Yeni Üyelik
37.
Bölüm

37. BÖLÜM

@yazarimsibirileri

Barut önünde durduğu kapının adamları tarafından açılmasını sakince izledikten sonra uyuşuk, tasasız adımlarını içeriye doğru taşıdı. Pek sık kullanmadığı evin holünde ilerlerken dudaklarında kısık tonlara ıslık hâkimdi. Elleri ceplerindeydi ve hâli keyifliydi. Dışarıda yağan ahmak ıslatan yağmuru yüzünden saçlarında onlarca minik yağmur damlaları bulunuyordu, ancak bunu pek sorun ediyor gibi görünmediği ortadaydı.

Şehrin gürültüsünden bir nebze uzaktaki evin oturma odasına ulaştığında pencerenin önündeki karşılıklı duran berjerlerden birinde oturan adama gözlerini dikti. Şüphesiz o Yavuz’dan başkası değildi. Bahçeye giren aracının, dahası odaya yaklaşan adım seslerini duyduğundan kuşkusu yoktu, ancak Yavuz elinde tuttuğu kalınlığıyla epey göz dolduran kitabı, yanına çektiği yüksek abajurun yaydığı loş ışığın altında hiç istifini bozmadan okumaya devam ediyordu.

Yavuz’un tepkisizliğine hiç aldırmadan salonun düşük derecede ayarlanmış olan ışıklarını sonuna kadar açtı. Bu hareketiyle birlikte Yavuz bitirdiği sayfayı tuttuğu soluğunu gürültüyle dışarıya vererek çevirdi. Barut keyfini hiçbir şeyin bozamayacağını belli edercesine ıslık çalmaya devam ederek içkilerin bulunduğu dolaba ilerledi ve seçtiği şişeyle bardaklardan ikisini aldı. Ardından da elindekilerle birlikte Yavuz’un yanına yaklaşıp iki berjerin arasında bulunan sehpanın üzerine getirdiklerini bıraktı. Bu esnada Yavuz diğer sayfayı çevirmişti. Barut şişenin kapağını açarken, “Hep böyle misafirlerine iş yaptırmayı mı seversin?” diye takıldı.

Yavuz okuduğu satırdan gözlerini ayırmadan karşılık verdi. “Burada misafir olanın ben olduğumu sanıyordum.”

“Sen kendini ev sahibi gibi hisset. Uzunca bir süre burada kalacaksın, öyle görünüyor.”

Duydukları Yavuz’un tüm dikkatini dağıttığında nihâyet kafasını kitaptan kaldırarak Barut’a çevirdi. Adam tüm rahatlığıyla iki bardağa içki doldurup kendi bardağını alarak arkasına yaslandı, ancak bir şeyden rahatsız olmuş gibi hızla doğrularak içkiyi geri bıraktı ve beline doğru uzandı. Çıkardığı silahı içki şişesinin hemen yanına bıraktıktan sonra bardağını alarak yayvanca koltuğa yerleşti.

“Bu ne demek şimdi?” dedi Yavuz kaşlarını hafifçe çatarak, gözlerinde kuşku taneleri uçuşuyordu. Ancak elbette durum ortadaydı. Getirildiği bu evde üst düzey korunmayla birlikte tutulmaya devam edilecekti.

“İç benimle, Yavuz,” dedi Barut emredercesine. Yüz ifadesi hâlâ yumuşak olsa da gözlerindeki bakış tehlikeliydi.

Yavuz kucağındaki kitabın kapağını gürültüyle kapatıp onu sehpanın üzerine bıraktı ve orada kendisi için doldurulmuş olan içki bardağına döndü. Hemen yanında duran silaha elinin kaymaması için hiçbir neden yoktu ve aklından geçen de tam olarak buydu. Onu alabilir miydi? Alabilirse zamanında kullanabilir miydi? Peki ya içi boşsa ne olacaktı? Yoksa bir çeşit oyunun içerisinde miydi?

Barut bardağını dudaklarına doğru taşıdı ama ondan yudumlamadan önce durup, “Benimle iç dedim, silahımla ilgili planlar kur demedim,” dedi eğlenir gibi. Bunun üzerine Yavuz boğazını temizleyerek kendisini toparlamaya çalıştı ve terlemeye başladığını belli etmemek için çaba göstererek kendi bardağını aldı. Bu hareketi Barut’u güldürdü. Kafasını hafifçe iki yana sallayıp dudaklarına taşıdığı içkiden yudumladıktan sonra konuşmaya devam etti.

“Harekete geçmeden önce hep böyle uzun uzun düşünür müsün?”

Yavuz ona ters ters bakmaktan kendisini alamadı. “Adımlarımı sağlam atmayı tercih ederim.”

“Silahımı burada bırakıp gitsem bile ona elini süremeyeceğini ikimiz de biliyoruz. Senin hamurun belli.”

“Hiçbir şeyden bu kadar emin olma,” dedi Yavuz. Ancak durum maskelenemeyecek kadar ortadaydı.

Barut kafasını koltuğun üst kısmına doğru yatırıp gözlerini tavana dikti. “Tiksinç mi geliyor sana silah?” diye sorduğunda sesinde garip bir hava vardı. Ciddi ve meraklı gibiydi.

“Ona bakmak bile içime buz gibi bir his yayıyor. Sen bunu bilemezsin. Bu yüzden beni küçük görmeni anlıyorum.”

“Seni küçük görmüyorum,” dedi Barut dalgın gözlerini tavanda belirsiz bir noktaya sapladığı sırada. Üzerine bir anda durgunluk sinmişti. “Sadece...” İç çekti. “Tavrın garip geliyor.”

Yavuz hafifçe gözlerini kıstı. “Silahı eline ilk aldığında kaç yaşındaydın?”

“Hatırlamıyorum,” dedi Barut dürüstçe. Koltuğun koçağına yasladığı bardağı tutan parmakları sıkılaştı.

“Hatırlamayacağın kadar ufak yaştaysan beni garipsemen normal,” dedi Yavuz biraz şaşkınlıkla kafasını salladığı esnada. “Ben elime kalemden başka bir şey almadım.”

“Bense silahla doğdum.”

“Onunla ya da onun tarafından da öleceksin. Gidişatın bu yönde.”

“Ölmemi isterdin, değil mi?” Yavuz uzun sayılacak bir müddet sessiz kaldığında Barut dudaklarını kıvırdı. “Buna cevap vermen bu kadar zor olmamalıydı.”

“İstemezdim,” dedi Yavuz nihâyet konuştuğunda. Sesinde kendisiyle savaştığını belli eden bir tını saklıydı. “İsterim gibi geliyor ama yine de istemezdim. Benim kalbim o kadar soğuk değil. Senin için bile.”

“Bense seni öldürme planları kuruyorum.”

“Tahmin etmek zor değil. Öldürmek senin için su içmek, yemek yemek, nefes almak gibi.”

Barut burnundan gürültülü bir soluk verdi. “Öyle.”

“Hiç vicdanın sızlamadı mı?”

“Sızlamadı.”

“Kimse için üzülmediğini söyleyemezsin.”

“Üzülmedim,” dedi Barut hiç düşünme zahmetine bile girmeden.

“Belki de gerçekten değer verdiğin birine o silahı doğrultmak zorunda kalmadığın içindir.”

“Eğer silahımı birine doğrultmuşsam bunu hak etmiştir. Geri kalan hiçbir şeyin önemi yok. Ben senin gibi duygularla yaşamıyorum.”

“Sen nasıl yetiştirildin ki tüm duygulardan yoksun olabiliyorsun?” dedi Yavuz inanamayışla. “İşin sonunda sen de bir insansın.”

“Belki de değilimdir.”

“Biliyor musun, buna inanırım. Canavarlaşmış birine benziyorsun.”

Barut güler gibi bir ses çıkarttı. “Bunu daha önce o kadar çok duydum ki.”

“Gerçekten iyi bir oyuncu musun yoksa bunlar gerçek hislerin mi çözemiyorum.”

“Ben okuduğun kitap karakterlerinden değilim, Yavuz. Bir olayla, birinin içimdeki iyiliği açığa çıkartmaya çalışmasıyla ya da nasihatlerle yolumdan dönecek biri hiç değilim. Bana baktığında bir canavar mı görüyorsun? O zaman ben canavarımdır.”

“Peki sana baktığımda iyi bir adam görebilir miyim? Bunun hiç mümkün olma ihtimali var mı?”

“Sen göremezsin.”

Yavuz güldü. Buz gibi bir gülüştü. “Anladım.”

“Buraya gelip seninle muhabbet ediyorum diye benden umut bekleme.”

“Senin için sadece piyon olduğumu biliyorum. Hakkımdaki planlarının da pekâlâ farkındayım.”

“Zeki bir adamsın ama silah seni geriyor,” dedi Barut sanki onun silahla olan ilişkisini hâlâ garipsiyormuş gibi.

“Ben senin gibi yetiştirilmedim.”

Barut yavaşça kafasını salladı. “Bu yüzden şanslı sayılırsın,” diye kendi kendine kısık sesle mırıldandıktan hemen sonra üzerine sinen ağırlıktan kurtulup eski keyifli hâline geri dönmeye çalıştı, ancak elbette ki istediği ölçüde bunu sağlayamamıştı. “Gelelim buraya neden geldiğime,” dediğinde gözlerini tavandan çekip Yavuz’a dikti. Adamın gözlerinde yorgun bir ifade asılıydı ve uzun süredir kitap okuduğundan olsa gerek gözleri kızarmıştı. “Bir süre daha yaşamaya devam edeceksin.”

“Bunu söylemeye mi geldin? Sanki müjde verirmiş gibi,” dedi Yavuz, içi buz dağından farksızdı. “Silahlarla aram iyi olmayabilir ama ölümden korkmuyorum.”

“Karşımda sadece bedeni canlı, ruhu ölü bir adam olduğunun emin ol farkındayım. Ölüm sana ödül olur, bunu yapmam için gözlerimin içine bakıyorsun. Bunu yapacağım da ama biraz daha bekleyeceksin. Çünkü bu akşam Nehir ile anlaştım.”

Yavuz avucundaki içki bardağını kırmak istercesine sıktı. O sakin hâlinden eser bile kalmazken gözlerine hırçın bir bakış yerleşti. “Onu benimle tehdit ettin, değil mi?”

“Evet ve işe yaradı. İşe yarayacağını bir bebek bile bilirdi zaten. Nehir arkadaşlarına gereksiz şekilde fazla değer veriyor.”

“Nehir de elleri kanlı biri ama onu senden ayıran en büyük nokta işte bu; birilerini sevebiliyor ve onlar için canını ortaya koyabiliyor.”

Barut omuz silkti. “Ben birileri için canımı ortaya koymazdım. Onlar için canım pahasına savaşırdım. Teslim olmak kanımda yok.”

“Şimdi ne olacak? Ne isteyeceksin ondan?” dedi Yavuz çenesi kaskatıydı.

“Adım adım Cesur’u öldüreceğiz onunla. Senin için âşık olduğu adamı usul usul parçalayacak.”

Yavuz kafasını şiddetle iki yana sallarken, “Yapmaz,” diye sayıkladı. “Yanıldığını göreceksin. O, Cesur’a zarar vermektense benim ölmeme izin verecek.”

“Evet, o, kendi çapında ikinizi de kurtarmaya çalışabilir ama buna izin verecek değilim. İkiniz de öleceksiniz, sadece günü belli değil.”

“Bu neyin kini?” dedi Yavuz artık dayanamayıp patlarcasına. “Nehir’in günahı ne?”

“Onun yüzünden iki dostumu kaybettim. Bunun bedelini ödemeyeceğini düşünmeniz bile küstahlık.”

“Onları öldüren Cesur’du, Nehir değil. Sen tamamen Nehir odaklı gidiyorsun, farkında değil misin?”

“Sana öyle geliyor. Bu hikâyede yaşamasına izin vereceğim tek kişi Nehir.”

“Neden?” dedi Yavuz, oturduğu yerde kaskatıydı. Aklına gelen düşünce kanını dondurmuş gibi kabullenemeyişle kafasını kısaca iki yana sallarken, “Sakın bana ondan hoşlandığını ya da ona âşık olduğunu söyleme!” diye tısladı.

Barut’un kaşları çatıldı, yüzü gerildi. “Ne saçmalıyorsun sen?” dedi paylarcasına. “Buna bana hangi cüretle sorabilirsin?” Hışımla yüzünü sıvazladı, sorudan epeyce rahatsız olduğu her hâlinden belliydi. “İki dakikada tüm asabımı bozdun ulan,” dedi bardağını vururcasına sehpanın üzerine bırakıp cebindeki sigarayı çıkarttığı sırada. Paketten bir dal almak için çabalarken, “Yaşayacak, çünkü bu onun için daha acı olacak ve yanlış kişinin arkasından iş çevirmesinin bedelini ödeyecek,” dedi. Nihâyet çıkartabildiği sigarayı dudaklarının arasında kıstırıp çakmağıyla tutuşturdu. İlk soluğu ciğerlerine doldururken kaşları çatık, yüzünde memnuniyetsiz ifadesi asılıydı.

“Aslında en başındaki planım Cesur’un yaşamasıydı. Düşünsene yıllardır aradığı kadını elinden aldığımda onu gerçekten delirtmiş olacaktım ve kalan ömrünü tımarhanede geçirecek hâle gelecekti.”

Yavuz cevabını asıl bilmek istediği sorunun geçiştirilmesi karşısında oturduğu yerde rahatsızca kıpırdanırken, “Yıllardır aradığı kadın Nehir değil,” dedi düzeltme ihtiyacıyla. Aslında Nehir olduğunu artık biliyordu.

Barut önemli olmadığını belli edercesine omuz silkti. “Nehir’e onu yıllar sonra bulmuş gibi davranıyor. Bu kadarı yeterli, aynı kadın olmasına gerek yok. Üstelik hamile.” Yavuz tepki vermedi. Suratındaki ifadeyi sabit tutmak için büyük bir çaba sarf ederken, “Elbette sen bunu zaten biliyordun,” dedi Barut gülerek. “Şaşırmadım.”

“Bebeğe de mi acımıyorsun?”

“Acımam mı gerekiyor?”

“Yapma,” dedi Yavuz kafasını sağ omzuna doğru yatırdığı sırada. “İşte şu an öylesine konuşuyorsun. Mila’yla yakın olduğunu gördüm. Onun hamile olduğunu düşün ve bu korkunç planlarını yeniden gözden geçir.”

Barut, “Beni tanıyormuş gibi konuşman komik,” dedi ciğerlerine doldurduğu soluğu havaya bıraktıktan hemen sonra. “Hâlâ benden umutlu olmansa daha komik.”

“Biraz olsun saygıyı hak etmiyorsun.”

“Yüzüme yumruğunu geçirmek istiyor gibi duruyorsun,” dedi Barut alayla. Öne doğru eğilerek Yavuz’a yaklaştı. “Vur bakalım. Yoksa kanserli bir hücre gibi seni ele geçirmiş olan vicdanın buna da el vermeyecek mi?”

“Seni parmağını kaldıramayacak şekilde dövsem ne fayda? Şu hâline bak, ne kadar iğrenç ve aşağılık olduğunun farkında değilsin.”

Barut’un gözü seğirdi ama buna rağmen yine gülümsemeyi başardı. “Gerçek canavarla tanıştığında sen de ölümden korkmaya başlayacaksın, oğlan çocuğu.”

×××

Banyodaki devasa aynanın karşısında kırmızının en can alıcı tonlarında olan rujumu dudaklarımın üzerinde gezdirmeye başladım. Günler sonra kendimi gerçekten iyi hissedebildiğim akşamlardan birindeydim ve bana bakan herkes bunu anlayabilirdi. Bedenimi sıkıca saran, düz üstü, kare kesim yakası göğüslerimin üzerine kadar inen ve kolları bol dökümlü transparan olan siyah bir elbise tercih etmiştim. Saçlarımı düzleştirmiş, artık iyice elimin alışmasından dolayı makyajımı güzel şekilde tamamlayabilmiştim. Boynumdaysa Cesur’un benim için yaptığı kolye asılıydı. Kafesteki fırtına kuşu...

Rujumu sürmeyi bitirdiğimde aynadaki kadının kusursuz görüntüsüne iç çekerek bakmaktan kendimi alamadım. Soğuk algınlığı ve duygusal hasarlarım yüzünden yatakta geçirdiğim günlerin üzerine artık geri dönmeye hazırdım. Kulüpte eğlence bu gece erken başlamıştı ama Cesur’un başka planları olduğunu biliyordum. Fazla detay vermemiş olsa da birlikte dışarıda takılacağımızı söylemişti ve ben de bu yüzden güzelce hazırlanmıştım.

Bal tonundaki saçlarımı arkama doğru savurup nihâyet kendimi hazır hissedebilince banyodan çıkmak için hareketlendim. Tek eksiğim ayakkabılarımdı. Duştan yeni çıkmış sayılırdım ve kendime terlik bulmayı fazladan iş olarak gördüğüm için çıplak ayaklarımla geziyordum. Artık buna bir son vermek adına ayakkabılarımı giyip hazırlığımı tamamlamam gerekiyordu. Banyo kapısını açıp yatak odasına doğru ilk adımımı attığımda ikinci adımımı atmama engel olan bir görüntüyle karşılaşınca öylece kalakaldım. Cesur odadaydı. Dahası onu soyunurken yakalamıştım. Sırtı bana dönüktü ve ellerini üzerindeki tişörtün eteklerine atıp onu yukarıya çekişini saniyesi saniyesine izliyordum. Kusur barındırmayan vücudu her hareketinde kıvrılıp iştah açıcı şekilde mükemmelliğini sergiliyordu.

Ansının Cesur’un, “Gökçe az önce sana beni özlediğini mi söyledi? Öyleyse ona neden beni hiç aramadığını sor bakalım,” deyişiyle birlikte irkilip kafamı kısaca iki yana salladım. Benimle konuşmadığını ve kulağının tekinde takılı olan kulaklık aracılığıyla telefonda olduğunu anlamam birkaç saniyemi aldı. Tek kaşım hızla havaya kalkarken adımlarımı ona doğru çevirdim. Tıpkı bir demir parçasının mıknatısa çekilmesi gibi Cesur’a doğru ilerlerken onun giysi dolabından yeni kıyafet almak yerine öylece durmaya devam etmesi dikkatimi çektiğinde bunu sorguladım, ancak hemen sonra dolabın siyah film aynalı yüzeyine yansıyan görüntüsüne gözlerim kaydı ve ayna aracılığıyla bana baktığını fark ettim. Artık başka hiçbir şey umurunda değilmiş, tüm dikkatini bana vermiş şekildeydi.

Son adımı atarak tamamen yanına ulaştığımda ellerimi beline sarıp yanağımı çıplak sırtına bastırarak ona arkasından sarıldım. Elleri anında ellerimin üstüne kondu ve tenindeki kasılmayı netçe hissettim. Baş parmağı kolumun üzerinde minik ritimler çizmeye başlarken, “Demek henüz bir telefonu olmadığı için beni arayamıyormuş, öyle mi? Yarım saate telefonunun elinde olacağını ona ilet. Yaşının önemi mi var Furkan? Sadece beni araması için ona telefon alacağım hepsi bu,” dedi sanki hiç dikkatini dağıtmamışım gibi.

Furkan, hastanede tanıştığım Cesur’un yetimhaneden arkadaşı olan Furkan olmalıydı. Buraya gelip benimle ilgilendiğini hayal meyal hatırlıyordum. Sonrasında onu hiç görmemiştim. Konuşmadan anladığım kadarıyla Gökçe ise onun kızı olmalıydı. Adını duyduğum andan itibaren usulca içimi kemiren merak nihâyet son bulduğunda hafifçe gülümsemekten kendimi alamadım. Cesur’dan hiç şüphem olamasa bile onun ağzından başka bir kadının adını dahi duymak istemediğimi fark etmiştim. Gülümsemem biraz daha genişledi, sanırım hissettiklerim hastalık seviyesindeydi. Eh, hasta bir adama onun kadar hasta bir kadından başkası da uyamazdı, değil mi?

“Gökçe’ye kural koyamazsın. Burada amcası var. Babası olman umurumda bile değil kardeşim.”

İlgiyi sadece kendime istermişim gibi burnumu kürek kemiklerinin ortasına bastırıp teninin kokusunu ciğerlerime doldurdum, bu hareketim bedeninin uyarıyla gerilmesine neden oldu. İkinci hamle olarak karnının üzerinde duran parmaklarımı hareketlendirdim. Usulca yukarıya tırmanıp sert göğsüne ulaşmayı hedeflediğim sırada, “Ararım seni yeniden Furkan, halletmem gereken bir iş çıktı,” dedi Cesur aniden. Sesindeki sakinlik kaybolmuş, sanki ortada çok ciddi bir mesele varmışçasına hafif sert konuşmuştu. İlerlettiği muhabbeti hızla kesip atması karşısında dudağımı ısırmaktan kendimi alamadım. Hışımla kulaklığı kulağından söküp bir kenara attıktan sonra göğsünde dolaşan ellerimden birini yakalayıp aşağıya indirdi ve pantolonunun önüne bastırdı.

“Doğru yer burası.”

“Hmm...” diye keyifle mırıldanırken avucumu hafifçe bastırarak pantolonunun üzerinde kaydırdım. Sert bir soluk aldı. Ardındansa parmaklarım oradaki fermuara dokundu, tırnaklarımla fermuarın üzerinde gidip geldim.

“Dışarı çıkmak istediğini düşünüyordum ama sen içeride kalmak istiyor gibisin,” dedi karanlık bir sesle.

“Hâlâ dışarı çıkmak istiyorum.”

“Hmm...” diyerek beni taklit etti. “Öyleyse ellerin rahat durmalı.”

Onu özlemiştim. Günlerdir hastaydım diye benden uzak durmuştu ve artık bunun beni ciddi bir yoksunluğa ittiğini fark ediyordum. Yine de sanırım bunu biraz daha sürdürebilirdim. Parmaklarımı son kez pantolonun üzerinde kaydırdıktan sonra dolabın alt kısmında olan ayakkabıları işaret ettim.

“Onları almak için buradaydım.”

Uzanıp gösterdiğim topuklu ayakkabıları aldı ve sonra da bana doğru döndü. Onu sanki ilk kez üstü çıplak görüyormuşum gibi incelerken ellerim yine rahat durmayarak göğsüne konmuştu. Parmaklarımı sıcacık teninin üzerinde dolaştırırken sol tarafına doğru ilerledim. Orada, göğsüyle koltuk altının oralarda konumlandırılmış kükreyen aslan başı dövmesi vardı. Göze batacak büyüklükte değildi, ancak dikkat çekici şekilde vahşi kıvrımlara sahipti. Beni sarıp sarmayan arzu yumağının sigara dumanı gibi dağılmaya başladığını hissederken, “Ailenin simgesi,” diye mırıldandım. “Bunu daha göz önünde yaptırman gerekmez miydi?”

“Dövüşe çıktığımda yeterince göz önünde oluyor,” derken bana doğru bir adım atıp geriye doğru bir adım gitmemi sağladı.

“Ah, evet, uzun zamandır çıkmadığın için bunu unutmuşum.”

“Paslandığımı mı ima ediyorsun?” dedi gözlerini hafifçe kıstığı sırada.

“Ne? Hayır, sadece dövüş yaptığın aklımdan çıkmış.”

Bir adım daha üzerime geldi. “Sana hatırlatırım. Bir daha unutmayacağın şekilde.”

“Kes şunu öyle bir şey istemiyorum.”

“Hmm... peki dövme? İster misin?”

Ona şaşkın şaşkın baktım. “Aklından bile geçirme.”

Boştaki eli belime sarıp beni kendisiyle bütünleştirdiği sırada, “Teninde ufacık bir çizik bile olmamasını seviyorum ama dövmeye sıcak bakabilirim,” dedi bana teklif sunarcasına.

“Hayır,” derken kafamı yavaşça iki yana salladım. “Dövme istemiyorum.”

Belimdeki elini yukarıya taşıyıp çenemi kavradı ve beni parmak uçlarımda yükseleceğim şekilde yukarıya, kendisine doğru çekti. Koyu kahve gözlerini kırmızıya boyadığım dudaklarımdan ayırmadan, “Sorun yok,” diye fısıldadı. “Ben teninde başka yollarla da bana ait izler bırakabilirim.”

Gürültüyle yutkundum. Beni öpmesini bekleyerek ona doğru iyice yaklaşsam da Cesur geri çekildi. Karanlık bakışlarını üzerimden ayırmadan, “Otur,” dedi buyururcasına. Arkamda kalan yatağa doğru gerisin geri bir adım daha atıp oturdum. Ellerimi iki yanımdan yatağa bastırırken bedenimi hafif geriye doğru eğmiştim ve Cesur’u en rahat şekilde izleyebileceğim pozisyonu almıştım.

“Nereye gideceğiz?”

“Sahilde güzel bir restoranda yer ayarladım. Furkan da gelecek, ailesiyle birlikte.”

“Yetimhaneden bir arkadaşınla hâlâ görüştüğünü bana söylememiştin,” dediğim sırada önümde diz çökmesini izliyordum. Üzerinde sadece pantolonu varken ve bana dünyada gördüğü en değerli şeymişim gibi bakarken başka konular hakkında konuşmak zordu.

“Onunla sık görüştüğümü kardeşlerim bile bilmez,” diyerek sağ ayak bileğimi yakalayıp ayakkabıyı giymeme yardım etti. “Bunu gizlemeyi huy edindiğim için söylemedim sanırım.”

“Göz önünde olsun istemiyorsun.”

“Evet.”

“Kimse onu keşfetmemeli ve böylece güvende kalacak.”

Bir kez daha, “Evet,” derken sol ayağıma ayakkabıyı giydiriyordu.

“Anladım,” dedim yavaşça. Ama aklıma bir şeyin takılı olduğu ses tonumdan bile belliydi.

Cesur ayağıma geçirdiği ince topuklu ayakkabıların duruşunu incelerken, “Ne oldu?” diye sordu.

“Onu saklamaya çalışıyorsun ama beniyse tam ortada tutmak istiyorsun.”

Ayaklarımda gezinen gözleri hızla gözlerimi buldu. “Çünkü sen tam ortada ve göz önünde olması gerekensin.”

“Korunması gereken değil de gözden çıkarılması kolay olan biri gibi.”

“Ne bu? Hormonlar mı?” dedi hafif gülerek. Ona ters ters baktığımda gülüşü azalmak yerine arttı. “Onu uzak tutuyorum, çünkü bu hayat ona ağır gelir, kaldıramaz. Seni ortada tutuyorum, çünkü bu hayat senin ve buranın bir kraliçeye ihtiyacı vardı.”

Ne kadar engellemeye çalışsam da dudaklarım kıvrıldı. “Ağzın gerçekten iyi laf yapıyor.”

“Sadece laf mı?” dediğinde bana tekinsiz bir bakış atıp dudaklarını sol dizimin üzerine bastırdı ve geri çekilmeden konuştu. “Başka şeyleri de iyi yapıyor olmalı.”

Tatlı bir ürperti diz kapağımdan başlayarak tüm vücuduma yayıldı. Yatağa dayadığım ellerim örtüyü sıkı sıkıya kavrarken, “Bilmem, hatırlamıyorum pek,” diye mırıldandım.

“Bir daha hiç unutmayacağın şekilde hatırlatırım.”

İşveyle omuz silktim. “Hafızam kötüdür sık sık hatırlatmak zorunda kalabilirsin bence.”

Güldüğünü işittim. Hemen ardından da dilinin ıslaklığı diz kapağımın üzerinde gezinmeye başladı. Anında vücudumu saran sıcaklıkla birlikte inlememek için dudağımı ısırarak önümde duran heybetli bedenini inceledim. Ancak sadece ona bakmak bile içimde tutuşan ateşi harlamak için yeterliydi. Ellerinin ayak bileklerime konduğunu ve usul usul yukarıya doğru çıkmaya başladığını hissettiğimdeyse ipler benim için kopmaya yüz tutmuştu.

“Cesur,” dedim biraz gergince ve onu uyarır gibi. “Geç kalmayalım?”

Bana verdiği cevap dudaklarını baldırlarıma doğru kaydırmak olunca göğsüm körük gibi inip kalkmaya başladı. Bacaklarımı birbirlerine yapıştırmak için hareketlensem de benden önce davranarak ellerini hızla diz kapaklarımın altlarına geçirdi ve bacaklarımı elbisenin izin verdiği ölçüde araladı. Giydiğim beyaz iç çamaşırının tamamen gözlerinin önünde olduğunu biliyordum. Oraya öyle bir bakışı vardı ki bu beni hem delicesine heyecanlandırıyor hem de biraz ürpertiyordu. Derken dudaklarını baldırlarımın iç kısımlarına ilerletti. Kafam istemsizce geriye doğru düşerken içime sert, iniltiye benzer gürültülü bir soluk çektim.

“Özledim seni fırtına,” dedi karanlık üslubunu bırakmadan. “Günler geçti. Artık iyisin. İyisin, değil mi?”

Sertçe yutkundum. “İyiyim,” diye güçlükle mırıldandım. Tamamen toparlamıştım. Aslında birkaç gündür epey iyiydim ama yine de bu şekilde bana hiç sokulmamıştı.

Elleri baldırlarıma kayıp elbisemin eteğini yukarıya itti. Kalçalarıma kadar ulaştı ve bedenimi yatağın tam ucuna gelecek şekilde öne çekti. Artık elbisem neredeyse belime çıkmış hâldeydi ve altım tamamen açıkta duruyordu. Kısa sakallarının tenimde bıraktığı minik sızılar içime içime işlerken, “Cesur,” dedim daha fazla ileriye giderse dayanamazmışım gibi. “Bunun sonu iyiye gitmiyor.”

Ben sanki hiç konuşmamışım gibi bacaklarımı iyice aralayarak yüzünü oraya gömdü. Kafam bir kez daha geriye doğru düştüğünde bu sefer inlememe engel olamadım. İşin kötüsü iç çamaşırım hâlâ üzerimdeydi ve bu durum bana yaşattığı tatlı işkencenin dozunu kamçılıyordu. Dudaklarının kışkırtıcı hareketleri işin içine karıştığında yatağı delmek istercesine tırnaklarımı örtüye geçirdim. Çok hızlı ve gürültülü nefes alıyordum. Gece için yaptığım hazırlığın artık hiçbir önemi yoktu, sadece onu istiyordum. Hatta artık dışarı çıkmanın bile önemi kalmamıştı.

Kendimi onun insafına bıraktığımı belli edercesine bedenimi dik tutmayı keserek yatağa uzanacağım esnada Cesur yavaşça geri çekildi ve oyunbaz bakışlarıyla bana baktı. İsyan edercesine inlemekten kendimi alamadım ve hırçınca yatağa sırt üstü yattım. Hâlime gülüp yerden kalkarak karşımda dikildi. Onun da bunu devam ettirmeyi istediğini biliyordum, vücudu kaskatı duruyordu. Hatta iradesi incelmiş, kopmak üzere olan bir ipti, ancak yine de nasıl başarıyorsa kendisini kontrol edebiliyordu.

“Duş almayacaktım ama şimdi soğuk bir duşa ihtiyacım var,” dedi belimde toplanan elbisenin açık bıraktığı bacaklarımda gözlerini gezdirdiği sırada.

“Sanırım benim de,” dedim iç çekerek. “İptal edemez misin? Buluşmayı?”

Kalkmam için elini bana doğru uzattı. Tuttum ve birkaç saniye sonra kendimi ayakta buldum. Elleri elbisemin etek kısmını düzeltmek için hareketlendiği esnada, “Furkan’ı arayıp ne söylememi istersin?” derken benimle eğlendiğinin farkındaydım.

Yüzümde yer edinmek için an kollayan sırıtışı bastırmak adına dudağımı ısırıp, “Ona fena şekilde ayartıldığımı ve artık tek istediğim şeyin bu odada kalmak olduğunu söyleyebilirsin,” dedim. “Bence anlayış gösterecektir.”

“Rahat bırak dudağını,” diyerek beni aniden ikaz ettiğinde irkilmekten kendimi alamadım. Sanki biraz kızmış gibi görünüyor olmasının nedenini anlayamamıştım. “Neden? Benim yerime sen mi ısırmak isterdin?” dedim, tek kaşım hafifçe havadaydı. Onu sınıra taşımak istiyordum ve işin kötüsü bunun farkındaydı.

“Evet, fırtına,” dedi kanımı kaynatan ağırlık ve toklukla.

“Öyleyse neden yapmıyorsun?”

“O canımı alan kırmızılığı şimdi bozmayacağım. Bozulmaması için sen de dikkat etsen iyi olur. Buraya geri döndüğümüzde sana yemin ediyorum ki dudakların yine kırmızıyla parlayacak ama bunu sağlayan ruj olmayacak. Onları öyle çok öpeceğim ki konuştuğunda sızladıklarını hissedeceksin.”

Doğrudan kasıklarıma yönelen elektrik akımını bastırmak istercesine bacaklarımı birbirine yapıştırdım. Hiçbir şey yapmadan bile sadece sözleriyle nefesimi kesiyordu. Bana olan bakışlarındaki karanlık ve dizginlenemez isteğin altında için için kıvranırken, “Çık bu odadan, Nehir. İçeride bekle beni. Yoksa sonradan günlerce başımı ağrıtacağını bile bile Furkan’ı yalnız bırakacağım bu akşam,” dedi, artık kaşları çatıktı.

Her ne kadar geceyi iptal etmeyi hâlâ istiyor olsam da yavaşça kafamı salladım. “Barda olurum muhtemelen,” diye mırıldandığım sırada yatağın üzerinde bıraktığım paltomu ve çantamı almak için dönmüştüm.

“Bulurum ben seni,” dedi. Bunu öyle net söylemişti ki sanki sadece bu anla sınırlı değildi. Nereye gitsem beni bulacağının altını yeniden çizmişti.

“Biliyorum,” dedim, boğazım kupkuruydu.

Son kez beni tepeden tırnağa süzdükten sonra çenesinin ucunu hafifçe oynatarak odadan çıkmam gerektiğini hatırlatmayı ihmal etmedi. Kalıp onunla biraz daha uğraşmak isteyen yanımı törpülemeye çalıştım. Çünkü pantolonunun önü bana pek de iyi durumda olmadığını netçe gösteriyordu. Sanırım Furkan’a gerçekten değer veriyor olmalıydı, aksi hâlde iptal edeceğinden emindim ama onu kırmak istemiyor gibiydi.

Topuklu ayakkabılarımla odanın içerisinde iç gıdıklayan sesler bıraka bıraka oradan ayrıldım. Kızıl ışıkla aydınlatılmış koridoru geçip gizli kapıyı açtım. Yürümeye devam ederken muhtemelen lavaboya giden üç kadının meraklı gözlerinin üzerime dönmesine aldırmadım, artık alışmıştım. Hatta öyle çok alışmıştım ki sanki etrafımda yabancı birileri hiç yokmuş, kocaman bir cümbüşün içerisinde değilmişim gibi davranıyordum. Evimdeymişim gibi...

Kulüp kısmına geçtiğimde doğruca bar alanına ilerledim. Özgür çoğu akşam olduğu gibi yine bar bankosunun ardındaydı. Müziğe uygun hareketlerle vücudunu sallandırıp sipariş edilen içkileri eğlenerek hazırlıyordu. Eva ve Tuna da oradaydı, birlikte bankoya bıraktıkları tabletin üzerinde bir şeyleri inceliyorlardı. Onlara doğru ilerleyip, “Selam,” dedim biraz bağırmak zorunda kalarak. Evet, daima yüksek sesli olan müzikle yaşamak bazen zor olabiliyordu. Ancak ona bile alışmıştım. Kulaklarım mecburi şekilde daha iyi duymak için ellerinden geleni yapıyorlardı.

Eva tablete eğdiği başını kaldırarak bana döndü ve hazırlanmış olduğumu gördüğü anda gözlerinde haylaz ışıklar yanmaya başladı. “Hey, çok güzel görünüyorsun, Nehir.”

“Selam,” dedi Tuna da bana doğru döndüğü sırada. Onun tepkisiyse kaşlarını çatmak oldu. “Bir yere mi gidilecekti?”

Cesur’un Furkan’ı yeri geldiğinde kendi ailesinden bile uzak tuttuğunu hatırlamak bana derin bir soluk aldırdı. “Cesur’la dışarı çıkacağız,” dedim fazla detay vermeden.

“Allah Allah, abim bana bir şey söylemedi.”

“Özeldir belki, her şeyi bilmek zorunda mısın?” dedi Eva hızla müdahale ederek.

“Tabii ki bilmek zorundayım,” dedi Tuna kaşlarını daha çok çattığı esnada. Eva kısa bir duraksama yaşadı, ancak kendisini çabucak toparlamayı başardı.

“Evet, tamam, bilmek zorundasındır elbette ki. Belki aniden gelişmiş planlardan birisidir. Bu kadar strese girmene gerek yok.”

“Hazırlanıyor, geldiğinde bahseder muhtemelen, bu kadar kafana takma. Kendimi gizlice kulüpten kaçmaya çalışıyormuş gibi hissetmeme neden oluyorsun,” dedim Tuna’ya bakıp gülümseyerek.

Elimde taşıdığım paltoyla çantama uzanıp onları benden alırken, “Ne yapayım? Her yan düşman dolu. Kimin nereden çıkacağı belli olmaz. Dikkatli olmaya çalışıyorum,” dedi sorgulayıcı tavrını bir nebze azaltarak.

Eva kahkaha attı. “Gittikçe paranoya yapmaya başladın. Yaşlanıyor musun sen?”

“Tedbirli olmak paranoya mı oldu şimdi? Şu tablo bozulmasın diye her şeyi yaparım,” derken beni, ardından Eva’yı ve daha sonra da etrafı gösterdi. “Ayrıca taş gibiyim daha, ne yaşlanması kızım?”

“Fazla düşünmekten saçlarına aklar düşmeye başlamış,” dedi Eva onunla uğraşmayı bırakmayarak.

“Ne? Nerede?”

Eva kendi saçlarını gösterip kulaklarının üzerlerini işaret etti. “Bak bu kısımlar. Işığın altında parladıklarını bile söyleyebilirim. Şu ana kadar on tane saydım. İşte şuradakiyle on bir!”

Tuna arkamızda kalan birine gelmesi için işaret ettikten sonra kafası karışmış şekilde saçlarını karıştırıp kendisini görebilmek için etrafta ayna aramaya başladı. Onun bu hâline Eva yüksek sesle güldüğünde ancak Tuna olayın tamamen abartmadan ibaret olduğunu anlayıp telaşını bir kenara bıraktı ve bu kez ters bakışlarını karşısındaki kadına dikti.

“Sen bu numaraları kimden öğreniyorsun? Şu ismi dört harften oluşan şahıstan mı?”

Eva’nın kahkahası boğazında takılı kaldığında birkaç kez gürültüyle öksürdü. Sonraysa gözlerini kaçırıp önünde bulunan içkiden ufak bir yudum aldı. Tam da bu sırada Akın’ın yanımıza gelmesi kaderin tatlı oyunlarından biri olurken Tuna’nın sırıtışı büyüdü. “Ulan iyi adam da değilsin ama neyse,” dedi lafının üzerine gelmesine binaen.

Akın her zamanki modunu koruyarak hiçbir şakayı kaldıramayacakmış gibi homurdandı. “Ne diyorsun oğlum?”

“Sensiz burasının keyfi yok diyorum kardeşim. Nerelerdeydin?”

“Uyuyordum.”

“Hey maşallah aslanıma. Kalkmak için erken değil mi? Biraz daha yatsaydın be paşam.”

Akın başı ağrıyormuş gibi alnını ovalarken, “Yine çok konuşuyorsun, Tuna,” diye söylendi. “Bir ağrı kesici ayarlasana bana, sert olsun.”

“Hop, al sana ağrı kesici,” dedi Özgür büyük içki bardağını Akın’ın önüne bırakarak. Tuna anında Özgür’e uyarıcı bir bakış atıp kafasını hafifçe iki yana salladı. Sanırım Akın’ı yine içkiye ittiği için ona kızmıştı. Ancak karşılığında Özgür’ün yaptığı omuz silkmekten ibaretti. Anladığım kadarıyla o da Akın’ın huysuz hâlleriyle uğraşmak istemediği için kestirme yolu seçiyordu. Son zamanlarda Akın hayli aksiydi ve nedenini anlamak zor değildi. İstediği kadın yanında duruyordu ama aralarında o kadar mesafe vardı ki bu Akın’ı çıldırtıyordu.

Tuna az önce yanımıza çağırdığı adamlardan birine paltomla çantamı teslim ettiği sırada ben de Eva’ya doğru sokulup bar bankosuna yaslandım. Akın geldiği an itibariyle Eva tüm ilgisini önündeki tablete vermişti.

“Ne yapıyorsun? Bu listeler niçin?”

“Yarın geceki bekarlığa veda partisi için ayarladığım garsonların, dansözlerin, striptizcilerin falan isimleri. Tüm plan hazır. Bak etrafı bu şekilde dekore edeceğim.”

Bana detayları göstermesini ilgiyle takip ettim. Kulübün havası zaten yeterince ağır ve ilgi uyandırıcıydı. Kızıl ışıklar ve kırmızı tonlar insanın içerisinde şehvet hissini tetikliyordu, ancak Eva bunu bir adım öteye taşımıştı. Tüllerle etrafı süslemeyi planlıyordu ve daha çok kırmızılık verecekti. Görenin anında libidosunu harekete geçirecek şekilde dizaynını yapacaktı. Zaten müşterinin istediği çıplaklık da buna eklendiğinde işler iyice alevli hâle gelecekti.

“İnan ki hiç isteyerek yaptığım bir hazırlık değil ama madem kabul edildi en iyisi olmalı, değil mi?”

“Öyle, doğru. Peki bizimkilerden kim katılacak onlara?”

“İlk konusu açıldığında Özgür bunu kaçırmayacağını söylemişti ama son olaylardan sonra başka bir şey söylemedi. Sence sormalı mıyım?”

Dudaklarımı birbirine bastırarak bir süre düşündüm. Bu esnada gözlerim içkilerle adeta oynayarak onları hazırlayan Özgür’ün üzerindeydi. Sanki tek işi barmenlikmiş gibi davranıyordu ve kimseyle sohbetini uzatmıyordu. “Bence biraz kafasını dağıtmaya ihtiyacı var gibi,” dedim sadece Eva’nın duyacağı şekilde. Akın ve Tuna hemen yanımızda başka bir muhabbetin içerisindelerdi.

“Evet,” derken gürültülü bir soluk verdi. “Bu son olan olay onu çok etkiledi. Aslına bakarsan hepimizi etkileyecek bir şeydi. Umalım da bu şekilde sessizce devam etsin.”

Ağır ağır kafamı salladım. “Haklısın sessizlik bozulmamalı. Bu yüzden bence Özgür yarınki geceye hiç katılmasın. Daha doğru olmaz mı?”

“Magazin ve dahası kimse yarın akşam burada öyle bir gece olduğunu bilmeyecek. Herkese tadilatta olacağımızı duyurduk. Ama... sanırım yine de göz önünde olmaması daha doğru olur. Onunla konuşurum.”

“Peki, eğer Özgür katılmayacaksa-”

“O katılır,” dedi Eva bana bakmadan. Sonra umurunda değilmiş gibi omuz silkti. “İstediğini yapsın.”

“Bence o da katılmayacak. Şu hâline baksana dünya umurunda değil gibi yaşıyor ne zamandır.”

Eva bir müddet kaçamak bakışlarla Akın’ı izledi. Bunu yaparken suratındaki ifade hem kızgındı hem de biraz özlem taşıyordu. Ancak bir an sonra burnunu kırıştırarak önüne dönüp, “Kadınlar her zaman onun umurundadır,” dedi kızgınca. “Gözümün önünde biriyle yiyiştiğini unutmadım.”

Sessiz kalmayı tercih ettim, çünkü burada Akın sonuna kadar haksızdı. Eva tadı kaçmış gibi tablette açık olan sayfaları kapatıp başka şeylerle ilgilenmeye başladığı esnada Tuna’nın, “Abim, ben de seni bekliyordum,” deyişini işiterek arkamı döndüm. Cesur gelmişti. Islak saçlarını geriye doğru yatırmış, sanki elbiseme uydurmak istercesine simsiyah giyinmişti. Delici bakışları kısa bir anlığına bana dokunduğunda kalp atışlarımın yeniden hız kazanması benim için artık sıradanlaşmış durumlardandı.

“Niye beni bekliyordun? Hayırdır?”

“Geleyim mi sizinle?”

“Sen gelme Tuna,” dedi ona takıldığını belli ederek. Tuna ise ciddiyetini hiç bozmadı.

“Tamam başkalarını ayarlayayım o zaman.”

“Kimseye gerek yok. Olsaydı haberin olurdu.”

“Ama abi-”

“Yok dedim,” dedi Cesur son noktayı koymuşçasına.

Akın içkinin verdiği uyuşma sayesinde biraz baş ağrılarından kurtulabilmiş gibi, “Rahat bıraksana oğlum. Ana babası dışarı çıkarken peşinden onu almadığı için ağlayan veletler gibisin lan,” dedi nihâyet biraz sırıtabilmeyi başararak.

“Tamam ulan, ben kendi yöntemlerimle devam ederim.”

Hepimiz Tuna’nın hafif kızgın isyanına karşılık güldüğümüz sırada Cesur yanıma sokulup göğsünü sırtıma yaslarken elini de karnıma sardı. Omzumun üzerinden eğilip Eva’nın açık kalan tabletine göz attıktan sonra, “Sen arabayı hazırlamalarını söyle, gerisine karışma. Bu akşam benden yana izinlisin,” dedi.

Tuna hızlı hızlı kafasını sallayıp, “Tamam abi,” diye karşılık verdi ama elbette ki sessizce bizi kontrol edeceğini orada bulunan herkes biliyordu.

Özgür hazırladığı iki bardağın birini Cesur’un diğerini ise benim önüme bıraktı. Benim için yine meyve kokteyllerinden birini hazırlamıştı. Ona gülümseyerek karşılık verirken Cesur oralı bile olmadı. Hâlâ Özgür’le arasının gergin olduğunu biliyordum ve bu gerginlik ister istemez herkesi gerecek şekilde geçen her saniye artış gösteriyordu. Neyse ki bu kez imdada yetişen Eva oldu. Tabletinden yarın gece içi planladığı görselleri yeniden açıp, “Abi bakmak ister misin? Bu şekilde dizayn edeceğim,” diyerek ilgiyi kendi üzerine çekti. Özgür’ün yüzünün düştüğünü fark etmemek imkânsızdı. Yeniden işine geri dönmüş ve hatta bizden biraz uzaklaşmıştı.

“Güzel, Eva. Daha sonra bize sorun çıkartmayacak kadınlar ayarladın, değil mi? Gecenin içeriğinden emin olsunlar.”

“Sorun yok, buna dikkat ettim ve şey... seçtiklerimin tek umursadığı para.”

“Para kolay. Gece bittiği an hesaplarına gönder. Bizden kim burada olacak?”

“Ee... bilmiyorum,” dedi Eva gergin tavrıyla. Akın ve Tuna bizimle ilgilenmedikleri için konudan bağımsız takılıyorlardı. “Kimseyle bunu konuşmadım.”

“Özgür kalmasın.”

Eva hızlı hızlı kafasını salladı. Geriye kalan seçeneğin Akın olması canını sıkmışa benziyordu. Derken Cesur, “Tuna’yla konuşursun,” diyerek Eva’ya rahat bir soluk aldırdı. Elbette onun ve Akın’ın arasındaki şeyi biliyordu. “Bizden kimse katılmasa bile sorun yok. Dışarıdan göz kulak olunsa yeterli, içeride olmak şart değil.”

Eva yeniden kafasını salladı. Tam da bu sırada tabletine bir son dakika magazin bildirimi düştü. Ekranın ufak bir köşesinde görünüp birkaç saniye sonra kaybolan haber, o an ekrana bakmakta olan beni, Cesur’u ve Eva’yı felç etmiş gibi kısa bir anlığına hareketsiz kıldı.

“Eva,” dedi Cesur sertçe. “Aç şunu.” Sanki kendi eli bunu yapmaya gitmiyordu.

Eva aldığı emri yerine getirmeye programlanmış robotlar gibi hızla ekranı aşağıya doğru çekti ve bildirimin üzerine tıkladı. Aktarılan magazin sayfasında kocaman fotoğrafı bulunan kişi Özgür’den başkası değildi ve haber başlığı ise şuydu: ÇAPKIN PLAYBOY BU KEZ KALBİNİ YANLIŞ KADINA KAPTIRDI.

Tepemden aşağıya bir kova soğuk suyun döküldüğünü hissettim. Şakaklarımdaki karıncalanmayla birlikte haberin devamını okuduğumda yazılan abartılar beni iyice şoka uğrattı.

Geçtiğimiz günlerde ünlü iş adamı Tayyar Özkaya’nın kızı Peri Özkaya ile görüntülenen çapkın playboy Özgür Çağlayan, kendisine ait gece kulübünde ve herkesin gözü önünde yaptıklarıyla ağızları açık bıraktı. Özkaya ailesiyle olan ortaklıkları ve Peri Özkaya’nın Yaman ailesinin veliahttı Ufuk Yaman ile nişanlı olması da onu durdurmaya yetmedi. Adeta herkese meydan okurcasına yasak aşk yaşadığı kadınla Yeraltı Kulübü’nde sarmaş dolaş eğlenirken çekilen uygunsuz görüntüleri medyaya sızdı.

Akıllarda olan en can alıcı soru ise Çağlayan ailesinin, ortaklarının kızı olmasına ve nişanlı olmasına aldırmadan neden bu olaya göz yumduğu?

Yoksa bu yasak aşk aile tarafından en başından beri biliniyor muydu?

TEMELLER EN DERİNDEN SARSILDI.

Yasak aşk ve ihanetin, yıllarca sürdürülen ortaklıklara büyük bir darbe vurmasıyla bundan sonraki günlerde üç ailenin de sergileyeceği tavır merak konusu. Henüz ailelerden herhangi bir açıklama yapılmaması ve sessizliğin korunması da oldukça dikkat çekici.

Ve daha birkaç paragraf boyunca aynı abartı ve şişirme devam ediyordu. Adeta linçlenmeleri için özenle yazılmış satırları okumak beni dehşete sürüklemişti. Üstelik ikisinin fotoğrafları bile bulunuyordu. Kadının şu an benim yaslandığım bar bankosuna yaslanıp vücudunu işveyle Özgür’e doğru kıvırması ve Özgür’ün de ona yakın durabilmek adına bankonun üzerine doğru meyillenmesi netçe görülüyordu. Ayrıca ikisinin de yüzü açıkça seçilebilecek şekildeydi.

Cesur avucunu gürültüyle bar tezgâhının üzerine vurdu. Bardaklardaki içkilerin sarsıldığını gördüm ve irkilmekten kendimi alamadım. Gözlerimi kapattım ve bu anın sonunu düşünmekten kaçınmaya çalıştım, çünkü sonu hiç iyi olmayacaktı.

×××

Selamlaaarr nasılsınız

Hikayenin devamı için kimlerin nasıl tahminler var? 👀

Yeni bölüm pazar 🥺

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%