@yazarimsibirileri
|
Bir insanın bulunduğu andan kopup başka bir ana hapsolması hep bu kadar ani ve hızlı mı olurdu? Sanki yine o karanlık bodrumda, korkudan dizleri titreyen o küçük çocuktum. Etrafımdaki eşyaların canlı varlıklar olduğunu düşünerek var olan korkumu katlıyordum. Tek yapabildiğimi yapıp o beni çok korkutan eşyalardan birinin yanında yere çökmüş, ellerimle yüzümü kapatmıştım. Ellerim buz gibiydi. Ellerimin soğukluğu alışık olmadığım kadar sertti. Derken kulaklarımda olan tüm o basınca rağmen abimin bana seslenişini duyabildim. “Deniz,” dedi çok uzaktan gelen sesiyle. “Benim güzel kardeşim,” dedi, sesi yankılandı. Ellerimi yüzümden çekip etrafımdaki karanlıkta bir şey görebilecekmişim gibi bakındım. Abim yoktu. “Sakın korkma.” Korkuyordum. Dilim lâl olmuştu, tek kelime edemiyor olsam da sanki abim korktuğumu zaten biliyordu. “Deniz, karanlıktan kurtulmak istiyor musun?” Hızlı hızlı kafamı salladım. Beni görebilmiş miydi bilmiyordum ama sanırım cevabımı tahmin etmesi zor değildi. “Hadi o zaman gözlerini kapat ve yıldızlarla dolu gökyüzünü hayal et,” dedi sanki eski bir kaset kaydıymışçasına karıncalanan bir sesle. “Binlerce yıldız var, değil mi Deniz?” Usul usul kafamı salladım. “Hadi şimdi onları saymaya başla. Bininci yıldıza gelmeden gün doğacak ve karanlıktan kurtulacaksın, tamam mı? Say, güzel kardeşim. Bininci yıldıza gelmeden karanlık kaybolacak.” Göğsümü derin bir solukla şişirdim ve saymaya başladım. “Bir, iki, üç, dört, beş, altı...” O esnada sanki bir yel esip yüzümü yalayıp geçti. Müzik sesi birden eskisi kadar gür şekilde kulaklarıma doluştu ve ben nihâyet gözlerimi açabildim. Ne olduğunu kavramaya çalışırcasına etrafıma bakarken beni endişeyle takip eden Eva’yla göz göze geldiğimde sertçe yutkunmaktan kendimi alamadım. “İyi misin, Nehir? Beni korkutuyorsun.” “Ne? Ne oldu ki?” diye sayıkladım hâlâ ansızın beni ele geçiren anının verdiği o soğuk hisle. Gözlerim ne olduğunu anlamaya çalışırcasına etrafımda dolandı, kimseyi bulamadım. “Kendinde değil gibiydin,” dedi Eva bendeki garipliği çözmek istercesine dikkatlice bana bakarken. “Sanırım sayı sayıyordun. İyi misin gerçekten?” “Şey... ıı... şey, ben... gerilince bazen kendimi öyle rahatlatmaya çalışırım,” dedim ona kaçamak kaçamak bakarak. Ne ara oturduğumu bilmediğim bar bankosundan aşağıya inip, “Cesur nerede?” diye sordum. Gerginliğim hâlâ zirvedeydi. “Herkes nerede?” “Büroya geçtiler.” Suratında kalan renk tamamen solup gitti. “Cesur abiyi uzun zamandır bu kadar öfkeli görmedim, Nehir. Çok başımız ağrıyacak ve nasıl toparlayacağımızı bile düşünecek kadar kafam yerinde değil. Yayılan haber o kadar karalayıcı ve kötü ki...” “Magazinin içeriye alınmadığını sanıyorum,” derken alnımı ovalıyordum. “Nasıl o fotoğraf çekilmiş olabilir ve öyle bir haber yapılmış olabilir?” “Magazinin içeri girmesi yasak, sıkı takip ederiz. Şimdiye kadar gizli girişlerin hepsi yakalandı.” Duraksayıp iç geçirdi. “Belki de bu kez çok daha sağlam geldiler ve tüm denetimleri geçtiler. Ah, bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Biraz dışarı çıkalım mı? Hava alırsam kendime gelebileceğimi hissediyorum.” “Dışarı çıkmak mı?” dedim beni şoka sokan bir şey söylemişçesine ona bakmaktan kendimi alamazken. “Büroya geçelim, Eva. Orada işler karışacak.” Umutsuzca kafasını salladı. “Evet ve işte bu yüzden hava almaya çıkmamız daha doğru olur.” Kabul etmediğimi belli edercesine kafamı iki yana salladığımı gördüğünde yorgunca omuzlarını düşürüp, “Pekâlâ, sanırım ne dersem diyeyim seni ikna edemeyeceğim,” dediği esnada ben çoktan arka kısma doğru yürümeye başlamıştım. Arkamdan silahtan fırlayan kurşun gibi çakılıp beni yetişmeye çalışırken hâlâ bir şeyler söylemeye devam ediyordu. “Ama lütfen kendine dikkat et. Artık düşünmen gereken biri daha var, Nehir, bu şekilde her olayın içerisine girmemelisin.” Haklı olduğunu biliyordum ama böyle bir durumda kenarda durup bekleyemezdim. Özgür’ün hataları olabilirdi ama bunlar öfkeyle çözülecek konular değildi ve herkesin, özellikle de Cesur’un epey öfkeli olduğu ortadaydı. Allak bullak olan kafamı silkeleyerek toparlamaya çalışırken hâlâ dalıp gittiğim anının soğuk etkisini yaşıyordum. Adeta zihnim aniden tüm bağlantıyı kesmiş ve beni şimdiki andan soyutlayıp başka bir ana itmişti. Bu zihnimin bir çeşit sorunlardan kaçış yolu muydu anlayamamıştım, çünkü beni ittiği an içimi ferahlatacak anlardan biri değildi. Bininci yıldız... içimdeki o küçük kız çocuğu burukça gülümsedi. Kaç geceyi sayı sayarak sabah ettiğimin hesabını bile bilmiyordum. Küçükken abimin bana öğrettiği bu yöntem benim en büyük kurtarıcımdı ve hep ona sığınırdım. Ancak büyüdükçe işler değişmişti ve bu yöntemin sihirli etkisinin olduğuna olan inancım yitip gitmişti. Değil bininci yıldız, milyonlarca yıldız saysam da karanlıktan hiç kurtulamayınca bunu yapmayı kesmiştim. “Nehir, beni de bekler misin lütfen,” dedi Eva arka tarafa geçtiğim sırada. Topuklu ayakkabılarının çıkarttığı küt sesler bir an için sekteye uğradığında, “Tanrım,” diye inlediğini işittim. Sesinden bir terslik olduğunu anlamak mümkündü. Asla durmayacakmış gibi ilerleyen ayaklarım birden duruverdi. Daha kötüsünü duymaktan çekinircesine temkinli şekilde ona doğru döndüm, doğruca telefonunun ekranına bakıyordu. Yoğun müziğe rağmen dikkat kesilince ancak telefonun çaldığını duyabildim. Eva dudağını ısırıp zümrüt yeşili gözlerini ekrandan çekerek bana çevirdi. “Üstteki lobiden arıyorlar. Umarım daha fazla kötü haber duymam,” diyerek daha fazla bekletmeden çağrıyı cevapladı. “Umut?” dedi sesini elinden geldiğince sabit tutmaya çalışarak. “Tekrar eder misin, seni anlayamadım?” Bir süre karşı tarafı dinledi ve duydukları Eva’nın rengini bir ton daha attırdı. “Tamam, müdahale etmeyin. Bırakın işlerini yapsınlar ama yine de hazırda bekleyin. Bu geceyi diğer geceler gibi kapatacağız, hiç sorun yokmuş gibi, tamam mı?” “Ne oldu?” dedim merakla, telefonu kapatmasını bile bekleyecek sabrım yoktu. “Aksi bir durum olursa lütfen bir şey yapmadan önce beni ara,” diyerek telefonu kapatıp sanki omuzlarında koca bir yük varmış gibi sert bir soluk bıraktı. “Kapının önü magazincilerle dolmuş. Tanrım... şimdiye kadar magazinin bizden tek bahsettiği alanımızdaki popülaritemizdi. Düne kadar bizi övenler bile bu geceden sonra bizi karalamak için ellerinden geleni yapacaklar.” “Bu ülkede gündemde kalması gereken onca şey unutulup gitti, Eva. İki gün konuşulur, üçüncü gün başka olaylar olur ve o konuşulur.” “Haklı olabilirsin ama tek sorun magazin değil ki,” derken gizli kapıyı açmak için hareketlendi. Tabloyu yerinden oynatmadan önce ise durup omzunun üzerinden bana kısa bir bakış attı. “Ortada nişanlısını aldatmış bir kadın var ve olay örgüsündeki üç aile birbiriyle ortaktı ve daha da önemlisi ise üçü de yeraltından, Nehir. Beni korkutan işte bu.” Sonra Eva kapıyı açtı ve ben sertçe yutkunurken kulaklarıma Cesur’un öfkeli sesi ulaştı. Telaşla kapıdan geçip koridora çıktım. Eva da hızla içeri geldiğinde kapının ardımızdan kapanmasıyla birlikte müzik sesinden iyice arınan ortamda Cesur’un neler söylediğini rahatça seçebilecek duruma erişmiştim. “Ulan hani her şey kontrolün altındaydı Tuna? Hani Orhun bu işi ört pas etmek için elinden geleni yapmıştı? Ona güvenip her şeyi boşladınız mı lan siz, ne yaptınız?!” “Abi,” dedi Tuna olay çığırından çıktığı için biraz mahcupça. Henüz onu göremiyor olsam da azar işiten bir çocuk gibi ensesini kaşıdığını tahmin edebiliyordum. “Vallahi billahi her şey yolundaydı-” “Bu mu yolunda olan hâli? Boy boy fotoğraflar piyasaya dökülmüş lan! Bu fotoğrafları kim, nasıl çekip paylaşmaya cesaret edebilir, Tuna, kim?” Tuna cevap veremedi. “Böyle mi önlem alıyorsun sen? Hadi içeri girebilmiş olmasını siktir et, içimize girip fotoğrafımızı çeken adamı bile ayıklayamamışız lan! Sen ne yapıyordun Tuna bunlar olurken? Sen ne halt yiyordun?” Tuna, “Abi her zamanki gibi-” diye başlamıştı ki artık kapıdaydım ve Cesur’un ellerini sertçe masaya vurmasıyla Tuna’nın suspus kesilmesine şahit olmuştum. Cesur ayaktaydı ve sırtı bana dönüktü. Orada olduğumu henüz bilmiyordu. Deri koltukta oturan Özgür kimseye dikkat eder gibi görünmüyordu. Akın bizi anında fark etmiş ve bir şey söylemese bile kafasını hafifçe iki yana sallayarak orada olmamızı onaylamadığını belli etmişti. Tuna’nın ise bir başkasıyla ilgilenecek hâli bile bulunmadığı için bize hiç bakmamıştı. “Delireceğim lan! Sonunda gerçekten delireceğim o zaman göreceksiniz nasıl deli olunur!” “Yemin ederim savsaklık etmedim,” dedi Tuna sanki görevinde kusur bulunması ağrına gitmiş gibi bir tavırla. Cesur kafasını hafifçe sol omzuna doğru eğip kendini rahatlatmayı denedi. Yüzünü göremiyor olsam da ölümüne dişlerini sıktığından ve bu sebepten ötürü yanağındaki kasların seğirdiğinden emindim. Tuna’ya daha fazla çatmayacağını düşünürken hiç ummadığım anda, “Savsaklık etmeseydin bu hâlde olmazdık,” dedi bastıra bastıra. Tuna irkildi. Gözlerinde bir şeylerin kırıldığının şahidiydim. Parçalanma sesleri zihnimin içerisinde yankılanmıştı. Odadaki deri koltukta oturmuş kafasını ellerinin arasında kıstırarak yere bakan Özgür hiç tepki vermese bile Tuna’nın hemen yanında olan Akın elbette ki sessiz kalmadı. “Abi,” dedi boğazını temizleyerek. Sanki hem ona tepki göstermek istiyordu hem de daha fazla sinirlendirmek istemiyor gibiydi. “Fotoğrafları inceledim. Amatör çekim hepsi. Profesyonelin işi değil. Profesyonel birinin içeriye sızmasına kimse müsaade etmezdi.” Cesur, “Ne sikim olduğu umurumda değil!” diye gürleyip omzunun üzerinden Akın’a doğru döndü. “Buradan fotoğraflar sızmış mı sızmış! Sikerim lan diğer detayları!” Akın’ın kaşları daha çok çatıldı. Tuna’nın morali biraz daha bozuldu. Cesur ise hırsını çıkartmak istercesine ellerini bir kez daha masaya geçirip ağzının içerisinde bir şeyler mırıldandı. Sanki ne yaparsa yapsın öfkesinin dozu bir gram bile azalmıyordu. Olabilecek karmaşayı düşününce ona hak veriyordum ve aynı anda bu hâli beni korkutmaya başlamıştı. “Ne yapacağımızı konuşalım,” dedi Akın kontrolü sağlamaya çalışarak. “Olan oldu, tamam, eyvallah. Olana çare bulamayız ya, önümüze bakmak zorundayız.” “Olan oldu,” dedi Cesur güler gibi bir tavırla. Ağır ağır Akın’a doğru döndüğünde gözleri çok kısa bir anlığına bana değdi ve oradaki soğuklukla tanıştım. Yanlarına gelmiş olmamı umursamadı, orada bulunmama kızdığını belli eden hiçbir emare göstermedi. Açıkça beni yok saydı ve bu buz gibi bir hissin göğüs kafesime sızmasına neden oldu. “Olan oldu,” dedi tekrardan. Birkaç kez aşağı yukarı kafasını salladı. “Olan oldu tabii! Yeterince tedbir olmazsa daha çok şey olur burada!” “Abi tamam,” dedi Akın daha fazla sabır gösteremiyormuş gibi hafif çıkışırcasına. “Tamam, anlıyorum öfkelisin, hak veriyorum da sana. Ama Tuna’nın günahı yok biliyorsun. Tüm boku yiyen aha burada duruyor,” derken Özgür’ü gösterdi. Bunun üzerine Özgür aniden, “Siktir git,” diye tersledi. “Benim kabahatim yok.” Cesur bu kez ona doğru döndü ve yemin edebilirdim ki boğazına sarılmamak için kendini zor tutuyor gibiydi. “Sen hâlâ konuşabiliyor musun lan?!” “Evet,” dedi Özgür geri adım atmadan. Kafasını yerden kaldırıp öfkeli bakışlarını abisine dikti. “Ben kızın kim olduğunu bilmiyordum. Ortada bir suçlu varsa bu da sadece o kız. Ne yaptığını o biliyordu ama ben bilmiyordum!” “Yatağına kimi soktuğunu umursamayacak kadar mı uçkurunun peşindesin? Senin öyle bir lüksün yok Özgür! Senin öyle bir hayatın yok! Yedin bir bok temizlemek için bile çaban yok lan!” “Benim kabahatim yok diyorum size!” dedi Özgür de bağırarak. “Sanki kızı alıp zorla-” derken birden lafın devamını kesip dişlerini sıktı. “Burada kullanılan benim görmüyor musun? Kızın o piç kurusu nişanlısıyla problemleri varmış bilmem ne! Kız intihar etmek istediyse bana ne bundan? Yediği boku kendisi açıklasın başındakilere.” Cesur duydukları karışında soğuk duş etkisine kapılmış gibi kısa bir anlığına duraksadı. Ardındansa, “Senin kafan mı iyi Özgür?” dedi dümdüz şekilde. “Ya da benimle dalga mı geçiyorsun oğlum sen?” dediğinde ses seviyesi yine yükselmişti. “Burada hangi baba ya da hangi nişanlı senin yediğin boku görmezden gelir?” “Abi, beni anlamamak için elinden geleni yapıyorsun,” dedi Özgür yılmış gibi. “Kız beni kullandı, başına gelecekleri de biliyordu. Kurban olarak beni seçmiş diyorum sana. Burada beni savunman gerekirken-” “Senin savunulacak bir yanın yok şu an,” dedi Akın sertçe. Özgür’ü kollayacağını düşünmüştüm ama bunu asla yapmıyordu. Hatta biraz burnunun sürtmesini istiyor gibiydi bile diyebilirdim. “Ne diyeceğiz adamlara kusura bakmayın bizim kardeşimiz uçkuruna sahip çıkamıyor sizin kızınız da onu oyuna getirdi mi?” “Sanki sen çok farklısın konuşturma beni şimdi,” dedi Özgür ters ters. “Hiçbirimiz senin kadar yolumuzu şaşırmadık, bunu sen de biliyorsun. Aramızda bu konuda en mayasız sensin. Gece biriyle sabah biriyleydin. Bunun sonunun böyle bok olacağı zaten belliydi. Üstelik seni kırk kez de uyarmışımdır, hiç akıllanmadın. Belki bu sana ders olur diyeceğim ama sana hiçbir bok olmaz, aynı devam edersin. Bokluğunu biz çekeriz.” “Beni kendinle karıştırma Akın,” dedi Özgür uyarırcasına. “İki günde bir başımıza sorun çıkartan, aksilik eden ben değilim. Anasını satayım, iyi ki başıma bir bela yapıştı, ailenin tüm sorunlarını çıkartan ben oluverdim birden.” Cesur kardeşlerini, “Kesin sidik yarıştırmayı!” diye azarladı. “İkinizin de çıkarttığı sorunları sıraya koysam ne kâğıt yeter ne mürekkep lan! Oğlum kaç yaşına geldiniz hiç mi akıllanmayacaksınız? Ne yapayım her gün dayak mı atayım size? Kendi hâlinize bırakıyorum olmuyor, konuşuyorum iki gün tutuyor, ulan dövüyorum o bile durdurmuyor sizi. Yetmedi mi? Bir durulun, oturun yerinizde artık.” Akın konuya kendi olaylarının da dâhil edilmesinden hoşlanmamış gibi gömleğinin yakalarını çekiştirdi. Düğmelerinin çoğu açıktı ve boynuna taktığı ince zincir netçe görünüyordu. “Her neyse işte,” dedi geçiştirircesine. “Ne yapıyoruz şimdi? Basın yakamıza yapışır kesin.” Eva tam bir şey diyecekti ki, “Lan tek sorun basın mı?” dedi Cesur dövercesine. Akın teslim oluyormuş gibi ellerini kaldırıp sustu. Eh, hiç değilse bazı anlarda çenesini tutmayı bildiği için onun adına mutluydum. Ancak biri dursa diğerinin durmadığını kanıtlamak istercesine bu kez Özgür söze girmişti. “Hiçbir şey yapmayacağız. Kendi problemleri.” “Kırarım o çeneni!” dedi Cesur, Özgür’e doğru tehditkâr bir adım atarken. Eva birine sığınmak istercesine yanıma sokulup koluma sarıldı ve kendi dilinde bir şeyler söylemeye başladı. Sanırım bir an önce her şeyin yoluna girmesini diliyordu. Öte yandan ben de aşırı gerilmiştim ve ne yapacağımı bilmiyordum. Özgür’ün önemsemez tavrıysa ortamdaki gerilimi zirveye taşımaya devam ediyordu. “Kır abi, kır da rahatla. Ben bildiğimi söylemekten şaşmayacağım. Üzerime hiçbir sorumluluk almıyorum ve kendimi kabahatli de görmüyorum. Anladınız mı? Kiminle yüzleşmem gerekirse yüzleşirim de. Bu kadar dert etmeyin.” “Ulan it seninle kim niye yüzleşsin! Karşına çıksalar niyetleri seni dinlemek değil seni susturmak olur! Buna da mı kafan basmıyor? O kadar mı beynin durdu senin? Kime, neyi açıklayacaksın? Hangi açıklaman seni ipin ucundan alacak söyle de bilelim, biz de senin kadar rahat kalalım! Namus meselesi lan bu! Kim takar senin açıklamanı sikine!” Adeta yüzüne çarpılır gibi söylenen gerçeklerden sonra Özgür’ün yaşadığı duraksamayı ve sorgulamayı gördüm ve ancak o an onun göründüğü kadar rahat olmadığını anlayabildim. Belki de herkesten bile çok endişeliydi ve bunu bastırmaya çalışıyordu. Ölmekten korktuğunu sanmıyorum. Onun gibi, Cesur ya da Akın gibi adamlar ölmekten korkmazdı. Onların korkuları daha başka şeyler olurdu. İtibar gibi. Onur gibi. Akın ansızın çalmaya başlayan telefonunu çıkartıp ekranındaki isme göz attıktan sonra iç geçirdi. “Dayım arıyor,” diye bilgi verip telefonun sesini kıstı ve yeniden cebine attı. “Öğrendi kesin. Yayılmıştır çoktan herkese. Nasıl yayılmasın amına koyayım! Kızın babası bizim dostumuz, nişanlısı da bizim dostumuz, nasıl yayılmasın!” Ve ardından sanki anlaşmışlar gibi bu kez Cesur’un telefonu çalmaya başladı. Cesur kimin aradığına bile bakmazken dişlerini sıkıp, “Adımızın aleme yayılma şekline bak,” diye köpürdü. Özgür hiçbir şey söylemedi. Tek yaptığı ayağını daha stresle sallayıp ellerini sıkmak oldu. “Biraz başımız ağrıyacak, bırakmazlar peşini. Üstünü kapatırız her türlü de... işte yoracak bizi,” dedi Akın sıkkın şekilde. Sonra gürültülü bir soluk bıraktı. “Bayağı yoracak hem de.” Ağır ağır kafasını salladı. “Dostum dediğim adam kalkıp kızımın ırzına geçmiş olsa... Allah yarattı demezdim lan.” Özgür, Akın’a ters ters baktı. “Çenenin yayını siktirme bana,” diye hırladığında ondan beklemediğim bu aşırı saldırgan tepki beni ürkütmüştü. “Ne var? Duymak hoşuna gitmiyor ama yediğin bok bu işte,” dedi Akın, anında omuzlarını dikleştirip kavgaya hazır olduğunu belli ederken. Özgür, Akın’a baktı, baktı ve baktı. Ortamdaki gerginlik saniyesi saniyesine artış gösterirken hiç beklemediğim bir anda Özgür oturduğu yerden fırlayıp Akın’a doğru kelimenin tam anlamıyla uçtu. Dudaklarımın arasından kaçan çığlığı ellerimle örterken Cesur’un tam zamanında Özgür’ü yakalamasıyla ancak rahat bir soluk alabildim. “Senin gelmişini geçmişini sikerim! O sik ağzını kırarım lan!” diye boğazındaki damarları patlatırcasına güçlü bağırırken Cesur’un tutuşundan kurtulmak için tüm gücüyle debeleniyordu. “Yayık ağzını siktiğimin piç kurusu! Kıza tecavüz mü ettim lan ben! Ne ima edip duruyorsun bana sabahtan beri!” “Lan salak, sen değil o kız sana tecavüz etmiş olsa bile kimse seni haklı görmez. Bunu anlatmaya çalışıyorum! Sense hâlâ kendini işin içinden sıyırmaya çalışıyorsun. Başımıza açtığın olaya bir bak bakalım, bir düşün ben ne bok yedim, ailemi nasıl rezil ettim diye!” “Abi bırak!” dedi Özgür yine bağırarak. “Bırak şu itin ağzını kapatayım! Sikti beynimi salak saçma şeylerle, bırak!” Akın, Tuna’nın tüm yatıştırma çabalarını görmezden gelip gömleğinin kollarını yukarıya sıvazlarken konuştu. “Bırak abi, bırak gelsin. Ben onu Allah’ına kavuşturayım belki aklı başına gelir!” Olayın iyice çığırından çıkmasını dehşetle izlediğim sırada Cesur’un artık sabrının sonuna geldiğini fark etmem boğazımın kupkuru kesilmesine neden oldu. Müdahale etmek istercesine aralanan dudaklarımdan tek kelime bile çıkartamamışken Cesur’un, “Yeter ulan!” diye kükreyişiyle yerimde sıçradım. Hemen ardından Özgür’ü boş bir çuvalı savurur gibi kalktığı koltuğa geri fırlatıp belindeki silahına uzandı. Emniyetini sertçe açarak tetiğe asıldı. Patlama sesiyle birlikte Eva’nın çığlığı kulaklarımı bir anlığına sağır ederken Cesur durmadı. Şarjöründeki tüm mermileri odanın bir köşesine boşaltmaya devam etti. Ellerimle kulaklarımı kapatıp derin derin solup alarak bu anın bitmesini bekledim. Karnıma sert bir ağrı saplandı, stresten olduğuna emindim ama yine de beni telaşlandırdı. Kusma isteği hızla yerini aldığında Cesur son kurşunu sıkmış, boşalttığı silahı Akın’a çevirmişti. “Birbirinizi kışkırtmayı keseceksiniz!” “Haklı olanı dokuz köyden-” “KES DEDİM!” dedi, yerin titrediğinden emindim. Akın dişlerini sıkarak sessizliğe gömüldüğünde Cesur silahı bu kez Özgür’e doğru çevirdi. “Yok olacaksın, Özgür!” dedi üzerine basa basa. “Eve gideceksin, o evden burnunu dahi dışarıya çıkartmayacaksın, beni duydun mu? Ben bu rezilliği temizleyene kadar ne yüzünü göreceğim ne de sesini duyacağım!” Özgür savrulduğu koltuktan kalkıp yırtmak istercesine hırsla üst başını düzeltirken, “Oda cezası almayı geçmiş yaştayım abi,” dedi hatırlatırcasına. Ardından sesinin seviyesi bir volüm yükseldi. “BEN SAKLANACAK BİR ŞEY YAPMADIM.” “SEN ARTIK BENDE SABIR FALAN BIRAKMADIN HABERİN OLSUN.” “NİYETİM SENİNLE ZITLAŞMAK DEĞİL ABİ. KABAHATİM YOKKEN KABAHATLİ GİBİ SAKLANMAYACAĞIM, O KADAR.” “BEN NE DERSEM ONU YAPACAKSIN, BU SAATTEN SONRA BÖYLE. BİTTİ SENİN KEYFİNE GÖRE YAŞAMAN, BİTTİ.” “BENİ ZİNCİRLEYEMEYECEĞİNİ EN İYİ SEN BİLİYORSUN.” “Oğlum bak,” dedi Cesur soluğunu gürültü bir şekilde havaya bıraktıktan sonra, biraz yılmış gibi. “Kabahatin yok, eyvallah. Sözüne inanırım. Ama sadece ben inanırım, Özgür, anla bunu. Diğerleri inanmaz. O kızın babası buna inanmaz, nişanlısı inanmaz. Seni gördükleri yerde öldürmek isterler-” “Bırak öldürsünler abi,” dedi Özgür de artık yılmış, takati kalmamış bir şekilde. “Ben hayatımı saklanarak ya da sinerek yaşamayacağım. Hiçbir şey umurumda değil. Öldürmek mi isterler? Denesinler. Ama ben bu defteri dürüp onların kıçlarına nasıl sokacağımı bilirim. Kimse üzerime böyle bir çamur atıp beni ezmeye çalışamaz. Bu olay ilk çıktığında ne demiştin hatırlıyor musun? Pisliğimi temizlemeyi öğreneceğim. Her ne kadar benim bir pisliğim olmasa da.” Özgür son sözünü söylemiş gibi abisine ardını dönüp hâlâ kapının girişinde durduğum için bana doğru gelmeye başladı. Geçmesi için Eva’yla birlikte kenara çekildiğimde bize hiç bakmadan yanımızdan sıyrılıp gitti. Cesur ise silahı az önce Özgür’ü savurduğu koltuğun üzerine atarken, “Tuna, git şunun peşinden. Arka kapıdan çıkart, magazin doluşmuştur ön kapıya. Yanına başka adamlar da al, yolda dikkatli olun. Evdeki önlemleri de arttır. Her adımından haberim olmazsa bu kez yakarım çıranı.” “Tamam abi.” Tuna hızlı hızlı kafasını sallayıp yanımdan geçerken ben de peşine takıldım. Eva o kadar içeridekilere odaklıydı ki gittiğimi bile fark etmedi. Cesur zaten bana hiç dikkat etmediği için sanırım yokluğumu anlaması uzun sürecekti. Buradan ayrılmak istemiştim çünkü gerilim hat safhadaydı ve biraz olsun rahat nefes almaya ihtiyacım vardı. “Tuna beni de bekle lütfen,” diye seslendiğimde dövüş geceleri kullanılan soyunma odalarına doğru giden koridora girmek üzereydi. Seslenmem üzerine durmuş ve bana doğru dönüp elini uzatmıştı. Avucunu sıkıca tutup beni kendisiyle birlikte yürütmesine izin verirken, “Burada kalman daha doğru olur,” diye uyarmayı da ihmal etmedi. “Biraz hava almaya ihtiyacım var.” “Benim de öyle,” dedi ağzının içerisinde. “Zor bir gece...” “Daha zorlarını da yaşadık. Geçer. Neler geçmedi ki.” “Doğru... neler geçmedi ki?” Bu koridordan yukarıya çıkan merdivenler olduğunu ancak öğreniyordum. Sanırım çıkış kapıları epey fazlaydı. “Cesur’a alınmadın, değil mi? Kızgındı-” “Ben onlarla büyüdüm, Nehir,” dedi aralarında bir sorunun olmasına ihtimal dahi vermez gibi. “Kan bağı olmasa bile onlar benim kardeşlerim. İnsan kardeşine alınmaz.” “Bence insan yeri gelince en çok kardeşine alınır,” diye fısıldadım. “Tepesinin attığını biliyorum,” dedi yukarıya doğru yılan misali kıvrılan merdivenleri döndüğümüz sırada. “Bana istediğini söyleyebilir. Kemiklerimi de kırsa niye yaptın demem. Onlardan birine bir namlu dönecek olsa ben o namlunun önünde durmak için varım, Nehir.” “Ama?” dedim bu cümlelerin bir devamı olduğunu hissettiğim için. “Ama işimde kusur bulunması beni delirtiyor,” diye itiraf etti. “Bana baktığında ne görüyorsun? Patronlarıyla samimiyetini kullanan, çalışmak yerine içip eğlenen biri mi? Çoğusu beni böyle görür.” “Bu izlenimi verdiğin doğru ama bunun bir maske olduğunu biliyorum.” “İnsanların beni çok dikkate almayacak biri gibi görmesini sağlarım çünkü bu sayede bana dikkat etmezler ve onları hemen yakalarım. İçerim, eğlenirim, ipsiz sapsız gibi ortalıkta gezerim ama her şeyi gözetlerim. Her yerde gözüm kulağım vardır. Benden habersiz burada kuş bile uçamaz. Abim de bunu biliyor. Özgür’e kızdı bana çattı işte.” “Öyle oldu maalesef,” dedim sıkkın sıkkın. “Nasıl toparlanacak bu durum? Bir fikrin var mı?” “Hallederiz. Biraz uğraşırız ama hallederiz, bu ne ki? Bir süre Özgür’ü zapt etsek yeter.” Üst kata ulaşmıştık ve merdivenin diğer kata çıkan merdivenle bağlantısı olduğunu fark etmiştim. Yani girişten giren biri asansörü kullanmadan da doğrudan kulübün arka kısmına inebilirdi. Üstelik burası hem ön kapıya hem de arka kapıya giden iki çıkışa sahipti. Tuna’nın beni yönlendirmesiyle arka kapıya ulaştım. Dışarıya çıktığımda gecenin serinliği hızla beni kuşattı. Paltom olmadan sadece elbiseyle açık havada olmak delilikti. Şimdiden üşümeye başlamıştım. Kulübün arka kısmında birkaç arabanın yan yana sığacağı, güvenlikli ve yüksek duvarlı bahçesi vardı. Aydınlatması iyiydi, hemen hemen her köşeye ışıklandırmalar yerleştirilmişti. Ayrıca epey ebatlı bir köpek kulübesi de bulunuyordu. Buraya ilk geldiğim günden sonra bir daha görmediğim o koca köpeği hatırlamak tüylerimin diken diken kesilmesine neden oldu. İçime tuhaf, rahatsız edici bir his doldu ve anında terlemeye başladım. Sanırım artık köpeklerle güzel bir ilişkim olamayacaktı. “Ferit, hazırlanın koçum,” dedi Tuna etraftaki adamlardan birine seslenerek. Haberin hızlı yayıldığını düşünürsek onlar çoktan önlem almış ve tedbiri arttırmış gibiydi. Çünkü normal günlerde arka bahçede bu kadar kalabalık koruma ekibinin olacağını sanmıyordum. Özgür bize hiç bakmazken güvenlik kulübesinden aldığı anahtarla araçlardan birine doğru ilerlerken konuştu. “Bakıcı lazım değil, Tuna. İşine bak, peşime takılma.” Benim orada olduğumun farkında bile değildi. “Hiç kolaylaştırmayın abicim, hiç,” dedi Tuna ağzının içerisinde homurdanır gibi. “Ben onunla giderim,” dedim çabuk çabuk. “Git,” dedi beklemediğim şekilde. “Seni dinler. Dinlemezse bile yanında sen varken saçma sapan bir şey yapmaz. Miden falan bulanıyor mu?” Kafamı iki yana salladım, şu anda iyi sayılırdım. Temiz hava beni az da olsa rahatlatmıştı. “Hayır.” “Ona bulandığını söyle,” diyerek bana göz kırptı. “Hadi koş, kapıları kilitler şimdi o arabaya bindiği gibi.” Tuna’nın dediğini yaparak aceleyle Özgür’ün kapısını açtığı araca doğru koştum. O koltuğa yerleşip kapıyı üzerine vurduğu anda ben diğer kapıyı açmıştım ve Tuna haklıydı, birkaç saniye daha geç kalsaydım kapıları kilitlemiş olacaktı. Motor gürüldemeye yenice başlamıştı ki koltuktaki yerimi almış ve kapıyı kapatmıştım. Özgür ise yılgın bir şekilde bana bakıyordu. “Pes,” dedi sonunda gaza yüklenip açılan kapıdan çıkmadan hemen önce. “Beni tutasın diye seni mi gönderdiler? Hamile olduğunu bile umursamadan mı?” “Beni kimse göndermedi,” diye mırıldandım. “Dâhil olmak istedim,” dediğimde dönüp bana yan yan baktı. Homurdandım. “Her zamanki gibi işte. Her zamanki gibi bela nerede ben oradayım, neden şaşırıyorsun? Cesur’un çıktığımdan haberi bile yok.” “Bir de bunun yüzünden azar işiteceğim,” dedi kızgın çocuklar gibi. Sola doğru sinyal verdi. “Seni geri götürüyorum.” “Olmaz,” dedim sesimin yükselmesine engel olamayarak. “Kulübün önü magazinle dolu. Onlara yakalanman iyi olmaz.” Ağzının içerisinde küfürler mırıldanarak bu kez geldiğimiz yolu kontrol etmek istercesine dikiz aynasına baktı ve birden pes etmiş gibi gaza yüklenip aracı ileriye doğru uçurdu. Kendi tarafımdaki aynaya baktığımda peşimizden gelen diğer araçları görünce ancak durumu anlayabildim. Tuna arkamızdaydı ve kıstırılmak Özgür’ün hoşuna gitmemişti. Sanki nefes almakta güçlük çekiyormuş gibi kendi tarafında bulunan camı sonuna kadar açtı ama sanırım yeterli gelmemişti ki hâlâ yakasını çekiştirip duruyordu. Üşüyor olmama rağmen kendi tarafımda bulunan camı indirdim. Rüzgâr hızla aracın içerisinde doluşup yüzümüzü tokatladı. Bu gece için özenle düzleştirdiğim saçlarımın dağılışını izledim. Bu gece hiçbir şey planlandığı gibi gitmemişti. Ara sokaklardan çıkıp caddeye inerek diğer araçların arasında kaybolduk. Arkamızda kalan Tuna’yı takip etmiyordum, hangi yöne saparsak sapalım peşimizden geleceğinden emindim. Biraz ötemizdeki denizin sert esintisi aracın içini iyice buza çevirmişti. Elbisemin kol kısmının transparan olması işimi iyice zorlaştırdığı için istemsizce ellerimi kollarıma sararak buz kesmiş tenimi ısıtmak adına hafifçe ovalıyordum. Gözlerimse ilerlediğimiz yoldaydı. Özgür aracı hızlı kullanıyordu, bulduğu tüm boşlukları değerlendirerek diğer araçları solluyordu ama yine de kontrollüydü. Tamamen kendisini kaybetmediğini görebiliyordum. Böyle anlarda sessizlikten hoşlanmadığım için, “Eve mi gidiyoruz?” diye sordum. Sesim temkinliydi. “Bilmiyorum.” “Eve gidelim, Özgür, boş ver,” dedim samimiyetle. “Bu gece yatıp uyu, ne yaparsan yap sana iyi gelmeyecek. Boş yere kendini harap etmeni istemiyorum.” “Eve nasıl gideyim, Nehir?” dedi biraz kızgınlıkla. “Annem duymuştur her şeyi. Yüzüne nasıl bakacağım? Rezillikten başka bir şey değil bu olanlar.” Boğazından sıkkın bir homurtu yükseldi. “Kız intihar etmek istedi, geldi benim başıma bela oldu! Bu nasıl iş?” “Şimdi bunun normal bir şey olduğunu söyleyeceğim ve muhtemelen benim saçmaladığımı düşüneceksin,” derken güler gibi ses çıkarttım. “Bazen nasıl olur biliyor musun? Sen arabanı sakince sürersin, kendi şeridinden hiç çıkmazsın ve tüm kurallara uyarsın ama birisi gelir, bir hata yapar ve seni yoldan çıkartır. Hem kendisini yakar hem de seni yakar. Beni Yiğit’in yaktığı gibi mesela. Kendi halinde kafede çalışan biriydim, Özgür. Bak şimdi ne hâldeyim, nereden nereye geldim. Hiç suçu yokken başının belaya girmiş olması insanı çok yıpratıyor, biliyorum, çünkü bunu ben de yaşadım.” “Ama bile bile bunu yapmazsın be Nehir! Nişanlına delicesine âşıktın ama aldatılmayı kaldırmadın, eyvallah. Mecburi evlilik olacaktı, vazgeçme şansın yoktu diye intihar etmek istedin, buna da eyvallah. Ama git kendini köprüden at kızım, git başka bir şey yap. Benim koynumda ne işin var? Gel sen iç, kafayı bul, sonra böyle bir halt ye! Sonra da benim başıma kal!” “Kendi canına kıyacak kadar cesareti bulamamıştır belki-” “Ama bu yediği bok daha kötü! Alırım silahı sıkarım başıma olur biter. Şimdi ne olaylar yaşayacak Allah bilir. Hiç mi düşünmedi sonrasını aklım almıyor. Gece her şey iyiydi, sana yemin ederim ki bir an kuşkulanmadım, hiç şüpheye düşmedim. Hayatıma giren diğer kadınlar gibiydi işte. Ulan benim de mi gözlerim kör olmuştu bilmiyorum ki? Anlamadım. Hiçbir bok anlamadım. Onda ne bir tereddüt ne bir korku vardı. Olsa anlardım, Nehir,” dedi inanmamı istercesine dönüp bana bakarak. “Sabah olunca, kafası biraz ayılınca korkudan titremeye başladı. Nasıl bir hâldeydi de öylesine umursamazca davrandı bilemiyorum. Bile bile geldi, bile bile yaptı. Onun her şeyden haberi vardı.” Durumun karmaşıklığı karşısında içimin daraldığını hissettim. “Aslında asıl suçlu onu bu hâle getirenler. Kim bilir nasıl canı yandı ki böyle önünü ardını düşünmeden hareket etti. Ama bunu kimseye anlatamazsın, kimse ona ne olduğunu umursamaz; yaptığına bakar.” “Yamanlardan dibinden beri nefret ederim,” dedi iğrenircesine. “Ufuk’u birkaç kez gördüm. Babasının yanında süt dökmüş kedi, o yokken kendini aslan görür. Suratında her zaman yalancı, samimiyetsiz sırıtışı asılı durur. Beyefendi görünmek için elinden geleni yapar. İçkisine benim sert karışımlardan az bir şey karıştırmıştım bir keresinde nevri dönmüştü. Çetin Yaman oğlunun dengesizleşen hâli karşısında şok olmuştu hiç unutmam. İçki adamın içindeki pisliği ortaya çıkartınca oğlunu nasıl toplayıp götürmüştü görmen lazımdı.” Burnumu kırıştırdım. “Pislik. Sen onun nasıl biri olduğunu biliyorsan ona kızını veren adam bunu nasıl anlayamamış olabilir? Ah, belki de anlamazdan gelmiştir, değil mi?” “Dediğim gibi Ufuk sağlam maske takar. Ben onu çözdüm, çünkü babam onunla arkadaş olmam konusunda çok ısrarcıydı. Nedense Çetin Yaman’ı severdi ve onun çocuklarıyla samimi olmamızı isterdi. O piçin tamamen kendi çıkarları için yaşıyor olmasına tahammül edemediğim için muhabbeti hızla kesmiştim.” “Kızı aldatmış bir de...” “Peri,” dedi Özgür dalgın dalgın. “Peri adı.” “Peri,” derken sessizce iç geçirdim. Tatlı bir isimdi. “Aldatılmış. Ufuk Yaman’ın yediği nane ortaya çıksaydı eminim ki bu kadar tantana yaratmazdı ama bunu yapan kadın olunca işler hemen değişiyor.” Özgür sinirle güldü. “Aynen öyle. O piç kurusunun kasetini piyasaya sürsem kimse ayıplamaz ama şimdi herkes Peri’yi suçlamak için hazırda bekliyor. Bu adaletsizlikten daima nefret etmişimdir. Ve kendisi pislik içerisinde yüzerken kadının namusunu gözetenlerden de öyle.” “İşin aslına bakarsan... Nasıl sen kendini kabahatli görmüyorsan Peri’nin de kabahati yok bence. O ve sen kurban gibisiniz.” “Onun kabahati şu; onca adam varken bana çatması. Üstelik kim olduğumu da biliyorken hem de. Hiç mi akıl edemedi benimle olmanın başka biriyle olmaktan daha çok dert oluşturacağını? Çıldıracağım cidden!” “Bence hiçbir detayı düşünmedi, Özgür. Kalbi kırıldı ve böyle bir şeyi denedi. Eminim sonrasında pişman olmuştur.” “Oldu,” derken sıkkınca soludu. “İş işten geçtikten sonra olsa kaç yazar. Başıma patladı bu mesele.” “Temizlenir, göreceksin. Belki zaman alır ama her şey yoluna girer.” “Temizlenmez bu,” dedi gaza biraz daha asıldığı esnada. “Herkes bunun üzerinden ailemi karalayacak. Hiçbir düşmanım bunu unutmaz, unutulmasına da izin vermez. Bana bir şey yapamazlar ama çenelerinin durmayacağını biliyorum. Yarın bir gün hayatıma birini almak isteyecek olsam kimliğime işlenmiş bir leke gibi orada duracak bu olay.” Kollarımı hafifçe sıkıp kan akışımı harekete geçirmeye çalışırken güler gibi bir ses çıkartmaktan kendimi alamadım. “Sana hiçbir şey olmaz, evet. Ancak konuşurlar, Peri’nin ailesi bile sana bulaşmak istemez, Özgür, bunu anlamak zor değil. Ortalık karışır, laflar söylenir ama size karşı eyleme geçilmez.” Gözlerim denizin üzerine düşen ışıklarda gezindi. “Peri içinse...” Devamını getirmek yerine tuttuğum soluğu gürültüyle havaya bıraktım. Birden devamını getirmek istememiştim. “Söyle,” dedi Özgür bir an sonra. “Söyle şunu, niye saklıyorsun ki?” “Kabahatli gösterileceğin için canın sıkılıyor ama aslında tek kabahatli görünecek kişi o. Kırık bir kalple ve dalgın bir kafayla kalkıştığı intiharı yaşatırlar ona. Senin için kurtuluş daima var ama Peri için... yok.” “Böyle olacağını biliyordu,” diye savundu. “Neyi biliyordu? Canı yandı. İnsanın canı yanınca onun geçmesi için her şeyi yapar. O da öyle yaptı. Pişman oldu diyorsun, daha ne?” “Şimdi niye onu savunmaya geçtin ki?” dedi memnuniyetsizliğini saklamadan. “Kahrolası kadın dayanışması.” “Ne var? Sen olaya kendi açından bakıyorsun bense ikinizin açısından da bakmaya çalışıyorum. Kızıyorsun, haklısın da, tamam. Geldi başına bela oldu, doğru. Ama kızın açısından düşünmeden edemiyorum. Onun için üzülüyorum bile. Kimse böyle bir şeyi yaşamayı hak etmez. Bak sen şu an hayatına devam ediyorsun, evine gidiyorsun ya da başka bir yere. Onu belki de çoktan öldürmüşlerdir, Özgür.” Duraksayışını soludum. Dediğimi sorgulamaya başladı. Sürekli boğazında gezinen diğer elini de direksiyona yerleştirip arabanın hızını biraz daha yükseltti. Rüzgârın daha çok şiddetlenmesi karşısında artık içimin titremeye başladığını hissederken, “Senin için çabalayanlar olacak ama onun için kimsenin çabalamayacak olması çok acı bir şey. Bana ne diyebilirsin, umurunda bile olmayabilir ama ben umursarım böyle şeyleri. Bana çok haksızlık yapıldı, başkasına yapılınca istemsizce canım sıkılıyor,” dedim sesimin çatlamamasına dikkat ederek. “Elinden gelse onu kurtarırsın bile,” dedi kısık sesle ama onu duymuştum. “Kurtarırdım,” dedim tereddüt etmeden. “Çünkü ölmeyi hak eden o değil.” “Senin beni ve benim başıma açılan belaları düşünmen gerekirdi,” diye homurdandı. “Seni düşünen çok kişi var, Özgür. Dedim ya sana hiçbir şey olmaz. Ki emin ol seni de düşünüyorum. Düşünmediğimi nasıl söyleyebilirsin?” Kızgın sesime karşılık bana kısa bir bakış attı. “Takıldım sadece,” dedi sakince. Hafifçe gülümsese bile cansızdı. “Yoksa beni düşündüğünü biliyorum. Ben olmasam delilerin arasında kalıp gideceksin. İyiliğimi düşünmekten başka çaren yok ki.” “Hepiniz delisiniz,” diye söylendim. “Kendini Cesur’dan ve Akın’dan ayrı tutma, ikisinden de farkın yok.” “Sanki senin bizden farkın var. Deli deliyi çeker derler biliyorsun, değil mi?” İstemsizce güldüm. “Delisin ama az delisin, Özgür. Diğer ikisi gibi etrafı dağıtmadığın ve etrafındakileri germediğin için sana teşekkür bile edebilirim.” “Etrafı dağıtmadım mı? Abim bıraksaydı Akın’ı pataklayacaktım, görmedin mi?” “Onun pataklanmasını etrafı dağıtmak olarak görmüyorum,” dedim. Buna beklemediğim şekilde kahkahayı bastığında ben de güldüm. İşte bunlar gerçek gülüşlerdi. “Nehir, yemin ederim bambaşka bir şeysin. İyi ki buradasın,” dedi Özgür hâlâ gülerken. “Başlarda gitmeni istediğim için ne kadar aptalmışım şimdi anlıyorum. Mesela bu gece sen olmasaydın abim benim haşatımı çıkartmıştı.” “Orada olduğuma dikkat bile etmedi ki,” dedim solan gülümsememle birlikte. “O senin aldığın nefese bile dikkat eder. Onun deliliğini iyi bilirim bu akşam o delilik yoktu. Vardı da işte... sen gelince duruldu. Yoksa o şarjörü bir tarafıma boşaltmıştı.” “Hiçbir şey umurunda değil, senin için endişeleniyor, tüm öfkesi ondan.” “Biliyorum,” dedi ağır ağır kafasını salladığı sırada. “Biliyorum ve onu böyle bir sorunla yüzgöz etmiş olmak ağır geliyor. Kendimi iğrenç hissediyorum. Sanki gerçekten Peri’ye zorla dokunmuşum gibi... hiç bu kadar kendimden iğrenmemiştim.” Onu anladığımı belli edercesine kafamı salladım. Artık dudaklarım soğuktan titremeye başlamak üzereydi. “Bir şey soracağım ama dürüst cevap ver lütfen. Peri için hiçbir şey hissetmiyor musun? Üzüntü, acımak ya da başka bir şey?” “Ona kızgınım sadece. Gerçekten kızgınım. Eğer yeniden yüz yüze gelme şansım olsaydı neler söylerdim inan bilmiyorum.” “Ölecek. Belki de öldü bile. Hiç mi üzülmüyorsun onun için?” Durdu. “Bilmiyorum. Şu anda tek hissettiğim öfke. Ölmemiştir ayrıca, babası kapımıza dayanmadan onu öldürmez.” “Neden?” “Namusunu temizlemem için,” dedi bir çırpıda. “Ne? Ne yani kızıyla evlenmeni mi ister?” “İster tabii, kim olsa ister. Yamanları da susturacağımızı bilir. Tamam işte, al sana mutlu son.” “Peki sen ister misin?” “Saçmalama, Nehir,” diyerek bana kızdı. “Evlenecek kadar aklımı kaybetmedim.” “Ama kabul etmezsen Peri’yi öldürürler, biliyorsun. Bir canın hiç önemi yok mu cidden?” “Bir canı kurtaracağım diye kendi canım sıkılacaksa kalsın, istemem.” İtiraz edeceğimi anlayıp homurdandı. “Bu konu tartışmaya kapalı. Eve gidiyoruz, tamam mı? Dediğini yapacağım ve gidip yatacağım. Sabaha kim ölmüş kim kalmış bakarız. Herkes hak ettiğini yaşayacak.” Kafamı sallamakla yetindim. Kapıya doğru kafamı yaslayıp hâlâ açık olan pencereden yüzüme çarpan rüzgârın aklımdaki karmaşayı dağıtmasını diledim. Peri’ye duygusal yaklaşmamın en büyük nedeni sanırım hamileliğimdi. Aslında bir nedene falan ihtiyacım yoktu. Ben zalime zalim olmayı sorun etmiyordum ama masum gördüğüme zalimlik yapılması kanıma dokunuyordu. “Başım çatlayacak sanki,” dedi Özgür dakikalar süren sessizlikten sonra. “Kaç gündür kendimde değil gibiyim. Neyse... hiç değilse diken üstünde durmam artık. Patladı gitti olay. Her an ne olacak ne çıkacakla yaşamak çok sikten bir şeydi.” “O fotoğrafları kim çekmiştir sence? Hiç tahminin var mı? Ben magazinin işi olduğunu düşünmüyorum.” “Kim çekmişse onun benden çekeceği var. Yarın ilk işim onu bulmak olacak. Sonrası bir şölen,” dedi tehlikeli bir tınıyla. Bu sırada eve ulaşmıştık, aracın yavaşlamasından almamıştım. Devasa boyutlardaki giriş kapısı görünüyordu ve o kadar ağır şekilde açılıyordu ki önünde biraz beklemek durumunda kalacaktık. “Ya altından bir komplo çıkarsa?” dedim birden. Kelimeler zihnimden bağımsız şekilde aniden dudaklarımdan dökülüvermişti. Ortaya attığım soru beni bile üzerinde düşünmeye ittiğinde olay örgüsünü baştan sona taramaya başlamıştım. Özgür kapının önünde aracı durdurup bana döndü. “Mesela?” “Mesela ya başından beri hepsi planlıysa? Peri’nin sana gelmesi ve bunun her yere yayılması? Belki kendisi yaymıştır? Dedin ya babası evlilik ister. Ya olanların tek nedeni olayı buna bağlamaksa?” “Dur şimdi,” dedi karmakarışık ifadesiyle. “Beynim durdu birden, hay sikeyim. Olur mu lan öyle bir şey?” dedi kendi kendini sorgularcasına. “Peri’nin tavırları sahte değildi, olsa anlardım. Anlar mıydım acaba? Siktir, Nehir, nereden çıktı bu? Mahvettin beni iki dakikada.” “Celallenme hemen. Sadece bir varsayımda bulunuyorum. Her şey seçenekler arasında olmalı.” Gaza yeniden yüklenip arabayı açılan kapıdan içeriye sokarken, “Biliyor musun, Peri’yi savunman daha iyiydi. Sen onu savunmaya ve korumaya devam et. Böyle şeyleri aklıma hiç sokma en iyisi,” diye homurdandı. “Bu kadar büyük bir oyun çevirirler mi sence?” dedim hâlâ üsteleyerek. İçime düşen kuşkuyu yok etmem gerekiyordu. “O zaman Peri’yi Ufuk’la nişanlamazlardı,” dedi hızla. “Belki o bile gösterinin bir parçasıdır, işlerin iyice kızışması için.” “Sen gerçekten en az abim kadar delisin,” dedi şaşkınca bana bakarken. “Kes şunu, Nehir. Eziyet çektiriyorsun bana. Gider hepsine sıkarım o olur bak.” “Tamam, tamam, susuyorum,” derken ağzıma fermuar çeker gibi yaptım. “Sadece tüm seçenekleri düşünmek istemiştim.” Özgür arabayı süs havuzunun etrafından döndürüp eve tırmanan merdivenlerin hemen önünde durdurdu. Motorun gücünü kesip inmek için hareketlenmek yerine koltuğuna yaslandı ve dalgın gözlerini süs havuzuna çevirdi. Onu ilk kez bu kadar yorgun görüyordum. “Böyle ucuz oyunlar olabilir ama araya üçüncü bir kişi sokulmaz,” dedi bana oldukça uzun gelen süre zarfından sonra. “Peri’yi nişanladıkları aile öyle keyfime göre vazgeçtim kızımı vermiyorum diyebilecekleri bir aile değil. Özkaya ve Yaman ailesi yıllardır dosttur, hatta yanlış bilmiyorsam aralarında akrabalık da var. Bizim için bile o bağı bozmazlar. Yani... işin içinde başka planlar olduğunu pek sanmıyorum. Ufuk şerefsizin teki, Peri de ona mahkûm edilmiş, yaşadığı dünyanın ne kadar çirkin olabileceğini deneyimlememiş kendi hâlinde bir kadın.” Cereyan yapan rüzgârın nihâyet dinmesiyle üşüme hissim bir nebze azalmıştı ama ellerim hâlâ kollarımın üzerindeydi ve onları sıvazlamaya devam ediyordum. Gözlerim bizim için açılan evin kapısına dönerken, “Onun için kızılca kıyamet kopacak,” diye fısıldadım. Özgür sessiz kaldı. İç geçirdim. “Etrafındakilerin ne kadar çirkinleşebileceğine şahit olacak. Annesinin, babasının... kardeşlerinin...” Ürpererek titredim. “Eğer başına bir şey gelirse veya da çoktan gelmişse bana söyleme, olur mu? Ona ne olduğunu bilmek istemiyorum.” “Olur,” dedi Özgür kuru kuru. Etrafımdakilerin ne kadar çirkinleşebildiğine şahit olmuştum ve bunun acısını iyi biliyordum. Belki benim durumum daha farklıydı ama günün sonunda düşman ilan edilmiştim ve Peri’yle kaderimiz işte burada benzeşiyordu. Zihnimin karanlık çukurlarına itelediğim hatıralarım hızla yolu bulup gün yüzüne çıktığında ağzıma nahoş bir tat yayıldı. Oktay’ın beni azarladığı, dövdüğü ve bodruma kilitlediği anlar; annemin benden tiksindiği anlara karıştı. Kaskatı kesildim. Koruma içgüdüsüyle elimi karnımın üzerine sarıp sıkışan ciğerlerime derin bir soluk çektim ve istemsizce içimden saymaya başladım. Bir, iki, üç, dört, beş, altı... Birazdan geçecek, rahatlayacaksın. Kapat gözlerini, yıldızlar işte orada. Yedi, sekiz, dokuz, on... “Nehir,” dedi Özgür, hafifçe yerimde sıçramaktan kendimi alamadım. Ne ara kapattığımı bilmediğim gözlerimi açıp Özgür’e döndüm ve aniden bulunduğum andan koptuğumu ona çaktırmamaya çalıştım. Bu olay artık canımı sıkacak şekilde çoğalmaya başlamıştı. “Özgür?” dedim boğazımı temizleyerek. Hem soğuktan hem de kaybolduğum kesit kesit anların etkisiyle titreyen ellerim rüzgâr yüzünden darmadağınık olan saçlarıma gitti, onları düzeltmeye çalışarak her şeyin yolunda olduğunu hissettirmek istedim. “Çok mu üşüdün?” “Şey... biraz,” dedim çabucak. “Biraz mı? Titriyorsun resmen.” “Eve girince hemen ısınırım, önemli bir şey değil.” Durdu, dişlerini sıktı, tam bir şey söyleyecekken vazgeçip hızlı hızlı kafasını salladı. Süregelen bu garip andan kurtulmak istercesine hızla kapı kolunu bulup asıldım. Açılan kapıdan dışarıya ayağımın tekini atmıştım ki, “Ne yaptılar sana?” dediğini işittim. Kısık sesle konuşmuştu, sanki kendi kendine konuşur gibi, onu zar zor duyabilmiştim. Bir ayağım dışarıda bir ayağım içeride öylece kalırken kalbim can çekişir gibi çırpına çırpına atıyordu. “Ne?” “Ailen,” dedi, yine durdu. “Sana ne yaşattı ki böylesin? Hatırlamak, düşünmek bile seni ne hâle getiriyor, görüyorum.” Sertçe yutkundum, boğazım sızladı. Peşimizden gelen diğer araçların bahçeye giriş yapan farları bize değip geçti, motor sesleri yaklaştıkça yaklaştı. Özgür’e baktım, bana bakıyordu. Beceriksiz, cansız, ölüm soğukluğunda bir tebessüm dudağımın kenarına konup orayı hafifçe kıvırdı. “Bunu gerçekten bilmek istiyor musun?” dedim, boğazımda sanki dikenler vardı. Varla yok arası kafasını salladı. “O zaman Peri’ye bak,” diye fısıldadım. “Ona olacaklar, bana olanların benzeri gibi. Sadece... ben ölmedim işte.” Acı tebessümüm biraz daha belirginlik kazandı. “Öldüremediler.” Sonra araçtan indim. Tuna’nın önderliğindeki araçlar bahçeye giriş yapıp süs havuzunun etrafına sıralanırken merdivenleri ağır adımlarla çıkmaya başladım. Evin girişinde kâhya ve görevli kadınlardan biri hazırda bekliyordu. Gecenin bu saatine rağmen jilet gibi giyimini korumuş olan adamın adını hatırlamak için zihnimi biraz zorlamak durumunda kaldım. Adı Halit’ti. “Hoş geldiniz, Nehir Hanım.” “İyi geceler, hoş buldum.” “Üşüyorsunuz sanırım, lütfen geçin. Berna Hanım, Nehir Hanım için bir şal getirir misiniz?” “Elbette, hoş geldiniz hanımefendi,” dedi kadın saygıyla. Gitmeden önce arkamdaki bir noktaya bakıp, “Beyefendi,” diye de ekledi. Özgür birkaç adımla yanımıza geldiğinde ilk sorusu, “Annem uyuyor mu?” oldu. “Ah, elbette uyumuyorum,” dedi kapının ardından gelen tanıdık bir ses. “Bu gece beni uyku tutar mı sanıyorsun oğlum?” Halide Çağlayan eşikte göründüğünde yüzüme hafif bir tebessüm kondurmaya çalıştım. Çehresindeki endişeyi güzel maskeliyordu ve tek dikkat ettiği kişi Özgür’dü. “Gel buraya,” diyerek kollarını açıp oğlunu kucakladı. Hızla gözlerimi kaçırıp istemsizce tırnaklarımı avuçlarıma geçirdim. Annem beni hiç merak etmemişti. Hiç bu şekilde benim için endişelenmemiş, kapılarda beklememişti. Eve sapasağlam döndüğüm için yüzünde şükrettiğini gösteren o ifade oluşmamıştı. Bana hiç böyle sarılmamıştı. “Neden uyumadın, saat geç olmuş bayağı?” dedi Özgür annesinin saçlarına küçük bir öpücük bıraktıktan sonra. Kadının boyu Özgür’ün göğsüne kadar ancak geliyordu. “Uyku tutmadı bu gece, yatağa gidesim bile gelmedi. Kurt düştü içime, anneler hisseder oğlum.” Boğazım düğümlendi. “Hadi gel içeri, kapıda kaldık. Nehir,” diyerek bana döndü. “Hoş geldin kızım.” O rahatsız edici histen kurtulabilmek adına boğazımı temizledim. “Hoş buldum, bu saatte rahatsız ettiğimiz için kusura bakmayın lütfen.” “Rahatsız etmek mi? Duymamış olayım, saat kaç olursa olsun burası sizin eviniz. Hadi içeri geçelim.” Kafamı sallayıp ileriye doğru adımladım. Her yanı altın varaklı detaylarla dolu ve gösterişin oluk oluk aktığı girişe geçtim. Büyüklü küçüklü heykellerin yanından yürürken adımlarımı bilerek ufak ufak atıyorum. Birbirine sarılmış vaziyette ilerleyen ikilinin nihayet salona girmesiyle birlikte peşlerinden gittim ama adımlarım salon girişinin hemen orada durdu, içeri girmedim. Halide Çağlayan bastırdığı endişeyle oğluna bakıp bakıp duruyordu. Sanki dilinin ucunda onlarca soru asılıydı ve her birini ortaya dökmemek için sabırlı olmaya çalışıyordu. Onlara biraz baş başa kalma fırsatını sunmam gerektiğini düşünerek, “İzninizle, önce elimi yüzümü yıkamak istiyorum. Birazdan size katılırım,” diye mırıldandım. Yaşlı kadın bana yapay bir tebessüm sunup kafasını salladı, Özgür ise tek kaşını hafifçe havaya kaldırsa da üsteleyecek hiçbir harekette bulunmadı. “Buyurun, hanımefendi, size eşlik edeyim.” Kâhyanın devreye girmesiyle birlikte bana yolu göstermesine izin verdim. Yüksek kubbevari tavanlı girişten ayrılıp koridorlardan birinde kaybolduk. Daha önce buraya gelmiş olmama rağmen ve az çok neyin nerede olduğunu öğrenmiş olmama rağmen yine de eve ilk kez gelmişim gibi kâhyanın peşinden ilerlemeye devam ettim. Nihâyetinde lavaboya ulaştığımızda kâhya saygıyla takdimde bulundu. “Buyurun efendim. Başka bir ihtiyacınız olursa ben buralardayım.” “Teşekkür ederim.” Lavaboya girip kapıyı kapattım. Evin ağır havası ve ciddiyeti beni şimdiden yormaya başlamıştı. Altın rengindeki musluğu çevirerek suyun boşalmasına izin verdim. Ardından da eğilip yüzüme birkaç kez peş peşe su çaldım, boynumu ve ensemi ıslak ellerimle ovalayıp kendime hafif hafif masaj yapmayı da ihmal etmedim. Tüm bunları yaparken yatay şekilde konumlandırılmış dikdörtgen aynadan kendimi izliyordum. Hâlsiz görünüyordum. Oysa sadece birkaç saat öncesinde heyecanlıydım ve dışarıya çıkmak için hevesle hazırlanıyordum. Özenle düzleştirdiğim saçlarımdan eser dahi kalmamıştı, arabanın açık pencerelerinden esen rüzgârla onlar da birbirine karışmıştı. Devam eden dakikalarda saçlarımı düzeltmek için vakit harcadım ve elimden geldiğince oyalandım. Niyetim içerideki anne ve oğula baş başa zaman tanımaktı. Halide Çağlayan’ın Özgür’e olan o bakışları hâlâ gözlerimin önündeydi. Ömrüm boyunca annelerinden ilgi ve sevgi gören çocuklara imrenmiştim. Ne zaman gözümün önüne öyle bir sahne düşse hem tebessüm eder hem de içimde oluşan sızlamayı bastırmaya çalışırdım. Artık fark etmiştim ki bazı anlarda bu eksikliği daha fazla hissediyordum. Peki sadece kısa bir kesitine şahit olduğum bu görüntü beni böyle etkilediyse Cesur bununla nasıl başa çıkıyordu? Göğsüme derin bir ağrı çöreklendi. Onun bu evde çocukluğunu geçirdiği zamanlarını hayal etmeye çalıştım. Üveydi ve istenmeyendi. Halide Çağlayan tarafından sevilmediğini biliyordum ve o, sevgiyle büyüyen kardeşlerini izlemeye maruz bırakılmıştı. Beni ilk gördüğüm anda çocukluğumdaki duygusal eksikliklere götüren o sahneleri Cesur binlerce kez yaşamış olmalıydı. Kaçında boğazı düğüm düğüm olmuştu? Kaçında birinin ona da sarılmasını dilemişti? Ya da kaçında gözlerini kaçırıp hiç kalbi sızlamamış gibi davranmak zorunda kalmıştı? Tüm bunları düşünmek beni daha derinden yaraladığında gidip Cesur’a sarılma isteğiyle doldum. İkimizin kaderinde benzer noktalar vardı ve gün geçtikçe onu daha iyi anlayabiliyordum. Eksiktik, hiç sevilmemiştik ve şimdi bizim bir bebeğimiz olacaktı. Aynada gezinen gözlerim beni son zamanlarda yoğun duygusallığa iten nedene, yani karnıma düştüğünde içime yerleşmiş olan o sızıyı sıcacık bir his kuşattı. Yan dönerek karnımın belirginleşip belirginleşmediğini kontrol ettim. Henüz hiçbir değişiklik görünmese de orada olduğunu bilmek bile yetiyordu. “Ben senin için endişeleneceğim,” diye fısıldadım buruk gülümsememle. “Baban senin için endişelenecek,” diye de ekledim. “Seni düşüneceğim, koruyacağım ve seveceğim. Baban da öyle.” Burnumun direği sızladı. “Bana verilmeyen ne varsa sana vereceğim.” Sonra birden omuzlarım düştü. “Becerebildiğim kadar... becerebildiğimiz kadar,” dedim sıkkın şekilde. “Umarım becerebilirim.” Onu istemediğim her andan utanarak hızla ellerimi karnımın üzerinden çekip son kez üst başımı düzelttim. İçeridekilere zaman tanımak adına burada kendime işkence etmeye başlamıştım ve buna son versem iyi olacaktı. Lavabodan çıkıp ardımdan kapıyı kapattıktan sonra koridora doğru döndüğümde eve girerken gördüğüm görevli kadını orada beklerken buldum. Siyah, dizlerine uzanan elbisesiyle ve bembeyaz gömleğiyle kusursuz görünüyordu. Saçlarını kafasının arkasında sımsıkı topuz yapmıştı ve omuzlarını germiş, dimdik şekilde hazırda duruyordu. Elinde tuttuğu şalı bana doğru uzatırken, “Buyurun Nehir Hanım,” dedi seviyeli sesiyle. “Teşekkür ederim.” “Benden başka bir isteğiniz var mı?” “Yok, teşekkürler.” Bu evin çalışanlarıyla aramda geçen tüm konuşmaların bu şekilde ilerliyor olması bir zaman sonra beni germeye başlıyordu. Kendimi asla huzurlu hissedemiyordum. Şalı omuzlarıma bırakmasına izin verip ona sıkıca sarıldım, eve girdikten sonra eskisi kadar üşümüyor olsam da hâlâ sıcağa ihtiyaç duyuyordum. Aslında biraz uzanmak çok daha iyi hissetmeme yardımcı olabilirdi, ancak bunu şu anda yapma şansım yoktu. Belki içeriye uğrayıp çok oturmadan kalkabilirdim ve böylece gidip yatabilirdim. Sanırım salondaki duruma göre hareket edecektim. Koridoru dönüp kemerli salon girişine vardığım sırada peşimden gelen kadın iyi geceler dileyerek alt kata inen merdivenlere yöneldi. İçeriden gelen konuşma seslerini az çok duyabildiğim salona ulaşmama sadece bir adım kalmıştı ki Özgür’ün, “Anne,” diye seslenişindeki garip tını beni durdurdu. Annesi başka bir şeyden bahsederken birden lafını kesmişti. “Oğlum? Söyle canım. Canın başka bir şey mi çekti? Neyi istiyorsan söyle yaptırtayım.” “Ne?” dedi Özgür, konuşmadan hiçbir şey anlamamış gibi bir tavırla. “Yemek, oğlum, yemek. Açsındır sen şimdi-” “Bunu mu dert ediyorsun gerçekten?” dedi kendini suçlu gibi hissedercesine konuşarak. “Tabii ki dert edeceğim. Haftada bir iki gün ancak uğruyorsunuz buraya. Aç mısınız tok musunuz düşünmeden edemiyorum.” Hafifçe kafamı öne doğru uzatarak ne hâlde olduklarına baktım. Halide Çağlayan hemen yanında oturan oğlunun elini tutmuş sıkıyordu ve ona içtenlikle bakıyordu. Sanki işe koyulmak için ağzından çıkacak tek lafı bekliyordu. “Anne... hiçbir şey olmamış gibi davranma lütfen,” dedi Özgür yavaşça. Gözlerini kaçırdı. Bu saniyeden sonra annesine bakacak yüzü kendinde bulamamış gibiydi. “Buraya niye geldiğimi biliyorsun, neler olduğunu biliyorsun, hakkımda söylenilenleri... biliyorsun.” “Ne söylüyorlarmış?” dedi Halide Hanım kızmış gibi. Hızla kaşları çatılmıştı. “Ne söyleyebilir o küstahlar? Kim sana bir şey söylemeye cüret edebilir?” “Biliyorsun işte,” diyebildi Özgür sadece. Mahcupluğunu açıkça gördüğüm ilk andı. Annesinin karşısına bu şekilde çıkmış olmak fena ağrına gitmişe benziyordu. “Ah, yavrum, gel bakayım buraya,” dedi yaşlı kadın birkaç kez elini dizinin üzerine vurarak. Özgür onu ikiletmedi. Başını annesinin dizine yerleştirip ayaklarını da koltuğun üzerine çekerek kıvırdı. Şu anda annesine sığınan bir çocuktan farkı yoktu. “Özür dilerim,” dedi kısık sesle. Kulak kesilmemiş olsam onu duyamazdım. Halide Çağlayan daha çok kaşlarını çattı. “Ne dedin sen?” “Ailemize yakışmayacak bir işe bulaştım, anne. Kara bir leke gibi üzerimize yapışacak. Babamın tüm emeklerini mahvettim, yaşasaydı benden çok utanırdı.” “Şşş, duymayayım bir daha böyle sözler. Sen utanılacak bir şey yapmadın. Koynuna giren kadın utansın, sen değil,” dedi kestirip atarcasına. Halide Hanım’ın aniden sesine sinen gaddarlık karşısında tüylerim diken diken oldu. “Kimse senden hesap soramaz, anlıyor musun? Yok ederim onları. Kızları gece kulübü gezerken akılları neredeydi? Kim diyebilir başka adamlarla da düşüp kalkmadığını? Bunu senin üzerine yıkmalarına izin vermem.” Özgür dalgın dalgın boşluğa bakarken, “Ben diyebilirim,” dedi. Halide Hanım’ın yüzü renkten renge girdi. “Saçma sapan şeyler oğlum,” dedi konu umduğu şekilde ilerlemediği için memnuniyetsizce. “Bu kadar canını sıkmana değmez. Ailemizin üzerine kimse böyle bir çamur atıp da yaşayamaz.” “Bizi karalamak için bekleyen çok kişi var.” “Önemi yok-” “Daha kimse bize güvenmez anne,” dedi biraz isyan edercesine. “İki aile de bizim dostumuzdu. Dostlarına bunu yapan derler...” Yaşlı kadın gürültülü bir soluk verdi. “Oğlum, üç gün konuşulur, dördüncü gün unutulur. Bu işler böyledir.” “Bu unutulmaz.” “Unutulur,” diye bastırdı. “Neler unutuldu? Babanın meseleleri? O kadın? Neler neler geçip gitti oğlum, bu da öyle olacak. Bugün konuşulacak, yarın unutulacak.” Özgür duraksadı. Bundan emin olmak ister gibi, “Öyle mi diyorsun?” diye sordu. “Tabii ki oğlum, ne sanıyorsun? Kimse bunu ömrün boyunca önüne seremez. Seni böyle lekeleyemezler. Özgür Çağlayan dendiğinde insanların aklında bu olay canlanmayacak, koca bir imparatorluğun varisi olarak var olmaya devam edeceksin. Baban ve o kadın zamanında çok konuşuldu da ne oldu? Sözler uçtu, gerçekler kaldı. Bak, biz evlendik ve kimse o kadının bahsini açamadı. Yarın bir gün sen de evleneceksin ve bu olayın konu bile edilmeyeceğini o zaman göreceksin.” “Bedelini babam ödemedi, bu yüzden konuşulmadı. Bedelini o ödedi, Fi-” Halide Çağlayan, “Evimde anma şunun adını!” diye köpürdü. Ancak hemen sonra kendisini dizginlemeye çalıştı. Tıpkı doğaüstü filmlerde içine şeytan kaçmış karakterler gibiydi. Bazı anlarda o şeytan yüzünü gösteriyordu ama onu çabucak yakalayıp sandığına geri tıkmayı başarıyordu. Ve şeytanı sandığından çıkartan şey kutsal su ya da ayinler değildi, Filiz’di; Cesur’un annesi. “Şimdi de bedelini sen ödemeyeceksin. Ailesini, nişanlısını düşünmeden kendisine başka birini arayan o kadın ödeyecek. Eğer sana dil uzatmaya çalışırlarsa da sadece o değil tüm ailesi ödeyecek. Anladın mı?” Özgür sanki annesi hiç konuşmamış gibi hâlâ aynı dalgınlıktaydı. “Bunun bedelini nasıl ödeyecek, hiç düşünüyor musun?” “Neden düşüneyim? Kendi düşünmemiş ben mi düşüneceğim?” “Haklısın anne, kendi düşünmemiş, hiç düşünmemiş.” Halide Çağlayan onaylanmanın verdiği huzurla oğlunun saçlarını okşamaya başladı. “Özkaya ailesini az çok tanıyorum, biliyorsun babanın arkadaşlarından biriydiler. Aramızda çok sıkı fıkı samimiyet olmasa da haklarında bazı şeyler duydum. Biraz dışa kapalı yapıları var, geleneksel yaşıyorlar. Çocuklarını düzgün yetiştirmek için disiplinli davranırlar. Ama işte insan evladını seçemiyor, sen ne kadar düzgün olsan da evladın tek hatasıyla her şeyi mahvedebiliyor. Şimdi ne yapacakları belli, o kızı daha içlerinde barındırmazlar. Kör topal biri alırsa verip evlendirirler hemen. Ama kendi ailesi kızı yaşatsa bile nişanlı tarafının buna izin vereceğini hiç sanmıyorum.” “Öldürürler.” Halide’nin umurundaymış gibi görünmedi. “Bizim dünyamızda bazı bozulmaması gereken çizgiler vardır oğlum. Onları bozarsan sonuçlarına katlanırsın.” “Ben de bir şeyleri bozmuş olmadım mı anne?” “Ne münasebet! Sana tek kelime edemezler hepsini yok ederim. Düşünme artık bunu, sabah olduğunda unutulmaya başlayacak bile.” Özgür’ü ağır ağır kafasını sallarken gördüm. Annesiyle münakaşaya girmiyordu. Onu söylediklerini dikkate alacak kadar dinlediğini bile düşünmüyordum. Bana yaptığı açıklamaların hiçbirini annesine yapmamıştı. Peri’nin adını dahi geçirmemiş, pişmanlığından hiç söz etmemişti. Dışarıdan bakan biri için oldukça samimi anne oğul gibi duruyorlardı ama aralarında bazı boşluklar vardı ve sanırım bunun nedeni Halide Hanım’ın ruh sağlığının pek yerinde olmamasından kaynaklıydı. Özgür aradığı huzuru bulamamış gibi yattığı yerden doğrulduğu sırada aşağıya inen merdivenlerden gelen adım seslerini işittim. Hızla üst başımı düzelttikten sonra kimseye yakalanmamak adına iki adımda salona girdim. Konuşulan hiçbir şeyi duymamışım gibi suratıma sahne, ufak bir tebessüm ekleyip, “Geciktiğim için üzgünüm, telefondaydım,” diye durumu açıkladım. “Ben yatacağım,” dedi Özgür ayaklandığı esnada. Halide Hanım da onunla birlikte ayaklandı. “Yemek yemeyecek misin?” “Aç değilim.” “Pekâlâ,” dedi yaşlı kadın ama memnun olmadığı suratından okunuyordu. “İyi geceler oğlum.” Özgür yanımdan geçerken, “Anne Nehir için de oda hazırlatırsın,” demeyi ihmal etmedi. “Bu gece bizimle kalır.” Onay beklercesine bana baktığında kısaca kafamı salladım. Cesur’un hoşuna gider miydi bilmiyordum ama şimdilik plan böyle ilerliyordu ve ben akışına bırakmıştım. Özgür’ün salondan çıkmasının ardından Halide Çağlayan’ın tüm odağı bana döndü. O endişeli kadın gidip yerine hiç derdi tasası olmayan kadın geldiğinde bir an için afallamaktan kendimi alamamıştım. “Nehirciğim, gel yanıma otur, epeydir görüşemiyorduk,” diyerek az önce Özgür’ün kalktığı yeri gösterdiğinde kafamı sallayarak teklifini kabul ettim. Sanırım sıkıcı bir sohbet beni bekliyordu ve ben kendimi bu kadının yanında hiç rahat hissedemiyordum. “Nasılsın, nasıl gidiyor?” “İyiyim, teşekkür ederim. Her şey bildiğiniz gibi, bu gece biraz sorunlar oldu işte ne yazık ki. Siz nasılsınız?” “Ah, sorunlar elbette ki olacak, hayatın tuzu biberi. Bizim halledemeyeceğimiz bir şey yoktur, hiç tasa etme,” dediği sırada salonun girişinde elinde şık bir tepsiyle çalışanlardan biri belirdi. “İlaçlarınız, Halide Hanım.” “Şuraya bırakabilirsin,” derken önümüzde duran sehpanın üzerindeki siyah kapaklı kitaba uzanarak onu aldı. Kitabın dört bir yanından kâğıt parçaları çıkmış hâldeydi ve bazı fotoğrafların bir kısımları görünüyordu. Gözlüklerini düzelttiği esnada, “Albüm karıştırmayı severim,” diye mırıldandı. Kızıl çizgilerle dolmaya başlamış gözleri kitap sandığım kalın siyah ciltli albümün üzerinde geziniyordu. “Artık çoğu sevdiğim burada.” Benim bir aile albümün bile yoktu. Özlediğimde açıp bakabileceğim tek bir fotoğrafa dahi sahip değildim. Ailemin yüzleri silik silik aklımdaydı. Annemi neredeyse tamamen hayalimde hatırlıyordum. Abim masmavi gözleriyle aklıma kazılıydı ve babam ise... işte onu hiç unutmamıştım. Halide Çağlayan albümü ikimizin arasındaki boşluğa bırakıp çalışanın getirdiği ilaçlarına uzandı. Sudan yudumlaya yudumlaya ilaçlarını tükettiği sırada boş boş albümde gezinen gözlerim kenarından az da olsa görünen fotoğrafa takıldı. Tanıdıklık hissi yaşadım. Göğsüme buz kadar dondurucu bir ağırlık çökerken, “İzin verirseniz bakabilir miyim?” diye hızla sordum. “Elbette,” dedi Halide Hanım hiçbir sakınca görmeden. Ancak bunu beklemediği için az da olsa şaşırdığının farkındaydım. Yeni yeni ısınmış ama neyle karşılaşacağımı bildiğim için içten içe yine üşümeye başlamış parmaklarım fotoğrafı kenarından yakalayıp çekti. Yanılmamıştım, aynı fotoğraftı. Filiz’in evinde gördüğüm, benim babamın da içerisinde bulunduğu o gençlik fotoğrafıydı. “Ah, gidip en riskli olanı bulmuşsun,” dedi yaşlı kadın sanki Özgür’ün bunu görmesini istemezmiş gibi kapıyı kontrol ettiği sırada. Dilim damağım kurumuş şekilde, “Neden öyle dediniz ki?” diye sorarken fotoğraftaki ayrıntı kanımı dondurmaya yetmişti. Halide Çağlayan yanıma doğru iyice yaklaşıp benimle birlikte fotoğrafın üzerine eğildiği esnada, “Bu gördüğün grup yıllar önce dağılıp gitti. Şimdi sadece düşmanlık var. O günleri unutamadığım ve önem verdiğim için hâlâ saklıyorum ama bu görülse oğullarımın hoşuna gitmezdi. Bu yüzden senden aramızda kalmasını rica edeceğim,” dedi. Sertçe yutkunarak kafamı sallayıp sanki ilk kez görüyormuşum gibi, “Merakımı mazur görün lütfen. Burada kimler var?” diye sordum. “Bu... bu yüzü çizilmiş kadın kimdi?” Filiz’in yüzü görünmeyecek şekilde karalanmıştı. Adeta hırsını çıkartmak istercesine kadının fotoğrafını yırta yırta çizmişti ve bu durum ürkütücüydü. Konu Filiz’e döndüğünde daima gözlerine sinen nefretle birlikte, “Bugün bu durumdaysak hepsi o kadın yüzünden. Fotoğraf kesemeyeceğim kadar kıymetliydi ama onun yüzünü görmeye bile tahammülüm olmadığı için ben de çizdim,” dedi kinle. “Bak, bu Sarp, benim kocam. Biz doğduğumuzdan beri yan yanaydık, adeta birbirimiz için yaratılmış gibi. Yolunda giden bir ilişkimiz vardı. Hiç sorun yoktu, hem de hiç. Ama ben bir aptallık edip adını anmak dahi istemediğim bu kadınla arkadaş oldum. Sınıfımıza sonradan gelmişti ve çok yalnız görünüyordu. Hâline acımıştım, keşke acımasaydım. Onu aramıza alma hatasına düştüm ve kısa zaman sonra sorunlar çıkmaya başladı. Önce Oktay’ın kanına girdi, sonraysa Sarp’ın. Ben farkına bile varmadan sahip olduğum her şeyi usulca ele geçirmeye çalıştı. Sarp’ın tek hatası bu kadın ve bu hatanın sonucu da Cesur. Çocuğu peydahlayıp kaçıp gitti ki Sarp peşinden gelsin ama Sarp bunu yapmadı, benimle kaldı. Af diledi, ikinci bir şans istedi, çünkü doğru kişinin ben olduğumun farkındaydı.” Saf nefretle dile getirdiği cümleler damarlarımdaki kan akışını yavaşlattı. Halide Çağlayan ciddi derecede problemliydi ve tek takıntısı Filiz’di, artık bunu netçe görebiliyordum. “O kadın-” diye başlamıştım ki sözümü kesmekte gecikmedi. “Ah, boş ver şu kadını. Gençliğimizi mahvetti. Bize yaşattıkları yüzünden Sarp gencecik yaşında kalp rahatsızlıkları çekmeye başladı ve zaten ani bir kalp kriziyle onu kaybettik. Bize yaşattığı onca şeye baktığımda onun basit bir trafik kazasıyla ölüp gitmiş olması bana çok az geliyor. Benden çaldıklarına karşılık çok daha fazlasını hak ediyordu.” Yemin edebilirdim ki o kazada bu kadının parmağı vardı, bunu kalbimin en derininde hissetmiştim. Hırsını alamamış gibi, “Kahrolası öldü ama,” diye devam etti sıkılı dişlerinin arasından. Fotoğrafı elimden alıp koca koca yüzüklerin bulunduğu elini Sarp Çağlayan’ın ve babamın arasında kaydırdı. “Bozduğu hiçbir şey düzelmedi. Sarp ile Oktay ebedi düşman oldular. Hoş... ben Oktay’ı düşmanım olarak görmem, bizim hukukumuz başkadır her zaman ama ailem onunla asla bir araya gelmez artık. Görüyorsun işte, bazıları her şeyi yıkmak için vardır. Bunun en büyük örneği işte burada.” Elimi ayağımı koyacak yer bulamadım. Bayılacakmış gibi hissetmeye başlarken, “Sanırım bu fotoğraftan geriye sadece siz ve Oktay Bey kaldınız,” dedim, sanki dilimde dikenler vardı. Kalbim şiddetle atmaya başlamıştı ve kadının vereceği cevabı sabırsızlıkla bekliyordum. Elbette konuşmalarından Oktay’ın hâlâ yaşadığını anlayabiliyordum ama tamamen emin olmak için duymaya da ihtiyacım vardı. Halide Hanım dalgın gözlerini fotoğraftan ayırmadan usulca kafasını salladı. “Oktay...” dedi bir süre sessiz kaldı. “Onu son gördüğümde epey yaşlanmıştı,” diye devam ettiğinde oturduğum yerde taş kesildim. O ise sanki kendi kendine konuşur gibiydi, sanki bir anlığına oradaki varlığımı unutmuştu. Hafifçe güler gibi bir ses çıkartıp, “Ama mertliği, yiğitliği hâlâ aynı, ilk günkü gibi. Sözde her şeyden elini eteğini çekmiş ama ne sinsi olduğunu iyi bilirim. Yıllarca eğittiği oğluna tüm yönetimi bırakmış olsa da hâlâ onun sözü geçer ve bu asla değişmez. Oktay'ın olduğu yerde başka birinin söz hakkı yoktur, oğlunun bile,” dedi. Ardından iç çekti. “Onunla ailelerimizin arasındaki buzların çözülmesini çok isterdim. Bu dünyada onun gibi mert, yiğit dostların olmalı, sırtın asla yere gelmez, anlıyorsun değil mi?” Oktay yaşıyordu. Ve bu kadın onunla görüşüyordu. “Siz... siz..” dedim ne diyeceğimi, cümlelerimi nasıl toparlayacağımı şaşırarak. “Onunla düşman olduğunuzu sanıyordum ama-” “Ama ne?” diyerek yeniden lafımı kesti. Fotoğrafı albüme geri tıkıp bana o uyanık bakışlarından birini gönderdiğinde afallamıştım. “Elbette düşmanız, ne sanıyorsun ki? Dostluğumuz mazide kaldı ve buna üzüldüğümü saklamıyorum.” “Ama onu gördüğünüzü söylediniz-” “Tabii ki görebilirim kızım, biz aynı dünyaya aitiz, birçok kez onunla yan yana geldim, yine geleceğimden de şüphem yok. Ah, senin kafanı karıştırdım sanırım. Bunları düşünme,” diyerek bana doğru eğildi ve elini hafifçe karnıma değdirdi. “Senin düşünmen gereken artık çok daha önemli şeyler var kızım.” İstemsizce dokunuşundan kaçıp koruma içgüdüsüyle elimi karnıma sardım. Ona dehşetle bakmaktan kendimi alamadım. Hamileliğimden haberi vardı ve bunu öyle güzel maskelemişti ki bilip bilmediğine dair ufacık bir şüpheye bile düşmemiştim. Üstelik gözlerinde garip bir parıltı saklıydı, bunu daha önce görmüştüm. Nefesim kesildi. Bu zehirli bakışı tanıyordum. Ne zaman Filiz’den konu açılsa gözlerinde yer edinen bakıştı. Saf nefret dolu ve her şeyi yapabilecek korkunçluktaydı. Kanıma karışan dehşetle birden ayağa fırladığım sırada imdadıma yetişircesine salon kapısında beliren kâhya boğazını temizleyerek, “Nehir Hanım, Cesur Bey sizi almak için geldi. Sizi bekliyorlar,” dedi. Halide Çağlayan’la nasıl vedalaşıp çıktığımı bilemedim. Bu kadın çok tehlikeliydi. Yüzüne geçirdiği maskenin altında nefretten beslenen gerçek bir şeytan yatıyordu ve en kötüsü de bir kenara itemeyeceğimiz kadar içimizde duruyor olmasıydı. ♧ Gecelek bölüm haftaya bugün 🥺 Hepinize sevgiler 🥰
|
0% |