@yazarimsibirileri
|
Yatağın tam ortasında, ellerimi birleştirip yanağımın altına saklamış şekilde uyuyordum. Ayaklarımı karnıma doğru çekmiştim ve uzun zaman sonra en rahat pozisyonumu yakalamıştım. Tek sorun yeterince sıcak hissedemiyor olmamdı. Üzerimdeki örtünün ağırlığını ayırt edebiliyordum ama yeterli değil gibiydi. Güzel ve tatlı uykunun kollarındayken ne vaziyette olduğumun bilincinde olmak biraz garipti. Uyuduğumu biliyordum ama sanki uyanık gibi etrafımın farkındaydım. Bu tuhaf hâl gittikçe rahatsız edici olmaya başladığında sanki birisi beni dürtmüş gibi birden gözlerimi açtım. Kalbim dehşetle çarptı ama hareketsiz kalarak bunun son bulmasını bekledim.
Yatağın iki tarafındaki duvara sabitlenmiş soluk gece lambalarının altındaki oda uykuya dalmadan önce bıraktığım gibiydi. Hiçbir sorun olmadığından emin olduktan sonra ancak tuttuğum soluğumu verip dinlenmiş bedenimi gererek rahatlatmaya çalıştım. Bunu yaparken dikkatliydim, çünkü Cesur’u uyandırmak istemiyordum. Ancak kollarımı ve ayaklarımı tümüyle açmama rağmen ona değmediğimi fark ettiğimde hızla dirseklerimin üzerinde doğrularak büyük yatağı kontrol ettim. Burada değildi.
Huzur bir kez daha bedenimi terk ederken kaşlarımı çattım. Gözlerimin ışığa alışmasına izin vererek kısık tuttuğum aralıktan pencereye doğru baktığımda günün ilk ışıklarının çoktan doğduğunu gördüm, tahminimce sabahın epey erken bir anında uyanmıştım. Hâlbuki uykuya dalmadan önce günün yarısından çoğunu devireceğimden emin şekilde gözlerimi kapatmıştım. Serin havanın ısırdığı kollarımı ovma ihtiyacıyla tamamen doğrulup yatakta oturduğum sırada gözlerim açık balkon kapısına kaydı. Esen rüzgâr ince tülleri sık sık havalandırıyordu. Dikkatli baktığımda Cesur’un gölgesini seçer gibi oldum. Balkondaydı ve sigara içiyordu, kokusunun ancak farkına varabilmiştim.
Onun da benim kadar yorgun olduğunu biliyordum, belki de benden bile daha çok yorgundu. Arabada uyuma fikrinin onun için eziyetten farksız olacağını savunmuştum ve o da beni buraya, annesine getirmişti. Gerçekten sessiz, sakin ve kafa dinlemek için birebir olan yerlerdendi. Ancak artık daha net anlamıştım ki Cesur’un kafasının içi o kadar gürültülüydü ki burası bana iyi geldiği kadar ona iyi gelmemişti.
Ayaklarımı yataktan aşağıya sarkıtıp örtüyü tamamen üzerimden çektim. Ev haklının benim için ayarladığı pijamalardan birini giyiyordum. Kolları kısaydı ve çok da kalın sayılmazdı. Zaten evin içerisi fazlasıyla sıcak olduğu için kalın giysilere ihtiyaç duymuyordum. Şu anda ters giden şey açık balkon kapısından odaya dolan soğukluktu.
Sıcak yataktan çıkan bedenime saldıran soğuk hava içimi titretirken sessiz adımlarla balkona doğru yürüdüm. Neden sessiz davrandığım hakkında hiç fikrim olmasa da hareket ettiğimi ben bile duymuyordum. Perdeyi kenara çektiğimde onu rahat görünmeyen bir sandalyede buldum. Ayaklarını demir tırabzanın üzerine atmıştı. Sigarayı tuttuğu sol eli de tırabzana dayalıydı. Üzerinde şortundan başka hiçbir şey bulunmuyordu ve buna rağmen soğuktan donuyormuş gibi görünmüyordu. Kafasını arkasındaki duvara yaslamış, gözlerini kapatmış şekilde öylece dururken, “Fırtına,” diye yavaşça.
İrkildim. “Beni nasıl duyabildin?”
Gözlerini açmadan cevap verdi. “Ben seni her zaman duyarım. Neden kalktın?”
“Sanırım yataktaki yokluğunu hissettim,” diyerek çıplak ayaklarımla balkona çıktım. Gerçekten soğuktu. “Neden buradasın?”
“Kafamı dağıtmaya çalışıyorum,” derken sigaranın ucunda biriken külleri tek ve sert bir hareketle savurarak yarısını bitirdiği sigarayı yeniden dudaklarına taşıdı. “Yatağa dön, birazdan gelirim.”
O sanki hiç konuşmamış gibi, “Resim mi çiziyordun?” dedim kucağında duran defterle ucu neredeyse tamamen körelmiş olan kaleme bakarken. Açık duran sayfada güneşin doğuşunu karalamıştı. Ondan izin isteme gereği duymadan deftere uzandım ve daha yakından incelemek için kendime çektim. Bu sırada Cesur sigaranın kalanını balkondan aşağıya fırlatıp hiç beklemediğim çeviklikle ayaklanarak beni kucakladı. Küçük bir çığlıkla kendimi kucağında bulduğumda, “Karşımda titriyorsun,” diye homurdanıyordu.
“Şimdi daha çok titriyorum. Allah aşkına, buz gibisin! Kaç saattir orada oturuyorsun?”
“Bilmem, saate bakmadım.”
Beni yatağa bıraktığı sırada, “Yoksa hiç uyumadın mı?” diye sordum.
“Saçma sapan rüyalar gördüm, uyumak mümkün olmadı.”
Duraksadım. “Ne gördün?”
“Hatırlamıyorum,” dedi arkasını dönerken. Suratında öyle bir ifade belirmişti ki hatırladığından emindim. Sanırım bahsetmek istemiyordu.
“Hiç mi uyuyamadın?” dedim içime çöken sıkıntıyla birlikte.
“Ben gece uyumamaya alışkınım, fırtına,” diye hatırlattı. Bu sırada balkon kapısını kapatarak soğuğu kesti. Perdeleri gereksiz asabiyetle çekip örttü. Ardından da hâlâ elimde duran defteri alarak yatağın yanındaki komodinin üzerine bıraktı. Dizinin tekini yatağa bastırarak ağırlığını verdiğinde yana doğru kayarak ona yer açtım. Tamamen yatmadan önce gece lambalarını da kapatmayı ihmal etmedi. Kalın perdelerin gün ışığını dışarıda tutması ve gece lambalarının da sönmesiyle birlikte oda karanlığa bürünmüştü.
“Gel koynuma,” diye buyurdu ansızın. “Belki biraz olsun uyuyabilirim.”
Ona doğru sokulup sırtımı göğsüne yaslarken, “Cesur, iyi misin?” demekten kendimi alamadım. Garip davranıyordu.
“Değilim, Nehir, uyuyalım hadi.”
“Ne gördün?” diye sordum yeniden, elimde değildi çünkü beni meraklandırmaya başlamıştı.
Gürültülü bir soluk aldı, onu bunalttığımı hissetmek beni rahatsız etmişti. Bu his berbattı. “Üsteleme kurban olayım,” dedi aynı asabiyetle. “Canım sıkkın, biliyorsun. Canım çok sıkkın, Nehir.”
Ters giden neydi diye düşünmeye kalktığımda önüme birçok şeyin serilmesi beni sessizce iç geçirmeye itti. Doğru giden neydi ki?
“Tamam,” dedim kısık sesle, huzurunu daha fazla bozmak istemezmiş gibi. “İyi uykular.”
Dudaklarını sertçe saçlarıma bastırıp beni öptü. Ardından da bana sıkıca sarılarak yanağını enseme doğru dayadı. Her soluk verdiğinde sıcak nefesi boynuma doğru çarpıyordu. Uyuyamayacak olsam da uyuyacakmışım gibi davranmayı tercih ederek hareketsiz kaldım. Kafamın içerisi bu kadar curcunayla doluyken artık uyuyamazdım ve Cesur da uyuyabilecek gibi değildi, hissedebiliyordum.
Dakikalarca hareketsizce kalıp nefes alışverişini dinledim. İkimiz de hiç kıpırdamadan, hiç konuşmadan öylece durduk. Her şey yolunda olmasa bile aramızda sorun olmadığını biliyordum. Peki şimdi sorun neydi? Olaylardan uzaklaşmak ona iyi gelmek yerine daha çok düşünmeye ittiği için mi ters tepmeye başlamıştı? Onun gibi birinin bir olayı kafasına takarak büyüteceğini hiç düşünmediğim için durumu garipsiyordum. İşin içinde kardeşi olduğundan dolayı kestirip atması zorlaşıyordu. Acaba Özgür şu anda ne yapıyordu? Ya da Akın? Abileri bu hâlde delicesine detayları düşünerek kafayı yerken o ikisi olayların neresinde duruyordu bilmek istiyordum.
Saatin ilerlediğinin bilincindeydim. Dışarıda gün tamamen aydınlanmıştı. Kasvetli bir hava olsa bile kalın perdeler artık gün ışığını kesme konusunda yetersiz kalıyordu. Odada loş bir aydınlık hâkimdi, yine de rahatça uyunabilecek ortam vardı. Ancak gözlerim sızlamaya başlamış olsa da bir daha uyumayacağımdan emindim. Cesur uyumuş muydu? Nefes alışverişi yavaşlamıştı, belki de dalmak üzereydi. Ama emin olmak zordu. Bu yüzden öylece durmaya devam ettim.
Kaç dakika daha akıp gitti, kaç saat daha geçti takip edememişken Cesur hareketlendi. Sırtüstü döndüğünü hissettim. Ellerini kafasının altına koyup tavanı izlediği sahneler gözümün önündeydi sanki. Uzunca bir süre de öyle durdu. Artık uyumadığına emindim, solukları hızlanmış ve keskinlik kazanmıştı. Hatta sanki bir şey boğazına dolanmış da onu boğuyormuş gibi hafif hırıltılı soluk alıp veriyordu. Çok geçmeden örtüyü sertçe üzerinden sıyırıp ayaklarını yataktan aşağıya sarkıttı. Komodinin üzerindeki defteri alıp sayfalarını karıştırdığını çıkan hışırtılardan anladım. Bir süre sayfalar arasında gezindikten sonra çekmeceyi açarak onu içine atıp ayaklandı. Bana baktığını hissettim. Sırtım ona dönük olsa da kendimi kasmaktan alamadım. Soluklarımı sakin tutup uyuyor numarası yapmaya devam ettim. Zaten benimle çok ilgilenmeyerek odanın içerisinde bulunan giyinme kısmına yönelip kapısını açtı. Orada ayrı bir oda daha vardı. Girişte giysi odası gibi görünüyordu ama içerisinde bir kapı daha bulunuyordu ve orası da banyo olarak planlanmıştı.
Çıkarttığı sesler çok derinden gelmeye başladığında onun banyoya geçtiğini anlamıştım. Zaten fazla sürmeden suyun sesini işittim. Duşa girmişti. Bunun verdiği özgürlükle üzerimdeki örtüyü tekmeleyerek attıktan sonra ilk işim odayı aydınlatmak oldu. Giysi odasının aralık kapısına kısaca göz gezdirdikten sonra göğsümde biriktirdiğim havayı huzursuzca boşalttım. Gerginlikten kaslarım sızlamaya başlamıştı. Kaç saat uyuma numarası yaptığımı merak ederek sağa sola bakındığımda komodinin üzerinde duran telefon dikkatimi çekti. Cesur’un telefonuydu. Yatağın o tarafına geçerek az önce Cesur’un oturduğu yere oturup telefonun ekranına dokundum. Saat sabahın onuna ulaşmak üzereydi. Gün doğumundan bu yana epey zaman boyunca ikimiz de uyuyor numarası yaparak vakit öldürmüştük, konuşmak yerine. Gürültüyle iç geçirirken telefona gelen onlarca cevapsız çağrı ve mesaj olduğunu belirten bildirimlere göz gezdirdim. Onlarca kişi tarafından aranmıştı ve hiçbirine cevap vermemişti. Telefonu sessizde bırakmış, tarafına bile bakmamıştı. Sanırım aramalara cevap vermemiş dahi olsa sorunun adım adım peşinden geldiğini bildiği için geçen her saniye daha çok geriliyor, huzursuzluğu katlanıyordu.
Ansızın ekranda kayıtlı olmayan bir numaranın çağrısı belirdiğinde hızla ekranı kapatıp telefonu aldığım yere geri bıraktım. Ne yapacağımı düşünerek etrafa bakınırken komodin yeniden gözüme takıldı ve elim havalanıp çekmecesinin kulpuna kondu. İçini açtım, defter oradaydı. Bu eve geldiğimiz ilk anda belinden çıkartıp oraya bıraktığı silahının hemen üzerinde duruyordu. Parmaklarım defterin yumuşak kabuğunda dolanırken tedirgin olduğumu fark etmek beni şaşkına uğrattı. Neden tedirgindim? İçinde neleri görebileceğimi az çok biliyordum. Biliyordum da yeniden bununla yüzleşmeye hazır mıydım işte onu hiç bilmiyordum. Eski resimler, eski çizimler, eskide kalmış biri bu defterin içerisinde olabilirdi; buna daha önce şahit olmuştum. Sanırım yeniden aynı şeyleri görmek beni ilk anki kadar etkilemeyecekti. Umarım öyle olurdu.
Defterin kapağını yukarıya doğru kaldırıp arkasına katladım. Dik defterlerdendi ve çok sayfaya sahip değildi. İlk sayfada çizim bulunmuyordu, koca harflerle ve güzel kıvrımlarla kendi adını yazmıştı. Diğer birkaç sayfada da ona benzer çizimler vardı. Devamındaysa doğa çizimleri yer alıyordu. Her sayfanın altında tarih olması dikkatimden kaçmamıştı, defterin düşündüğümden daha eski olduğunu bu sayede anlamıştım. Burada dört yıl öncesinden başlayan dokunuşlar saklıydı. Sayfaları çevirdikçe doğa çizimleri değişip yerini yüzü görünmeyen, çoğunlukla arkası dönük şekilde duran kadın çizimlerini aldığında yeni sayfayı çevirmeden önce sıkışmaya başlayan göğsüme sert bir soluk çektim. İşte başlıyorduk.
Sayfayı çevirdim ve bu kez göz çizimleri başladı. Bir kadının sadece gözlerinin çizildiği onlarca sayfa geçtim; o kadının. Karnıma küçük kramplar saplanmaya başladığında daha fazla defteri kurcalamamam gerektiğini biliyordum ama parmaklarım yeni bir sayfayı çevirerek durma çabama ihanet etmişti ve yeni sayfadaysa o gözlere yüz çizimleri eklenmişti. Göz çizimlerinin hepsi aynıydı ama yüzler farklıydı. Onu kafasında canlandırıp şekillendirdiğini fark etmek ellerimdeki kanın geriye çekilmesine neden olmuştu. Sanırım yüz çizimleri onu yeterince tatmin etmemiş olacak ki birkaç sayfa sonra yeniden sadece göz çizmeye başlamıştı. Nasıl yapıyordu bilmiyordum ama basit görünen bir çizimin içerisinde, her zaman aynı çizdiği o gözlerde daima hüzün oluyordu. Ona baktıkça asla huzur hissetmiyordum, aksine göğsüme soğuk bir el yerleşiyordu.
Sonra bir sayfayı çevirdim ve gördüğüm çizim bir anlığına nefesimi kesti. Neredeyse her sayfada çizdiği gözleri yetişkin bir kadının yüzüne oturtmuştu ama şimdiyse ilk kez bir çocuk yüzünde çizmişti. Kara kalemle çizdiği resme uzun uzun baktım, çok garipti. Neden kendimi garip hissetmiştim bilmiyordum ama resme bakmak geçmişime bakmak gibiydi. Bukle bukle omuzlarına dökülen saçlarının altın sarısı renginde olduğunu hayal ettim ve gözlerinin masmavi parladığını kafamın içerisinde canlandırdım. Çizimdeki kız çocuğu bu kez hüzünlü değil korkulu bakıyordu. Tıpkı benim çocukluğum gibi... belki de bu yüzden beni bu kadar etkilemişti. Çünkü o korkuyla bakan bakışları biliyordum, aylarca öyle bakmıştım.
Sayfanın altındaki tarih günümüzden bir sene öncesini gösteriyordu. Mayıs ayının on altısı, gece saat 04,45... Yine kabus gördüğü ve uyuyamadığı gecelerden birinde mi bunu çizmişti? Yoksa bana kabus olarak bahsetmiş olsa da onu mu görmüştü?
İçime düşen kurt dişlerini geçirdikçe gerginliğim artarken bir yandan da kendimi rahatlatmak için elimden geleni yapıyordum ve önemsememeye çalışıyordum. Bunları aşmıştım. Evet, tüm bunları aşmış olmam gerekiyordu.
Sayfaları hızlı hızlı çevirmeye başladım ama bu bile içimde oluşan anlamsız öfkeyi azaltmayınca doğrudan en son sayfalara geçtim. Defteri ondan ilk aldığımda gördüğüm gün doğuşu çizimi sondu. Sanırım tam bitirmemişti, çünkü tarih kısmı boştu. Parmaklarım sondan bir önceki sayfayı çevirdi. Niyetim sadece tarihini kontrol etmekti ama sayfanın en altında bugünün tarihini görünce kafam istemsizce yukarıya kaymış, çizim gözlerimin önüne serilmişti.
Orada ben vardım.
Hayır, orada ben yoktum.
Kirpiklerim birkaç kez titreşip açıldı, doğru gördüğümden emin olmaya çalıştım. Gerçekten bunu yapmış mıydı? Her kahrolası sayfaya çizdiği gözleri benim yüz hatlarıma oturtmuş olamazdı. Beni onunla harmanlayıp ortaya çıkarttığı çizim aniden midemi o kadar bunalttı ki içimde ne var ne yoksa kusmamak için kendimi kasmak zorunda kaldım. Bu iğrenç bir şeydi. Bu gerçekten bana çok iğrenç hissettirmişti.
Sayfanın üzerine pençe gibi yerleşen parmaklarım aniden o çizimin yer aldığı kâğıdı oradan söküp aldığında bunu bilinçli yapmamıştım. Öylesine büyük bir öfkeyle dolmuştum ki bunu bir şekilde dışarıya kusmam gerekiyordu. Derken hırsımı alamamışım gibi diğer sayfalara yöneldim ve hepsini yırtmaya başladım. “Pislik!” diye sayıkladığım da oluyordu. Gözlerimin kenarları acımaya başlamıştı ama ağlamayacaktım. Ayrıca artık alttan alıp görmezden de gelmeyecektim.
Beni açıkça onun yerine koyduğunu en net anladığım ve hissettim andı.
Kahrolasının adını bile bilmiyordum. Sadece oydu, oydu işte. Bana adını dahi vermemişti. Onu daha çok takıntı hâline getirmemem için kafamın içerisinde kimliğe bürünmesine izin vermemişti ama kendi kafasının içerisinden de onu hiç atmamıştı.
Suyun sesi kesildi.
Kâğıt parçaları yatağın üzerindeydi. Kahrolası yatağa gözlerim kaydı. Gece burada benimle birlikte olmuştu. Bana dokunmuş, kulağıma onlarca güzel söz fısıldamış ve daha çok kendisine bağlamıştı. Orada bile elinin altında olan bendim ama aklında o mu vardı? Bu soru içimi öyle çok acıttı ki defteri paramparça edip hırsla odanın bir duvarına savurdum. Çıkan gürültüyü duydu, duyduğunu biliyordum. Çok geçmeden giysi odasının kapısında göründü. Aceleyle çıktığını belli edercesine kafasının tepesinden geçirdiği tişörtü aşağıya doğru çekiştiriyordu. Saçlarında hâlâ su damlarla asılıydı.
“Nehir?” dedi ne olduğunu anlamaya çalışırcasına. Ardından gözleri hâlâ oturduğum yatağın üzerine kaydı, yerde biriken kâğıt parçalarını gördü. Dudaklarını birbirine bastırıp ince bir çizgi şekline gelmelerini sağlarken gözlerini ağırca yumup açtı. İçinden küfrettiğini anlamakta zorlanmamıştım.
“Nehir değil,” dedim öfkeyle. “Bana onun adıyla hitap et.”
Birden kaşları çatıldı. “Bu da ne demek şimdi?”
“Anlamamış ayağına yatma,” diye bağırdım. Bana doğru bir adım attı. “Sakin ol.”
“Bu kez olmayacağım. Bu kez sakin falan OLMAYACAĞIM!”
“Nehir,” dedi uyarır gibi.
“BANA ONUN ADIYLA HİTAP ET!”
Öyle güçlü bağırdım ki sesimin tüm evi sarstığına emindim. Kapımız kapalı olsa bile omzunun üzerinden dönüp orayı kontrol etti. Bu evde gürültü çıkartmak istemediğini anlamam zor değildi ama kendimi durduramayacak kadar öfkeliydim. Belki de değişen hormonlar yüzünden aşırı tepki veriyordum. Hormonlar evet, hormonlar... Karnımda onun bebeğini taşıyordum ve o hâlâ geçmişinde mi yaşıyordu? Bu düşünce beni daha çok sinirlendirmeye yetmişti.
“Bağırma,” dedi dişlerinin arasından. “Yine aynı konuyu mu tartışacaksın benimle? Niye bir türlü bundan kurtulamıyorsun? Neden dönüp dolaşıp aynı noktaya geri dönüyorsun?”
Ona dehşetle baktım. “Sen cidden beni mi suçluyorsun?” Benimle dalga geçiyor olmalıydı. Hışımla ayağa fırlayarak yatağın üzerindeki örtüye tırnaklarımı geçirip yatağı da parçalamak istercesine dağıttım. “Burada benimle yattın! Bana sarıldın, öptün, koynunda uyumama izin verdin! Sonra da yanımdan kalkıp onun resimlerini çizdin. BENİMLE ONU BİRLEŞTİREREK!”
Çenesi kasıldı. “Kafamı dağıtmak için-”
“Bana yalan söyleme!”
“Sana hiçbir zaman yalan söylemedim!” dedi. Artık onun da sesi yüksek çıkıyordu, çünkü bunu duymak onu çıldırtmış gibiydi.
“Artık inanmıyorum,” dedim. Koyu kahve gözlerinde bir şeyler parçalandı. İçime karakıştan bile soğuk bir his yayan ürkütücü bir bakış harelerinde yer edindi. “Beni başından beri ona benzediğim için istedin. Sen beni hiç sevmedin, bende onu gördüğün için sever gibi yaptın. Bana baktın onu gördün, bana dokundun ona dokundun.” Yanağımdan kayan damlayı hızla sildim. “Onu artık önemsemediğine dair söylediğin her söz yalandı.”
Dişlerini kıracakmış gibi sıkarken, “Siktiğimin defterini kurcalayacağından o kadar emindim ki,” diye homurdandı. “Onu orada bırakan aklımı sikeyim!”
Yüzüme sert bir yumruk yemişim gibi irkildim. “Doğru muydu?” diye fısıldadım sesimin titremesine engel olamayarak. Kalbim sanki artık atmıyordu. Kasıklarıma giren ağrıyla ellerimi oraya bastırarak iki büklüm olurken, “Bunu yaptın mı gerçekten?” dedim inanamayışla.
“Nehir kes artık saçmalamayı,” diyerek beni sertçe uyarırken hızlı adımlarla yanıma geldi. Tüm öfkesine rağmen endişeli görünüyordu. “Otur şuraya, sakinleş, yeter. Bebeği düşünmek zorundasın.”
Onu hırsla itip göğsüne peş peşe yumruklarımı geçirdim. “Senin gibi adi bir adamın çocuğunu doğurmayacağım!” diye bağırırken aslında ne söylediğimden haberim bile yoktu. Sözler dudaklarımdan döküldükten sonra ancak ne dediğimi kavrayabilmiştim ve bu beni yeni bir şoka sokmuştu. Bebeğimden vazgeçmem bu kadar kolay mıydı?
Cesur’un gözlerinde yine bir şeyler yer değiştirdi. Bir şeyler kırıldı, dağıldı ve nihâyetinde bana bakan harelerinde sadece buz parçaları kaldı. O an onda tanıdık hiçbir iz görmediğim ilk andı. O an sanki karşımdaki Cesur değil bir yabancıydı. Elini bana doğru kaldırıp sanki çenemi kavramak istermiş gibi uzattı ancak bir anda bundan vazgeçerek elini yumruk yapıp sıktı.
“Benimle konuşurken bu kadar cesur olma,” dediğinde sesi bile kulağıma farklı gelmişti. “Sen bile,” diyerek altını çizdi.
“Neden?” dedim sesim kupkuruydu. “Sınırı aşarsam ne yaparsın?”
Boynundaki kaslar gerildi. “Aşma,” dedi sadece. Öyle net ve keskin söylemişti ki uyarısını epey şiddetli hissetmiştim.
“Ne kadar ileri gidersin?” diye üsteledim. Çenesi kasıldı. “Vurur musun bana?” Sonra durdum ve daha kısık sesle ekledim. “Bana bile?”
“Çizgimin tam üstüne basıyorsun, Nehir. Zaten asabım bozuk, dikkat et.”
“Geceden sonra değişen neydi?” dedim yeni uyarısının içimde yarattığı tedirginliği görmezden gelirken. “Benimle birlikte olurken her şey iyiydi, birbirimize sarılıp uyurken her şey iyiydi! Sonra uyandım yanımda yoksun, sanki bir kabahat işlemişim gibi bana soğuk davrandın. Konuşmamı bile istemedin. Uyumak için yattın ama uyumadan saatlerce durdun. Ne oldu?” Durdum ve devam etmeden önce sertçe yutkundum. “O olmamam artık seni rahatsız etmeye mi başladı?”
“Şu siktiğimin mevzusunu kapat artık!”
Kafamı hafifçe iki yana salladım. “Neden bana soğuk davranıyorsun? Şu hâline bak,” derken onu işaret ettim. “Bir saniye sonra üzerime atılıp beni öldüresiye dövecekmiş gibi duruyorsun.”
“Ben bu siniri kontrol edebilmek için çizim yapıyorum,” dedi kendisini kastığı için kelimeler ağzından zorla çıkıyormuş gibiydi. “Ve yatışmak için birilerini dövüyorum. Bunları yapmazsam herkese dünyayı cehennem ederim.”
Tüm ağlama isteğime rağmen boğazımdaki sızıyı sertçe yutkunarak bastırmaya çalıştım. “Sana çizim yapma demedim zaten. İstediğin kadar karala ama onunla beni nasıl birleştirirsin? Bu çok iğrenç-”
“BİLİNÇLİ YAPMADIM!”
Aniden bağırışı beni yerimde sıçrattı. Ondan bir adım kaçma isteğiyle savaşmak zorunda kaldım. “Beni aptal yerine koymayı bırak,” derken kendimi koruma dürtüsüyle ellerimi kendime sarmış, kollarımı sıvazlıyordum. “Sana hep inandım ama o çizimin böyle bir açıklaması olamaz. Bunu kabul etmiyorum.”
“Nehir,” dedi olduğu yerde fevri hareketlerle sağa sola dönüp kendisini sakinleştirmeye çalışırken. “Bana siktiğimin dünyasındaki tüm sayfaları da versen elim sürekli onu çizer, anladın mı? BU BENİM ALIŞGANLIĞIM!”
“BU SENİN ONU ASLA UNUTAMAYACAK OLMAN!” dedim bende dayanamayıp bağırarak. Bu sırada kapı tıklatıldı ama ikimiz de oralı olmadık.
“YETER, NEHİR! BUNU KONUŞMAKTAN BIKTIM. SÜREKLİ BAŞA SARMANDAN BIKTIM!”
“Bunun sebebi sensin, ben değilim, tamam mı?”
“Her boktan şeyin sebebi benim amına koyayım!”
“Birini unutamamışsan başkasını onun yerine kullanamazsın. Bu... bu çok büyük adilik!”
Üzerime doğru sert bir adım atıp işaret parmağını hiddetle bana doğru savururken, “Sen bunu en başından beri biliyordun,” dedi, boğazındaki damarların belirginleşmesine neden olacak kadar büyük bir öfkeyle.
Bana sert bir tokat atmış gibi canım yandı. “Çünkü beni öyle olmadığına inandırmıştın!” dedim suçlarcasına.
Kafasını geriye yatırarak sinirle karışık kahkaha attı. Sonra ansızın, “Kandırdım seni,” dedi sertçe. Duygusuz duruyordu. Afalladım. Sanki karşımda benden intikam almak için bekleyen ve sırası geldiği için sevinen bir düşman gibiydi. Aramızdaki mesafeyi kapatıp beni kolumdan yakaladı. Şu anda bana dokunmasını asla istemiyordum ama onu itemeyecek kadar şoktaydım.
“İki tatlı sözüme, sana gösterdiğim güzel yüzüme kandın. Seni o kadar sevmemişler ki biraz ilgi gösterince kollarımın arasındaydın.” Güler gibi dudağının kenarını eğriltti. “Çabalamadım bile.”
Yanaklarım ıslandı. Şokla aralanan dudaklarımı titreyen parmaklarımla örterken hâlâ ayakta nasıl durabiliyordum bilmiyordum. Zaman ve mekân zihnimden siliniyordu. Bilincimin kaydığını hissedebiliyordum. Beni tek kadeh içmeden kör kütük sarhoşa çevirmişti.
“Sus,” diye sayıkladım.
“Niye? Bunları duymak istemiyor muydun?”
“Sus.”
“Seni parmağımın ucunda oynattım-”
“CESUR SUS!” diye çığlık atarak delirmiş gibi göğsüne vurmaya başladım. Beni kolayca savuşturuyordu. “Tüm kemiklerimi kır ama kalbimi daha fazla kırma,” derken sıcak damlalar yeniden yanağımdan kayıp gitti. “Hepsini yaptıysan bile artık bana söyleme, yalvarırım.”
İki bileğimi de sıkıca kavradığında kendimi onunla yer değiştirmiş şekilde buldum. Beni odanın içerisinde geriye doğru ilerletirken, “Ve sen Nehir,” dedi sanki uzun süredir anlattığı hikâyenin finaline gelmiş gibi. “Benim gibi adi bir adamın çocuğunu doğuracaksın.”
“Bırak beni!” diyerek çığlık attım.
Delirmişçesine sırıttı. Gerçekten korkutucu görünüyordu. “Bu saatten sonra ölsem bile Nehir, ölsem bile seni bırakmam,” dedi. Beni gerisin geri yürütürken odanın kapısının temkinli şekilde açıldığını fark ettim. Kapı aralığından gördüğüm yüz korumalardan birine aitti. Ondan bir çare beklercesine, “Yardım edin,” diyerek bağırdım. Bu Cesur’u yeniden güldürdü.
“Bırak yardımı o eşikten bir adım içeri atsın da hayatını sikeyim!”
Adamın eşiğin ucundaki ayaklarının geriye çekildiğini gördüm. Artık dehşeti yaşıyordum ve gerçek anlamda kalbim korkudan yıkılıyordu. Cesur’un beni odanın içerisindeki giysi odasına götürdüğünü fark ettiğimde neyi amaçladığını anlayamamak beni daha çok endişeye düşürürken ondan kurtulabilmek için çırpındım ama etkisizdi. Öyle güçlüydü ki o istemedikçe parmaklarını kıpırdatıp çözmeme imkân bile yoktu.
“Cesur, bırak, acıtıyorsun,” dedim sıkılı dişlerimin arasından. Aslında sıkı tutuyor olsa da canımı yakmıyordu. Hâlâ daha buna dikkat eder gibiydi ya da ben öyle düşünmek istiyordum. Çünkü fiziki olarak canımı yakmasa da kalbimi onlarca yerinden kırmıştı. Beni giyinme odasına sokup en dipteki gardırobun sert kapağına sırtım yaslanana kadar ilerletmeye devam etti. Penceresi bulunmuyordu ama ışığı açık kaldığı için neyse ki karanlık sıkıntısı yoktu.
“Cesur-”
İşaret parmağını dudaklarımın üstüne bastırarak, “Şşş,” dedi saf sessizlik istediğini belli edercesine. Koyu kahve harelerindeki ipin ucunu kaybetmiş bakış ve bana dokunuşunda daima hissettiğim merhameti bulamamak içimi zangır zangır titretmeye başladı.
Elinin tersini çene hattımdan kaydırarak boynuma doğru ilerletti. Hareketsizce duruyordum. Tek kıpırdayan delicesine inip kalkan göğsümdü. Büyük avucuyla boynumun sol tarafını kavrayıp tam ademelmasımın üzerine yerleştirdiği baş parmağıyla çenemi yukarıya doğru itmemi sağladı. Sertçe yutkundum. Bunu gördü. Bunu duydu. Duydu ve gözleri dudaklarıma kaydı. Sadece bir saniye sonra beni öyle şiddetli öptü ki neye uğradığımı şaşırdım. Bu çok ilkeldi ve hiç merhamet barındırmıyordu. Koca cüssesini geriye itebilmek için onu omuzlarından itmeye çalıştım. Elbette beni etkisiz hâle getirmesi pek uzun sürmedi. Bedenimi tutup beni birden çevirdiğinde artık yanağım dolap kapağına yapışmış hâldeydi ve o da hemen arkamdaydı. Üstelik aramızdaki mesafe sıfırdı. Beni göğsüyle dolap arasında ezmek ister gibi duruyordu.
“Acıtıyor muyum?” diye sordu.
“Bırak beni,” diye sayıkladım.
Kelimelerin üzerini daha net bastırarak tekrarladı. “Acıtıyor muyum?” Bu cevap vermem için bir uyarıydı.
“Evet,” dedim dişlerimin arasından. “Daha önce hiç bu kadar acıtmamıştın.”
Güldü, yüzümdeki kan çekildi. “Daha ne gördün ki?”
“Bırak beni!” dedim yeniden. Ondan kurtulmak için çırpınsam da tek yaptığı beni iyice dolaba yaslamak olduğunda artık tamamen hareketsiz kalmıştım. Hissettiğim hayal kırıklığı, çaresizlik ve öfke yüzünden her an ağlama krizine girebilirdim ama bu pek umurundaymış gibi görünmüyordu.
Burnunu çok kısa bir anlığına saçlarıma yaklaştırıp, “Yıkan, Nehir,” dedi yine bana bir yabancıymış gibi hissettiren o tavrıyla. “Sonra da akşam için kırmızı elbiselerden birini seç.”
Midem bulandı. “Pislik!”
Beni duymazdan gelerek bu kez de kulağıma doğru eğildi. “Akşam olmadan bu odadan çıkma. Yoksa gerçek anlamda acırsın.”
Ben daha bunu ne anlamda söylediğini bile anlamamışken arkasını dönüp gitti. Giysi odasından çıkarken içeride duran anahtarı aldığını fark ettiğimde telaş hızla göğsüme yerleşti. “Hayır, hayır, hayır. Bunu yapma. Cesur, bunu bana yapma,” diye sayıklayarak peşinden koştum. Sanki tüm öfkem uçup gitmişti. Artık o hissin yerine içimde büyük bir çaresizlik vardı.
Cesur beni hiç duymayarak hızla kapıyı üzerime kapatıp, ben daha kulpunu yenice kavramışken de dışarıdan kilidini çevirdi.
Babamın beni kilitlediği gibi kapıyı üzerime kilitlemişti.
Çıldırmış gibi kapıya vurdum. “Cesur, aç şunu yalvarırım. Beni burada bırakma. Duramam burada, lütfen. Bak... bak nefes alamıyorum! Göğsüm sıkışıyor! Duyuyor musun beni? Lütfen! Lütfen, aç şu kahrolası kapıyı!”
“Bana başka seçenek mi bıraktın?” dedi kapının diğer tarafından. Sitem doluydu.
Nefesimin kesilmeye başladığını hissettim. Kapıya daha hızlı vurdum. Sanki çocukluğum da hemen yanımda benimle birlikte kapıyı yumrukluyordu. “Cesur-”
“Bir deliyle aşık atarken hiç korkmuyor musun sana olabileceklerden?” derken kapıya sertçe avucunun içini geçirdi. Yerimde sıçradım. “Benim için delidir dediklerinde şaka mı yapıyorlar sanıyordun? Deliyim lan ben! Siktiğimin dünyasında aklımı kaybettim. Al şimdi de kaybettim, oldu mu?” Yeni bir darbe kapının yüzeyine indi. “Konuşsana şimdi! Duydukların rahatlattı mı seni? İstediğin oldu mu? Cevap ver Nehir, huzura erdin mi?”
Alnımı çaresizlikle kapının pervazına yaslarken, “Kapıyı aç lütfen,” diye fısıldadım. Yanaklarım ıpıslaktı. Bedenimde ayak parmak uçlarımdan başlayan minik titremeler gittikçe yukarıya tırmanıyor, milim milim beni etkisi altına alıyordu.
Cesur hırsından deliye dönmüş şekilde tüm gücüyle bağırarak, “BEN SALAKTIM DEĞİL Mİ NEHİR?” dedikten sonra elini öyle güçlü kapının yüzeyine gömdü ki darbesinin beni geriye ittiğini hissettim. “SALAKTIM Kİ DÜNYA KADAR İŞİM VARKEN SENİN GİBİ BELALI BİRİYLE UĞRAŞIYORUM. TEHLİKE OLDUĞUNU BİLE BİLE YANIMDA TUTUYORUM. BAŞIMA NE BELALAR AÇACAĞINI UMURSAMADAN BENİMLE KALMAN İÇİN HER ŞEYİ YAPIYORUM.”
Sertçe yutkundum. Ne yapmaya çalıştığını anlayamamanın verdiği yoğun his düğümünü çözebilmek için elimden geleni yapsam da kafam karman çormandı.
“Ama ona benziyorsun, değil mi?” dedi daha sonra bir nebze sakin tonla. Hemen ardından yeniden öfkeyle dolup taşmış gibi elini yine kapıya geçirdi. “SANKİ ONA SADECE SEN BENZİYORMUŞSUN GİBİ! SENDEN ÇOK DAHA SORUNSUZ, ÇOK DAHA NE OLDUĞU BİLİNEN KADINLAR KARŞIMA ÇIKTI, ONLARCA KEZ! AMA BEN BELA ARAYAN AMINA KOYDUĞUMUN DELİSİ OLDUĞUM İÇİN HEPSİNİN ARASINDAN SANA KAFAYI TAKTIM! NİYE? NİYE LAN NİYE?” Bir darbe daha... “ONA BENZEDİĞİN İÇİN! HER ŞEY ONA BENZEDİĞİN İÇİN! KAFANA BUNU BENDEN ÇOK KAZIMIŞSIN! ŞU HÂLİNE BAK! BİZİ GETİRDİĞİN ŞU HÂLE BAK!”
Bana sitem kusuyormuş gibi iki elini de kapının yüzüne vurup bastırdı. Alnını oraya dayadığı sanki gözlerimin önündeydi. Körük gibi inip kalkan göğsü, terleyen bedeni ve kaskatı duran çenesi... gözlerimi her yumduğumda onu görüyordum.
“NE YAPAYIM BEN ŞİMDİ? O ÇİZİMİ YAPAN ELLERİMİ KIRSAM RAHATLAYACAK MISIN? O KALEME UZANAN, ZİHNİMDEN BAĞIMSIZ HAREKET EDEN ELLERİMİ KIRAYIM MI?”
Birden, hiç beklemedim anda kapıyı yumruklamaya başladı. Çığlık attım. Gerçekten öfkesini çıkartmak istercesine tüm gücüyle kapıyı yumrukluyordu. Aldığı her darbede titreyen kapıdan içgüdüsel olarak uzaklaşırken, “Yapma, lütfen, Cesur, yapma. Bunu istemiyorum,” diye bağırmaya başladım. “Cesur! BUNU İSTEMİYORUM!”
Beni duymamış gibi, “Sikerim böyle eli! Lazım değil, hiç lazım değil,” diye olanca gücüyle haykırıp diğer hepsinden çok daha şiddetli bir şekilde kapıya elini indirdi. Kapının menteşeleri yerinden oynadı. Üzerime düşeceğini düşünerek korkuya bir köşeye sığınsam da düşmedi. Ancak vurduğu nokta göçmüştü. Sağa sola doğru uzanan çizikler oluşmuş, ince yarıklar açılmıştı.
“Hiç lazım değil amına koyayım!” diye bağırmaya devam ederek kapının ardından uzaklaştı. Sesinin uzağa doğru kaymasından bunu anlamıştım. Telaşla yeniden kapıya yapışıp açılan minik yarıklardan diğer tarafını görmeye çalışırken, “Cesur! Aç şu kapıyı!” diye bağırdım. Küfretmeye devam etti. Komodinin çekmecesini yerinden sökmek istercesine açtığını işittim. Nefesim kesildi.
Komodinin çekmecesinde silahı bulunuyordu.
“Abi ne yapacaksın?” dedi korumalardan biri nihâyet sesini çıkartabilirken.
“O kapıdan içeriye girenin yedi ceddini sikerim,” diye yeni bir tehdit savurdu.
Derken Selin’in endişeli sesini işittim. “Siz delirdiniz mi? Ne duruyorsunuz? Durdurun onu! Hemen! Kriz geçiriyor, kendisine zarar verecek.”
Duyduğumla birlikte nefes bile almadan kapıya vurmaya başlayıp, “Cesur!” diye defalarca kez adını bağırdım. “Bir delilik yapma, yalvarırım! Beni duyuyor musun? Lütfen beni duy. Lütfen.”
Duymuyordu.
İçeride bir gürültü koptu. Ne olduğunu görememenin verdiği korkuyla olduğum yerde duramazken tek yapabildiğim kapıyı zorlamaktan ibaretti. Ancak ben onun kadar güçlü değildim, yumruklarımla ahşabı yıkacak kadar etkim yoktu. Adamların onun üzerine çullandığını belli eden sesler işittim. Cesur öyle çok küfredip bağırdı ki asla azalmayan öfkesi beni iyice endişelendirdi. İçerideki kıyamet her saniye daha çok şiddetlenirken bende çıldırmış gibi kapıyı yumruklamaya devam ettim.
Sonra silah patladı.
Sesler kesintiye uğradı.
Uğursuz bir his boğazıma sarılıp nefesimi keserken artık ayakta duracak gücüm kalmamıştı. Olduğum yerde yalpalayıp ancak makyaj masasının kenarına tutunarak dengemi sağlayabildim ama bu bile çok uzun sürmedi. Dizlerim kırıldı, bedenim yavaşça yere süzülmeye başladı. Masanın dibine çöküp oraya sindim. Ayaklarımı karnıma çekip kollarımı etrafına sardım ve olduğum yerde salınmaya başladım.
Gözlerimi kapattım.
Derin bir nefes aldım.
Gözlerimi açtım.
Küçüklüğüm tam karşımda duruyordu. Tıpkı benim gibi oturmuştu. Altın sarısı saçları karmakarışık ve dağınıktı. Mavi gözleri korkuyla bakıyordu. Etrafındaki odayı tarıyor, köşelere saklanmış canavarları bulmaya çalışıyordu. Onun bu ürkek hâline içim sızlarken kollarımı uzatıp küçük bedenine sarılmak istedim ama nedense bunu yapamadım. Sonra odada gezinen mavi gözleri doğrudan beni buldu. Bana uzun uzun baktı. Yüzünün rengi daha çok soldu. Sanki bana baktıkça geleceğe dair tüm umutları teker teker sönüyordu.
Kalbimdeki burkulmayı görmezden gelmeye çalışarak, “Korkma,” diye fısıldadım. Aslında bunun için adeta yalvardım.
Her an ağlayacakmış gibi duran dudakları aralandı. “Abi?” diye seslendi, sanki odanın dışında onun ayak sesleri varmış gibi. Yanağımdan kocaman bir damla yuvarlandı. Küçük Deniz her zamanki gibi abisine sığınıyor, ondan medet umuyordu.
“Çok korkuyorum,” dedi dudaklarını iyice eğerken. “Çok korkuyorum abi.”
“Korkma,” dedim yeniden. Gözlerim öyle buğulanmıştı ki onu doğru dürüst göremiyorum. “Ben yanındayım. Sana sarılamasam da ben buradayım. Kapat gözlerini, yıldızları sayalım.” Devamını benimle birlikte getirdi.
“Bininci yıldıza gelmeden güneş doğacak, karanlık son bulacak.”
Gözlerini kapattı.
Gözlerimi kapattım.
“Bir, iki, üç, dört, beş... yüz altı, yüz yedi, yüz sekiz, yüz dokuz... beş yüz on, beş yüz on bir, beş yüz on iki... sekiz yüz on üç, sekiz yüz on dört...”
Kapının kilidi çevrildi.
Gözlerimi açtım.
Küçük Deniz artık orada değildi. Onun yerine bir kadının gölgesi düştü. Aslında tanıdığım ama o an için bir anlığına kim olduğunu hatırlayamadığım kadın, benimle aynı seviyeye gelebilmek için yanıma diz çökerken, “Nehir, iyi misin güzelim?” dedi anaç tavrını benden esirgemeden. Ona uzun uzun baktım. Adını neden hatırlayamıyordum? Dilimin ucunda duran ismi ortaya çıkartmak niye bu kadar zordu?
Garip garip bakmam sanki onu tedirgin etmiş gibi biraz daha üzerime eğilip, “Nehir? Beni duyuyor musun?” diye sordu. Kapının yanında ayak sesi işittim. Kısaca dönüp baktığımda adamlardan birinin emir almaya hazır şekilde orada beklediğini gördüm, benim için bekliyordu. Önüme dönüp hızlı hızlı kafamı salladım.
“Pekâlâ, beni duyuyorsan güzel. Su ister misin?”
Kafamı hafifçe iki yana salladım.
“Bana bak, gözlerime bak lütfen. Odağını bana verebilir misin?”
Tatlı sesi insanı kendisine çeken güzel bir melodi gibiydi. Gözlerimi kaldırıp ona döndüm ve ancak o an ismini hatırlayabildim. Adı Selin’di. Cesur’un annesiyle ilgilenen ve daimi şekilde burada kalan doktordu. Kenarları kırışmaya başlamış ela gözleri ilgiyle üzerimde geziniyordu. Berbat hâlde olmalıydım. Bana belli etmiyor olsa da bunu okumam kolaydı.
“İyi misin? Bir yerin acıyor mu?” Duraksadım, bunu kaçırmadı. “Sana...” Boğazını temizledi. “Sana bir şey yaptı mı?”
Bana bir şey yapmamıştı.
Aslında... bana çok şey yapmıştı.
Yeniden kafamı iki yana salladım. Bunun üzerine Selin’in bakışları üst kısmı yumruklanmaktan eğrilmiş kapıyı buldu. “Sanırım sana zarar vermemek için seni buraya kilitlemiş. Kriz anında bunu düşünebilmiş olması...” devam etmeden önce soluğunu gürültüyle verdi. “İyiye işaret. Daha önce hiç kendisini sınırlandırmamıştı.”
Bir daha asla konuşamayacakmışım gibi sızlayan boğazıma rağmen, “O iyi mi?” diye sorabildim. Endişeliydim ama bunu ne kadar yansıtabilmiştim emin değildim. Patlayan silahın sesi hâlâ zihnimin bir köşesinde yankılanıp duruyordu ve sanırım beni şoka sokmuştu.
Selin anlayışla iç çekti. “İyi. Onu sakinleştirecek bir ilaç vermek zorunda kaldım. Yoksa zapt etmemiz mümkün değildi. Yatırdık, pansumanını yaptım. İyi olacak. Her zaman oldu.”
Kalbim ritmini arttırdı. “Pansumanını?” dedim daha detaylı açıklamasını istercesine.
“Ellerini mahvetti,” dedi hızlı hızlı. Sanki hızlı konuştuğunda durumun ağırlığını yumuşatacakmış gibi. “Arada sırada kriz geçirdiğini biliyordun, değil mi? Bu da onlardan biriydi. Uyandığında kendine gelmiş olacağından emin olabilirsin. Vücudu olaylara tepkiyi bu şekilde veriyor. Çoğunlukla stres birikimi yaptığında patlama noktasına daha hızlı ulaşıyor. Bu aralar hayatınız da her şey yolunda mıydı?”
Kadının dedikleri zihnimin gerisinde dönüp dururken, “Kurşun?” dedim sorarcasına. Beni geçiştirmesine tahammülüm yoktu. Sadece ne olduğunu bilmek istiyordum.
“Odanın bir duvarına saplanmış duruyor,” dedi. Tuttuğum soluğu büyük bir rahatlamayla bıraktım. Bunun üzerine, “O iyi,” diye ekledi. Ona inanmak istercesine baktım, dudaklarını birbirine bastırıp yavaşça kafasını sallayarak beni onayladı.
“Peki sen iyi misin, Nehir?”
“Bana da beni uyuşturacak bir şeyler yapar mısın?” dedim sertçe yutkunduğum sırada, boğazımda kötü bir sızı hâkimdi.
Selin iyi durumda olmadığımı daha net anlarken, “Tabii,” dedi birkaç uzun saniye sonra. “Tabii, seni rahat edebileceğin bir odaya götüreyim.”
“Ayağa kalkabilecek kadar güçlü hissetmiyorum.”
Kapının oradaki adama baktı. “Yardım alabiliriz, sorun değil.”
Yavaşça kafamı salladım. “Bir de...” dedim, yanağımdan sıcacık damla kayıp kucağıma düştü. Bakışlarım tırnak diplerimi yolan parmaklarımdaydı. “Hamileyim,” derken beceriksizce gülümsemeye çalıştım. “Yine de bana ilaç verir misin?”
Selin şaşırdığını maskelemedi. Belki de ilk kez profesyonelliğini bir kenara bırakıyordu. “Hamile misin? Ah, ben... Bilmiyordum.”
“Henüz çok küçük.” Gözlerimi yumdum. “Yine de ilaç verir misin? Lütfen.”
“Nehir, bunun doğru olacağını sanmıyorum,” dedi boğazını temizledikten sonra. “Elimde çoğunlukla ağır ilaçlar var, Filiz’den dolayı. Eğer hamileysen bunları sana kullanamam.”
“Hamileyim,” diye tekrarladım. Kafamı yılgınca ardımdaki duvara yaslayıp sıkışan ciğerlerimi rahatlatmak istercesine gürültüyle soluğumu dışarıya verdim. “Beni ben olduğum için sevdiğine asla emin olamayacağım bir adamın çocuğuna hamileyim ben.”
Sessizlik. Elbette hikâyeyi biliyor olmasına şaşırmamıştım.
Selin kapıda bekleyen adama kafasıyla işaret etti ve adam oradan ayrıldı. Sanırım tamamen baş başa kalmamızın daha iyi olacağını düşünmüştü. “Benimle konuşabilirsin,” dedi sanki tüm dertlerimi dinlemeye hazırmış gibi. “İstersen bir doktor hasta olarak, istersen arkadaşın olarak, seni dinlerim ve her şey aramızda kalır.”
“Her şey ortada değil mi? Bana baktığında ne görüyorsun?”
“Yorgun ve kırgın bir kadın görüyorum,” dedi saklamadan.
“Yorgun, kırgın ve yansıma bir kadın,” diye ekledim. “Her şeyden şüphe etmekten çıldırmak üzereyim. Beni mi seviyor yoksa hâlâ onu mu seviyor bilememek artık kalbimin ağrımasına neden oluyor. Bana hissettikleri doğru mu yoksa hepsi yalan mı artık çözemiyorum. Bana baktığında gerçekten bana mı bakıyor yoksa bana bakarken onu mu görüyor diye düşünmekten içim dışına çıka çıka kusmak üzereyim.”
Destek olmak istercesine elimi tutup sıktı. Belki de bunu tırnak diplerimi daha fazla yolmamam için yapmıştı, emin olamamıştım. “Uzun zamandır bu ailenin yanındayım, Nehir ve emin olduğum iki konu var. Sarp Çağlayan ciddi derecede saplantılı bir adamdı ve Filiz için gerçek anlamda ömrünü feda etti-”
“Ve Cesur da onun oğlu,” dedim lafını keserek. Acı acı güldüm. “Babasına benziyor. Annelerin kaderi kızlarına çeyiz olur derlerdi ama burada tam tersi işliyor. Daha kötü olacak, değil mi? Gün geçtikçe, onu bulamadıkça... daha çok kriz geçirecek, daha çok delirecek.”
“Cesur bu konuda babasıyla aynı çizgide ilerlemiyor,” dedi bundan eminmiş gibi. “Sarp Çağlayan beni büyüttü, okuttu, şu anda sahip olduğum her şeyi bana o verdi. O benim ikinci babamdı, çok değer verirdim. Ve çok üzülür, bazen de kızardım. Neden geçmişine perde çekip karısı ve çocuklarıyla ilgilenerek önüne bakmadığı için gerçekten onu eleştirirdim. Her şeye rağmen onu seven bir kadına sahipti ve ondan üç tane çocuğu vardı. Ama daima gözlerinde arayış görürdüm. Sık sık bulunduğu andan kopup giderdi. Ne hayal ederdi, geçmişindeki hangi güne giderdi bilmiyordum ama hayallerinde ve geçmişinde daha mutlu olduğunu anlardım.”
“Her şeye rağmen onu seven bir kadın... Halide Hanım mı?” dedim elimde olmadan biraz alayla.
“Pekâlâ, ne düşündüğünü biliyorum,” dedi bu konuya girmek istemediğini belli edercesine. “Her neyse, demek istediğim-”
“Belki de Filiz’in şu anda bu durumda olmasının tek sebebi odur,” dedim birden. Sanki benim de şu andaki durumumun bile tek sorumlusu Halide Çağlayan’mış gibi öfkeyle dolmuştum. “Hatta belki de her şeyin tek sebebi odur.”
“Lütfen bu konuyu her yerde konuşma, rica ediyorum senden. Özellikle de Cesur’un yanında. Halide Hanım’a karşı yeterince kin besliyor, daha fazlasına gerek yok. Bu onun için iyi olmaz. Sınırlarını koruyamazsa Akın ve Özgür ile ters düşer. Anlayabiliyor musun?”
Akın ve Özgür böyle bir durumda bile annelerini mi savunurlardı? Halide Çağlayan’ın, Cesur’un ve Filiz’in hayatını mahvetmiş olabileceği umurlarında olmaz mıydı? Elbette annelerini korumak isteyeceklerini biliyordum ama eğer gerçekten de savımda haklıysam o kadını korumaları midemi bulandırırdı.
“Ona kin mi besliyor? Bunu bana hiç belli etmedi.”
“Elbette açıkça söylemiyor ama onun gibi hastaları anlayabilmek için uzun eğitim programları alıyorum. Yani... ben anlarım.”
“O gerçekten de hasta mı?” dedim tırnaklarımı avuçlarıma batırdığım sırada. Bu sorunun cevabı beni korkutuyordu. “Lütfen doğru neyse onu söyle. Beni yatıştırmak için üzerini örtme ya da çevremdekiler gibi durumu abartıp gözümü korkutmaya çalışma.”
“Nehir, bunu en rahat anlayacağın şekilde nasıl açıklayacağımı düşünmeme izin ver-”
“Evet ya da hayır demek bu kadar zor mu?”
“Evet ya da hayır diyebileceğim durumda değil. Şöyle ki evet hastaydı ve evet, onun kliniğe yatırılması gerektiğini söyleyenlerden biri de bendim. Diğer yandan hayır, hiç hasta potansiyelinde değildi de. Şimdi aynı anda ikisi nasıl mümkün olabilir diye düşünüyorsun, değil mi?” Anlayışla kafasını salladı. “Onu bir ergenken düşünmeni istiyorum. Yetimhanede büyümüş ve aile olarak orada ona ne verilirse onlarla yetinmiş. Yetimhanedeki çocuklara sevgi göstermezler, Nehir, alışmasınlar diye. Kurallar ve sınırlar vardır. Tümüyle aynı anda baş edebilmek için bir yönden de buna mecbur kalınır. Hele de bundan yirmi yıl öncesinde bu durum daha sertti.”
Acıyla dudağımın kenarı kıvrıldı. Benim de yetimhanede büyüdüğümü sanırım bilmiyordu. O sevgisizliği tatmıştım. Çoğu problemimle ilgilenirlerdi ama sevgi yönünden hep eksik kalırdım. Ne kadar iyi davransalar da güler yüzlü olsalar da asla ailenin yerini tutmazdı.
“Cesur tam da ergenliğinin ilk yıllarında yetimhaneden alındı. Agresifti, sinirliydi, babasına öfkeliydi. Yıllarca kendisini kimsesiz bilirken aslında babası ve kardeşlerinin olduğunu öğrendi. Kendisini dışlanmış ve istenmeyen çocuk olarak hissetti; babası ne kadar üzerine titrese de. Kardeşleriyle bağ kurabilmesi birkaç yılını aldı. Üstelik arada bir de üvey anne gerçeği vardı.”
Selin sessizce iç geçirdi. Sanırım o da Halide’ye bazı noktalarda kızıyordu ve ondan hoşlanmıyordu. Filiz’in tüm bakımıyla ilgilenirken ve hikâyenin çoğunu bilirken Halide’yi sevebilmesi zaten mucize olurdu.
“Onlarca kez evden kaçtığını anlatmıştı bana Sarp baba bir keresinde. İstemeye istemeye onu eve kilitlemiş, kapıya adamlar dikmiş. Yine de ne yapmış etmiş kaçmış Cesur.”
“Kendisini o eve ait hissedemediği için mi? Yoksa yetimhanedeki kız için mi?” diye sordum, boğazım yine sızlıyordu.
“İkisi de burada etken faktörlerdendi. Evde kalmak istemiyordu, çünkü başlarda onu orada isteyen tek kişi babasıydı. Yetimhaneye dönmek istiyordu, çünkü orayı evi olarak benimsemişti ve dediğin gibi arkadaşları da oradaydı.”
“Neden babası onu hiç dinleyip ne derdi olduğunu sormadı?” dedim sitemle. “Onu eve kilitlemek daha kolayına mı geldi?”
“Cesur konuşmuyordu. Kimseyle düzgün iletişime geçmiyordu, saldırgandı. Kırıp döküyordu ve tüm bunları bilerek yapıyordu.”
“Geri gönderilmek için,” dedim farkındalıkla. Selin ağır ağır kafasını salladı.
“Babasına hayatı zülüm ediyordu. Gerçekten sınırları zorluyordu ve her yolu deniyordu. Ancak Sarp baba onu bırakır mıydı? Filiz’den olan her parçaya tapan adam ondan olan oğlunu öylece bırakır mıydı sence? Asla. Bırakmadı da. Onun için çabaladı, düzgün ve sağlıklı iletişim kurabilmek için elinden gelenin fazlasını yaptı. Bana anlatmıştı biliyor musun?” dedi uzaklara dalıp gitmiş gibi belirsiz bir noktaya bakarken. “Buraya Filiz’i görmeye geldiği günlerden birinde onunla sohbet ediyorduk. Her gün gelirdi, bazen evdekilere iş seyahatine çıktığını söyleyip burada kalırdı da. Filiz’e öyle bir bakışı vardı ki... ben onunki gibi bir aşk görmedim.” Konuyu sektirdiğini fark ederek hızlıca boğazını temizledi. Sarp Çağlayan’a gerçekten değer veriyordu ve ondan bahsetme şeklinden bile onu özlediğini anlayabiliyordum.
“Neyse, ne diyordum? Ah, evet, bana Cesur ile ilk düzgün iletişimini anlatmıştı. Bir gece yanına gitmiş, yatağının kenarına oturmuş. Cesur normalde yüzüne dahi bakmadığı için onunla o uyurken sohbet etmeyi düşünmüş. Başlamış anlatmaya. Ona Filiz’i anlatmış, annesini. Onu nasıl sevdiğini, kaybettiğini ve aramaktan asla vazgeçmediğini. Cesur’dan haberinin olmadığını, öğrendiği anda arayıp izini bulduğunu ve aynı gün yetimhaneden onu aldığını... Her şeyden bahsetmiş. İçinden geldiği gibi, içinde kalan her şeyi söylemiş.”
Hafifçe tebessüm ettim. “Cesur uyanıktı, değil mi?”
Selin kafasını sallayarak beni onayladı. “Öyleymiş. Hepsini dinlemiş ama hiç sesini çıkartmamış. Sarp baba artık anlatacak bir şey bulamadığında gitmek için kalkmış. Onun saçlarını okşamış ve kapıya yönelmiş. Tam kulpa uzandığı sırada Cesur bir daha anlat demiş. Annemi bir daha anlat.” Duygulanmış gibi iç çekti. “Sarp baba bundan bahsederken gözleri dolmuştu, hiç unutmam.”
“Peki sonra?”
“Sonra aralarındaki diyalog gelişti ve sabaha kadar konuşmuşlar. Günün ilk ışıkları odaya dolarken artık biraz olsun uyumak için anlamışlar ve Sarp baba odadan çıkmaya hazırlanıyormuş ama Cesur’un dilindeki bağ çözülmüştü, artık susmaya niyeti yoktu ve içindekini ortaya dökecek anı bulmuştu.”
Bu kez dudaklarıma yerleşen tebessüm yine acıdan ibaretti. “Onu istedi.”
Selin bundan rahatsız olduğumu bildiği için sanki normal bir şeyden bahsedermiş gibi tavrını sergileyerek, “Evet,” dedi. “Ondan bahsetmiş.”
Kafamı ağır ağır iki yana salladım. “Sen bile ondan ‘o’ diye bahsediyorsun. Adını anmanızı istemediği için biliyorum. Adını duymak onun kalbini sızlatıyordur.”
“Adını anmak istemiyoruz, çünkü isimsizken daha basitleştirilmiş oluyor ve kafasının içerisinde kapladığı yer küçülüyor. Değersizleştirme gibi düşünebilirsin bunu.”
Sanki adı da kendisi de hiç umurumda değilmiş gibi omuz silktim. “Sonra?” dedim hikâyenin devamını anlatmasını istercesine. Aslında dinlemeye hevesim bile kalmamıştı, çünkü devamı hoşlanacağım içeriğe sahip değildi.
“Sonra Sarp baba harekete geçmiş, yeniden yetimhaneye gitmiş, aynı gecenin sabahında. Oğlu günler sonra ondan bir şey istemiş, sence yerinde durur muydu? Onu da yetimhaneden almak için bir saniye bile beklememiş ama yetimhaneye gittiklerinde kız ortada yokmuş. Yetimhanede yangın çıkmış ve tüm çocuklar çevredeki diğer yetimhanelere dağıtılmış. O dönem yetimhane birkaç yıl boyunca faaliyetlerine ara vermiş. Ölümle sonuçlandığı için epey ses getirmiş ama kimin kundakladığı bulunamamış. Tüm kıymetli dosyalar çıkan yangında küle dönmüş. Sarp baba her yerin altını üstüne getirse de kıza dair hiçbir iz bulamamış. Bir fotoğraf bile. Ellerinde sadece ismi varmış ama o isimde bir kız çocuğunun orada kaldığını doğrulayacak kimse yokmuş. Sadece yetimhanedeki birkaç çocuk doğrulamış ama şöyle düşün, birkaç çocuğun lafıyla ne kadar ileri gidebilirdi?”
“Nasıl hiç iz bulunmaz? Diğer çocuklar doğrulamışsa çabalamaya devam etmesi gerekmez miydi? Yoksa peşini bıraktı mı?”
“Sarp baba tüm ömrünü Filiz’i aramakla geçirmişken sence bırakır mıydı? Elinden geleni yapıyordu ama bu sırada Cesur daha da agresifleşmeye başlamıştı. Söz dinlemiyordu, herkese karşı geliyordu ve yine babasını suçluyordu. Onu bir dönem kliniğe yatırmalarına neden olacak kadar ileriye gitti. Öfke problemleri yaşıyordu ve sinirlerine hâkim olamıyordu. Hele birisi onu yalan söylemekle suçladığında her yeri birbirine katıyordu.”
“Kim?”
“Etrafındakiler,” dedi kurcalamamı istemezmişçesine. “Sadece ismi olan ve başka hiçbir elle tutulur kanıtı bulunmayan o kızın gerçekliğine inanmamaya başladılar. Cesur’un ilgi çekmek için böyle davrandığını ileri sürdüler. Şımarıklığından ve hadsizliğinden-”
“Halide, değil mi?” dedim dişlerimin arasından. “Bunu Halide başlattı ve diğerleri de ardını getirdi.” Selin sessiz kaldı ama ben kalamadım. “Onun kliğine yatmasını isteyen de Halide’ydi.”
“Halide Hanım’ın üzerine yürümüş-”
“Eminim onu kışkırtmıştır,” dedim elimde olsa o kadını bir kaşık suda boğmak ister gibi.
“Yine de yapmaması gerekiyordu. Uçlarda yaşamak böyle sorunlara sebebiyet verebilir. Dikkatli davranmadı ve ne kadar rahatsız edici olsa da maalesef ki bunu kullananlar oldu. İzin vermemeliydi. Hırçın davranarak bir şeyleri başaramayacağını anlamalıydı. Zor yoldan anlamak zorunda kaldı ve bu süreç uzun ve sancılı oldu. İniş çıkışları daima devam etti. Genç yetişkin dönemlerini kapı kapı doktorlarda geçirdi. Birçoğu onun uzun dönem klinikte kalması konusunda ısrarcıydı ama içlerinden birisi onu gerçekten kurtarmak için çabaladı. Verdiği iki tavsiye vardı ve Cesur ikisine de sıkı sıkıya tutunarak bugünlere geldi. Birincisi onu bir spor dalına yönlendirmek istedi ve önüne seçenekler sundu. Cesur dövüş alanında olan dalların hepsini deneyip öğrendi. Sonra da bunu yaşam tarzı hâline getirdi. İkincisiyle çizim yapmaktı. Doktoru ona çizimlerinde daima olumlu hisler yansıtmasını istedi. Mesela onu çizmesinde sakınca görmedi, hatta bu konuda arkasında durdu ama onu mutlu ve güzel çizmesini istedi. İşte Cesur bunu hiç yapmadı. Nedenini bende hâlâ çözemedim ama çizimlerini görüyorum. Onu çiziyor ve daima hüzünle çiziyor. Bakmak bile içime kasvetli hisleri dolduruyor.”
“Huzura erdiğini düşünmüyor bence,” dedim kısık sesle, kendi kendime. “Onu hüzünlü çiziyor, çünkü dünyada bir yerde o, Cesur’un geri dönmesini bekliyor ve dönmediği için de gözleri hep hüzünlü bakıyor.”
“Evet, bu olabilir. Çünkü Cesur da huzurlu hissetmiyor. Bana bunu söylemişti. Vicdanını rahatlatamıyor.”
“Neden gitmesine izin vermiyor anlamıyorum. Hayalle yaşıyor. Yaptığı işte bu.”
“Yetimhanede ikisinin arasında güçlü bir bağ oluşmuş. Bir anda birbirlerinin tek dayanakları olmuşlar. Bu aşk değildi, Nehir,” diyerek altını çizdi. “İki çocuktan bahsediyoruz. Aralarındaki ilişkiyi aşk olarak düşünmen yanlış.”
“O zamanlar değilse bile zamanla ona evrildi. Görmüyor musun? Gitti yine ona benzeyen bir kadını kendisine buldu; beni!”
“Sana ne dediğini duydum. Ona benzeyen onlarcası karşısına çıktı. Eğer tek takıntısı bu olsaydı senden önce karşısına ilk çıkan benzer kişiye kafayı takardı, değil mi?” dedi bu konunun içime dert olmasını istemez gibi. “Cesur’u onu takıntı hâline getirmeye biraz da çevresi itti. Etrafındakiler sen yalan söylüyorsun öyle bir kız yok dedikçe inada bindirdi, doğru olan bu. Büyüdükçe ve babasının yönetimini eline aldıkça bu kez kendisi işe koyuldu. Durum neye döndü biliyor musun Nehir? Kendisini kanıtlamaya. Durum tam olarak bu. Onu aradı, bulsaydı herkese doğruyu söylediğini kanıtlamış olacaktı. Yani aslında en büyük arzusu bu diyebilirim. Onu bulup hayatına sokma niyetinde değildi. Düşünsene yıllar geçmiş, belki de çoktan başkasıyla evlenmiş ve çocuk bile yapmıştır. Cesur onu takıntı hâline getirmiş olsa da ailesinden kopartacak kadar saplantılı değildi. Ve bir de... yaşam tarzını biliyorsun. Onun gibi biri için birini bulamamak zamanla hırsa dönüşür. Ülke başkanına kadar uzanan derin kollara sahipken bile birini bulamamak kimi olsa çıldırtırdı.”
“Kendimi şımarıkça davranmış gibi hissetmeme neden oluyorsun,” dedim acıyla inlercesine. “Onu suçladığım için vicdan azabı çekiyorum ama diğer yandan hâlâ kalbim ağrıyor. Ne olursa olsun aklında başka birinin olduğunu bilmek artık dayanamayacağım kadar canımı yakıyor. Katlanamıyorum buna. İçim içimi yiyor, aklımı kaybedecekmiş gibi hissediyorum. Bu olaya geçmişte kalan bir çocuğu kıskanıyormuşum gibi bakabilirsin ama onun geçmişte kalmadığını sen de biliyorsun. Herkes biliyor. Herkes bana baktığında ne düşünüyor biliyorum. Aptal yansıma. Ben aptal yansımayım. Cesur haklıydı. Bile bile bu ateşe düştüm. Herkes beni uyardı ama ben bile bile yanmayı seçtim. İğrenç hissediyorum. O kadar iğrenç hissediyorum ki daha önce kendimden hiç bu kadar midem bulanmamıştı.”
“Öncelikle üzerindeki çevre baskısından kurtulman gerekiyor-”
“Çevre baskısı?” dedim sinirle gülerek. “Kardeşleri bile böyle düşünüyor. Kopya. Geçici heves. Orijinali geldiğinde postalanacak kadın. İşte ben buyum.”
Yanlış düşündüğümü belli edercesine kafasını hafifçe iki yana salladı. “Eğer gerçekten de öyle olsaydı-”
“Öyle olsaydı ne?” dedim elimde olmadan yine hiddetle lafını keserken. “Karnımda bebeği olmaz mıydı?” Usul usul titreyen ellerimle yanaklarımda kuruyan damlaların bıraktığı gergin hissi silmeye çalıştım. “Buna mı tutunarak yaşayacağım? Beni elinin tersiyle itemez çünkü karnımda bebeği var diyerek kendimi güvencede mi hissedeceğim? Hissedemiyorum, hissedemem de. Söylesene sen yapabilir miydin? Gece koynunda uyuduğun adamın yanından kalkıp başka birini çizmesini, dahası seninle onu birleştirerek çizmesini hoş karşılayarak ya da görmezden gelerek hayatına devam edebilir miydin?”
Selin bir şeyler söyleyecekmiş gibi dudaklarını aralasa da tek kelime çıkartamadığında cevabı zaten ortadaydı. Kimse bunu kabul etmezdi.
“Beni biraz yalnız bırakır mısın lütfen?” dedim onunla göz göze bile gelmezken. Bakmıyor olsam da kafasını salladığını yakaladım. Daha fazla nasihat dinleyecek durumda değildim, artık onun da konuşma isteği kalmamış gibiydi.
“Pekâlâ.”
Başka bir şey söylemeden kaya kaya neredeyse kapanmış şekilde duran kapıyı açarak yanımdan ayrıldı. Giysi odasında yalnız kaldığımda ilk niyetim orada kalıp biraz olsun kendimi toparlamaktı ama aldığı sert darbelerden sonra sabit durmak yerine sürekli hareket eden kapının kendi kendine üzerine vurulduğunu duyunca oturduğum yerde irkilerek sıçradım. Ayaklarımda ayakta duracak gücü bulamayacağımı düşünsem de bir saniye sonra kendimi ayakta dikilirken buldum.
Yeniden burada kapalı kalamazdım.
Sertçe yutkunurken duvardan destek alarak kapıyı açtım, aslında bozuk olduğu için artık tam anlamıyla kapanması mümkün bile değildi ama üzerine çarpması bile beni yeterli derecede uyarmıştı. Ellerim daha şiddetli titriyordu. Buradan çıkmak istiyorum. Dahası tamamen dışarıya çıkmak istiyordum. Birden her şey üzerime üzerime gelmeye başlamıştı. Boğuluyordum. Çocukluğumdan sonra pek sık yaşamadığım o his tüm şiddetiyle yakamdaydı. Bu travmayı atlattığımı sanmıştım ama şimdi asla atlatamayacağımdan emin olmuştum. Yeniden tetiklenmişti.
Ve bana bunu yapan Cesur’du.
Yatakta yatan iri bedenine gözlerimi çevirdiğimde nefes alabilmek için garip sesler çıkarttığımın farkında değildim. Cesur’un artık gevşemiş olan yüz hatları beni rahatlatmıyordu. Aksine söylediği her şeyi yeniden zihnimden geçirip o anki öfkesini yansıtan çehresini hayal ederken kendimi buluyordum. Hayalimde bana öyle öfkeliydi ki bu kalbimi daha çok sızlatmıştı. Ellerimden birini boğazıma sarıp oradaki sıkışıklığı gidermek istercesine masaj yaparken diğer elim karnımın üzerinden kendime sarılıydı. Karşısında çok acınası durumdaydım ve bunun farkında bile değildi.
Nefes alamıyorsun, Nehir.
Cesur’un ellerine bakışlarım düştü. Parmak uçları çizik ve minik kesiklerle doluydu. Sargılı kısmın altını düşünmek bile istemiyordum. Müdahale etmeselerdi kurşunu avucuna sıkacağını bilmekse tüylerimi diken diken ediyordu. Ona inanmadığımı söylemiştim ve sanırım ipleri kopartan nokta bu olmuştu. Tüm delilikleri yapabilirdi. İçindeki canavar zincirini kopartmıştı ve ne kadar tehlikeli olduğunu ancak fark edebiliyordum.
Nefes alamıyorsun, Nehir.
İç sesimin sessiz hatırlatması beni iyice havasız bıraktı. Boğazımı daha sert ovalarken gerisin geri kapıya doğru yürüdüm. Gözlerim Cesur’dan kopamıyordu. Öyle hareketsiz duruyordu ki onun için endişeleniyordum. Uyuyor muydu? Yoksa zihni uyanıktı ve sadece uyuyan bedeni miydi? Orada olduğumun farkında mıydı? Orada olduğumun ve oradan kaçmak üzere olduğumun?
Bastığım parkeden güçlü bir çatırtı yükseldi. Cesur’un yatağın üzerinde öylece duran sargılı eli hafifçe hareket etti, parmaklarını yatağa geçirir gibi bastırdı sanki.
Doğru mu gördüm yoksa tamamen hayal gücümden kaynaklı mıydı emin olmak için bile beklemeden ona ardımı dönüp neredeyse koşar adım kapıya ulaştım. Kulpu tuttum, telaşlı hareketlerle çevirdim ve kapıyı açtığım sırada Cesur’un derin bir uykunun sınırındaymış gibi çıkan yorgun sesini duydum.
“Deniz,” diye seslendi.
O an kalbim bile atmayı bıraktı. Gözlerim dehşetle irileşti. Gözlerimin önünde dünyamın kaydığını gördüm.
Adımı biliyor muydu?
Adımı nasıl öğrenmişti?
Ben yaşadığım şoktan ötürü felç geçirmiş gibi hareket dahi edemezken, “Deniz,” dedi Cesur bir kez daha. İç çekti. Daha silik, boğuk şekilde tekrarladı.
“Deniz...”
Hayır, yanlış anlamıştım. Bana seslenmiyordu. Sayıklıyordu. Cesur onun adını sayıklıyordu.
Ve adı Deniz’di.
Nefes alamıyorsun, Deniz.
♧ |
0% |