@yazarimsibirileri
|
Pazarı bekleyemeyengillerden 🥺🤫 ♧ Peşimden beni yok etmek isteyen bir ordu geliyormuş gibi hızlı adımlar atarak evden çıktım. Halide Çağlayan sinsice kana karışan zehir gibiydi. Etkisini gösterene kadar verdiği hasar anlaşılmazdı. Hâline acıdığım için artık kendime kızıyordum, çünkü asıl acınacak hâlde olan ona acıyanlardı. Zararsız, masum ve hasta görünerek kalbinde taşıdığı kötülüğü maskeliyordu. Öyle ki, ne olduğunu bilen biri bile kolayca ona kanabilirdi. Bu evden ve içerisindeki zehirli kadından kaçmak istercesine merdivenleri koşarak inip aşağıda beni bekleyen arabaya kendimi en kısa sürede atmak istesem de kimsenin dikkatini çekmemek ve ardımda kuşku uyandırmamak adına sakinliğimi korumaya çalıştım. Ayrıca Cesur’u huzursuz etmek istemiyordum, zaten her şey yeterince huzursuz ediciydi. Nihâyet merdivenleri ardımda bırakıp kocaman arazi arabasıyla beni bekleyen Cesur’un yanındaki yerimi almak için kapının koluna asıldım. Cesur araçtan inmemişti ve motor hâlâ çalışır hâlde beni beklemeyi tercih etmişti. Normal şartlarda içerideki yaşlı kadına nezaketen eve gelip bir selam vermesi gerekirdi, ancak bu ev hiç onun evi olmamıştı, bunu şimdi şimdi çok daha iyi anlayabiliyordum. Aracın yüksekliği epey göz doldurduğu için basamağına basarak kendimi yukarıya itmek durumunda kaldım. Nihâyet yerimi aldığımdaysa başım hızla Cesur’a doğru döndü, bana bakıyordu. Sanki beni uzun zamandır görmemiş gibi inceledi, tepeden tırnağa süzüp tarttı. Ardından da bir şey söyleme gereksinimi duymadan gaza yüklendi. Yerime yaslanıp kemerimi bağladım. Müzik açıktı ama sesi normal düzeydeydi. Kulaklarım yüksek sesli müziğe öylesine alışmıştı ki şu anki seviye bana oldukça kısık geliyordu. Hâlâ omuzlarımda taşıdığımı ancak fark edebildiğim şala sarınıp evin büyük bahçesinde ilerleyişimizi takip ederken, “Nereye gidiyoruz?” diye sordum. Kulübe gitmeyeceğimizi anlamak zor değildi. Cesur gözlerini yoldan ayırmadan cevap verdi. “Bilmem.” Yeniden ona doğru döndüm, canı sıkkındı. O sinirli hâli gitmişti ve geriye tatsız tuzsuz bir his kalmıştı. Akşamki olayı düşününce onu hâlâ sinirden köpürürken bulacağımı sanmıştım ama sönmüştü. En azından fırtınayı içine hapsedecek kadar bastırabilmişti. Bahçe kapısına vardığımızda kapının açılmasını beklerken Tuna’nın bize doğru yaklaştığını gördüm. Cesur’un tarafına geçip onun camı indirmesini bekledikten sonra, “Abi, yalnız mı gideceksiniz?” diye sordu. Biraz soğuk ve resmiydi. Sanırım Cesur’a karşı ister istemez bozuktu ve öte yandan yine işinin başındaydı. Cesur, Tuna’ya döndüğünde sanki başka bir şey söylemeye niyetlenmiş gibi birkaç saniye duraksadı. Ancak sonrasında bundan vazgeçip, “Kimseyi arkamdan gönderme,” dedi tıpkı Tuna gibi soğuk bir tavırla. “Burada kalın, güvenliği sağlayın. Ben dönene kadar Özgür bu evden burnunu çıkartmayacak, duydun mu? Yoksa burnu kırılan sen olursun.” “Tamam abi,” dedi Tuna kuru kuru. “Sen ne dersen o.” Başka bir söze gerek yokmuş gibi Cesur düğmeye dokundu ve aracın penceresi yukarıya doğru çekilirken gaza yüklendi. Dikiz aynasından arkamızda kalıp gidişimizi izleyen adama bakarken, “Tuna sana biraz bozuk,” diye mırıldandım yavaşça. “Ona ağır konuştun.” “Düzelir iki güne.” Hızlı cevabını beklemediğim için birkaç saniye kalakaldım. “Öyle diyorsan,” diye ağzımın içerisinde geveleyip onu analiz etmeye çalıştım. Şu anda her ne kadar daha sakin görünüyor olsa bile ters tarafı epey aktifti. Sessizce iç geçirdikten sonra, “Deniz kenarında sakin bir yere gidebilir miyiz?” dedim. Cevap vermedi ama beni istediğim yere ulaştıracağına emindim. “Bu gece hava çok soğuk, bir türlü ısınamadım.” Kollarımı sıvazlayıp klimadan yükselen sıcak havaya avuçlarımı dayadım. “Planlarımı sikip atmasalardı hiç üşümeyecektin,” diye ağzının içerisinde homurdanarak klimaya uzanıp derecesini arttırdı. Ardından da sanki kafasının içerisindeki sesleri susturmak istercesine müziğin sesini de yükseltti. Bir anda zirveye çıkan gürültü beni irkilttiğinde hızla tuşa uzanıp müziği eski seviyesinden de biraz daha kıstım ve ona doğru baktım. “Konuşmamı istemiyorsan söyle, sesi açmana gerek yok.” Bana ters bir bakış atıp direksiyonu avucunun altında yağ gibi kaydırırken, “Gerginim,” diye söylendi. “Üstüme gelme.” “Ben de gerginim ve sadece sana ihtiyacım var.” Sanki bu anı bekliyormuş gibi birden içinde sakladığını dışarıya kustu. “Bu yüzden mi benden kaçar gibi kulüpten çıkıp gittin?” “Ne?” dedim şokla. Böyle bir şey duymayı hiç beklememiştim. “Arkana bile bakmadın,” diye sitemde bulunmaya devam etti. “Senden kaçmadım, şu anda saçmalıyorsun.” “Saçmalıyor muyum? Öyleyse neden yanımda değildin? Açıkla.” “Aradığında yanında olmamam senden kaçtığım anlamına gelmiyor. Bu çok hastalıklı bir düşünce,” dedim biraz öfkeyle. Gerçekten saçmaladığını düşünüyordum. Durduk yere kaçıp gitme konusunu açmak da neyin nesiydi? Güldü. “Ben hastayım zaten, unuttun mu?” Gözlerimi devirmekten kendimi alamayıp, “Gecenin stresini bende mi atmak istiyorsun?” diye sordum açıkça. “Sinirini bana mı kusmak istiyorsun? Kus. Tamam. Ama bana saçma sapan şeyler söyleme. Kaçmak ne demek? Eğer kaçsaydım beni yarım saat içerisinde bulamazdın.” Bana dönüp yan yan bakarken dudaklarında yine o sinir bozucu kıvrım vardı. “Kaç saat içerisinde bulurdum peki?” “Bulamazdın,” dedikten sonra bu kadar kendime güvenmemem gerektiğini hatırlatan iç sesime karşılık hafifçe omuz silktim. “Hangi rüyadaysan o rüyadan hâlâ uyanamadın mı sen?” “Cesur,” dedim bastıra bastıra ve uyarıyla. Ortada gittikçe yükselen bir gerginlik yokmuş gibi, “Hmm?” diye mırıldandı. “Söyle fırtına, söyle.” “Bu akşam yeterince stres yaşadım, daha fazlasına ihtiyacım yok.” Ellerim karnımın üzerinde dolaştı, o minicik bebeğe her şeyin yolunda olduğunu hissettirmeye çalıştım. “Yine de ben tüm stresleri çekmeye hazırım, sorun olmaz ama ona yazık. Ufacık daha, nokta kadar.” Ona sanki çok önemli bir detayı hatırlatmışım gibi ağzının içerisinde birkaç küfür homurdanıp elini biraz sertçe direksiyona geçirdi. “Delirtiyorsun beni,” dedi sonra dişlerinin arasından. Bu tepkisi kesinlikle hayranlık içermiyordu. “Sen yanımda değilken ben olduğumdan daha kötü bir adam oluyorum, Nehir. Neden beni bırakıp gidiyorsun?” “Seni bırakmadım ya da senden kaçmadım, bunu anlaman için ne yapmam gerek? Ortam o kadar gergindi ki uzaklaşmak, nefes almak istemiştim. Özgür’ü öyle görünce de yalnız bırakmak istemedim, hepsi bu. Bunun için beni suçlamaya devam mı edeceksin? Oradayken orada olmam umurunda bile değilken hem de?” “Bunu nasıl diyebilirsin? Ne zaman seni umursamadım ben?” Kollarımı göğsümde birleştirdim. “Akşam? Pek umurunda olmadım işte, bana bir kez dönüp bakmadın bile.” “Namlunun ucunu Özgür’ün bir tarafına sokmamışsam sen orada olduğun içindi.” “Soksaydın da ben yokmuşum gibi davranmasaydın keşke,” diye homurdandım. Bunu dememi beklemiyormuş gibi birden bana doğru döndü. “Ne? Sen ciddi misin?” “Cesur,” dedim ona çok önemli bir bilgi verecekmişim gibi duraksayarak. “Kimsenin bana karşı tutumu umurumda değil. Herkes benden nefret etsin, herkes kuyumu kazsın, herkes ölmemi beklesin... alışığım. Alışığım, yemin ederim. Ben annemin beni hiç sevmemesinin bile üstesinden geldim, hem de bacak kadar çocukken. Babamın beni öldürmek istemesini atlattım. Benim için her şey olan abimin benden nefret etmesini kabullendim. Hepsini bir şekilde geçirdim, belki izleri kaldı ama geçirdim. Ama sıra sana gelince ben çok savunmasız kalıyorum. Sana karşı gardımı koruyamıyorum, duvar çekemiyorum. Beni mahvettin sen. Beni bitirdin, Cesur. Tüm savunma mekanizmalarımı ezip geçip içime köklerini saldıktan sonra bana böyle davranamazsın. Anlıyor musun? Beni yok sayamazsın. Bu kadar beni kendine mahkûm kıldıktan sonra böyle bir hakkın yok senin. Çünkü ben en çok sana kırılıyorum. Tek hareketinle ya da tek bakışınla beni tümüyle kırıp geçmen o kadar kolay ki... hâlâ bunun farkında olmamana şaşıyorum. Ve sana şimdi açıkça söyleyeceğim; bir gün gelir ve beni artık eskisi kadar istemediğini fark edersen bana bunu hiç sezdirme. Silahını al, kafama doğrult, bitir. Tamam mı? Bir daha aynı yerden kırılmaya gücüm yok benim. Bir daha kimsesiz kalmaya... hiç gücüm yok.” Nefessiz şekilde cümlelerimi birbirinin ucuna ekleyip noktaladıktan sonra gözlerimi üzerinden ayırmadım. Cesur ise arabayı bulduğu ilk boşluğa çekip durdurdu. Ardından da bedenini hareket alanının el verdiği derecede bana doğru çevirdi. “Bir gün seni artık eskisi kadar istemediğimi fark edersen silahımı al, kafama doğrult, tereddüt etme,” dedi biraz öfkeli şekilde. “Ve saçmalamayı da kes. Konuyu nereden alıp nerelere bağladın farkında mısın?” Aniden her an ağlayacakmışım gibi bir hâle büründüğümde, “Bilmiyorum,” diye söylendim kızgınca. Hormonlarım altüst durumdaydı. “Sadece sana ihtiyacım var. Neden bunu anlaman bu kadar zor? Açıkça söyledim işte.” İfadesi bir an için yumuşadı. Kollarını hafifçe aralayıp, “Gel buraya,” diye buyurdu. Omuzlarımdaki şalın düşmesine izin verdim ve bu teklifi bekliyormuşum gibi hızla ona doğru atıldım. Sanki ateşten kaçan zayıf bir kelebek gibi... Elbisemin etek kısmını kalçalarımın üzerine toplayıp kucağına çıktığımda koltuğunun altındaki kolu çekip koltuğun geriye gitmesini sağladı ve sonra da koltuğu hafifçe yatırdı. Aracın genişliğinin de yardımıyla bacaklarımı iki yanından geçirip yüzüm ona dönük olacak şekilde kucağına oturdum. Beni sıkı sıkıya kavrayıp göğsüne bastırdı. Gömleğinin iliklenmemiş düğmelerindeki boşluğa burnumu bastırarak teninin kokusunu ciğerlerime doldurdum. Karakıştan sonra gelen bahar gibi içimdeki tüm karanlık enerji sağa sola kaçıştı. “İşte buna,” diye mırıldandım burnumun ucuyla tenini hafifçe eşelerken. “Buna ihtiyacım vardı.” Soluğunu gürültülü bir şekilde havaya bıraktığı esnada kafasını geriye yatırıp beni daha sıkı sardı. “Benim de,” dedi sonra. “Sen yoksan yatışamıyorum, aldığım nefes bana yetmiyor. Bak, işte şimdi göğsümdeki ağrı biraz olsun geçti.” “Birbirimize bu kadar muhtaç hâle gelmemiz delice.” Parmakları saçlarımın arasında dolaşırken, “Sana muhtaç olmayı seviyorum,” dedi. Tüm hücrelerimi ele geçiren sıcacık hisle birlikte gözlerimi yumdum. “Biraz böyle kalalım, olur mu? Sana ağır gelmeye başlarsam söyle.” “Deli misin fırtına? Sabaha kadar böyle kalalım. Burada uyuyalım bu gece, tam da bu şekilde.” “Olur,” dedim iyice üzerine yerleşerek. “Sana çok sarılmak istiyorum,” diye mırıldandım sonra. “O kadar çok sarılmak istiyorum ki sana sarılmadıkları günlerin yarattığı boşluk silininceye kadar.” Cesur’un altımdaki bedeni bir anda kaskatı kesildi. Saçlarımı seven parmakları duraksadı, nefes alışı bile ağırlaştı. Sertçe yutkunduğunu hissettim. Epey uzun bir sessizliğin ardından, “Kim senin canını sıktı?” diye sordu. Sesi sakindi, beklemediğim kadar sakindi hem de. Ardından yine gürültülü bir soluk verdi. “Halide mi?” “O bir şey yapmadı,” dedim. Kadının bana hissettirdiği olumsuzluklardan şu anda bahsetmek istemiyordum. Anladığını belirten tok bir ses çıkartıp, “Özgür’ü bağrına basmıştır. Onda tek kusur bulmamıştır kesin,” dedi dalgınca. “Ne de olsa annesi, normal değil mi?” Hafifçe güldü, öylesine bir gülüştü. “Normaldir herhalde. Bilmiyorum ki fırtına.” “Ondan nefret ediyorum,” dedim birden kendimi tutamayarak. “Sana çok acımasız davrandığı için, ayrı tuttuğu için, kırdığı için, sana anneliğini hiç göstermediği gibi bunu sürekli gözüne gözüne soktuğu için ondan çok nefret ediyorum.” “Şşş... düşünme bunları, delirirsin benim gibi,” dedi durumu yumuşatmak istercesine eğlenir tonda, ancak ortada yumuşatılacak bir durum söz konusu değildi. “Bu hiç seni yaralamamış gibi davranma,” diye söylendim. “Böyle yaraların nasıl acıttığını en iyi ben biliyorum.” “Biliyorsan eşeleyip yeniden kanatma o zaman. Sarıl sadece, bana sarılmadıkları her günü unuttur. Bunu sadece sen yapabilirsin.” Kafamı nihâyet göğsünden kaldırıp ona baktım. “Sadece ben mi yapabilirim?” Tek hareketle kafasını hafifçe aşağıya eğerek beni onayladı. “Kimsenin bana vermediği her şey sende var.” Bu söz beni hazırlıksız yakaladı. Ben ona yeni sorunlardan, sırlardan başka ne verebilmiştim ki? Kendime baktığımda sorunlu bir kadın görüyordum, o ise bana bakarken kusursuz bir şeye bakıyor gibi gözleri parıldıyordu. Usulca ona doğru sokulup dudaklarına uzandım. Sakin, tasasız şekilde bana karşılık verdi. Öptükçe daha çok öpesim geldi ama o sakinliği hiç bozmadım. Ellerim yüzünü kavrayıp daha çok kendime doğru çekti, o da ellerini yukarıya çektiğim elbisem sayesinde açıkta duran kalçalarıma yerleştirdi. Etimi sıkıp, bedenimi yukarıya, daha çok kendisine doğru itti ve beni usul usul öpmeye devam etti. Dudaklarımız arzuyla değil de sevgiyle birbirine dokunuyordu. Birbirimize duyduğumuz ihtiyacı gidermeye çalışıyor gibiydik. Cesur, “Bu gece için planlarımın arasında hiç böyle şeyler yoktu,” diye fısıldadıktan sonra dudaklarını yeniden dudaklarıma bastırdı. Onu öperken çok hafifçe gülümsedim. “Hayat tam da bu değil mi işte? Biz plan yaparız ama kaderin planı yürürlüğe girer.” “Bak sen,” derken artık durmuştuk. Alnı alnıma dayalıydı. “Özlü sözler kullanmaya da mı başladın?” “Öyle değil mi ama?” diye üsteledim, o gülümseme hâlâ dudaklarımda asılıydı. “Öyle, fırtına, öyle.” “Bana şimdi de fırtına demeye başladın?” “Fırtınaya uçan kuş olduğunu düşünmüştüm ama yanılmışım. Sen fırtınanın ta kendisisin.” “Bence beni gözünde fazla büyütüyorsun,” diye söylemekten kendimi alamadım. Güldü. “Şaşırt beni,” dedi beklediği cevabı verdiğimi belli ederek. Güldüm ve zihnimin içerisinde onu şaşırtacak bir şeyler aradım. “Aslında kırmızı renginden nefret ediyordum.” “Ne? Şaka yapıyorsun?” “Ciddiyim ve şaşırdın, kabul et.” Onunla uğraşmamı görmezden gelerek kaşlarını çattı. “Dolabındaki her kıyafetin kırmızıya boyanmasını özellikle istedim, Nehir. Ne demek kırmızı renginden nefret ediyorum? Neden şimdiye kadar söylemedin?” Çok hafifçe omuz silktim, belirsizdi. “Bana bu renk için yaratıldığımı söylediğinde bu... hoşuma gitmişti.” Tek kaşını kuşkuyla havalandırırken, “Neden nefret ediyordun?” diye sordu. Evet, bu sorunun geleceğini tahmin etmek zor değildi. “Çünkü kırmızılı bir şey giydiğimde üzerime kan sıçramış gibi hissediyordum. Senden önce dolabımda kırmızı renginde hiçbir şey yoktu. İçime ferahlık versin diye genellikle yeşil ve tonlarını tercih ederdim.” “Sana kötü hissettirdiğimi söylemeliydin-” “Kötü hissetmedim,” dedim hızla. “Hatta iyi hissettim. Gerçekten... kabullendim çünkü, Cesur. Seninle kana bulanacağımın başından beri farkındaydım. Bu yüzden savaşmayı bıraktım ve hayatıma ait olmayan yeşil renginden kolayca sıyrıldım. Kırmızı benim rengim ve üzerime kan sıçradığında bunu belli etmemesinden memnunum.” “Böyle konuşsan bile hâlâ tam anlamıyla bana ve bana ait olana teslim olmadın, bunu görüyorum. Ama çok yakında, fırtına, çok yakında olacağından eminim. Herkese korku saçacak bir kadına dönüşeceksin. Yeraltında kendine yer edinmeye çalışmayı bırakıp yeraltının kendisi olacaksın.” “Bana dair hep büyük umutlar taşıyorsun,” dedim biraz isyan edercesine. “Ve bu omuzlarımda koca bir yüke dönüşüyor.” “Sen bunun altından kolayca kalkabilirsin, eminim.” “İşte yine yaptın,” diyerek kafamı hafifçe iki yana salladım. Yüzümü yakalayıp dudaklarıma kısa bir öpücük bırakıp geri çekildi. “Benim eşsiz fırtınam... Başka şeyler de söyle. Bu gece daha çok şaşırtılmaya açığım.” “Eğitim dönemlerimde sınıfın en tembel öğrencisiydim, bu hiç değişmedi,” dedim aklıma ilk gelen şeyi dile dökerek. “Bundan haberim var,” diyerek sessizce iç geçirmeme neden olan ifadesiyle bana baktı. “Kesin sen en çalışkanlardan biriydin?” “Öyleydim, en azından babam hayatıma dokunduktan sonra. Öncesini sorma bile.” Ufak bir kıkırtı dudaklarımdan firar etti. “Seni hep yaramaz ve sorunlu öğrenci olarak hayal etmiştim.” “Babamdan önce öyleydim. Gerçi... babamdan sonra da öyleydim ama hiçbir şeyden haberi olmadığından emin olurdum. Öğretmenler için parmakla gösterilen öğrenci ama arka planda tüm öğrencilerin illallah ettiği öğrenci, ikisi de bendim.” “Ah, o hâllerini tahmin edebiliyorum. Seni serseri.” Yüksek sesle gülüp devam etmemi istercesine gözlerimin içine baktı. Artık daha keyifli görünüyordu. Bıkkınlık onu terk etmişti ve üzerinde hâlâ yorgunluk olsa da gözlerine sıcaklık yayılıyordu. “Tam bir abur cubur delisiyim. Yemek yemesem bile hiç aramam, Hümeyra bundan nefret ederdi. Mutfak dolaplarında hangi kapağı açsan abur cubur bulabilirdin.” “Seni hiç abur cubur yerken görmedim,” dedi benimle olan anılarını tararmış gibi düşünceli düşünceli. “Dur bir dakika, yatla açıldığımızda görmüştüm.” “Şey... hayatım o kadar dengesizleşti ki çoğunlukla bir şeyler yemeyi bile unutuyorum ya da fırsat bulamıyorum. Ama tüm bunlar geçtiğinde her kapağın altında abur cubur bulursan şaşırma.” “Tüm bunlar geçtiğinde... tüm bunların geçmesini bile beklemeden artık düzenlemeye başlaman gerekiyor. Onun için,” derken avucunu karnıma yasladı. “Ve senin için en yararlı olan neyse o.” Elimi Cesur’un elinin üzerine yerleştirip tenini hafifçe okşarken, “Peki sen ne seversin? En sevdiğin yemek ne?” diye sordum ama ona cevap verme fırsatı sunmadan hâlimize gülüp karnımın üzerinde birleşmiş olan ellerimize bakarak, “Annenle baban yeniden tanışıyor bebeğim,” dedim. Sözler zihnimden bağımsız dudaklarımdan dökülmüştü. Durdum. Cesur da durdu. Söylediğim bana garip gelmişti, sanırım o da aynı şeyi hissediyordu. Anne ve baba... ikimizin de buna alışması için hâlâ zamana ihtiyaç var gibiydi. “İçli köfte,” dedi Cesur bana oldukça uzun gelen bir süre üzerine. Öyle ki bir an için ne dediğini bile anlamadım. “Efendim?” “En sevdiğim yemek, içli köfte. Aslında et olan her şey ama en çok bu.” “Hiç yemedim.” Tüm söylediklerim arasında en çok buna şaşırmış gibi gözleri irileşti. “Hiç yemedin mi?” Cevap olarak kafamı salladığımda şaşkınlığı daha da arttı. “Sen ciddisin.” “Çok büyük bir kayıpmış gibi konuşuyorsun.” “Çünkü çok büyük bir kayıp. Bir yesen bir daha abur cubur bile aramayacağına yemin edebilirim.” “O kadar yani?” Kafasını sallayıp, “O kadar,” dedi. Ardındansa karnımın üzerindeki elini oynatarak, “Annen dünyanın en enfes lezzetinden habersiz kalmış ama senin de aynı kaderi yaşamana izin vermeyeceğim bebeğim,” dedi, içimde bir şeyler yer değiştirdi, kıpır kıpır bir hisle kuşandım. Derken dudaklarıma sıkı bir öpücük kondurup, “Koltuğuna geç, çok iyi içli köfte yapan bir yer biliyorum. Tadına bakmadan bir gün daha geçirmeyeceksin fırtına,” dedi. Hevesle kafamı salladım. Midem birden açlık bayraklarını çekmiş gibi heyecanla sızlanmaya başlamıştı. Yan koltuğa geçmek için hareketlendiğim sırada bangır bangır çalan telefon beni irkiltti. Cesur hâlâ kucağında olmama aldırmadan doğrulup konsolda bulunan telefonuna uzanarak yeniden geriye yaslandı. Ekrandaki ismi görene kadar keyif doluydu, ancak her kim arıyorsa tüm keyfini kaçırmaya yetmişti. Yeniden o uğursuz hissin çehresine çökmesini izledim ve bu beni aşırı derecede rahatsız etmişti. “Kim arıyor?” “Detayları öğrenmek isteyen biri,” diye söylenerek telefonun sesini kısıp onu yan koltuğa attı. Gerçekliğin hızla bizi kuşanması ve kendimize getirircesine silkelemesi karşısında sertçe yutkundum. Oysa sadece bir an için her şeyi unutmuştuk ve tüm dertleri kenara itebilmiştik ama ne yazık ki çok sürmemişti. “Ne yapacağımı, neresinden toparlayacağımı bilmiyorum, Nehir,” dedi isyan edercesine. Çaresiz görünüyordu ve bu görüntüden nefret etmiştim. O hiç çaresiz kalmamalıydı. “Aslında Özgür’ün kabahati yok ama her açıdan en kabahatli gibi görünüyor-” “Nasıl kabahati yok diyebilirsin? Yatağına giren kadınları bilmek zorundaydı. Başkaları için bu zorunluluk olmasa bile onun gibi biri için, onun gibi yaşayan biri için bu zorunluluk var. Öyle sallabaş takılırsa elbette sonuçları olur. Hatta öyle büyük sonuçları olur ki altından kalkamaz.” Dişlerini sıktı. “Keşke babam sağ olsaydı. O, bu meseleyi ilk çıktığı anda kapatırdı. Ona gerçekten ihtiyaç duyduğum anlardan birine hapsoldum.” “Nasıl?” diye sordum merakla. “Nasıl kapatırdı ki bu olayı?” “Evlendirirdi Özgür’ü. Anında, yıldırım nikâhıyla o kadını onun karısı yapardı.” “Ama ortada bir aile daha var. Sorun da burada değil mi zaten? Peri’nin gelin gideceği aile bu duruma ne derdi?” “Babam onlara da bir kız verirdi, konuyu kapatırdı. Babam hâlâ yaşasaydı Sena da yaşıyor olurdu ve eminim, sırf onuruna laf gelmesin diye Sena’yı bu evliliğe mecbur kılardı. Özgür’ün hatasından Sena’ya da pay düşerdi. Acımazdı iki evladına da. Hiç acımazdı hem de. Aslında olması gereken de işte bu. Böyle bir şeyin olmasını ister misin diye sor asla istemem ama sadece bu şekilde temizlenirdi bu olay.” Bazen bazı olayların sonuçları hiç suçu günahı olmayanlara dokunabiliyordu, bunu biliyordum, bunu yaşamıştım. Yine de kulağa çok acımasızca geliyordu. “Baban bu kadar gaddar olur muydu gerçekten? Sena’ya bile mi?” “Ancak öyle durulurdu, Nehir. Bu âlemde Sena’yı gelin almayı istemeyecek aile çıkmazdı. O aile başka hangi şekilde susar ve bu rezilliğe ses etmez sanıyorsun?” Ne kadar sinirlerimi gerse bile doğruyu söylediğini biliyordum. Çağlayanlardan kız almak ve onlara kız vermek birçoğu için mükemmel statü elde etmek anlamına gelirdi. Ortada olan kötü senaryo bu sayede iyileştirilebilirdi ve gürültü kesilmiş olurdu. “Peki bunu neden yapmıyorsun? Kız kardeşin yaşamıyor olsa da eminim ki yerine kurban edilecek başkasını bulabilirsin,” dedim elimde olmadan biraz iğnemi batırırcasına. Aslında tepkim ona değildi, günahsızları kurban seçen bu iğrenç sisteme ve bunu savunanlaraydı. “Özgür’ü kurban etmek istemiyorum,” dedi birden. “Onu öldüren ben olmak istemiyorum. Keşke babam yaşıyor olsaydı. Olsaydı da bu iş benim sorumluluğumda olmasaydı.” Gerçekten dertli görünüyordu ve sorumlulukları ona ağır geliyor gibiydi. Nefes alamadığını hissediyordum. Onun nefes alamıyor olması demek benim nefes alamıyor olmam demekti. “Özgür’ü böyle bir şeye zorlamak istemiyorsun,” dedim kendi kendime konuşur gibi dalgınca. Kısaca kafasını salladı. “Alayım silahımı çekip vurayım onu daha iyi. Memnuniyetle karşılar ama bunu asla kabul etmez. Ona zincir vuramam, vurursam onu öldürmüş olurum; bir kurşunun yaratacağı acıdan daha büyük bir acıyla hem de. İstemez Özgür. Gördün, az çok tanıdın onu. Adı gibi yaşamayı sever, sorumluluklar ona göre olmadı hiç. Şimdiye kadar bir kadını gerçekten sevmemiş bile kaldı ki evlilik? Gözlerinin içine bakan kadınları elinin tersiyle itti. İstemedi, istemeyecek hayatında daimî birini.” Sıkıntıyla göğsünü şişirip, “Babam yüzünden,” dedi yavaşça. “Onun başka bir kadının peşinde koşarak ömrünü bitirmesine şahit oldu yıllarca. Deli derdiler babam için de, herkesin dilindeydi. Yılmadan annemi arayarak yaşadı. Gerçekten delirdiği anlar da oldu. Özgür şahitti hepsine, çocukluğundan beri. Gözü korktu, aşk ona bir bela gibi geldi, anlıyorum onu. Sonra da kendisini bu şekilde korumaya aldı; hayatına kimseyi dâhil etmeyerek.” Bir oğlan için babası en büyük örnekti ve onun başka bir kadına âşık olduğunu bilmek de sanırım en büyük acılardan biriydi. Annesinin istenilmeyen kadın durumunda olması, babasının başka bir kadını gönlünde yüceltmesi onu yaralamıştı ve aşka kendisini kapatmış olmasını anlayışla karşılayabiliyordum. Aslında Özgür sadece aşka değil ona ait her şeye kendisini kapatmıştı. Bu yüzden günlük yaşıyordu ve bir sonraki güne yanında hiçbir kadını taşımıyordu. “Ama bunu yapmaya mecbur kalacağım, biliyorum,” dedi Cesur dişlerinin arasından. “Yaşadığımız hayat beni buna mecbur kılacak. Alacağım Özgür’ü o kadınla nikâh masasına oturtacağım. Diğer aileye de bizden bir kadın vereceğim, olması gerektiği gibi. Bunu kanla da kapatırım, Nehir, inan kapatırım. Gider iki aileyi de temizlerim ne dost kalır ne düşman ama sonra bize daha kim güvenir kim arkamızda durur kim bize saygı gösterir?” “Kimse,” diye fısıldadım. “Bu yok oluş olur.” Zaten bildiği gerçeği bir de benden duymak daha çok sinirlerini bozmuş gibi alev alev yanan gözlerini üzerime kenetledi. Bakışlarının sertliği altında içime titrek bir soluk çektim. Durum onun açısından epey zordu ve bu sert kararı vermek zorundaydı. Bile bile kardeşinin hayatını bitirecek olmak omuzların kocaman bir yük hâline gelmişti. Parmaklarımdaki uyuşmayı yok sayarak Cesur’un yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Kısa sakalları avuç içlerime batarak minik sızılar yarattı. “Bu gece her şeye mola veremez miyiz?” diye fısıldarken uzanıp dudaklarımı dudaklarına bastırdım, hiç karşılık vermedi. Altımda kaskatı şekilde oturmaya devam etti. “Bir gecelik?” Geri çekilip ona gözlerimi diktim. “Yarın her şeye kaldığımız yerden devam ederiz, olmaz mı? Kafanı dağıtmama izin ver.” “Bu kafa nasıl dağılsın fırtına?” “Kapat gözlerini,” dedim hiç düşünmeden. “Sana en kötü anlarımda bana yardımcı olan tarifi vereceğim.” Tek kaşı hafifçe havalandı. “Kapat hadi,” diye ısrar ettim. Neyse ki beni kırmadı, zaten ne olursa olsun kırmayacağını biliyordum. “Şimdi gökyüzünü hayal et, her yerde alabildiğince yıldız var. Milyonlarca, ışıl ışıl. Güzel, ılık bir akşam. Çimenlere uzanmışsın, çok rahatsın ve o kadar sessiz ki seni yoracak hiçbir şey yok.” Bu kez kaşları çatıldı. “Neden nefes nefesesin?” O diyene kadar farkında olmadığım bu ayrıntı beni sertçe yutkundurdu. “Çünkü sorunlardan kaçmak için kullandığım kaçış yolumu ilk kez biriyle paylaşıyorum.” İç çektim. “Zaten bu senden başkası olamazdı.” Dudağının kenarında çok hafif, minicik bir kıvrım oluştu. “Çimlere uzandım, yer çok rahat. Gökyüzü aydınlık ve milyonlarca yıldız görüyorum,” dedi devam etmemi istercesine, gözleri hâlâ kapalıydı. “Evet, şimdi saymaya başla.” “Saymaya mı başlayayım?” Kafamı salladım, ancak bunu göremediğini hatırlayarak, “Hı-hım,” diye mırıldandım. “Yıldızları saymaya başla. Bininci yıldıza gelmeden gün doğacak ve tüm dertler bitecek.” Duraksadı. “Uyumadan önce koyun saymak gibi bir şey mi bu?” “...” “Beni uyutmaya mı niyetin var fırtına?” “Evet- Hayır!” omuzlarım düştü. “Boş ver, sanırım bu yaşa pek uygun değil. Kulağa saçma geliyor biliyorum, saçma bulduğunun da farkındayım ama işe yarıyor.” Durdum ve düzeltme gereği hissettim. “En azından yarıyordu; çocukken. Babam beni bodruma kilitlediğinde çok korkardım ve korkmamam için de abim bana bunu öğretmişti. Yıldızları sayardım, bininci yıldıza gelmeden sabah olurdu ve o karanlık odadan kurtulurdum. Aslında hiç bine kadar sayamadım, hep uyuyakaldım. Zaten uyuyayım ve gece hızlı bitsin diye abim bu numarayı denemişti, artık bunun farkındaydım. Yine de bunu yapmak bana iyi geliyor.” İfadesindeki yumuşama beni hızla kucakladı. Kendimi bir anda küçük bir kız çocuğu gibi hissetmekten alamamıştım, çünkü bana öyle bakıyordu. Hâliyle saçmaladığımı düşünmeye başlamıştım ve yanaklarıma yayılan ısının farkındaydım. “Tamam, unut gitsin, bunu sana anlatmadım say,” diye homurdanmaktan kendimi alamadığımda Cesur hafifçe güldü. “Abin seni fena kandırmış.” “Biliyorum.” “Ve hâlâ sayı sayıyorsun, bu akşam da saymıştın. Seni Eva’ya bırakırken bir şeyler söylediğini duymuştum ama ne olduğunu o an anlamamıştım.” Yanaklarımdaki ısı bir kademe daha arttı. “Son zamanlarda bunu sık yapar oldum. Dedim ya benim için kaçış yolu gibi bir şey.” Yine güldü. “Gel, gerçekten kafamızı dağıtacak şeyi yapamaya gidelim. Senin yöntemini uyumadan hemen önce deneriz, kabul mü?” Hafifçe elimi göğsüne geçirirken, “Çok kötüsün,” dedim yine homurtuyla. “Ne yapacağız?” “İçli köfte yiyeceğiz. Hem karnımız doyacak hem kafamız dağılacak.” Güldüm. Güldü. ××× Özgür yattığı yerde sol tarafına doğru dönerek ağzının içerisinde anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Güneş doğrudan gözlerine vuruyordu ve bundan rahatsız olmuştu. Homurdandı. Kahrolası perdeleri özellikle koyu renk yaptırdığından ve uyumadan önce kapalı tuttuğundan emindi. Yüzünü huysuzca yastığına sürterek gözlerine yansıyan ışık huzmesinden kurtulmaya çalıştı, ancak çabası sonuçsuzdu. Bunun üzerine kızgın şekilde gözlerini açtı, kirpiklerini birkaç kez kırpıştırdı ve görüntünün netleşmesini bekledi. Nihâyet uykulu gözleri ayrıntıları seçebilecek kadar hayata döndüğünde, uyanmasına neden olanın güneş değil, yanında yatan kadın olduğunu fark etti. Durdu, nefesini tuttu, gözlerini birkaç kez daha kırpıştırdı; kadın hâlâ oradaydı. Uzun saçları yastığın her yanını kaplamış, ellerini birleştirip yanağının altına yerleştirerek uyuyan kadın Peri’den başkası değildi. Yüzü Özgür’e doğru dönüktü ve tıpkı onun gibi örtünün altında değil üzerinde yatıyordu. Gülümsemiyor olsa bile yanağındaki derin gamzenin izi belirgindi, Özgür kadının yüzünü dipten tepeye her taradığında son durak olarak o gamzeyi seçiyordu. Onun kendi odasında ne işi olduğunu ve dahası yatağında ne aradığı sorgulamak yerine bu anın tadını çıkartmayı tercih etti. Aklı bir anda çok karışmıştı ama manzarası o kadar güzeldi ki doğru dürüst düşünemiyordu bile. “Özgür!” Peri’nin biçimli dudaklarına baktı, hiçbir kıpırtı yoktu. Zaten duyduğu ses de ona ait olamayacak kadar kabaydı. Hoşnutsuz şekilde yüzünü buruşturmaktan kendini alamazken aynı ses yeniden, “Özgür!” dedi, bu kez daha sertti. Ayrıca sanki birisi onu sarsıyordu. O ise gözlerini Peri’den ayıramıyordu ve kadın bir güneş gibi parlarken artık havada dağılan sigara dumanı gibi kaybolmaya başlamıştı. “ÖZGÜR!” Özgür, “Peri!” diye bağırarak yattığı yerden doğruldu. Kadına seslendiğini düşünse de aslında tek yaptığı anlamsız gürültü çıkartmaktan ibaretti. Nefes nefeseydi ve gözlerini çevirip hızla yanındaki boşluğa bakmıştı. Kadından eser dahi yoktu, ancak orada olduğundan öylesine emindi ki kendisini yastığın altını karıştırırken ve örtüyü kaldırıp bir köşeye fırlatırken buldu. “Lan! Yastığın altında ne arıyorsun Allah’ın delisi?” Özgür kafasını hızlı hızlı iki yana salladıktan sonra nihâyet kendisine gelebildi ve saçma bir rüyanın etkisinde olduğunu ancak fark edebildi. Bunun üzerine hâlâ elinde tuttuğu yastığı bir kenara bırakıp tepesinde dikilen Tuna’ya dönerek homurdandı. “Siktir, sabah sabah!” “Ne sabahı oğlum, öğlen oldu neredeyse. Kalk hadi.” “Kalkmayacağım,” diye çocuk gibi sızlanarak kendisini yüzükoyun yatağa bıraktı. Başındaki ağrı yüzünden yeniden uyumak istiyor olsa da gözlerini kapatmak yerine az öncesine kadar Peri’nin olduğu yere bakmaktan kendini alamadı. “Sabaha kadar içtin değil mi?” dedi Tuna yatağın etrafındaki boş şişeleri ayağıyla itelerken. “Şaşırt, Özgür, şaşırt.” “Siktir... git...” “Tam bir baş belasısın lan.” “Tepemde boş boş konuşmayı kes.” “Keserim, sonra da konuşayım diye yalvarırsın bana.” “Hah!” dedi Özgür asla öyle bir şey olmayacağını belli edercesine. “Kalk.” “Defol.” “Üçe kadar sayarım-” “Sonra da siktirip gidersin.” “Lan! Ne için uğraşıyorsam?” dedi Tuna kendi kendine. Ardından da Özgür’ü ayaklarından yakaladığı gibi yataktan aşağıya çekip yere düşürdü. “Seni şu boş içki şişesiyle döverim lan! Kalk diyorum, kalk. Bilmen gerekenler var.” “Hakkımda kimin ne bok dediğini, yine hangi yeni dedikoduların çıktığını bilmek istemiyorum amına koyayım! Rahat bırak beni!” “Onunla ilgili değil,” dedi Tuna hızla. Özgür’ün yerden kalkmasına yardım etme niyetiyle ona elini uzattı. Sanki onu yere düşüren o değildi. “Peri’yle ilgili.” Özgür uzatılan eli tutmadan önce duraksadı, tepesindeki adama tuhaf tuhaf baktı ve bunun üzerine Tuna biraz daha ayrıntı vermesi gerektiğini hatırlayabildi. “Daha çok Peri’nin arkadaşıyla ilgili. O gece kulübe birlikte geldiği arkadaşı, Melike.” Tuna’nın elini tutup ondan aldığı destekle ayağa kalktığı sırada, “Ne olmuş ona? Ve beni ne kadar ilgilendiriyor o?” diye homurdandı. Hâlâ dünkü gömleğini giyiyor olduğunu umursamadan yakasını çekiştirip yatağın ucuna oturdu ve hâlâ yarısı dolu olan yerde bıraktığı şişelerden birine uzandı. “Ne harika bir kahvaltı seçimi,” dedi Tuna gözlerini devirerek. “Çok istiyorsan şurada yenileri var, hiç açılmamış.” “Sağ ol dostum, ben çay tercih ediyorum sabahları ve tavsiye ederim. Zaten kafan hâlâ kayık, yetmemiş gibi ağzına ilk soktuğun yine içki oluyor,” diye söylenerek Özgür’ün elindeki şişeyi kapıp aldı. “Bana ayık kafayla lazımsın. Kes şu dünya yansa umurumda değil ayaklarını. Silkelen, ayıl ulan.” “Tepemde çenesi çıkık papağan gibi konuşup durarak beni ayıltmaktan çok bunaltıyorsun. Zaten başım ağrıyor, çenenin yayına başlayacağım az kaldı.” Tuna sabır dilenircesine derin bir soluk aldı. Ellerini beline yaslayıp, tıpkı çocuğuna çemkiren anneler misali Özgür’ün karşısında durmaya devam ederken içki şişesi hâlâ elinde asılı duruyordu. Karşısındaki henüz tam olarak ayılamamış adama asla çözülmeyecek bir problemmiş gibi baktığı sırada, “Peri’yle fotoğraflarınızı basına Melike sızdırdı,” dedi birden. Özgür durdu, duyduğunu teyit etmek istercesine Tuna’ya uzun uzun baktı. Ardındansa, “Siktir ya!” diyerek sanki cidden komik bir hikâye dinlemiş gibi kendisini yatağa sırtüstü bırakıp gülmeye başladı. “Bitmiyor amına koyduğumun derdi, bitmiyor! Siktir cidden. Arkadaşı değil miydi lan o kız? Arkadaşı mı yapmış? Sikeyim öyle arkadaşı!” “Aynen öyle kardeşim, arkadaşı yapmış. Kulübün kamera kayıtlarını inceledim, barda siz ikiniz konuşurken gizlice fotoğraflarınızı çekmiş, çantasını siper ederek.” Özgür yattığı yerde yüzünü sıvazlayarak duyduklarını sindirmeye çalıştı. “Neden amına koyayım?” “Ne bileyim amına koyayım?” dedi Tuna da artık sabrı kalmamış gibi. “Kayıtları onların içeri ilk geldiği anlara alıp defalarca izledim. Melike gece boyu Peri’yi içmeye zorlamış. Sürekli bardağını yeniletmiş ve bunu sinsice yaptığı öyle belliydi ki. Resmen kıza komplo kurmuş. Sonra sizi baş başa bırakıp kulüpten çıkmış, kapıda beklemiş, tam iki saat! Peri’nin çıkıp çıkmadığından emin olmak için sanırım, Allah’ın manyağı.” “Kızı sarhoş edip kucağıma atıp gitmiş ve benimle kaldığından da emin olmuş yani, öyle mi?” “Tam olarak öyle.” “Derdi neydi lan? Benimle mi zoru vardı yoksa Peri’yle mi?” Tuna iç geçirdi. “Peri’yle, kardeşim, Peri’yle.” Özgür yattığı yerden doğrulup dirseklerini yatağa bastırarak Tuna’ya baktı. “Ne biliyorsan söyle.” “Şöyle ki, sen burada hayata küsüp içki şişelerine sarılırken ben ufak bir araştırma yaptım,” dedi laf sokmayı da ihmal etmeyerek. Özgür homurdandı. “Melike ve Ufuk’un ilişkisi var.” “Ne demek ilişkisi var? Ufuk’la? Peri’nin nişanlısı olacak o itle? Peri’nin arkadaşının? İlişkisi var?” “Peri’nin nişanlısı olan Ufuk’la, Peri’nin arkadaşı olan Melike’nin ilişkisi var, aynen,” dedi Tuna tane tane ve Özgür’ün daha net anlayabilmesini umarak. Adam şokta gibiydi ve kırk kez aynı cümleyi tekrarlasa bile anlamayacak gibi duruyordu. “Vay amına koyayım!” dedi Özgür uzun süre boşluğa baktıktan sonra. Doğrulup yeniden oturdu ve aynı sırada Peri’nin birlikte oldukları gecenin sabahında her şey açığa çıktığı esnada ağlaya ağlaya söyledikleri kulaklarında yankılandı. “Başkasını seviyormuş. Benimle mecbur olduğu için evleniyormuş.” Özgür kadının acı sesini zihninden silebilmek için sertçe alnını ovalayıp küfretti. Ancak ses kulaklarında yankılanıp duruyordu. Kadının üzgün gözleri, titreyen dudakları ve yanaklarını ıslatıp her daim belirgin duran gamzelerinin üzerinden kayan gözyaşları nereye baksa oradaydı. “Şöyle düşündüm kardeşim,” dedi Tuna, Özgür’ün iç hesaplaşmasından habersizce. “Melike ve Ufuk’un birlikte olduğuna dair deliller ele geçiririm, benim için kolaydır bilirsin. Biz de bunları ortaya döksek, tamam sorunu temizlemez ama tek suçlu da sen görünmezsin. Hepsinin başı yansın amına koyayım. Ortalığı karıştırıp mutluluğa erişmelerine izine vermem ben.” “Kalk,” dedi Özgür oturduğu yerden hışımla ayağa fırladığı sırada. “Kalk, gidiyoruz. Melike’nin nerede olduğunu bulman için beş dakikan var.” Tuna, odanın içerisinde deli gibi dönüp ceketini, telefonunu ve diğer eşyalarını üzerine geçiren adamı şaşkın gözlerle izlerken, “Evinde Melike. Bugün işe gitmemiş, rahatsız olduğunu belirtip izin almış. Ataköy 11.kısım,” dedi kurulu bir robot gibi. Ardından Özgür’den garip bir bakış alınca kendini açıklama isteği duydu. “Lazım olur diye sordurmuştum çocuklara. Detayları bilmeyi seviyorum ne yapayım? Hem sen ne yapacaksın adresini? Sakın bana evine gideceğim deme?” “Aynen öyle yapacağım. Bir de kendi anlatsın bakalım.” “Saçmalama lan. Abimin kesin emri var dışarı çıkmaman üzerine-” “Gelme lan sen. Konumu at bana yeter.” “He seni tek göndereyim de öğrenince tümüyle ağzıma sıçsın!” dedi homurdanarak. “Özgür, kardeşim, bir sakin kafayla düşünsek mi ne dersin? Böyle hışımla ev basmaya gitmeden önce, hmm? Bir ayılsan mesela, duş alsan, kahvaltı yapsan falan?” Özgür, Tuna’ya öyle ters bir bakış attı ki Tuna cümlelerinin devamını ağzının içerisinde yuvarlamayı tercih etti. “Tamam, kahvaltı yapmasan da olurdu.” “Çıkıyorum ben, bunu abimin hemen öğrenmemesini sağla.” “Allah’ım şu genç yaşımda gerçek anlamda bok yoluna ölüp gideceğim,” dedi Tuna sessiz bir yakarış şeklinde. Ardından da odadan çıkıp giden adamı yakalamak adına koşar adım peşinden gitti. “Bak güzel kardeşim, acele işe şeytan karışır, öfkeyle kalkan zararla oturur diye boşuna dememiş atalarımız. Gel enine boyuna konuşalım ne yapacağımıza öyle karar verelim. Yine gitmek istersen gidelim ama böyle öfkeyle değil Özgür. Beni duyuyor musun? Hiç değilse Akın’ı arayayım-” “Arama. Kimseyi istemiyorum. Ben ilgileneceğim başıma bu çorapları ören o küçük böcekle.” Tuna kaderine düşeni kabullenmişçesine gürültüyle soluğunu verip merdivenlerden indiği esnada, “İnşallah işler daha da bok olmaz,” diye söylendi. “Daha ne kadar olacaksa! Ben yanmışsam hepsi yansın lan!” “Sana söylediğime beni pişman etme, Özgür.” “Pişman olmazsın sen. En az benim kadar ortalığı ayağa kaldırmak istiyorsun, bilmez miyim seni? Yoksa yanıma gelir, ağzını açar mıydın hiç?” “Tamam öyle de... Abim kemiklerimi kıracak, işin sonunda tahtalı köyü boylamak var.” “Eminim ki yanında ben de olacağım, o yüzden siktir et gitsin,” dedi Özgür son basamağı inip koridorda gezinen kahyayla göz göze geldiği sırada. Her zamanki şık giyimiyle karşısında dikilen ve kibar konuşmalarından birini yapmaya hazırlanan adamı iki koca adımda geçip laflarını ağzına tıkarken, “Anneme kulübe geçtiğimi söyle,” diye emir verdi. Dış kapıdan çıktığında süs havuzunun önünde sohbet eden olan dört adamın hızla toparlanıp ellerindeki çay bardaklarını kenara bırakmalarını izledi. Eve tırmanan merdivenleri koşar adım inerken, “Anahtar, Tuna,” diye buyurdu. “Ben mi sürsem, he Özgür?” Özgür durup elini Tuna’ya doğru uzattı ve anahtarı isteme konusundaki ısrarını belirtti. Bunun üzerine Tuna cebinden garajdaki araçlardan birinin anahtarını çıkartıp ona verdi ama bunu yapmayı hiç istemediği her hâlinden belliydi. Özgür her ne kadar duyduklarından sonra ayılmış gibi görünse de Tuna’nın gözünde iki adım sonrasını göremeyecek kadar sarhoş duruyordu ve Tuna canı konusunda ciddi derecede endişeliydi. Garaja doğru geçip giden Özgür’ün ardından şaşkınca bakan adamlardan biri, “Abi, Cesur abi çıkmasın demişti?” diye Tuna’ya sordu. “Evet, biliyorum, hatırlatmak zorunda mıydın sanki,” dedi Tuna canı sıkkın şekilde alnını sıvazlarken. “Atlayın bir arabaya peşimizden gelin, diğer herkesi de tembihleyin soran olursa Özgür odasında dinleniyor, tamam mı?” Dördü birden kafasını sallarken önde duran adam, “Tamamdır abi,” dedi. Bunun üzerine Tuna da kafasını sallayarak garaja doğru ilerlemeye başladı. Sonra birden durup kara kara düşünen hâlini yüzünden silmeden tıpkı annesini takip eden ördekler misali peşinden gelen adamlara döndü ve her birinin suratını inceledikten sonra konuştu. “Hakkınızı helal edin lan. Sık sık mezarıma uğrarsınız. Çiçek getirmeyin, sevmem.” Adamlar birbirlerine bakıp ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Tuna ise yeniden önüne dönerek adımlarını hızlandırdı. Cesur’u düşündükçe göğsü sıkışıyor, karnına sert kramplar saplanıyordu. Zaten araları gergindi. Üstelik buradan giderken de tembihleyerek gitmişti. İçinden küfretti. Başı büyük belaya girecekti ve buna sebebiyet veren kendi çenesinden başkası değildi. İçinde tutup Özgür’e değil de Cesur dönünce her şeyi anlatsa olmaz mıydı? Olmazdı. Ortada onu rahatsız eden bir şeyler varken Tuna her şeyi açığa dökmeden rahat edemezdi. Ayrıca Cesur’un kendisine bir müddet kafa izni verdiğinin de farkındaydı ve buna ihtiyacı olduğunu biliyordu. Bu yüzden onu karıştırmamayı seçmişti. Ancak işin sonunda en çok onun karışacağının da bilincindeydi. Özgür’ün aracın şoför kapısına uzandığını görünce Tuna panikledi ve bir kez daha şansını denemek istedi. “Bana mı bıraksan kardeşim? Sen içki şişesinden daha az evvel çıktın-” Özgür’ün cevabı araca binip kapıyı gürültüyle üzerine vurmak olduğunda Tuna sesli sesli iç geçirerek eceline gidercesine aracın etrafını dolanıp ön koltuğa yerleşti. Henüz kapıyı bile kapatmamışken aracın ileriye doğru fırlamasıyla gözleri irileşti ve bağırmamak için kendisini zor tutarak konuştu. “Senin nezaketine ne oldu lan?” “Boş konuşuyorsun Tuna,” dedi Özgür homurdanarak. “Yolu tarif etmek dışında konuşma sen en iyisi.” Tuna sessizce ağzının içerisinde bir şeyler söylenerek kemerini taktı ve ona sıkı sıkı tutundu, çünkü Özgür aracın ibresini zorlamaya başlamıştı. Oturduğu yerde kaskatı şekilde her an bir arabaya çarpacaklarını düşünerek kendisini daha çok gerdiği o saniyeler onun için kelimenin tam anlamıyla eziyet gibiydi. “Işıklardan sonra sola.” Özgür ışığın yeşile dönmesini beklemeden geçerek sola döndü. “Aman ne güzel! Hepsi bitti trafik polisleriyle de kanka olacağım!” “Sen halledersin.” “Tabii ki! Başka seçeneğim mi var?” “Emekliliğe ayrıl Tuna,” dedi Özgür dönüp yanındaki adama bakarken. Resmen koltuğuna yapışmış can havliyle emniyet kemerine tutunuyordu. Hâline bıyık altı gülüp, “O zaman huzura erersin,” dedi. “Yok kardeşim ben kan seviyorum, kaos seviyorum, katliam seviyorum,” dedi Tuna hızlı hızlı. Ardından da bağırdı. “Şu siktiğimin yoluna bak lan! Şeritler benim bebeksi suratımdan geçmiyor ya!” Özgür yüzünü buruşturup önüne döndü. “Bebeksi suratın mı? Oğlum lan... O meymenetsiz suratın neresinde bebeksilik var? Azrail’le yakınlaşmak senin kabloları yaktı galiba.” “Hoşt!” Özgür sanki elinde değilmiş gibi kahkaha attı. “Hoşt mu?” “Ben her sabah yüzümü sabunlayıp tıraşımı olurum. Çiçek gibiyim çiçek! Soldan gir yine. İnsan gibi ama! LAN! İnsan gibinin nesini anlamıyorsun?” “Sabun çiçeği seni.” “Sabunla döverim seni. Düz devam et.” “Melike tek mi yaşıyor yoksa ailesiyle mi?” “Tek yaşıyor, ailesi Antep’te.” “İyi güzel. İyi, iyi.” “İyi tabii. Daha rahat basarsın evini.” “Evini kafasına geçirmezsem ona dua etsin. Ne arkadaş ama! Saf Peri! Salak Peri! Hiç mi anlamadın karşındakinin ne bok olduğunu?” “Peri saf bir kıza benziyor. Yani... biraz araştırdım da öyle gibi cidden. Ailesinin dizinin dibinden hiç ayrılmamış. Tek arkadaşı Melike, aile dışı da tek görüştüğü kişi o. Biraz aile baskısıyla yetişmiş.” Özgür buna sinirle güldü. “Aile baskısıyla yetişmiş ama bir gece kendisini kulübe atıp sabahlamış.” “Bilmiyorum, hikâyeye uymuyor ve bence işin içinde vardır bir hinlik. Melike çok sinsi, ondan her şeyi beklerim.” “Aptal kız,” dedi Özgür kendi kendine kısık sesle. Bunu Peri için söylemişti. “Birlikte büyüdüğümüz hâlde ben yeri geliyor sana bile güvenmiyorum lan. O ise evleneceği adamı arkadaşına kaptırdığını bile fark edememiş. Geçip karşıma sevilmediği için de ağlıyordu. Saf! Aptal!” Tuna yanındaki adama dehşet verici bir şey duymuş gibi bakarken, “Ulan Allah’tan korkmaz kuldan utanmaz herif! Bana güvenmiyorsun ha? Bana? BANA?” diye sesini yükseltti. “Yeri gelince dedim.” “Eee?” “Her zaman olan bir şey değil yani.” “Bir de olsaydı! Hayırsız, meymenetsiz! Soldan dön, kirpi suratlı ecnebi iblis.” Özgür kendini tutamayıp bir kez daha kahkahasını serbest bıraktı. “Kirpi suratlı mı?” “Aynen öyle kirpi suratlı, sevimsiz, suretine baktıkça tövbe istiğfar çektiğim şahıs. İkinci bina, sağda dur, cibiliyetini si-” “Lan!” Tuna onu duymazdan gelip aracın yavaşlamasıyla birlikte ellerini semaya doğru kaldırarak, “Ya Rabbim! Sana sonsuz şükürler olsun, hâlâ tek parçayım. Yanımda duran trafik canavarından beni koruduğun için sana minnettarım. Günün devamı sakin geçsin yüce rabbim. Hikmetinden sual olunmaz, acı bana ey büyük Allah’ım-” diye yüksek sesle dua etti. Ancak ensesine patlayan tokatla birlikte duasını yarıda kesmek zorunda kalmıştı. “Bırak zevzekliği. Ne tantana yaptın be Tuna, düş önüme hadi.” Tuna söylene söylene araçtan inip kapıyı gürültüyle üzerine vurdu. Hangi bina olduğunu belirten fotoğrafları bulmak için telefonuna gelen son mesajları kurcalarken parmakları kısa bir anlığına kaskatı kesildi. Ekrana baktı, gözlerini kıstı, yazıyı birkaç kez okudu. “Hangisi?” dedi Özgür sabırsızca. “Adam dikmiş miydin buraya? İnşallah kız hâlâ evindedir Tuna. Alo! Sana diyorum oğlum duymuyor musun?” Tuna’nın parmakları yeniden harekete geçti ve aradığı mesajı bulup fotoğraflara ulaştı. Birden tüm gevezeliğinden sıyrılmış olması elbette ki dikkat çekiciydi. Çaprazlarında kalan binayı işaret ederek, “Şurası,” diye mırıldandı. Özgür hareket etmeden önce ne olduğunu sormak için ağzını açtı, ancak daha sonra bundan vazgeçerek binaya doğru yöneldi. Bir şeyin ters gittiği belliydi ve yeni sorunlar duymaya şu anda ihtiyacı yoktu. Tuna peşlerinden gelen ikinci araçtan inenlere, “Siz burada bekleyin,” diye emir verdi. Ardından da Özgür’ü takip ederek binanın dış kapısına ulaştı. Şansını denemek için öncelikle kapıyı açmayı denedi, ancak kilitliydi. Bunun üzerine zillerden birkaçına rastgele basıp bekledi. Çok geçmeden birisi, “Kim o?” diye sordu. Görüntüsüz diafonun verdiği rahatlıkla, “Doğalgaz!” diye bağırdı ve kapı anında açıldı. Sanki kendisinin ciddileşmesiyle birlikte bundan etkilenip gerilmiş olan Özgür’ün, “Sonra niye hırsızlık olayları çok,” diyerek homurdanmasını dinleyerek içeriye girdi. Bina çok katlı ve eski yapıydı. Yine de birçok eski binadan daha iyi durumdaydı. Asansöre geçip sekizinci katın düğmesine bastı. Bu sırada temiz görünen aynaya dönüp saçlarını düzeltmeyi ihmal etmedi. Keyfini yerine getirmek istercesine bir ıslık çalmaya başlamıştı ki, “Söyle ne oldu?” dedi Özgür patlarcasına. “Ne ne oldu?” “Bir şey oldu işte. Kim ne mesajı attı sana? Abim ne bok yediğimizi öğrense mesaj atmayı tercih edeceğini sanmıyorum. Akın’ın da mesajla işi olmaz direkt aradı. Söyle, kimdi?” “Çocuklardan biri,” dedi Tuna boğazını temizleyerek. Özgür’e yan yan baktı. “Ona Özkaya ailesini ara sıra kontrol etmesini söylemiştim.” Özgür elektrik akımını tutulmuş gibi irkildi. “Eee? Ne haber gönderdi? Taksit taksit konuşmasana oğlum!” “Gecenin bir yarısı Peri’yi hastaneye götürmüşler,” dedi Tuna sadece. Daha detaylı açıklamasına gerek yoktu, çünkü Özgür anlayacağını anlamıştı. Ona bekaret testi yapmışlardı. Ve sonucun ne çıkacağını ondan iyi kimse bilemezdi. Sinirle gözlerini yumup dişlerini sıktı. “Sonra ne oldu?” “Bilmiyorum. Dikkat çekmememiz için fazla burnumu sokmak istemedim.” “Söyle adamına her şeyi öğrensin.” Tuna yeniden telefonunu çıkarıp gerekli talimatları iletti. Bu sırada istedikleri kata ulaşmışlardı. Asansörün açılmasıyla birlikte dışarıya çıkıp dört daireye açılan koridorda göz gezdirdi ve otuz numaralı kapıyı buldu. “Şu dairede.” Özgür sanki kapıyı tek omuz darbesiyle devirecekmiş gibi hırslı hırslı koridoru adımlayıp bir plan kurmayı düşünmeden kapıyı yumrukladı. İçeriden kadının bir şeyleri düşürdüğünü hissettiren seslerini duyduktan sonra birkaç yumruk daha geçirdi. Ardından da deliğin üzerine parmağını bastırdı. Kadın kim olduğunu delikten bakıp görünce kapıyı açmaktan vazgeçebilirdi ve o zaman kapıyı kırmak zorunda kalırdı. Ekstra işle uğraşmak yerine bu küçük fikri denemeyi seçti ve neyse ki bundan sonuç alabildi. Melike içeriden, “Hangi yüzle gelebiliyorsun?” diye bağırarak kapıyı açtığında öfkeliydi. Ancak karşısında görmeyi asla ummadığı iki yüzü görünce o öfke anında şoka dönüştü. Belli ki kapıdakiler beklediği kişi değildi. Kavgaya hazır olan dili lâl kesildi, tek kelime çıkartamaz hâle geldi. Kocaman açılmış gözleriyle tıpkı bir heykel gibi hareketsiz kaldığı o saniyeleri atlatmakta zorluk çekse de nihâyet yeniden kollarını harekete geçirecek emri verebildiğinde kapıyı kapatmaya yeltendi. Ancak Özgür buna izin verecek değildi. Elini kapıya yaslayıp tüm gücüyle onu itti ve Melike’nin yetersiz çabasını delerek kapının arkasındaki duvara sertçe toslamasını sağladı. “Misafirlerinin yüzüne kapıyı kapamak mı?” dedi Özgür dişlerinin arasından konuşurken. “Hiç hoş bir davranış değil.” “Defolun!” dedi Melike sanki sesini bulamamış gibi düşük tonla. Ardından kafasını hafifçe iki yana sallayıp hâlâ üzerinde olan şoku atmaya çalışarak gerisin geri evin içerisine doğru adımlamaya başladı. “Bağırırım! Polisle başınız belaya girer!” Özgür evin içine ilk adımını attı. “Bağır bakalım. En fazla dilini kopartırım sende kimsenin yardıma gelmeyeceğiyle yüzleşmiş olursun.” “Bunu yapamazsınız! Evime böyle girip beni tehdit edemezsin!” İkinci adım. “Daha neler neler yaparım bilsen bana hiç bulaşmazdın.” “Ben bir şey yapmadım!” “Biz bir şey yaptın demeden başladığına göre kesin yapmamışsındır,” dedi Tuna. Artık o da içerideydi. Hatta ardından kapıyı gürültüyle kapatmayı da ihmal etmemişti. Melike irkildi, tüm tüylerinin diken diken kesildiğini hissetti. Üzerine doğru gelen yabancı ve adeta her adımlarıyla tehlike saçan adamlardan kaçabilme umuduyla çift kanatlı kapısı bulunan salonuna girdi. Tek eliyle duvardan destek alıyordu, buna ihtiyacı vardı çünkü dizleri daha önce hiç böylesine titrememişti. Salonun orta yerine yerleştirdiği L koltuğun kenarına çarptığında kısaca ardına bakıp gideceği yönü belirledi ve Amerikan mutfağının ortasındaki ada tezgâhta bulunan bıçak takımı gözüne ilişti. “Başınızı belaya sokarım, tamam mı? Apartman yöneticisi hemen alt katımda oturuyor. Sadece bir çığlığıma bakar. Def olun buradan.” “Başımı zaten bir ton belaya soktun, dahasını yapacak kadar cesaretin var, öyle mi?” dedi Özgür sanki bir hamlede kadının boynunu kırmak istiyormuşçasına öfkeyle. “Ben sana hiçbir şey yapmadım. Seni tanımıyorum bile! Benden ne istediğini bile bilmiyorum!” “Ah, beni tanıyorsun,” dedi Özgür buzdan bir gülümsemeyle. “Yoksa bana neden Azrail’i görmüş gibi bakasın, değil mi?” “Evimi bastın! Ne yapmamı bekliyorsun?” “Doğru, hoşsohbetin için gelmedim. Hesap sormaya geldim.” Melike tam da bu sırada bıçaklardan birini çekip Özgür'e doğrulttu. “Yaklaşma! Yemin ederim ki bunu kullanırım! Tek adım bile atma!” Özgür aldığı tehditten etkilenmiş gibi aniden durdu. Ellerini ceplerine tıkıp kafasını hafifçe sağ omzuna doğru eğdiği sırada, “Bana zorluk çıkartırsan sana dünyada cehennemi yaşatırım,” dedi sanki okkalı bir tehdit savurmuyormuş da güzel sözler söylüyormuş edasıyla. “Senin yüzünden son günlerim tam bir sik gibi geçmişken bence şansını zorlama.” “Ben sana bir şey yapmadım!” diye bağırdı genç kadın. Can havliyle bıçağı tuttuğu eli zangır zangır titriyordu. “Fotoğrafları senin magazine verdiğini biliyoruz,” dedi Tuna, kadının inkârına sabrı kalmamış gibi. “Hatta fotoğrafları gizli gizli çektiğin anların görüntüleri elimde. Hâlâ inkâr mı edeceksin, yoksa sen de ne yaptığını izlemek ister misin? Kayıtlar telefonumda.” Melike kafasını şiddetle iki yana salladı. Bu hareketiyle birlikte ensesinin üzerinde gevşekçe bağladığı saçları hafifçe önüne dökülmüştü ve terlemeye başlayan boynuna yapışmaları onu rahatsız etmişti. Ancak ellerinin ikisi de artık bıçağa sarılıydı, çünkü tek eliyle onu zapt edemeyecek kadar sert titriyordu. “Hiçbir şey izlemek istemiyorum. Hiçbir şeyden haberim yok benim. Siz beni saçma sapan bir şeyle suçluyorsunuz! Hemen gidin evimden! Sizi dinlemek istemiyorum! Gidin!” dedi köşeye sıkıştırılmış vahşi bir kedi gibi saldırgan tavrıyla. Özgür kadının üzerine doğru sert bir adım attığında Melike, “Yaklaşma!” diye bağırarak kaçabileceği kadar geriye kaçıp sırtı duvara yaslanana kadar geriledi. Özgür bir adım daha attı. Melike’nin yanağından kocaman bir damla yuvarlanıp gitti ancak devamı gelmedi ve yine bağırdı. Bu kez boğazı sızlamıştı. “Yaklaşma bana!” “Kes sesini!” “Ben hiçbir şey yapmadım! Yaklaşma!” “Sen Peri’nin fotoğraflarını çekip flaş başlıkla yayınlattın! Peri’nin BENİMLE olan fotoğraflarını!” “Yalan!” Özgür cinleri tepesine fırlamış gibi hareket edip kadınla arasındaki mesafeyi hızla kapattı. Melike’nin çığlığı kulaklarını çınlatırken elindeki bıçağı havada savuruşunu takip ederek gelen darbeden sıyrılması çok kolay oldu ve sonrasında kadının bıçağı tutan elini yakalayıp sıktı. Diğer elini ise kadının çenesine kondu ve canını yakacak şekilde güç uyguladı. “Bir kez daha sesinin yükseldiğini duyarsam bu bıçakla boğazını deşerim,” derken uyguladığı güçle kadının kolunu büküp, bıçağı boynuna doğru yaklaştırdı. “Ve bunu yaparken bıçak hâlâ senin elinde olur, beni anladın mı?” Melike dehşetle kafasını salladı. Adam bileğini öyle bir yerden kavramıştı ki parmaklarını çözüp bıçağın düşmesine bile izin veremiyordu. Kendi tuttuğu bıçak boğazına dayanmış hâldeydi ve bu onun için epey korkutucuydu. “Her şeyi teker teker, tüm ayrıntılarıyla anlatacaksın. Ufacık bir şeyi bile atlarsan senin canını alırım.” Kadının çenesini biraz daha sıktı. Parmakları etine batmış hâldeydi. “Zaten tüm hikâyeyi biliyoruz ama sana kendi bakış açından anlatman için bir şans verelim istedik,” dedi Tuna, kadının gözünü daha çok korkutmak istercesine. “İstersen bizi kandırmayı dene. Sonucu çok çabuk ve etkili olur.” Özgür, “Anladın mı?” diye bastıra bastıra sorarken kadını sarstı. Melike çenesindeki el izin vermediği için kafasını sallayamadı ya da tek kelime edemedi. Ancak dehşetle bakan gözlerindeki onaylama açıkça ortadaydı. Özgür nihâyet onu serbest bıraktığında kadını mutfakla oturma kısmının ortasında bulunan ada tezgâhtaki yüksek sandalyelere doğru itti. Bu sırada elindeki bıçağı da almıştı. “Geç otur şuraya. Başla konuşmaya, hadi! Seninle oyalanacak vaktim yok!” “N-neyi bilmek istiyorsunuz?” dedi genç kadın her an ağlayacakmış gibi korkuyla. Bedenini güçlükle sandalyeye yığabilmişti ve giydiği askılı pijamasının bir ipi omuzuna düşmüştü. Tuna ellerini ada tezgâhın üzerine bastırarak kadına bakıp, “Kime çalışıyorsun?” diye sordu. Melike gözlerini irileştirerek ona bakarken kriz geçirircesine titremeye devam ediyordu. “Kime mi çalışıyorum? Ben... ben bir sigorta şirketinde çalışıyorum-” Tuna gülmemek ve homurdanmamak için kendisini zor tutarken, “Özgür’le alıp veremediğin ne?” diye devam etti. “Onu doğru dürüst tanımıyorum bile-” “Öyleyse neden fotoğraflarını çektin?” “Onu çekmedim tamam mı? Peri’yi çekmek istemiştim. O da oradaydı. Peri’yi bir adamla çekmek istemiştim ama o gidip barın sahibini buldu, ne yapabilirdim?” dedi patlarcasına biraz öfkeyle. Aslında tüm öfkesinin tek adresi Peri’den başkası değildi ve bunu oradaki iki adam da netçe hissetmişti. “Yani sen girdiğin kulübün kimlere ait olduğunu bilmiyordun, öyle mi? Buna inanalım mı cidden?” “Biliyordum,” dedi genç kadın güçlükle harfleri ağzından çıkartırken. “Ama gidip sizi bulacağını düşünmemiştim.” “Bulduğu anda engel olabilirdin. Fotoğraflarını çekmeden önce, değil mi Melike? Sen akılı bir kadına benziyorsun. O an başının belaya girebileceğini anlamış olman gerekirdi.” “Umursayacağınızı düşünmemiştim. Sizin her akşam başka bir kadınla isminiz çıkıyor. Bu da onlardan birisi olacaktı-” “Peri o kadınlar gibi miydi?” dedi Özgür sıkılı dişlerinin arasından. “Nişanlı bir kadınla adımın çıkmasını yine umursamazdım ama aile dostumuzun oğluyla nişanlı çıkması evet, umursamak zorunda olduğum bir durum.” Melike’nin rengi bir ton daha kaçtı. “U-Ufuk... Ufuk sizin aile dostunuz muydu?” “Evet, yasak aşkın benim aile dostumdu. Bir şey daha bilmek ister misin? Peri’nin ailesi de benim aile dostlarımdan biriydi. Yani beni düşürdüğün durumu şimdi bir daha o küçük kafandan geçir bakalım.” “B-ben... ben...” Melike ellerini yüzüne kapatıp hıçkırıklara boğuldu. “B-ben bilmiyordum... yemin ederim bilmiyordum. Özür dilerim, çok çok özür dilerim. Binlerce kez özür dilerim. Ben sadece aşkımı kazanmak için yapmıştım. Önümde kullanabileceğim tek bir yol vardı ve ben aşkım uğruna seçimimi yapmıştım. Affedin lütfen. Yalvarırım affedin. Sadece çok sevmiştim. Bunu anlayabilirsiniz değil mi? Özür dilerim-” Özgür elindeki bıçağı ahşap masanın yüzeyine hışımla saplayıp bağırdı. “Ben böyle aşkın amına koyarım lan! Benim hayatımı boka çevirip, bir kadını da ölüme götürecek aşkın ben gelmişini geçmişini sikerim!” Melike oturduğu yerde iyice küçülürken elleriyle kendisini korumaya çalıştı. Artık daha çok korkuyordu ve başına kötü şeylerin gelmemesi için içinden dua etmeye başlamıştı. Artık Ufuk’un neden yan çizdiğini, neden dehşet verici bir korkuya kapıldığını anlayabiliyordu. “O... O benim lise aşkımdı!” dedi yine bir sinir krizine girmişçesine saldırganlaşarak. “O benimdi, tamam mı? Hepsi Peri’nin suçu! Her şey onun yüzünden oldu! Aptal bir sümsük gibi köşesinde oturup sessiz kalmasaydı, babası ona bu evliliği isteyip istemediğini sorduğunda reddedecek cesareti olsaydı tüm bunlar yaşanmayacaktı. Benim olanı almaya çalıştı. Ben de benim olan için savaştım.” Özgür eğlenceli bir hikâye dinlemişçesine güler gibi bir ses çıkartsa da suratındaki sert tavır olduğu şekilde duruyordu. “Komik kız,” dedi sinirli bir gülüşle. Ardından dişlerini sıktı. “Nerede şimdi senin olan o it? Neden senin yanında değil? Sizi bulacağımı ve dünyayı başınıza yıkacağımı bildiği hâlde neden seni yalnız bıraktı o orospu evladı?” Tuna kendinden emin bir şekilde, “Terk etmiş,” dedi. Bunu öyle net ve her şeyi bilir gibi söylemişti ki kesinlikle Melike’nin sinirlerini daha çok bozmuştu. “Bu kadar korkak çıkacağını bilseydim onun için asla çabalamazdım,” dedi genç kadın içinde yanan amansız bir öfkeyle. “Peri’yi kulübe götürüp biriyle fotoğraflarını çekeceğimi söylediğimde fikrimi beğenmişti. Ama Peri’nin seninle birlikte olacağını düşünmemiştim,” dedikten sonra durdu ve histerik bir şekilde güldü. “Aptal kendinde bile değildi. Aslında başına ne geleceğini anlamıştım. Durdurabilirdim ama durdurmadım. Bu da ona verdiğim cezaydı. Kahrolası gelinlik provasına benim yerime gittiği için...” Hırsla dişlerini sıktı. “O geceden sonra her şey ortaya çıkar sanmıştım ama Peri’nin abisi... o kıl kuyruk Orhun her şeyin üstünü ört pas etmişti. Pis şerefsiz sırf Ufuk’un kız kardeşiyle yapılacak olan evliliği bozulmasın diye kardeşinin pisliğini görmezden gelmişti. Normalde böyle bir şeyin onların geri kafalı ailesinde hoş karşılanmadığını iyi biliyordum ama Orhun bunu yutacak kadar pisliğin tekiydi. Ben de büyük oynamak istedim ve fotoğrafları sadece ailesinin değil herkesin görebileceği şekilde yayınlattım. Böylece Orhun bu kez gerçeğin üstünü kapatmayı başaramayacaktı. Başaramadı da. Buydu işte. Tüm olay buydu. Ufuk’u Peri’den geri alabilmem için yaptım. Ufuk’u sevdiğim için yaptım.” Özgür sanki bir çuval küfür işitmiş gibi öfkeyle dolup taşmıştı. “Peri senin arkadaşın değil miydi? Hadi o babasına karşı gelemedi sen neden o çeneni açıp tek kelime etmedin. En başında. En başında buna engel olabilirdin.” “O salak kız anlamadı,” dedi Melike sinirle gülerek. “Denemedim mi sanıyorsun? Ona yüzlerce kez Ufuk’un onu hiç sevmediğini, oyaladığını söyledim. Vazgeçirmeye çalıştım. Ama beni bir kez olsun dinlemedi. Hatta Ufuk onun kalbini defalarca o kadar çok kırdı ki... yine de gidip babasına evlenmeyi istemediğini söyleyemedi. Korkak. O bu dünyada gördüğüm en büyük korkaktı. Ailesinin saçma kurallarından asla çıkmayan ben olmasam tüm hayatını dört duvar arasında yaşayacak olan asalaktan başka bir şey değildi.” Özgür’ün yanağındaki bir kas seğirmeye başlarken sadece göz açıp kapayıncaya kadarki süreyle harekete geçip kadının saçlarına yapıştı. Kafasını sandalyeden geriye doğru yatırdığı sırada tepesinde adeta bir ölüm meleği gibi dikiliyordu. “Peki o götveren Ufuk neden gidip babasına Peri’yi değil de seni istediğini söylemedi?” dedi kadının saçlarına biraz daha asılarak. Melike acıyla inledi. Saç köklerindeki baskı yüzünden yüzünü buruşturmuştu ve cevap verecek durumda değildi. Zaten Özgür’ün cevaba ihtiyacı yoktu. “Nedenini ben sana söyleyeyim mi? Ufuk iti babasına gidip konuşamazdı çünkü reddedileceğini biliyordu ve konumunun sarsılmasını istemiyordu. O salağın abisiyle resmen yarıştığını herkes görüyor. Senin için imajını bozar mı sanıyordun? İkiniz de sikik çenelerinizi açmayıp tek konuşanın Peri olmasını istediniz ve o da bunu yapmadığı için günah keçiniz oldu.” “Dost kazığı bu olsa gerek,” dedi Tuna. Ardından gürültüyle iç geçirerek gözlerini etrafında gezdirdi. Evin altı üstüne getirilmiş hâldeydi ve ortalıkta içi kapatılmamış, gelişi güzel doldurulmuş bir bavul bulunuyordu. Dudağının kenarı kıvrılırken, “Terk edilmek seni delirtmişe benziyor,” derken köşedeki içki şişesini görerek kafasını onaylamazcasına iki yana salladı. “Eh, ben de uğruna bu kadar büyük oynadığım kişiyi kaybetseydim delirirdim.” “Ne biliyorsun ki?” diye güçlükle konuştu genç kadın. “Siz aşktan ne anlarsınız ki? Her gece başkalarıyla düşüp kalkıyorsunuz. Yalan mı?” “Seninkinin aşk olup olmadığı tartışılır ama, ince çizgiyi kaçırma lütfen.” “Neyse ne! Ben ne yaptıysam aşkım için yaptım. Değmezmiş ama... tamam... Değmeyeceğini hiç düşünmemiştim.” Özgür kadının yeniden ağlamaya başlamasına tahammül edemeyerek onu serbest bıraktı. Dengesiz davranıyordu. Sarhoş muydu yoksa gerçekten aşk acısından kafayı mı yemişti çözmek zordu. Masaya sapladığı bıçağı çıkartmak için biraz güç uyguladığı sırada, “O göt herif olaya bizim karıştığımızı duyunca babasını bile satar,” diye homurdandı. “Öğrenince anında beni terk etti. Def olup gitmemi, ortalıktan kaybolmamı söyledi. Her şeyi bitirdi.” Özgür aynı adam için ağlayan ikinci kadınla karşılaşıyordu ve bahsi geçen adamı zerre kadar sevmediği de düşünülürse bu durumdan nefret etmeye başlamıştı. “Nereye gidersen git seni bulacağımı biliyordu. Eminim kendisi de kaçmak için harekete geçmiştir. Ama emin ol ki kaçamayacak,” dediği sırada sandalyeye oturmak yerine kalçasını masanın kenarına yasladı. Melike hemen sağ tarafında ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş vaziyette, sinirden, öfkeden, acıdan, nefretten ve korkudan titremeye devam eder hâldeydi. “Bana ne yapacaksın?” diye sordu genç kadın. Buz tutmuş elleriyle ense kökündeki saç diplerine masaj yapıyordu, ancak sızlama hissi hâlâ geçmemişti. “Sana ne mi yapacağım?” dedi Özgür garip bir soru almış gibi kaşlarını havalandırırken. “Konuşuyoruz güzel güzel. Şimdilik iyi böyle.” Tuna, “Benim merak ettiğim bir şey var,” diye söze karıştı. Bunun üzerine Özgür elindeki bıçağın sivri ucunu kadına doğrultup, “Gördün mü? Henüz sorular bitmedi,” dedi. Melike’nin sertçe yutkunduğunu duymak ona vahşi bir haz verirken yeniden Tuna’ya döndü. “Nedir, Tuna?” “Peri’nin yaşam tarzı ortada. Kafasına estiği gibi gece kulübüne gidecek biri olmadığı belli. Onu nasıl ikna ettin merak ediyorum cidden.” Melike Peri’nin adını duymaya bile tahammül edemiyormuş gibi hırsla dişlerini sıkarken, “Gelinlik provasında Ufuk’la kavga etmişler. Canı çok sıkkındı,” dedi. “Sadece bu kadar mı? Canı sıkıldı ve kulübe gitmeye karar verdi. Evleneceği adamı babasının seçmesine izin veren kadın, canı sıkkındı diye soluğu gece kulübünde aldı ve deli gibi de içti, öyle mi?” “Ona neredeyse yalvarmak zorunda kaldım,” dedi öfkeyle. “İnadını kırmak için dil döktüm. Onu istediğim yola sokabilmek için... biraz çabalamam gerekti.” Özgür bakmakla bile midesini bulandıran kadına zar zor tahammül ettiğini belli etmekten çekinmezken, “Nasıl dil dökmekti bu?” diye üsteledi. “Nasıl dil döktün de kız hata yaptığını bile bile vazgeçmedi?” Genç kadın stresten ellerini kaşımaya başladı. Sert davrandığı için şimdiden kızarmaya başlayan tenine kafasını eğip baktığı esnada bıçağın soğuk yüzeyini çenesinin hemen altında hissedince tüm kan akışı durdu. Kafasını hiç oynatmadan bekledi. Nefes alışı bile ağırlaşmıştı ve heykel kadar hareketsiz duruyordu. Ağlamayı dahi kesmişti. Özgür bıçağı yukarı doğru hareket ettirerek kadının kafasını kaldırmasını sağladı. Yeniden göz göze geldiklerinde Melike’nin her an zarar görebilecek olmaktan duyduğu korkuyu iliklerine kadar hissetmişti. Bundan memnundu, çünkü korku insana fazla düşünme şansı sunmazdı ve kadının düşünmeden her şeyi anlatmasını istiyordu. “Şu bıçağı azıcık bastırsam,” derken hafifçe bastırdı ve yan şekilde kadının çenesinin altına yerleştirdiği bıçağı kaydırıp sivri ucunun boğazına baskı uygulamasını sağladı. “Ölürsün. Boğazından kan fışkıra fışkıra. Kan kusarak ve kan yutarak... Kendi kanında boğulup gidersin. Değil mi?” Melike hem hiç hareket etmemeye çalıştı hem de çok hafifçe kafasını sallamayı denedi. Bıçak derisini delmek üzereydi ve üzerinde kurduğu baskı tarifsizdi. “Şimdi gözlerini kapatıp, gülümseyip, yaşadığın andan zevk alıp bıçağı boğazına saplamamı sakince beklemen için sana ne söylemem gerekir? Hangi kelime ya da hangi vaat seni gülümseyerek ölüme götürür?” Melike hiçbir kelimenin ya da vaadin buna yetmeyeceğini belli edercesine kafasını çok hafifçe iki yana sallamaya çalıştı. Bu sırada saç diplerinden kayıp boynundan akan terler hiç durulmayacak gibi görünüyordu “Demek öyle bir kelime yok,” dedi Özgür anladığını belli edercesine. Ardından keskin iki hareketle kafasını salladı. “Peki öyleyse söyle bana, Peri’yi öylesine istekli şekilde ölüme götüren neydi? Gülerek, kahkahalar atarak, bardak bardak içkiler içerek hem de... Ben çok ölüme giden gördüm ama hiçbiri Peri gibi eğlence dolu değildi.” Melike bıçağın baskısı biraz azalınca konuşmasına izin verildiğini hissederek, “İlk kez o kadar içmişti,” diye fısıldadı. “Ah, onunla bir gece geçirdim,” dedi Özgür sanki bunu kimse bilmiyormuş da ilk kez dile getiriyormuş gibi kısık sesle ve sertçe. Bıçağı tamamen çekip onunla oynamaya başladı. “Emin ol bir kadının tek bakışından ne hissettiğini bilecek kadar çok kadın hayatımdan geçti ve o akşam yanımda endişesiz, tasasızca eğlenen bir kadın vardı. Yarın yok gibi davranıyordu. Bu kadar iyi rol yapabilir mi? Sanmıyorum. Çünkü uyandığında gece boyu yanımda olan kadından eser yoktu.” “Başına ne geleceğini anlayınca korkmuştur. Çünkü ailesi onu... onu...” “Durma devam et. Sonunda ne olacağını zaten bilmiyor muydun?” Melike elleriyle yüzünü kapatıp hıçkırdı. Yaptığını açıkça dile getirmek ona çok kötü hissettirmişti. O, bu kadar kötü biri değildi. Sadece mutlu olmak istemişti ve mutluluğunun önündeki tek engelden kurtulmaya çalışmıştı. “Söylesene!” dedi Özgür birden bağırarak. Kadının yerinde sıçraması umurunda olmadı. “İş namus meselesine döner, ailesi onu gözünü kırpmadan öldürür desene!” Genç kadın gürültüyle ağlamaya başlayıp, “Hayır, hayır,” diye sayıklayarak kafasını iki yana salladı. “Belki de çoktan onu öldürmüşlerdir bile!” dedi Özgür ve sonra içine rahatsız edici bir his çöktü. Ağzına nahoş bir tat yayıldı ve bunu düşünmeyi o anda kesti. “Hayır, hayır, hayır...” “Bunu istemiyor muydun zaten? O korkak, salak kız ilk kez doğru olanı yapmadı mı? O KORKAK KIZ ilk kez cesaret göstermedi mi? Ölüme gülerek gitti Melike, sen bunu yapabilir misin? Sen ONUN GİBİ yürekli olabilir misin?” Melike bir anda öfke patlaması yaşayarak ellerini masanın üzerine defalarca vurup bağırmaya başladı. “O asla cesaret gösteremeyecek kadar korkağın tekiydi, tamam mı? Yaşamaya bile cesareti yokken ölmeye nasıl cesareti olsun? Hah! Ona ilaç verdim! Duydun mu? Ona birkaç tane hap verip kafasının dağılmasını sağladım. Yoksa kulübe gelir miydi? Yoksa seninle yatar mıydı sanıyorsun? O salak işte bu kadar ailesinden korkuyordu, anladın mı?” Sinirle kahkaha attı. “Ona öyle kolay ilaç verdim ki ağrı kesici sandı. Kan akışı hızlandı, beyni uyuştu. Sonra da onu doldurdum. Ufuk tarafından sevilmediğini ve bu zorunluluğu sürdürmemesi gerektiğini söyledim. Bir zaman sonra bunları kendi düşüncesiymiş gibi söylemeye başladı. Aptaldı. O gerçekten aptaldı. İki hap, birkaç kadeh içkiyle kendini kaybetti. Bilsem daha önce bunu yapardım!” Özgür şoka uğramış gibi bir anlığına hareket edemez kesildi. Soluğunu tutup kadının haykırdıklarını zihninin içerisinde tekrarladı. Hap diyordu. Hap. Kafasının arkasının uyuştuğunu hissederken Tuna’nın, “Bu nasıl nefret lan,” diye söylendiğini işitti. Gerçekten de bu nasıl nefretti? “Nefret az kalır. Elimden gelse onu kendi ellerimle parçalamak isterdim.” “Sen gerçekten hastasın. Hastaneye kapatılsan bile düzelmezsin. Bu ne lan? Yoksa o haplardan sen de kullanıyor musun?” “Seni ilgilendirmez,” dedi genç kadın yüzündeki yaşları elinin tersiyle sildiği esnada. Arada sırada kullanıyordu ve berbat bir gece geçirdiği için yine onlara ihtiyaç duymuş, sabaha karşı içip ancak biraz olsun uyuyabilmişti. “Ben sevdiğim adam için çabaladım. Bu uğurda her şeyi yaptım ve eğer yanımda durabilecek kadar cesareti olsaydı daha çok şey de yapardım, anladınız mı? Tüm olay bu. Şimdi beni rahat bırakın. Daha fazla konuşmak istemiyorum.” Özgür ağır ağır kafasını salladı. Suratında hâlâ şaşkın bir ifade asılıydı. “Son bir şey soracağım,” dedi dümdüz tonla. “Kalbin hiç sızlamıyor mu?” “Neden sızlasın?” “Peri’nin başına gelenler için.” Kadın soğukça güldü. “Sızlamıyor. Ufacık noktası bile sızlamıyor. Bu yeterli mi? Hiç ama hiç sızlamıyor. Tamam mı?” Özgür yine kafasını sallayıp dayandığı masadan uzaklaştı. Melike nihâyet serbest bırakılmanın verdiği rahatlamayla gürültülü bir soluğu ciğerlerine çekerken Özgür kadının yanından geçip kapıya doğru iki adım attı. Ancak üçüncü adımı atmadan dönüp saniyenin onda biri kadar kısa zaman diliminde hareket etti ve elindeki bıçağı kadının tam kalbine sapladı. Ardından da kadının yüzüne doğru eğilip, “Hâlâ kalbin hiç sızlamıyor mu?” diye sordu. Melike sanki cevap verecekmiş gibi ağzını araladığında dışarıya fışkıran kanla birlikte gözleri sonuna kadar açıldı. Bu görüntü Özgür’ü vahşi bir arzuyla güldürdü. “Sızlıyor, Melike. İşte şimdi kalbin çok sızlıyor.” ♧ Melike Hanım güle güle, sevilmemiştiniz 😅 Hikâyemizi aynı isimle Wattpad, Inkspired üzerinde de bulabilirsiniz 🤩
|
0% |