına saklanıp kadını omuzlarından tutarak kendisine siper etti. Birincisi kadın o kadar kısa boyluydu ki Özgür kadının kafasının üzerinden kolunu uzattığında Tuna’ya vurabiliyordu. İkincisiyse Nilgün Hanım’ın rengi o kadar kaçmıştı ki her an bayılacak gibi duruyordu. Tuna üzerine savrulan sert tokatlardan kaçmak adına sağa sola eğilip dururken kadını da yayık misali silkeleyip duruyordu ve laf atmaktan geri kalmayı da ihmal etmiyordu. “Beni şahidin yapmazsan küserim.” “Seni başka şeyler yapacağım, gel hele buraya.” Devamında Tuna kurtarması umuduyla Cesur'a yalvardı ve Cesur ise ellerini ceplerine tıkıp hiçbir şey yapmayacağını belli edercesine omuzlarını havaya kaldırarak, sen kaşındın dercesine de ona sırtını çevirdi ve bana döndü. Koyu kahve gözlerinin içi gülüyordu. Mutluydu. Belki de onu ilk kez bu kadar mutlu görüyordum. Bana beni pamuklara sarar gibi bakıyordu. Pamuklara sarılmış gibi yumuşacık hissediyordum. ××× Cesur bizi korkutmaaa sjsjsjs
|
0% |