@yazarimsibirileri
|
Günümüz… “Bana masal anlatır mısın?” Altın sarısı saçları güneşte parıldayan küçük kız çocuğu iri mavi gözlerini izinsizce yan tarafına oturan üstü başı kir içerisindeki oğlana dikti. Yetimhanedeki diğer çocuklar tarafından konuşmadığı için dilsiz yaftası yemişken bu çocuk sürekli onunla konuşmaya çalışıyor, nereye gitse peşinden geliyordu. Yanından ayrılması umuduyla sorusuna kafasını iki yana sallayarak cevap verdi. Böylelikle bukle bukle sarkan saçları havada salındı. Çocuk, kafasını iki yana sallayışını, “Masal bilmiyor musun?” diye yorumladı. Küçük kız bu kez de başını aşağı yukarı sallayarak onu onayladı. “Yalancı,” dedi kumral saçlı oğlan. “Arka bahçede oyuncağına masal anlatırken seni duydum.” Bunun üzerine küçük kız telaşla oturduğu yerden kalktı. Konuşabildiğini diğer çocukların bilmemesi yaşamını daha da kolaylaştırırdı. Gitmek için arkasını döneceği sırada o çocuğun bağırdığını duydu ama ona aldırmadı. Arkasını döndüğünde hemen önünde duran boyundan büyük köpeği görünce donup kaldı. Köpeğin kızıl altın rengi tüyleri oldukça kabarıktı. Her an üzerine atlayacakmış gibi hırlayıp durması yüzünden gerilen çehresi çok vahşiydi ve sıra sıra dizilmiş sivri dişleri bir demiri tek ısırışta kopartabilecek kadar keskin gözüküyordu. Koca bahçede küçük kız ve o köpekten başka kimse kalmamıştı. Korkuyla yutkunup bir adım geriye çekilme hatasına düştü. Bu hareketinin köpeği tetikleyeceği aklının ucundan dahi geçmemişti. Hayvan gür sesiyle havlayarak, ileriye atılacakmış gibi yerinde sıçradığında ağzından saçılan salyalar havada savruldu. Kız çocuğu tüm gücüyle çığlık attı. Bunun üzerine köpek ona doğru koşmaya başladı. Birden gözlerim açıldı. Sanki uzun süredir nefes alamamış gibi elimi boğazıma dayayıp ciğerlerimi havayla doldurdum. Aynı anda başıma saplanan ağrıyla inledim. Kalbim şiddetle çarpıyordu, rüya dahi olsa o kadar gerçekçiydi ki hâlâ o korkuyu hissedebiliyordum. Ah, evet, neyse ki sadece rüyaydı. Ağzıma yayılmış nahoş tadı gidermek adına birkaç kez öksürdükten sonra gözlerimi yorgunca kapatıp yattığım yerde sırtüstü döndüm ve soluk alışlarımı düzene koymaya çalıştım. Onu uzun zaman üzerine ilk kez rüyamda görmüştüm, yıkıldığım yerde elimden tutup beni ayağa kaldıran o çocuğu. Her zaman kir içerisinde olan yüzü kısa bir anlığına da olsa dünyama ışık saçmıştı. Birden ortaya çıkan o korkunç köpek olmasaydı eğer onu daha uzun görebilirdim. Hızla kaşlarım çatıldı. Köpek bana tanıdık gelmeye başladı ve yaşananlar teker teker aklıma düştü. Olduğum yerde kaskatı kesildim, sakinleşen soluklarım yeniden hızlandı. O köpek lavaboda üzerime atlamak için çırpınan köpekti! Gözlerim dehşetle açıldı. Bakıştığım tavan yatak odamdakinden çok daha farklıydı ve yatakta değil, her hareketimde gıcır gıcır öttüğünü ancak fark ettiğim deri koltukta yatıyordum. Sertçe yutkundum. Lavaboda yaşadıklarım kesit kesit zihnimin perdesine yansımaya başladı. Elimde patlayan uyuşturucu paketleri, basılmam, köpeğin vahşice bana saldırmak istemesi ve Özgür ile Akın'ın bana bittiğimi belli eden bakışları... Sonrasını hatırlamıyordum, çünkü aşırı korkudan baygınlık geçirmiş olmalıydım. Alnımdaki sızıya bakacak olursam düşerken kafamı bir yere vurmuş olmam muhtemeldi. Yakalanmıştım. Farkındalık dalga dalga hücrelerime yayılırken birden tüm vücudum ürperdi. Soluk alışlarım minimuma indi. Bedenime sabitlenmiş gözlerin soğukluğu kanımı dondurdu, kafamın içerisinde bir ses dehşetle bağırmaya başladı. Bu odada yalnız değildim. Soluğumu tutarak yattığım yerden doğrulup, karşılaşacağım görüntüden korktuğumu belli edercesine gıdım gıdım kafamı odanın içerisinde çevirdim ve onu gördüm. Hislerim beni yanıltmamıştı, işte oradaydı. Heykel misali hiç kıpırdamayan, nefes alıp verdiği bile belli olmayan o adam keskin gözlerini tam üzerime kilitlemiş öylece duruyordu. Ve o adamı daha önce görmüştüm. Görüntüler gözlerimin önünden birer birer kaydı. Kafeste rakibini yumrukladığı, insanların çılgın tezahüratlarına karşılık vahşice kükrediği ve onca kişinin arasından doğruca bana baktığı anlar film şeridi gibi zihnimden akıp gitti. Adamın kafesin içerisindeyken bana bakarken ki sert bakışlarını hatırladığımda gerçek hızla yüzüme çarptı. Başından beri oraya ne için geldiğimden haberi vardı. Nefes alamadım. Kulübe adım attığım anda ifşa olmuştum. Belki de beni en başından ele veren Tolga Zafer'in ya da onun şeref yoksunu yeğeni Bağdatlı'nın, gerçek adıyla Hasan'ın ta kendisiydi. Onlardan her şeyi bekliyordum. Beni resmen özgürlük umuduyla kandırarak kendi ayaklarımla ölüme göndermişlerdi. Aklımı meşgul eden en güçlü soru bunu neden kendilerinin yapmadığıydı. Eğer beni öldürmek istiyorlarsa öldürebilirlerdi ama onlar beni başkasının önüne atmışlardı. Bedenim ayazda kalmış gibi titredi. Burada tehlikenin kucağındaydım. Bana odaklı olan o keskin bakışların altında nefes almaya bile çekiniyordum. Yaşadığım korkudan dolayı Özgür'den duyduğum adını hatırlayamadığım adama donakalmış gibi bakmak dışında hiçbir şey yapamıyordum. Kaşı patlamıştı, muhtemelen dövüşte darbe almış olmalıydı. Sakalları kısaydı ve sakallarının kısalığına oranla bir nebze daha uzun bıraktığı siyaha çalan saçları dağınıktı. Sol elmacık kemiğinin orada birkaç santimlik eskimiş bıçak izi vardı. Çalışma masasının ardında oturduğu için bedenini tümüyle göremesem de iriliği yutkunmama neden oldu. Ah, onu ilk gördüğümde çelimsiz olduğunu düşünmekle fena yanılmıştım. Sadece dövüştüğü diğer adam ondan daha iri olduğu için onun zayıf olduğu hatasına düşmüştüm, ancak şu anda resmen ona bakarken nutkum tutuluyordu ve bu hayranlıktan dolayı değildi; saf korkudandı. Giydiği tişört en ufak hareketinde sanki bin parçaya ayrılacakmış gibi vücudunu sarıyordu. İçime çektiğim soluk boğazımda tıkandı. Adam buz gibiydi ve oluk oluk tehlike yayıyordu. İçgüdülerim bir kaçış yolu bulabilmem için etrafı taramamı emretse de bakışlarımı ondan kopartamıyordum. Sanki bir milisaniyeliğine gözlerimi adamın üzerinden ayırsam ecelim olacakmış gibi durması bunda en etkili nedendi. Süregelen ve geçen her saniyede gerginliğimi tırmandıran sessiz bakışmamız onun hareketlenip oturduğu koltuktan kalkmasıyla sonlandı. Ben de hızla atılarak tamamen doğruldum ve ayağa fırladım. Belki de oturmaya devam etmem en doğrusuydu, çünkü bacaklarımın bu kadar şiddetle titreyeceği aklımın ucundan bile geçmemişti. Adamın bana doğru attığı her adımda zeminden yükselen tok ses kulaklarımı sağır ederken kafamın içerisinde ölüm çanları çalmaya başladı. Yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı… Ecelini bekleyen bir put misali onu izlemekten ve başıma gelebilecek olası olayların zihnimin perdesinden akıp geçmesini takip etmekten başka hiçbir şey yapamadım. Ölüm ensemdeydi. Bunun yaydığı sarsıcı etki tüm vücudumun buz tutmasına yol açmıştı. Öylece durup ölümün gelmesini bekleyeceğim aklımın ucundan dahi geçmemiş bir durumdu, ancak şu anda tam olarak bunu yapıyordum. Azrail'im olacak adamın duygusuz gözlerine bakıyor ve yanıma yaklaşmasını izliyordum. Ondan ciddi anlamda korkmuştum. Beni olduğum yerde titreten, kalp atışlarımın sekteye uğramasına neden olan ve çaresizce ölümden başka hiçbir şey düşünemez hâle gelmemi sağlayan ikinci adamdı. Sessizdi, ben karşımdaki kişinin sessizliğinden korkardım, çünkü sessizlik beni hızlı tüketirdi. Adamın bu şekilde sessizliğini sürdürmesindense bağırıp çağırmasını, ölüm tehditleri yağdırmasını yeğlerdim. Konuşursa en azından neler yapabileceğini bilir ve ona göre kendimi yönlendirebilirdim. Ancak o sanki bana ne hissettirdiğini biliyormuş gibi sessizliğini bozmuyordu. Bir adım önüme kadar geldiğinde hâlâ ondan gözlerimi kopartamamıştım. Yakından çok daha ürkütücü görünüyordu. Koyu kahverengi gözlerine düşen yansımamı izlerken tuhaf bir his etrafımı sardı, ancak bu o kadar kısa bir andı ki ne hissettiğimi bile anlayamamıştım. Yutkundum. Geri kaçmak istesem de diz kapaklarımın arkası uyandığım koltuğa çarpıyordu, kaçacak yerim yoktu. Gümbürdeyen kalbimin atışlarını kulak kabartmaya gerek duymaksızın duyabiliyordum. Üstelik ne kadar engel olmaya çalışsam da karşısında zangır zangır titriyordum. Ne olacak, bana ne yapacak soruları tüm gücümü emip tüketiyordu. Sert yüzü ifadesizdi. Ondan birini öldürmesi istense zerre tereddüt etmeden ve pişmanlık göstermeden, tıpkı duygusuz bir robot misali bunu anında yerine getirecek biri olduğunu duruşundan açıkça okuyabiliyordum. Adamın elinin havaya kalktığını gördüğüm anda gözlerimi sımsıkı kapatıp, tüm vücudumu kasarak gelecek darbeyi bekledim. Beni buranın ringde yenilmez liderinin önüne attıklarına göre sıkı bir dayak yiyecektim. İlk darbenin nasıl olacağını düşünürken sıcak parmak uçları hafifçe çeneme değdi ve parmaklarını varla yok arası tenime değdirerek yukarıya, yanağıma, oradan da alnımdaki sızının adresi olan kısma kaydırdı. Neredeyse şefkatli bir hareketti. Elinin altında tir tir titrerken ve gürültüyle nefes alıp verirken yavaşça gözlerim aralandı. Aramıza şimşek düşmüş gibi hissetsem de dokunuşundan kaçamadım. Bana öyle garip bakıyordu ki bunu tarif edemiyordum. Tuhaf bir anın içerisinde hapsolmuş gibiydim ya da sadece pençesinin arasına düşürdüğü fareyle oynuyordu, yani benimle. Gözlerine baktığımda hiçbir şey okuyamıyordum. İzlediğim gerilim filmlerindeki gelişmiş robotlar misali alacağı emri tereddüt etmeden yerine getirmeyi bekliyor gibiydi. Ama aynı zamanda dokunuşu öyle dikkatliydi ki durumumuzu bilmesem beni düşündüğünü sanırdım. Aralanan dudaklarımdan içeriye sert bir soluk çektim ve güçlü durmaya çabalarken, “Bana ne yapacaksın?” diye sordum. Sesim kuyruğunu kıstırıp ölümü bekleyen zavallılar gibi titrek çıkmadığı için memnundum. “Ne yapmamı istersin?” diye karşı soruyu yöneltmesi çok uzun sürmedi. Kalın sesi kulaklarıma ulaştığında bacaklarımın titrediğini çaktırmamaya çalıştım. “Bana dokunmamanı,” dedim birden. Alnımdaki eli yavaşça aşağıya düştüğünde sanki mümkünmüş gibi yüzü biraz daha sertleşti, kasıldım. “Ben... konuşmak istiyorum. Buranın sahibiyle,” derken durup düşündüm. Bağdatlı’nın söylediği isim aklıma mıh gibi kazılıydı. “Cesur Çağlayan'la. Onunla konuşmak istiyorum.” Dudağının kenarı yavaşça yukarı kavislendi, kalbim sertçe göğsümü dövdü. “Konuş,” dedi, yutkundum. “Dinliyorum.” İçime kesik bir soluk çekip, “Sen... sen o musun?” diye sordum şaşkınlıkla. Resmen şoka uğramıştım. Onun mekâna para kazandıran en gözde dövüşçülerden biri olduğunu düşünürken neyle karşılaşmıştım? Ancak şimdi hatırlayabildiğim diğer ismini lakap olarak kullanıyor olmalıydı; Aslan. “Mekânına uyuşturucu soktuğun adamı tanımıyor musun?” Dudaklarımı birbirine bastırarak kafamı iki yana salladım. “Tanımıyorum.” “Sana inanıyorum,” dedi beni yine şoka sokarak. “Çünkü eğer tanısaydın yapacağın son şey buraya uyuşturucuyla girmek olurdu,” diye devam ettiğinde nefes alamadığımı hissettim. O ise yanımdan geçerek üzerinde uyandığım koltuğa oturdu ve çenesiyle tam karşıda kalan tekli koltuğu işaret etti. “Otur. Konuşalım bakalım.” Aldığım komutu hızla yerine getirdim. Bunu biraz da ondan uzaklaşmak adına yapmıştım. Karşısındaki koltuğa onun aksine diken üstündeymiş gibi oturdum. Evimdeki üçlü koltuktan bir nebze daha büyük koltuğun hatırı sayılacak kadar geniş bölgesini cüssesiyle örtmüştü. Bu adam bana tek yumruk atacak olsa oracıkta ruhum bedenimi terk ederdi. Dışarıya saldığı karanlık havaya tezat giydiği beyaz tişörtün sımsıkı sardığı koca vücudundan gözlerimi kaçırırken rahatsızca kıpırdandım. Korku hâlâ üzerimdeki etkisini sürdürüyordu. “Adın ne?” “Nehir.” “Kaç yaşındasın?” “Yirmi sekiz,” dedim kendimi biraz olsun rahatlamaya zorlarken. Olayı açıklayabilirsem yakamı kurtarabilirdim, en azından öyle olmasını umuyordum. “Ne zamandan beri Tolga'ya çalışıyorsun?” Kaşlarım çatıldı. “Ona çalışmıyorum-" “Uyuşturucuyu ondan almadın mı?” diyerek sözümü kesti. Ezberlediği soruları sırayla sorar gibiydi, mimiklerinde en ufak bir oynama olmuyordu. “Ondan aldım ama-" “Ama ne?” “Beni kandırdı,” dedim hızla. “Bana tuzak kurdu.” “Neden Nehir?” dediğinde adımı dudaklarından dökülürken duymak beni ürpertti. “Neden seni kandırdığını düşünüyorsun?” “Çünkü orospu çocuğunun teki,” dedim bir an için kendime engel olamayarak. Tolga Zafer'i düşündüğümde gözümü hırs bürüyordu. “Bana tek bir iş yapacağımı, sonrasında kimsenin peşime düşmeyeceğini ve özgür olacağımı söylemişti ama buraya geldiğimde anladım ki niyeti beni yakalatmaktı.” “Kartı ondan mı aldın?” Kafamı salladım ve sinirden titreyen ellerimle yüzümü ovuşturdum. “Kartı verip içeriye nasıl gireceğimi, ne yapacağımı söyledi. Ben basit bir şey olacağını düşünmüştüm. Buraya uyuşturucu sokulmaması gerektiğini bilmiyordum, yemin ederim.” Koyu kahve gözleri hafifçe kısıldı. “Özgür seni uyarmıştı.” “Tolga beni tehdit ediyordu, vazgeçemezdim,” dedim hızla. Beni anlamasını umarcasına gözlerinin içine içine bakıyordum. “Yarım bırakamazdım yoksa Bağdatlı, kardeşimi öldürecekti.” Gözlerinden karanlık bir ifade geçtiğini fark ettim. “Hasan Kantarcı?” dedi sorarcasına. Kafamı salladım. Bana Bağdatlı dedirtse de adının Hasan olduğunu Tolga Zafer'den duymuştum. “Evet, o. Aslında tüm direktifleri ondan aldım. Beni yönlendirdi ve yapmak zorunda bıraktı.” Derin bir solukla ciğerlerini şişirirken gözleri yüzümü talan etti. “Senin kardeşin yok,” dedi kaşını tehditkâr bir edayla havaya kaldırarak. O an anladım ki hakkımdaki her şeyi zaten biliyordu. Tek derdi yalan söyleyip söylemeyeceğimdi. “Resmiyette yok ama burası için var,” derken elimle kalbimi gösterdim. “Hümeyra benim kalpten kardeşim.” “Onu nereden tanıyorsun?” Bildiğini bildiğim hâlde, “Yetimhaneden,” dedim yavaşça. “Aynı yetimhanede kaldık.” “Hangi yetimhane?” Neden bunu irdelediğini anlamasam da “Beyazıt Yetimhanesi,” diye cevapladım. Bana uzun uzun baktı, çözmek ister gibi. En sonunda yeniden konuştuğunda, “Yirmi sekiz yaşındasın, yetimhanede kaldın ve adın Nehir,” dedi yutkunmama neden olacak kadar tuhaf bir tonla. İsmimi vurgulayarak söylemesi beni geriyordu. “Peki Nehir, şimdi olayı en başından anlat bakalım. Tolga Zafer'den öncesini.” “Zaten her şeyi bilmiyor musun?” diye sormaktan kendimi alamadım. Bunu yaptığım için pişman olsam da iş işten geçmişti. “Biliyorum ama konuşmak isteyen sendin. Anlat.” “Beni öldüreceksin, değil mi?” diye sordum birden korku gırtlağıma kadar beni etkisi altına alırken. “Anlatacaklarım fikrini değiştirmeyecek. Suçsuz olduğumu biliyorsun ama sen de suçsuz olmamla ilgilenmeyeceksin. Hakkımda kararını çoktan verdin.” “Belki,” dedi benim aksime hâlâ sakinliğini sürdürerek. “Ya da sana bir şans tanıyorumdur. Anlat.” “Benim hiçbir suçum yok,” dedim bir nebze öfkeyle. Anlaşılmak istiyordum, daha da önemlisi yaşamak istiyordum. Onca savaşı yine aynı sonla bitsin diye vermemiştim. “Bunun hiçbir önemi yok,” dedi aynı düz, ruhsuz bakışlarla. “Buranın tek bir kuralı var, bozulmaz. Sen o kuralı çiğnedin. İster isteyerek yapmış ol ister istemeden yapmış ol. Sen benim mekânıma uyuşturucu soktun.” Son cümledeki kelimelerin her birine ayrı ayrı vurgu yapmıştı ve her kelimede kafama balyoz inmiş gibi hissetmiştim. “O zaman öldür beni de bitsin bu işkence,” diye meydan okudum ve tıpkı onun yaptığı gibi son cümlemi vurgulaya vurgulaya söyledim. “Çünkü ben senin mekânına uyuşturucu soktum, evet, bunu yaptım.” Gözlerindeki karartının arttığını fark ettim. Yüzünden belli belirsiz soğuk, alaylı sırıtış geçip gitti. “Akıllı bir kadına benziyorsun. Kendi ayaklarınla ölüme yürüdüğünü anlamadın, öyle mi?” “Anladım. Anladım ama iş işten geçmişti,” dedim dişlerimin arasından. “Adi herifler beni buraya bilerek göndermişler, inanabiliyor musun? Beni kandırdılar. Öyle güzel tezgâh kurdular ki paketi buraya bırakırsam rahatça hayatıma devam edebileceğime beni inandırdılar. Tek seferlik iş. Hah, tek sefermiş!” Bedenim öfkeden titriyordu ve bunun farkında bile değildim. Bir anda sinirlerim bozulmuştu ve bastırdığım öfkem dışa vurmaya başlamıştı. “Piç kuruları! Ama aptal olan benim biliyorum. Bu dünyanın asla toz pembe olmayacağını unutmuşum. Hayır, akıllı değilim, aptalın önde gideniyim. Beni oyuna getirdiler. Beni resmen sizin önünüze attılar. Elimde uyuşturucuyla yakalayın ve... ve...” Devamını getiremedim, omuzlarım düştü. Biriktirdiğim hıçkırıklar boğazımı tırmalıyordu. Gözyaşlarımı akıtmamak için kendimi zorladığımdan gözlerimin kıpkırmızı kesildiğine emindim. Cesur, “Ve seni öldürelim diye,” dedi yarım bıraktığım cümleyi tamamlayarak. Bana yine anlam veremediğim bir ağırlıkla bakıyordu. İç çekti. “Güzel, basit ve sonucu başarılı olacak bir plan.” “Ben onlara hiçbir şey yapmadım,” diye sitem etmekten kendimi alamadım. Sesim her an ağlayacakmış gibi çıksa da tek damla akıtmamakta kararlıydım. “Yiğit’le garson olarak çalıştığım bir önceki işimde tanıştım, neredeyse altı ay olacak. Sürekli gelip gitmesiyle arkadaşlığımız ilerledi ve bugünkü hâlini aldı,” derken midem bulanıyormuş gibi yüzümü ekşittim. “Bana aptal bir holdingde çalıştığını söyledi ve ben de aptal gibi ona inandım. Ama iki gün önce... kafeye geldi, o çantayla. O çanta hep yanında olurdu.” Güler gibi bir ses çıkardım. “Ne aptalım ama. Resmen her yanıma geldiğinde peşinde uyuşturucu dolu çantasını da taşıyormuş. Onu telefonda biriyle konuşurken duydum, hiçbir şeyden haberim yokken açıkça tehdit ediliyordum. Çantayı açtım, açmamam gerektiğini bile bile açtım. Kahrolası şeye hiç bakmamam gerekirdi,” dediğimde parmaklarımı tararcasına saçlarıma geçirip asıldım. Böyle sonuçlanacağını bilsem yanına bile yaklaşmazdım. “Kıyafetlerinin altında silah ve uyuşturucu paketleri vardı. O anda kafeye giren kadın beni elimde silahla gördü, hemen polisi aramış. Başka işi gücü yokmuş gibi gitmiş hemen polisi aramış,” dedim kadın elime geçse onu parçalayacakmış gibi. Aslında yapması gerekeni yaptığının farkındaydım, ancak başıma gelenler yüzünden o da öfkemden nasibini alıyordu. “Karakolda ifade vermek için beklerken karşıma Tolga Zafer ve Hasan dikildi. Düşünebiliyor musun, karakolda! Ben düşünemezdim, bu kadarını beklememiştim, hem de ortada hiçbir şey yokken. Ama onlara göre problem büyüktü. Benden bu işi yapmamı istediler. Önce kabul ettim ama sonra vazgeçmek istedim. Piç kurusu Hasan, Hümeyra’ya zarar vermekle beni tehdit etti. Tek seferlik iş, yap ve kurtul mantığını beynime işledi ama onlar da en az Yiğit kadar düzenbaz çıktı. İşte hepsi bu. Şimdi sen söyle benim ne suçum var?” Cesur sessizce ve sabırla beni dinleyip doğrudan gözlerimin içerisine bakarken, “Söyle Akın, sence ne suçu var?” diye sordu uzun bir sessizlikten sonra. Başta ne dediğini anlamayarak kaşlarım çatıldı. Ancak tanıdık bir sesin, “O sadece kurban,” deyişini işittiğimde omzumun üzerinden hızla kapıya döndüm ve orada omzunu duvara yaslayıp ellerini ceplerine tıkmış bir vaziyette dikilmekte olan Akın'la göz göze geldim. “Merhaba güzelim, seni uyanık görmek ne hoş,” dedi bana gülümseyerek. Yanağında beliren gamzelere bakarak yutkundum. Hangi ara içeriye girdiğini bile anlamamıştım. O ise bana fazla aldırmadan devam etti. “İşini bitirelim diye önümüze atmışlar abi.” Kardeş oldukları için mi ona abi diye seslenmişti yoksa lafın gelişi mi bunu kullanmıştı emin olamazken yeniden Cesur'a döndüm, hâlâ bana bakıyordu. “Hem düzenbazlar hem de beni kendileri öldüremeyecek kadar korkaklar,” dedim kendi kendime konuşur gibi. Akın'ın, “Şaşırtıcı,” dediğini duysam da ona dönüp bakmadım. Ayak seslerinden anladığım kadarıyla yanımıza yaklaşıyordu. “Yerinde başkası olsaydı şu an ölmemek için yalvarıyor olurdu.” Dudaklarım gülecekmişim gibi gerilirken hâlâ kızarık olduğuna bahse gireceğim gözlerim Cesur'un üzerinden kopamıyordu, ta ki Akın arkama kadar gelip de ellerini omuzlarıma bastırıp hafifçe sıkana kadar. Temasıyla birlikte yerimde sıçradığımda beni omuzlarımdan iterek sabitledi. “Neden her şeyi anlatırken Yiğit’in seni sevdiğini atladın?” “B-bilmiyorum,” diye elimde olmadan kekeledim. Yiğit tarafından o yönde sevilmeyi hiçbir zaman istemediğim için bu konuya değinmeyi düşünmemiştim. İşin aslı sevgisi midemi bulandırıyordu, çünkü başıma gelenlerin asıl kaynağı onun karşılıksız aşkı vesilesiyleydi. Cesur, “Sen de onu seviyor musun?” diye sordu. Düşünme zahmetine girmeden kafamı iki yana salladım. “O benim için sadece arkadaştı.” “Demek karşılıksız bir aşktı, yazık,” dedi Akın hâlâ arkamda durmaya devam ederek. “Şimdi seninle ufak bir beyin fırtınası yapalım, ne dersin? Yiğit Zafer seni seviyor ve bu yüzden sürekli işleri aksatıyor. Hâliyle bu durum da babasını delirtiyor ve adam sana kafayı takıyor. Buraya kadar tamam mı?” İstemsizce kafamı salladım. “Güzel. Tolga Zafer aleladen seni öldürebilirdi ama bunu yapmadı.” “Neden?” diye sordum, çünkü bu sorunun cevabını merak ediyordum. Akın'ın güldüğünü işittim, omuzlarımdaki ellerini hafifçe sıkarak, “Sabırlı ol güzelim,” dedikten sonra beni serbest bıraktı. O ana kadar nefesimi tuttuğumdan haberim bile yoktu. “Tolga eline geçen fırsatları değerlendirmek için an kollayan bir adam,” diyerek yanımdan geçip abisine doğru ilerledi ve ona açıklarcasına devam etti. “Uyuşturucu paketinin içerisine dolu kovan koymuş.” Onaylamadığını belli edercesine kafasını iki yana salladıktan sonra, “Seni kullanarak burayı uyuşturucuyla kirletmeyi denedi. Aklınca bize ensemizde olduğunu unutturmamaya çalışıyor,” derken tehlikeyle dudaklarını kıvırdı. Cesur'un yanındaki boş alana oturmak yerine koltuğun koçağına kalçasını yaslamayı tercih etmişti. Şu an karşımda iki tane son derece tehlikeli adam vardı ve ikisi de sağlam vücut çalışmışlardı. “Ayrıca bu kuralımızı ihlal eden herkesi tereddütsüz öldürdüğümüzü bildiği için seni bizzat öldürmek yerine ölümünü izlemeyi seçti.” “Bir taşla iki kuş,” dedim güler gibi bir ses çıkartarak. “Pislik herif.” “Seni doğrudan öldürmemiş olmasının asıl nedeni de Yiğit'in tepkisinden çekinmesi,” dedi Cesur. O kadar kendinden emin duruyordu ki sanki Tolga bir kuklaydı ve ipleri Cesur'un elindeymiş gibi her hareketinden haberi vardı. “Olay tamamen onun üzerine kalmayacağı için bu yolu seçmiş olmalı.” Parmak uçlarımın buz kestiğini hissettim. Tüm olanlar yetmezmiş gibi bir de iki düşmanın arasına meze edilmiştim. Gürültüyle yutkunup, “Şimdi ne olacak?” diye sordum. Duyacağım cevaptan korktuğum her hâlimden belliydi. Cesur hiç beklemediğim anda, “Son dileğin nedir Nehir?” diye sordu. Aldığım nefes yarıda kesilirken ona inanamayışla baktım. Cidden bunu yapacak mıydı? Dudaklarım itiraz etmek için aralandığı sırada kurşunun namluya sürülürken çıkardığı o tiz sesi işittim ve hemen sonra saçlarıma değen namlunun soğukluğuyla olduğum yerde taş kesildim. Arkamda biri vardı ve ben, yaşadığım gerginlik yüzünden onun bana yaklaştığını bile duymamıştım. “Ne söylersem söyleyeyim sonuç değişmeyecek,” dedim yaşlarla dolan gözlerimi Cesur'un gözlerinden ayırmadan. Kafamı ağır ağır salladım. “Yalvarmayacağım,” derken yanağımdan bir damla kaydı. Bedenim kilitlenmiş gibiydi, gözyaşımı silmek için bile elimi kıpırdatamadım. “Eğer yalvarmamı bekliyorsanız... yalvarmayacağım. Yapın gitsin.” “Ama böyle de hiç eğlencesi kalmıyor,” dedi bana tanıdık gelen diğer ses, bu Özgür'dü. Hemen arkamda duran ve silahını kafama dayamış olan kişi Özgür'dü. Onu umursamadım. Nabzım çıkabileceği en yüksek seviyelerdeydi. İstemsizce Cesur'un kirli sakalla süslü yüzünü tararken ölümün bana hızla yaklaştığını biliyordum ve ben bu sırada aptal gibi onu izliyordum, garip bir andı. Çıkış biletim onun iki dudağının arasındaydı ve buna rağmen sessizdi, çünkü karar belliydi. “Son dileğin yok mu?” diye tekrar sordu. Eğer yapabilseydim tam da şu an gülerdim. “Var,” dedim bir an sonra. “Yaşamak istiyorum.” “Herkes yaşamak ister. Sen neden istiyorsun?” “Çünkü bu hayatı kazanmak için çok uğraştım. Bu şekilde kaybedemem,” dedim duruma katlanamadığımı belli edercesine. İşte yine delicesine ağlama isteği tüm vücudumu etkisi altına almıştı. Ona direnmeye çalıştım. Bedenim olduğu yerde taş kesilse de, gözlerim kan çanağına dönmüş gibi kızarsa da ve dışarı akıtamadığım öfkem, nefretim, ve kızgınlığım yüzünden zangır zangır titresem de direndim. Onların karşısında bunu yapmayacaktım. “Ben yaşayabilmek için çok uğraştım,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. “Bu uğurda bin kez öldüm ama nefes almaya hep devam ettim. İşte bu yüzden... böyle kaybedemem.” Bana bakan gözlerinde merhamet aradım, yoktu. Hiçbir şey yoktu. Bomboştu. Dediklerimden sonra yavaşça kafasını sallarken de bomboştu. Beni anladığını düşünmüyordum. Her hareketini milimi milimine takip eden gözlerim onun Özgür'e kayan bakışlarını anında fark etti. Hafifçe kafasını salladığını gördüm. İşte ölüm emrim verilmişti. Yüzümde patlayan hayal kırıklığıyla gözlerimi kapattım. Bu anı kollayan iki damla yaşın özgürlüğe karışmasına engel olamazken gelecek acıya kendimi hazırlamak istercesine bedenimi kastım. Ve sonra silahın patladığını duydum. ×××
|
0% |