@yazarimsibirileri
|
Dedik ki iki bölüm birbirinin devamı ara olmadan yükleyelim. İyi mi yaptık? 🥺🥰 ♧ “Deniz...” Hayır, yanlış anlamıştım. Bana seslenmiyordu. Sayıklıyordu. Cesur onun adını sayıklıyordu. Ve adı Deniz’di. Nefes alamıyorsun, Deniz. ~ İç sesim kafamın içerisinde resmen çığlık atıyordu. Kelimenin tam anlamıyla nefessiz kalmıştım. Sönmek üzere olan ciğerlerimin havaya ihtiyacı vardı ama içime çektiğim sanki beni daha hızlı ölüme götüren bir zehirdi.
Buradan çıkmalıydım. Bu evden çıkmalıydım. Bu şehirden çıkmalıydım. Aslında en çok da bu adamın hayatından çıkmalıydım.
Büyük bir kafa karışıklığı ve şokla Cesur’a doğru döndüm. Sızmış gibiydi ama yine de dudaklarının hafifçe oynadığını görebiliyordum. Onun adını sayıklamaya devam ediyordu sanki. Onun... Deniz’in. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Aklımı kaybedecek gibi hissediyordum. Yetimhanede kalmıştım, yetimhanede kalmıştı. Unutamadığı kadına benziyordum. O kadınla aynı yaştaydım.
Ve o kadınla aynı isme sahiptim.
Bu kadar tesadüf olabilir miydi? Sinirle karışık kahkaha attım. Sanırım delirmenin eşiğindeydim ya da belki de çoktan delirmiştim.
Güldüğümü duyan korumalardan biri ne olduğunu kontrol etme dürtüsüyle kapının önünde belirip, “Nehir Hanım?” dedi merakla. Ona doğru dönüp kafamı iki yana sallayarak çıldırmış gibi gülmeye devam ettim.
“Adı Deniz’miş.”
“Anlayamadım? Deniz mi dediniz?”
İsmimi adamın ağzından duymak beni irkilttiğinde birden gülmeyi kestim ve neredeyse ağlamak üzereymişim gibi, “Adı Deniz’miş,” diye fısıldadım. Yaşlar gözlerimi zorlasa da artık ağlamak bile acı vericiydi. Gözlerim öyle çok sızlıyordu ki dışarıya değil içime içime ağlamaya başlamıştım.
“Nehir Hanım? İyi misiniz? Sorun nedir?” dedi adam biraz telaşla. Sanırım gürültüyle nefes alıp vermem, doğrusu almaya çalışıp alamamam onu tedirgin etmişti.
“Çıkmam lazım,” diye sayıkladım kendi kendime. Gözlerim adamı görmüyordu bile. Yanından sıyrılıp koşar adım kapıya koridorda ilerledim. Merdivenleri hızla indim. Selin aşağıdaydı. Beni gördüğünde her şeye rağmen yüzüne oturttuğu tebessümü hâlimdeki değişikliği fark edince anında kayıplara karıştı.
“Ne oldu?” dedi saklayamadığı endişesiyle. Bana doğru yürüdü. “Ne oldu sana? Bu hâlin ne?”
Kafamı şiddetle iki yana sallarken, “Nefes alamıyorum,” diye sayıkladım. Sonra güçlü bir çığlık attım. “NEFES ALAMIYORUM.”
“Gel, dışarıya çıkalım,” dedi Selin eli ayağı birbirine dolaşmış gibi. Koluma girip beni dışarıya taşıdı. Ayakkabısız olmak o an için dikkat edeceğim şeyler arasında bile değildi. Evden çıktığım anda can çekişen ciğerlerim biraz olsun rahatladığında içime öyle gürültüyle soluklar çektim ki sanki dakikalarca suyun altında havasız kalmış gibiydim.
“Bir bardak su getirsin biriniz,” dedi Selin beni yatıştırmaya çalışırcasına sırtımı sıvazlarken. Kafamı şiddetle iki yana salladım. Bir şeyler yemek ya da içmenin düşüncesi bile midemi alt üst etmeye yetmişti. Elimi karnıma bastırarak bahçenin en uç köşesine kendimi zor attım ve midemdeki her şeyi orada çıkartmaya başladım. Güçlü kasılmalarla öğürmek beni epey yorduğunda kendimi dizlerimin üzerinde bulmam sadece birkaç saniye sürmüştü. Ellerimi yerdeki çimlere daldırıp öğürmeye devam ettim. Selin yanımdaydı. Saçlarımı yüzümden çekiyor, iyi olmam için elinden geleni yapmaya çalışıyordu.
Artık öğürecek gücüm dahi kalmadığında ellerimi çimlere kuvvetle vurarak ağlamaya başladım. Bu kadar tesadüf fazlaydı. Bünyem kaldıramamıştı, aklım almıyordu. Düşünemiyordum. Düşünmek midemi bulandırıyordu.
Selin getirilen suyu içmem için uzatmak yerine avucuna doldurup yüzümü yıkadı. Saçlarımı geriye doğru yatırıp yüzümden çekti. Bunları birkaç kez tekrarlaması bana çok iyi gelmişti. “Tamam, geçti,” dedi yatıştırıcı bir sesle. “İyisin, geçti. Gel, gel bahçenin arka tarafında güzel bir çardak var oraya gidelim.”
Niyetinin beni içimi kustuğum alandan uzaklaştırmak olduğunu anlamak zor değildi. Yardımıyla yeniden doğrulurken, “İstemiyorum,” diye sayıkladım. Sesim bile bana yabancıydı.
“Tamam, pekâlâ, biraz uzanmak ister misin?”
Kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. Tüm korumaların odağındaydım ve sert yüzlerinin ardında endişe saklıydı.
Selin son seçeneğiymiş gibi, “Filiz,” dedi birden. “Birazdan uyanır. Uyandığında yanında birilerini görünce çok mutlu olur. Seni ona götüreyim mi?”
“İstemiyorum, istemiyorum,” dedim bunalmış gibi kadından kurtulurken. Ona doğru dönüp tüm gücümle bağırdım. Sanki tek suçlu oydu. “Hâlâ daha beni burada tutabilmek için nasıl çabalarsın? Hâlimi görmüyor musun? Neden ısrar ediyorsun, ondan korktuğun için mi? Uyandığında beni yanında göremeyince yeniden kriz geçirir diye mi endişeleniyorsun? Ya ben? Benim geçirdiğim krizler hiç umurunda değil mi? BEN KİMSENİN UMURUNDA DEĞİL MİYİM?”
Ellerini havaya kaldırıp sakinleşmemi istercesine bekledi. “Nehir, öyle olmadığını biliyorsun. Seni çok kısa zamandır tanıyorum ama sana yemin ederim benim için öylesine birisi değilsin. Daha fazla üzülmeni ve kendini yıpratmanı istemiyorum. İzin ver seni iyileştireyim, dinlenmeme yardımcı olayım.”
“Ne yaparsan yap burada kalmayacağım,” dedim tıpkı köşeye kıstırıldığı için saldırganlaşan bir yabani gibi. “İlaçlara ya da uyuşturulmaya ihtiyacım yok. Gidip Cesur için yeni bir ilaç hazırlamakla vakit harcasan daha iyi edersin. Çünkü ölürüm yine de bu evde kalmam, beni duydun mu?”
“Tamam eve girmeyelim, bahçede de durmayalım. Dışarıya çıkalım. Senden sadece biraz sakinleşmeni istiyorum, kalman için diretmiyorum, Nehir-”
“Yalancı!” dedim bağırarak. “Konuşup beni ikna edebileceğini düşünüyorsun. Saçma sapan doktor numaralarını dinlemeyeceğim!”
Selin kendisini açıklayamadığı için hafifçe kaşlarını çatarak, “Nehir, lütfen,” dedi ısrarla. “İyiliğin için, tamam mı? Senin ve bebeğinin iyiliği için, sakinleş.”
“UMURUMDA DEĞİL, ÖLSÜN!” dedim birden. “BEN ÖLÜRKEN ONU YAŞATAMAM, ÖLSÜN!”
Sanki bunu söylememi beklermişçesine karnıma bıçak gibi bir ağrı saplandı. Biraz önce ölmesi hiç umurunda değilmiş gibi konuştuğum bebeğimi daima orada tutmak istercesine elimi karnıma bastırdım. İşin aslı ne dediğimin farkında bile değildim, bilinçsizce konuşuyordum.
Selin sanki ancak şimdi ne kadar çıldırmaya yakın olduğumu fark edebildi. İrkildiğini yakaladım. “Tamam,” dedi sersemlemiş şekilde. “Tamam, ne istiyorsan o olsun. Buradan uzaklaşmak sana daha iyi gelecekse seni götürsünler. Tamam mı?” Cevap vermemi beklemedi. “Ona ayakkabılarını ve diğer eşyalarını getirin, hemen.”
Kapının orada dikilip merakla tırnaklarını kemirerek bizi izleyen görevli kadınlar hızla içeriye girip neredeyse aynı saniyede dışarıya çıktıklarında ellerinde benim için bir mont, ayakkabılarım ve çantam bulunuyordu. Çantamın burada olduğunu bile yeni görüyordum, sanırım Cesur’un arabasındaydı ve bizimle gelmişti.
Çıplak ayakla dakikalarca dışarıda durduğumun farkında bile değildim. Önüme bırakılan ayakkabıları giyerken buz tutmuş parmaklarım sızlamıştı. Montla çantayı ellerinden kapıp kucakladım ve sıkıca sarıldım. Çevremdeki herkes vebalıymış gibi onlardan uzak durmaya özen göstererek dış kapıya doğru gerisin geri ilerlemeye başladım. Birinden atak bekliyordum. Öylece gitmeme izin vermeleri garipti. Beni yakalayıp eve tıkmaları daha olası geliyordu.
Selin yanına yaklaşan korumanın sorgulayan bakışlarına karşılık, “Ben Akın’ı bilgilendiririm,” dedi sadece. “Onu istediği yere götürün.” Sonra bana döndü. “Seni arayacağım, bana cevap verirsen çok sevinirim. Sadece iyi olmanı diliyorum, Nehir, şu an bunu anlamıyor olabilirsin ama yatıştığında umarım niyetimin farkına varabilirsin.”
Ona hiçbir şey söylemedim. İçten içe kadının hiç günahının olmadığını biliyordum ama öyle bir boşluktaydım ki herkesi kendime düşman ilan etmiştim. Görevlinin verdiği izinle açılan otomatik kapıdan dışarıya çıkıp ne yapacağımı bilemez şekilde sağa sola bakındım. Gerçekten ıssız bir yerdi. Şehre yürüyerek gitmeye kalksam bu epey sürebilirdi. Selin’in korumaları benimle yönlendirmiş olmasını duymamış gibi kafamda nasıl gideceğime dair planlar kurarken bahçeden çıkan gece siyahı araç hemen önümde durdu. Birisi koşup benim için arka kapıyı açtı. Hiç sorgulamadan araca bindim. Sanki benim için gelen otobüsmüş gibi davranmayı seçmiştim, çünkü başka seçeneğim yoktu.
Araç yolda sakin bir hızla ilerlemeye başladığında istemsiz şekilde dönüp ardımda bıraktığım eve baktım. Cesur’un hiçbir şeyden haberi yoktu. Uyandığında yine delireceğinden emindim ve bunu sadece hayal etmek bile tüylerimi diken diken yapmaya yetiyordu. Kucağımdaki eşyaları oturduğum koltuğun diğer yanına bırakıp titreyen ellerimle yüzümü örttüm.
Neden sakinleşemiyordum?
Neden tam göğüs kafesimin ortasında yumruğum kadar ateş topu varmış gibi orası acıyordu?
“Yenge,” dedi ön yolcu koltuğunda oturan iri kıyım adam, temkinliydi. “Seni nereye götürelim?”
“Bilmiyorum,” diye sayıkladım. “Bilmiyorum,” diye tekrarlarken kafamı iki yana salladım. Ellerim hâlâ yüzümdeydi. “Camları açın, havaya ihtiyacım var. Camları açın.”
Dileğim anında yerine getirildi. Arkadaki iki cam sonuna kadar açıldı, serin havanın ortasında kaldım ve bu beni biraz olsun rahatlattı. Ellerimi yüzümden çekip sırtımı bırakır gibi koltuğa yasladım. Çok yorgun hissediyordum. Öyle ki sadece beş dakika sonra olduğum yerde sızabilirmişim gibiydi. Ancak zırıl zırıl titreyen cep telefonu buna izin vereceğe benzemiyordu.
“Açın şunu,” diye homurdandım ağzımın içerisinde. Beni anlayabilmiş olduklarından bile emin değildim.
“Yenge senin telefonun çalıyor,” dedi biri.
Gücünü kaybetmiş ellerim yan tarafımda duran çantama uzandı. Onu alırken aklımda dışarıya akşam yemeğine çıkmak için hazırlandığım gece canlanmıştı. Cesur ile yakınlaşmamız, sonrasında olanlar... Çantamı ve ceketimi Tuna’nın alıp arabaya götürmesi için oradan birine verdiğini hayal meyal hatırlıyordum. İşte şimdi buradaydı ve ben uzun günlerdir telefonumu elime almamış gibi hissediyordum.
Çantanın klipsini açıp ışığı yanıp sönen telefonu ortaya çıkarttım. Ekranda Eva’nın adını gördüğümde yaşlar hızla gözlerime hücum etti. Bir türlü titremekten kurtulamamış parmağımla artık buğulu şekilde görebildiğim ekranı kaydırıp aramaya cevap vermeye çalıştım ama beceremedim. Ekran kapandı. Dokunup yeniden açtım, orada bir sürü çağrı ve mesaj bulunduğunu belli eden bildirimler vardı. Derken yeniden telefon çalmaya başladı. Arayan yine Eva’ydı. Bu kez açabildim.
“Nehir, ah, tanrım, neler oluyor? Bana iyi olduğunu söyle lütfen. Bunu duymaya ihtiyacım var.”
“İyi değilim,” dedim kendimi tutamayıp ağlamaya başlarken. Güçlü duramıyordum, dibi boylamış hâldeydim. “İyi değilim, Eva, hiç değilim. İçim acıyor.”
“Tamam, dinle, Akın şu anda arabayı kullanan adamı arıyor,” dediği sırada sürücü koltuğundaki adamın telefonu çalmaya başladı. “O yakada güzel bir çiftlik evi var, seni oraya götürmelerini söyleyecek. Bende şimdi yola çıkacağım. Orada buluşacağız, tamam mı? Sadece sen ve ben. Birlikte tüm bu stresten uzaklaşacağız. Kafa dinleyeceğiz, huzurlu olacağız ve kimse bizi rahatsız etmeyecek sana yemin ederim. Lütfen ağlama. Ben çok üzülüyorum.”
Yana doğru dönüp kafamı yılgın şekilde koltuğa yaslarken, “Adı Deniz’miş,” diye fısıldadım. Sesimi ben bile duymamıştım ama Eva’nın duyduğundan emindim. Çünkü onu göremiyor olsam da hattın diğer ucunda donup kaldığını, bir şeyler söylemeyebilmek için ağzını açıp kapadığını ve alnını sıvazladığı görür gibiydim.
“Nehir...”
“Adı Deniz’miş,” dedim yeniden.
“Bir önemi yok ki bunun,” dedi ne diyeceğinden emin olamazmış gibi. “Hiç önemi yok hatta, Nehir, onun hiç önemi yok. Cesur abi için sadece sen varsın, buna tüm kalbimle yemin edebilirim. Beni duyuyor musun?”
Acaba onunla aynı ismi taşıdığımı duysa tepkisi ne olurdu diye düşünmeden edemedim. Benim kadar şoka girer miydi?
“Onu... onu önemseme, kafana bile takma. Tek önemli olan sensin. Cesur abi senin için deliriyor.” Sonra durdu. “Yani... yani... kahretsin, bu doğru kelime değildi, özür dilerim. Senin için çıldırıyor, yani... Lütfen beni anlamış ol, seni aşırı sevdiğini anlatmaya çalışıyorum.”
Telaşa kapıldığı için hızlı hızlı konuşmaya başlamıştı ve aksanı işte oradaydı. Beni düzeltmeye çalışırken tamamen bozmaktan korkmuştu, bunu anlayabiliyordum.
“Böyle durumlarda kahrolası dilim tutulduğu için kendimden nefret ediyorum. Gerçekten. Kendime tokat atmak istiyorum şu anda. Tam bir aptalım. Lütfen beni affet.”
Eva konuşmaya devam etti ama ne dediğini anlayacak kadar bile aklımı toparlayamadığımı fark ettiğimde telefonu kulağımdan çekip kucağıma indirdim. Benim cevap vermemi bile beklemeden bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. Benimse aklımda aynı şey dönüp duruyordu.
Adı Deniz’di.
Adım Deniz’di.
Yeniden midem bulanmaya başladığında sanki buna neden olan Eva’nın konuşmaya devam etmesiymiş gibi uzanıp aramayı sonlandırdım. Yeniden aradı yeniden kapattım. Kafamı meşgul eden daha önemli şeyler vardı. Şüphe artık içimdeydi ve onunla nasıl yaşayacağımı bile bilmiyordum.
Cesur’un aradığı kadın ben olabilir miydim?
Başımı şiddetle iki yana salladım. Bunu düşünmek bile ne kadar kafayı sıyırdığımı belli ediyordu. Hayatın beni ittiği nokta dibi sivri kayalıklarla dolu uçurumdu ve o uçuruma atlamam için sırtıma bastırılan keskin bir kılıç varmış gibi hissediyordum. Elimde neler vardı hızla zihnimden geçirerek bu saçma düşünceden derhal kurtulmak için yollar aramaya başladım.
Yetimhanede kalmıştım.
Cesur da yetimhanede kalmıştı.
Adı Deniz’di.
Gerçek adım Deniz’di.
Ama benim Cesur adında bir tanıdığım olmamıştı. Üstelik Halide ile sohbetimiz sırasında bana Cesur’un Kocaeli’nde bir yetimhanede kaldığını söylemişti. Her şey bir yana Cesur hayatımın bir noktasından geçip gitse onu unutacağımı sanmıyordum. Onu delirtmiş şekilde hafızasında iz bırakmış olan Deniz isem eğer aynı şekilde o da benim hafızamda kazılı olmalıydı ama ben ona dair hiçbir şey bulamıyordum.
Derken zihnimin derinliklerinden fısıldayan şeytani bir ses işittim. “Cesur’u babası yetimhaneden almamış mıydı?” dedi. Sinsiydi.
Hafifçe kafamı sallarken kendimi buldum. İç sesim cevap verdi. “Evet, babası almıştı.”
Şeytani ses sanki bir yılana aitmiş gibi dışarıya saldığı dili zihnimi yalayıp geçti. “Sarp’ı da babası almıştı. Hatırla.”
Olduğum yerde kazık yutmuş gibi taş kesildim. “Bu çok çirkin bir düşünce,” dedim bu kez sesli şekilde konuşarak. Resmen içimdeki şeytani yılanı azarlıyordum ve korumaların tedirgin, meraklı bakışlarının odağında olduğum umurumda değildi. “Daha çok delirmem için mi yapıyorsun? Aklımı karıştırmayı bırak. Aklıma bunları sokmayı bırak.”
Sinsi yılanın dili bir kez daha dışarıya çıktı. “Senin adın Nehir olmuşsa Sarp’ın adı da Cesur olmuş olamaz mı?”
“Olamaz, kahretsin, olamaz!” diye bağırıp o sinsi sesi duymamak için ellerimi kulaklarıma bastırdım ama sesin zaten zihnimden geldiğini unutuyordum.
“Olabilir,” dedi. “Sen Deniz’sin. Cesur da Sarp.”
“SUS! diye çığlık attım. “SUS! SUS! SUS!”
Yılan dilini ağzının içerisine çekip zihnimin derinliklerindeki karanlık çukuruna geri döndü. Bense bana endişeyle bakan iki adamın meraklı sorularıyla baş başa kaldım. Onlara ne olduğunu açıklasam eminim bana deli damgasını yapıştırırlardı, bu yüzden sessiz kalıp olduğum yere iyice sinerek kendime sarıldım.
Ama kuşku işte oradaydı.
Kuşku tam göğsümün ortasında kendisine yer edinmişti.
Şimdi bununla nasıl yaşayacaktım? İçim içimi kemirmeye başlamıştı. Gerçekten o olabilir miydi? Bana en kötü günlerimde destek çıkan o çocuk Cesur muydu? Kafamı şiddetle iki yana salladım. Sarp asla Cesur kadar kirli birine dönüşemezdi. Onu tanıyordum ve bundan emindim. Duraksadım. Emin miydim? Yüzünü Cesur’un yüzüne oturtmaya çalıştım ama yüzünü hatırlamak çok zordu. O dönemler benim için hayatımın en kötü zaman dilimi olduğundan dolayı günlerce o günleri unutabilmek için Allah’a yalvarmıştım. Sarp’ın yüzü de unuttuklarım arasındaydı. Sesini hatırlıyordum ve gülüşünü. Ne zaman yanımda olsa ışık saçarcasına gülümseyen o çocuk gerçekten de Cesur’a dönüşmüş olabilir miydi?
Yıllar boyunca aradığı ancak asla bulamadığı kız çocuğu ben olabilir miydim?
Ya da beni bulması nasıl bu kadar zor olabilirdi?
“Yetimhane değiştin, bir gece, ansızın,” dedi o sinsi yılan. Bu kez kendisi görünmemişti ama sesi zihnimde yankılanmıştı. Sanki benim aptallığım artık onun bile canına tak ettirmiş gibiydi.
Anneannem beni Gülbahar Hatun Yetimhanesinden alıp Beyazıt’a yerleştirmişti. Yılanın dediği gibi bir gece yarısı, habersiz şekilde. Odamdan eşyalarımı bile alamamıştım, yatakhanemdeki diğer kızlar uyurken bir kadın gelip beni uyandırmış ve sessiz olmamı tembihleyerek götürmüştü. Onunla gitmekte sakınca görmemiştim. Hatta gitmekte hevesliydim, çünkü aptal çocuk aklım onu Sarp’ın gönderdiğini düşünmüştü. Buna en büyük sebep verense Sarp’ın giderken geri döneceğine ve beni asla yalnız bırakmayacağına dair binlerce söz vermesiydi. Gelemediğini ama beni alması için birini gönderdiğini düşünecek kadar ona inanıyordum.
Ama o kadın anneannemin görevlendirdiği sıradan birisiydi. Beni Beyazıt’a yerleştirip gitmişti. O zaman çocuk kalbimle Sarp’ın bir daha gelmeyeceğine emin olmuştum. Beni bulamayacağını düşünmüştüm ve nereden nereye nakledildiğimi bile bilmiyordum.
Peki eğer Cesur gerçekten de Sarp ise onca araştırmayla bunu nasıl bulamamıştı?
“Yangın,” dedi sinsi yılan. Sanki bu son sözüydü.
Cesur yetimhanede yangın çıktığını ve tüm belgelerin yandığını söylemişti.
Titreyen parmaklarımla telefonuma ulaşıp internete girdim. Arama kısmına Gülbahar Hatun Yetimhanesi yazarken bastığım her harfle göğsüm sıkışıyordu. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki ona yetişmek imkânsızdı. Eğer yetimhane kayıtlarında bir yangın geçmişi bulunuyorsa şüphelerimden emin olabilirdim, değil mi?
“Allah’ım... çıldırdım mı yoksa olabilir mi? Lütfen bana yardım et,” diye sessiz sessiz yakarırken yazdığım yazıyı aratmak için son hamleyi yapmam gerekiyordu ama parmağım arama tuşuna bir türlü gitmiyordu. Ya doğruysa diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Kuşkularım doğru çıkarsa ne olacaktı? Ya da yanlış çıkarsa? Hayal kırıklığıyla dolup taşardım.
Kendimle garip bir savaşa tutuşmuş şekilde arka koltukta kıvranırken elimdeki telefon ansızın yeniden titremeye başladı. Ekranda Eva’nın ismini görmeyi bekleyen gözlerim Barut yazısını okuduğunda hızla kaşlarım çatıldı. Dişlerimi sıkıp çağrıyı reddettim. Şu anda en son uğraşacağım kişi oydu. Sesini bile duymak istemiyordum. Kahrolası herifin tek derdi beni kullanmaktı ve bunu tam da böyle bir anda yapmaya niyetlenmesi iyice sinirlerimi bozmuştu.
Barut yeniden aradı. Ben yeniden reddettim. Bunu beşinci kez tekrar ettiğimizde artık tepemin tası atmıştı. Öfkeden gözlerim kararmış şekilde altıncı aramasını açıp telefonu kulağıma dayadığım anda, “Ne istiyorsun Allah’ın cezası?” diye bağırdım. Korumalar kendi aralarında mırıldanıp sık sık beni yoklama ihtiyacıyla arkaya dönüp durdular.
“Nehir,” dedi Barut şaşırmış şekilde. Sanki o da onu sürekli reddettiğim için kızgındı ama tepkimden dolayı şaşkınlığı ağır basmıştı. “Yeni telefon açma stilin bu mu? Hem de bana karşı?”
Bir anda gözlerimden kırmızı ışıkların yayıldığını hissettim.
“Sen kendini ne sanıyorsun? Kimsin sen? Yeter başıma patron kesildiğin, tamam mı?” dedim daha büyük bir öfkeyle. Şu anda tüm biriktirdiğim hıncımı ondan çıkartabilirdim ve bunu sonuna kadar hak ediyordu. “Şerefsiz! Beni kullanmana göz yumacak kadar aptal mıyım ben? Sen beni çok salak sandın galiba? Yetti artık! Bir daha beni arayıp rahatsız edersen yemin ederim ecelin olurum senin! Git kendi çöplüğünde oyalan. BENİ RAHAT BIRAK! Duydun mu? HAYATIMDAN SİKTİRİP GİT! NE SENİ GÖRMEK İSTİYORUM NE DE BOŞ LAFLARINI DUYMAK!” Sinirimden hırlamaya benzer garip bir ses çıkarttım. “KENDİNİ ÇOK BÜYÜK SANIYORSUN AMA BEN SENDEN ÇOK DAHA BÜYÜKLERİYLE BAŞ ETTİM. SEN KİMSİN YA? SEN KİMSİN Kİ CANIN İSTEDİĞİNDE BENİ TEHDİT EDEBİLECEĞİNİ SANIYORSUN? SİKTİR GİT BARUT! DUYDUN MU? ANLADIN MI?”
Telefonun ekranını yüzümün önüne getirip olanca gücümle bağırdım. “SİKTİR GİT!” Sonra da telefonu açık camdan dışarıya fırlattım. Yeterince hırsımı çıkartamamışım gibi, “Orospu çocuğu,” diye homurdanırken telefonumu atmış olduğum gerçeği beni iyice delirtti. Ellerimi yüzüme vurup bu kez aptallığıma saydırdım.
“Barut muydu?” dedi ön yolcu koltuğundaki adam. Ona da bağırdım.
“EVET!”
“Bunu haber verelim mi?” dedi bu kez şoför koltuğunda oturan arkadaşına bakarak.
“Akın abi bizi karşılayacak, söyleriz gidince.”
“Hızlan hadi. Çok gerildim.”
“Ödlekler,” diye ağzımın içerisinde geveledim. Beni anlayamadılar. Bağırıp çağırmak bir nebze olsun kafamın boşalmasına yardımcı olmuştu. Sanki daha iyi hissediyordum. Yine de kalbim hâlâ dehşetle atıyordu ve midem eciş bücüştü. Düşünmeden hareket ediyordum, çünkü hangisini düşüneceğimi şaşırmıştım. Barut’u hiç hesaba bile katmıyordum, o sanki hiç aramamış gibiydi. Ona sarf ettiğim lafları hiç tartmamıştım ve hâlâ daha buna ihtiyaç duymuyordum. Hiçbir şey ve hiç kimse umurumda değildi. Aklımda sadece iki soru dönüp duruyordu.
Cesur Sarp mıydı?
Ben o Deniz miydim?
Bir noktada artık duruma daha olası gözle bakıyordum ama çoğunlukla bunu reddediyordum. Cesur eğer Sarp ise onu tanımam gerekmez miydi? Bu çok korkunç hissettiriyordu, hatta nasıl hissedeceğimi bile bilmiyordum. Araştırmalı mıydım? Ya birisi neyi araştırdığımı fark ederse ve bana deli gözüyle bakarsa? Çünkü beni onlarca kez araştırmışlardı ve ortaya benzerliklerden ötesi çıkmamıştı.
“Delirttiniz beni,” dedim kendi kendime. Yine gözlerim doldu. “Allah’ım aklıma sahip çıkamıyorum. Yalvarırım boş umutlara kapılıp sağa sola savrulmama izin verme. Lütfen. Delirmek istemiyorum. Lütfen. Delirmek istemiyorum...”
Arka koltuğa kıvrılıp uzandım. Ayaklarımı karnıma doğru çekip cenin pozisyonunu alarak kendi kendimi sallar gibi olduğum yerde hafifçe salınmaya başladım. “Hayır,” dedim içimden, zihnimde dönüp duranlara karşılık. Tüm bu saçmalığa dur demem gerekiyordu yoksa benim için iyi olmayacaktı.
“Ben onun aradığı Deniz değilim, olamam. Onlarca kez beni araştırdılar, eğer doğru olsaydı çoktan ortaya çıkmıştı.”
Sonra aklım bana yeni bir savunma sundu. Sanki ilkini başkası sunmuş gibi...
“Ama onlar beni araştırmadı ki. Onlar Nehir Sözeri’yi araştırdı. Onun geçmişi tertemiz, hiçbir iz bırakılmadı. Deniz Seymen olduğunu kimse öğrenemez. Hele de araştırmakla... Gerçeği bilenler bile toprağın altında yatıyorken birkaç kâğıt parçasında iz kalması komik olurdu.”
Kendimle hasbihalime yeni bir soru daha eklendi.
“Eğer Sarp gerçekten de Cesur’sa... Cesur şu an sahip olduğu güçle bile beni nasıl bulamazdı? Ölüleri bile yattıkları yerden kaldırıp konuşturabileceğinden emindim. Deliydi, illa ki bir yolunu bulurdu.”
“Anneannemi küçümsememeliyim,” dedim soruma cevaben. “Onun gücü bir tek Oktay’ı, babamı öldürmeye yetemedi. Geri kalan her şeyi ilmek ilmek düzenledi. Tüm detaylarıyla.”
“Eğer Sarp gerçekten de Cesur'sa...” dedim içimden. Bunu içimden söylemek bile canımı yakıyordu. “Onu nasıl tanımam? Beni nasıl tanımaz?”
“Bence beni tanıdı,” dedim. “Bence başından beri beni tanıdı. Aptal olan bendim.”
Kafamın içerisinde kendimle olan sohbetimin uçukluğunu fark ettiğimde ağlama isteğiyle dolup taştım. İyi değildim. Gerçek anlamda iyi değildim. Yoksa delirmiş miydim? Delirmek böyle bir şey miydi?
“Siktir, bu ne şimdi?” dedi ön yolcu koltuğundaki adam. Sesinde yatan tehlike nefesimi kesti. Olduğum yerde hareketsiz kalıp ne olduğunu anlamaya çalıştım. “Hay anasını sikeyim, yolu kesmiş ibnenin evladı!”
“Üzerlerine süreceğim,” dedi şoför koltuğundaki. Gaza yüklendi. “Gebersin gitsin puşt.”
“Lan gereksiz anlarda sana yüklenen cesarete sokayım, kadın hamile! Geri bas. İki kişiyiz, onlarla baş edemeyiz. Eve dönelim orası sağlam,” dedi diğeri.
Kalbim büyük bir korkuyla çarparken sonunda hareket edip yattığım yerden kalkabildim. Ancak bu sırada şoför koltuğunda adam arabayı mükemmel bir manevrayla döndürüp yolu tekte almış ve geldiğimiz yöne doğru dönmüştü. Aracın içerinde savrulmaktan kendimi alamazken koltukta kayan bedenim kapıya çarptı.
“Yenge,” dedi yolcu koltuğundaki adam. “Kemerini tak. Hızlı gideceğiz, sıkı tutun. Sana bir şey olmamalı.”
“Bok gideceğiz,” dedi diğeri. Aniden frene asıldı, çünkü yolumuz bu taraftan da kesilmişti. Dehşetle önümdeki simsiyah araçlara baktım, içleri gözükmüyordu. Kafa kafaya vermiş yolu tıkatmışlardı. Kalbim ağzımda atarken arkama dönüp geride kimi bıraktığımıza baktım ve gördüğüm yüz beni iki katı dehşete düşürdü.
Orada klasik arabasının ön kaputuna kalçasını yaslamış şekilde duran Barut’tan başkası değildi. Dudaklarının arasında sigarası asılıydı ama onu tutmak yerine ellerini ceplerine sokmuştu. Hemen yanında da Gökhan bulunuyordu. Allah aşkına daha yeni telefonda konuşmuştuk. Nasıl burada bitiverirdi?
“Biz... biz ne kadar süredir yoldayız?” dedim kekeleyerek.
“Bir saati geçti,” dedi biri kimin konuştuğuna bile dikkat edemedim.
“Ben onunla konuşalı ne kadar oldu?”
“Yarım saatten fazla. Pusuda bekliyordu galiba ibne. Ne yapacağız?”
“Akın abiyi arıyorum. Kapıları kilitle. Ne pahasına olursa olsun onu koruyacağız.”
Önüme dönüp yolumuzu kesmiş olan araçlara yeniden baktım. Kapılarının açıldığını görmek sertçe yutkunmama neden oldu. Araçtan dışarıya dökülen her adamın elinde silah vardı. Ön yolcu koltuğundaki adam telefonu hoparlöre alırken belinden silahını çıkartmakla meşguldü. Diğeri torpidodakini alıp kucağıma attı.
“Bunu al, kullanmak zorunda kalırsan tereddüt etme.”
Kucağımdaki silah sanki vebalıymış gibi tutamayıp ona sadece baktığım sırada Akın telefonu açmıştı. Ön koltuktaki adam onun konuşmasına bile müsaade etmeden, “Abi Barut yola pusu atmış, kıstırdı bizi,” dedi çabucak.
“Hay amına koyayım! Amına koyayım!” diye kükredi Akın. Öfkesini buradan hissedebiliyordum. “Orospu çocuğu! Yola çıkıyorum, ben gelene kadar gebermemeye çalışın.”
“Tamam abi.”
“Kalabalıklar mı?”
“Evet abi. İki kişiyiz.”
“Lan oğlum sizin kafanızın içinde taşıdığınız aklınıza sokayım! İki kişiyle mi yola çıktınız? Geberin lan orada, geberin yoksa ben geberteceğim çünkü!”
Adam stres anında detaylı düşünemiyormuş gibi yeniden, “Tamam abi,” dedi ve bu Akın’ı daha çok öfkelendirdi.
“Sınanıyorum ben. Bunun başka açıklaması yok,” dedi küfürlerinin arasından. “Bana bakın ne pahasına olursa olsun Nehir’i koruyacaksınız. Beni duydunuz mu? Kılına zarar gelirse sizi diritir diriltir gebertirim!”
Akın’ın beni korumaya çalışması midemin garip bir hisle bükülmesine neden oldu. Aramız normal sayılsa bile sanki hâlâ beni ölüme terk etmesini bekliyordum, asla arkamda duracakmış gibi gelmiyordu. Gerçi bunu beni çok sevdiğinden değil Cesur için yapıyordu. Onun beni ben olduğum için benimsemesi imkânsız gibi bir şeydi.
“Sıkayım mı?” dedi şoför koltuğundaki adam telaşla. Arabanın etrafı sarılmıştı ve onlarca namlunun ortasında duruyorduk. Elindeki silahı rastgele birine çevirmişti ve camı indirmeden tetiğe asılmaktan bahsediyordu.
“Sık da bizi süzgece çevirsinler.”
“Ne yapacağız oğlum? Aklım durdu.”
Dışarıdaki adamlardan biri benim tarafımdaki kapının koluna asıldı, kilitliydi. Açamayınca ne zaman tamamen kapatıldığını fark edemediğim penceremi namlunun ucuyla tıklattı. Kalbim göğsümü delmek istercesine atarken, “Açın kapıları,” dedim bir anda. Burada arabada kalıp saatlerce yardım gelmesini beklemek gibi bir şansımız yoktu.
İkisi de aynı anda arkaya dönüp bana delirmişim gibi baktılar. “Yenge-”
“Açın dedim. Sizde benimle birlikte inin. Ya kendimiz çıkacağız ya da onlar çıkartacaklar. Bunu sakince yapabiliriz.”
Birbirlerine baktılar. Aralarında sessiz diyalog oluştu.
“Olay çıkartmak isteseydiler daha sert bir tepkiyle karşılaşırdık, sizde farkındasınız,” dedim ikna etmeye çalışırcasına.
“Seni tehlikeye atamayız.”
“Arabanın içerisinde kalarak da koruyamazsınız.”
“Son ana kadar savaşırız. En azından denemiş oluruz, söz verdiğimiz gibi.”
“Karşı koyarsanız sizi anında öldürürler. Teslim olun ve yanımda kalın, size canlı ihtiyacım var. Anlıyor musunuz?”
Bakışmaları bir süre daha sürse de son söylediğim onlara mantıklı gelmiş gibi nihâyet karara vardılar ve şoför koltuğundaki adam kapı kolundaki kilit sistemine dokunup tüm kilitleri pasif hâle getirdi. Kapıların açıldığını belli eden tok sesin hemen ardından benim tarafımdaki kapı açıldı ve oradaki adam inmem için geri çekildi. Silahının namlusu bana doğru değildi ama tam olarak öylesine de durmuyordu, tetikteydi.
“Barut’un yanına beraber gideceğiz,” dedi yolcu koltuğundaki adam hızla kapısını açarken. Bana doğrulmayan namlular onlara doğrulmakta gecikmemişti. Kalbimin dehşetle çarpmasını görmezden gelmeye çalışarak araçtan inmek için hareketlendim. Elbette onların benimle hareket etmelerine izin vermeyeceklerini biliyordum. Nitekim aynı saniyelerde ikisi araçtan indirilip elleri arkalarından kıstırılarak aracın kaputuna yüzüstü bastırıldılar ve kafalarının arkasına silahlar dayandı. Kendime sakin olmayı emrettim. Hiç değilse ikisi karşı koymadıkları için ölmeyeceklerdi.
En azından şimdilik.
Bana verdikleri silahı arka koltukta bırakarak arabadan indiğimde taze taze çiselemeye başlamış olan yağmurun altındaydım. Damlalar o kadar inceydi ki tamamen ıslanmak için uzun süre dışarıda kalmak gerekirdi. Gün serin başlamıştı ve serin devam ediyordu. İçim zangır zangır titriyordu ama bunun havadaki soğukluktan dolayı oluştuğunu düşünmüyordum. Tamamen Barut’tan dolayıydı. Sorun çıkartmadan ona doğru yürüyor olmamdan kuşku duyarcasına tek kaşını kaldırarak beni izliyordu. Suratındaki ifade ciddiydi. Gerçekten ciddiydi. Gördüğüm en ciddi hâliyle karşımdaydı ve bu beni daha çok germişti. Hele de telefonda ona söylediklerimi hatırlayınca... Hatırlamak bile istemiyordum.
“Görmeyeli biraz değişmişsin sanki sarışın,” dedi Gökhan. O, her durumun eğlenceli yanını ele alabilecekmiş gibi durduğu için keyfi yerindeydi. En azından bana sert sert bakmıyordu. “Evden çıkmadan önce aynaya hiç bakmadın galiba. Saçların resmen cadı saçı gibi görünüyor haberin olsun.” Tam karşılarına geçip dururken bir şey söylemedim. O ise beni incelemeye devam etti. “Ağladın mı sen? O gözlerinin hâli ne öyle? Resmen artık mavi değil de kırmızı, vay anasını.”
“Bitti mi?” dedim soğukça.
“Cıks,” dedi gülerek. “Kim ağlattı seni?”
“Sana ne?”
“Anladım. Cesur’la atıştınız,” dedi sanki başımdan geçenleri ona anlatmışım gibi kafasını salladığı esnada. “Yanında olmadığına göre de ciddi atıştınız.”
İki yanımda duran ellerimi sıktım, tırnaklarım avuç içlerimi deldi. Her şey bu kadar ortada mı duruyordu yoksa tahmin edilmesi mi bu kadar kolaydı?
“Ve siz de yanımda olmamasından mı cesaret aldınız?” dediğimde Barut’un ciddi çehresinden sert bir gülümseme gelip geçti. Dudaklarının arasında duran sigarayı çekip biriken külünü havaya doğru savururken, “Yanında olmasını hiç bu kadar istediğim bir gün olmamıştı, Nehir,” dedi. Yutkunamadım. “Belki ona diz çöktürdüğümü görmek seni kendine getirmeye yeterdi ve karşında gerçekten kim olduğunu netçe anlardın.”
“Senden korkmuyorum,” dedim çenemi havaya kaldırdığım sırada. Elbette korkuyordum ama bunu bilmesine gerek yoktu.
“Evet, buna benzer bir şeyler demiştin. Demek benden çok daha büyükleriyle baş ettin, öyle mi?” Güldü, yüzümdeki kanın çekildiğini hissettim. “Sen gerçek belayı henüz görmemişsin sadece.”
“Sıkılmadın mı sürekli karşıma geçip konuşup durmaktan?” dedim konunun ona saydırdığım laflara gelmesini engelleme umuduyla. “Olmuyor görmüyor musun? Ben senin istediğin şekilde oynatabileceğin o kukla değilim.”
“Bunun farkındayım, başından beri.”
“Öyleyse neden hâlâ beni güdebilmek için çabalıyorsun?”
“Cesur’a neden bu kadar sadıksın?” dedi ansızın. “Aklında daima başkasını taşıyacak olan deli bir adam için değiyor mu?”
Dişlerimi kırmak istercesine sıktım. Gözlerimdeki o korkulu tedirgin bakış anında alev püsküren bakışa döndü. “Daha çok küfür mü duymak istiyorsun?” dedim ona hiçbir şey umurumda değilmiş gibi bakarken. Daha birkaç saniye öncesine kadar konunun o noktaya gelmesini engellemeye çalışırken şu anda ona yeniden tonlarca küfür yağdırabilecek duruma gelmiştim.
“Gerçekten tartışmışsınız,” derken kafasını iki yana sallayarak güldü.
“SİKTİRİP GİDİN. GERÇEKTEN.”
“Siktir bizi parçalayacak gibi bakıyor,” dedi Gökhan ufak bir kahkaha atarak. “Sakin ol sarışın, niye bu kadar sinirleniyorsun ki? Yüzüne bakan herkes aranızın bozuk olduğunu anlayabilir, bunun için kâhin olmaya gerek yok. Sen cidden aynaya hiç bakmamışsın.”
Keşke silahı arabada bırakmasaydım. Çünkü şu anda onu Gökhan’ın boğazına kadar sokmak istiyordum. İkisinin benimle eğlenen tavırlarını görmezden gelmeye çalışarak gözlerimi devirip daha fazla orada vakit harcamak istemiyormuşçasına çekip gitmek için arkamı döndüm ama ben daha ilk adımımı yeni atmıştım ki Barut’un sesi kulaklarıma doldu.
“Gidebileceğini sana kim söyledi?” dedi, yine o ciddiyetini kuşanmıştı. İçime aynı soğukluk dolmaya başlasa bile bunu bastırarak ikinci adımımı attım ve omuzlarımı daha çok dikleştirdim.
“Durdurmak istiyorsan silahını kullanman gerekecek.”
“Bence Yavuz’u kullanarak da bunu başarabilirim, ne dersin?” dedi, anında durdum. “İşte tam olarak böyle.” Dudaklarına yerleşen bencil kıvrımı göremiyor olsam da hissetmem zor değildi.
Yavuz’un onun elinde olduğu tamamen aklımdan çıkıp gitmişti. Böyle bir hataya nasıl düşebilirdim? Ya söylediklerim yüzünden ona zarar vermişse? Bir şey yapmış olabilir miydi? Hızla yeniden yüzümü onlara doğru dönüp, “Yavuz iyi mi?” diye sordum. Gözlerimdeki alevlere bir kova buzlu su dökülmüştü. Artık orada yine korku ve endişe hâkimdi.
“İyi,” dedi Barut ve detaylandırmayı da ihmal etmedi. “Şimdilik.”
“Onu görmek istiyorum.”
“Hak etmiyorsun. Bu yüzden sadece sözümle yetineceksin.”
“Sözüne güvenmiyorum. Ona zarar vermediğinden emin olmam gerekiyor.”
“Niye? Ben ne zaman senin gibi yalan söyledim? Ya da planı bozan kişi oldum?” derken tavrı soğuktu. Artık aramızda derin bir uçurum varmış gibi hissediyordum. Daima bana yakın olmaya çalışıyorken şu anda bu umurunda bile değil gibiydi.
“Evet, oyunbozan sarışın. Bu bize kaçıncı ihanetin?” dedi Gökhan da. Hâlâ alaylıydı ve Barut’a tezat ciddi durmuyordu.
“Zaten başından beri bilmiyor muydunuz?” dedim kuyruğu dik tutmaya çalışarak. “Cesur’u satmayacağım ortadaydı.”
“Doğru karar vermeni beklemiştim. Senin için ve Yavuz için temiz bir hayat sağlayabilirdim ve sen bunu her seferinde elinin tersiyle ittin.”
Barut’a bu kez gülerek bakan bendim. “Sen çocuk mu kandırıyorsun? Benim için bundan sonra temiz bir hayat olmayacağını bilecek kadar aklım başımda.”
Geri adım atmadı. “Sağlardım, emin ol.”
“Sağlayamazdın, çünkü beni Antarktika’ya bile götürsen sen nerede olduğumu bileceğin için o hayat asla temiz olmazdı. Ve sen biliyorsan ama bir gün ama bir yıl sonra mutlaka başkaları da öğrenirdi.”
“Bana olan bu güvensizliğinin kaynağında ne yatıyor artık ciddi ciddi merak ediyorum.”
“Bence bizi tanımıyor diye böyle. Onu birkaç hafta misafir mi etsek? Belki Cesur onu aynı günün akşamında bulacağına o kadar inandırmıştır ki bu olmayınca gözleri açılır,” dedi Gökhan. Sözleri beni irkilmişti. Acaba haklı olabilir miydi? Acaba gerçekten buna fazla mı inanıyordum?
“Denemek ister misin Nehir?” diye sordu Barut. Kafamı şiddetle iki yana salladım. “Neden? Neler olacağını görmekten mi korkuyorsun?”
Gökhan, “Neler olacağı ortada değil mi? Cesur gerçekten delirir, sağa sola saldırır sonra da onu bir akıl hastanesine kapatırlar, çünkü kardeşleri tetiği çekecek kadar güçlü değil,” dedi omuzlarını kaldırıp indirdiği sırada. “Eğer ben kardeşimin öyle sefil bir hâle geleceğini bilsem tetiği çekmek için ikinci kez düşünmezdim.”
Hayal etmek beni tepeden tırnağa titrettiğinde kafamı şiddetle iki yana sallayarak karşılık verdim. Barut beni daha çok köşeye sıkıştırmak ister gibi, “Ama akıllı bir kadın olsaydın şimdi bile cevabı bulabilirdin. Bak buradayım,” dedi ve kollarını iki yana açtı. “Bak ben buradayım, Nehir. Ama Cesur burada yok. Yolunuzu kestim, seni rehin aldım ama Cesur ortada yok.”
Cesur kendinde bile değildi.
“Bu muydu amacın? Bana gövde gösterisi yapmak mı?”
“Bunu ses çıkartmadan yapmayı amaçlamıştım ama telefonda benimle yaptığın kibar konuşmadan sonra fikrimi tamamen değiştirdim,” dedi sertçe. “Aslında yüz yüzeyken benimle aynı kibarlıkta konuşabilecek misin görmek istedim diyelim.”
“Ters bir anımdaydım ve sende hak etmiştin,” diyebildim kuyruğu dik tutma çabamla. “Sürekli bana patronluk taslamandan bıktım.”
“Çünkü ben senin patronunum,” dedi kelimelerinin altını kırmızı kalemle çizer gibi vurguyla. “Aramızdaki anlaşmaya o kadar önem vermemişsin ki yapmakla görevli olduklarını hatırlatmak bile bana kaldı. Günlerdir, Nehir,” dedi dişlerinin arasından. “Günlerdir şu sikik telefonun çalmasını bekledim. Niye? Beni her defasında sırtımdan vurmasına rağmen merhamet gösterip, yeni şanslar tanıdığım ve iyi davrandığım sözde casusum güya bana bir şeyler yumurtlayacaktı.”
“Seninle anlaşma yapmayı hiçbir zaman istemedim. Beni daima buna mecbur bıraktın. Mecbur kaldığım için istediklerini onayladım ve tarafındaymış gibi göründüm ama hiçbir zaman senin tarafında olmadım. Cesur her şeyi, hepsini biliyordu. Hiç saklamadım. Bunu ihanet mi sayıyorsun? Say. Ama bu ihanet değil. Beni mecbur bıraktığın şeylerden kaçma yolum.”
Güler gibi ses çıkarttı. “Kendini bu şekilde mi savunuyorsun yani?”
“Tek derdin beni kullanmaktı, yalan mı? Cesur’u yaralamak için bulabileceğin en iyi silah bendim, çünkü... çünkü diğerini hiç bulamadın,” dedim dişlerimin arasından. “Elinde ben vardım, beni kullanmak istedin. Beni Cesur’a ihanet etmeye zorladın ama bunu yapmadığım için şimdi sana ihanet etmişim gibi sayıyorsun. Ben seninle aynı masaya oturmayı hiç istemedim ki Barut. Bana seçenek bırakmadın. Bende seni değil Cesur’u seçtim. Yine olsa yine öyle yaparım.”
“Çünkü aptalca şekilde ona aşıksın!” dedi ilk kez sesini yükselterek. Artık gerçekten kızgın görünüyordu.
“Çünkü o beni hiçbir şeye zorlamıyor ya da mecbur bırakmıyor. Bunu yapan sensin. Beni bir şeylere mecbur bıraktıktan sonra karşıma geçip bana iyi davrandığınla ilgili atıp tutamazsın. Sen benden Yavuz’u aldın. Sonra da sana dürüst olmamı mı bekledin? Olabileceğime inandın mı cidden?”
Söylediklerime tahammülü yokmuş gibi hışımla doğrulup içmeyi unuttuğu ama elinde tutmaktan vazgeçmediği sigarayı yere, önüme doğru fırlatıp sert adımlarla üzerime gelmeye başladı. Aramızdaki mesafeyi iki adımlık sınıra taşıdığında durup yerdeki sigarayı ayakkabısının altında ezerken mavi gözlerindeki zehirli bakış üzerimden milim oynamamıştı “Anlamadığın şey şu sana her şeyi dayatabilir ve aynı zamanda kötü davranabilirdim. Canını yakabilirdim. Hiç değilse bunu yapmadığım için biraz saygıyı hak ediyorum,” dedi sinirli sinirli.
“Canımı yakmadığını mı sanıyorsun? Yavuz’un ne durumda olduğunu düşünüp durmaktan delireceğim-”
“Onu biraz olsun düşünmüş olsaydın sözümden asla çıkmazdın,” dedi lafımı bölerek. “Ama haklısın, ona zarar vereceğimi sana hiç düşündürmedim. Hata başından beri bendeydi. Seni kullanmak için daha fazlasına ihtiyacım olacağını anlamalıydım. Belki onun birkaç uzvunu yatağının üzerinde bulsaydın karşımda konuşmak yerine sadece titrerdin.”
Dehşetle kafamı iki yana sallarken, “Hayır, hayır!” diye bağırdım.
“Evet,” dedi bastırarak. “Sana patronun kim olduğunu böyle göstermek lazımdı.”
“Özür dilerim,” dedim hızlı hızlı. Elbette beni affetmesini beklemiyordum, zaten affına da ihtiyacım yoktu. Tek derdim Yavuz'a zarar gelmemesiydi. “Ona zarar verme yeter ki, tamam, ne istersen yapacağım, tamam.”
Mavi gözlerine alay bulaştı. “Bunu kaçıncı duyuşum oldu keşke saysaydım.”
Çaresizlik ve bu adama mecbur olmak yüzünden gözlerimin buğulandığını fark ettiğimde, “Senden öyle nefret ediyorum ki,” dedim hırsla. Elim havalanıp parmağımı öfkeyle ona doğru salladım. “Bana yaşattıkların yüzünden seni asla affetmeyeceğim.”
Ellerini ceplerine tıkıp gayet vicdanı huzurlu şekilde omuzlarını gererek karşımda durdu. “Benim içim rahat. Çünkü sana en başından beri elimi uzattım-”
“Sen sadece beni mecbur kıldın!” diye tüm gücümle bağırdım.
Umurunda bile olmadı. “Bir deliyi seçmek yerine dediklerimi dinlemiş olsaydın şu anda dilediğin yerde dilediğin şekilde yaşıyor olurdun.”
“Senden gelecek hiçbir iyiliği istemiyorum.”
Dudağının kenarı kıvrıldı. “Sen bugün fazla değişken davranıyorsun, farkında mısın? Daha biraz önce ne istersem yapacağını söylemiştin. Ne bu hâl? Şu değişen hormon olayları mı?”
Tabii ki hamileliğimi biliyor olması beni şaşırtmadı. Bizi sıkı şekilde takip ettiği ortadaydı. Konuyu bebeğe dayatmasını duymazdan gelerek titreyen ellerimle saçlarımı sıvazladım. İnce ince çiselemeye devam eden yağmur damlalarının avuç içlerimi hafifçe nemlendirdiğini hissederken, “Mahvettiğiniz beni, nasıl, güzel mi?” dedim sitemle. “Bittim, tükendim. Ama ısrarla benden bir şeyler koparma peşindesiniz. Kaldıramayacağım bunu daha fazla,” dediğim sırada yanaklarım ıslanmıştı ama bunu görmesini istemezmişçesine hızla gözyaşlarını kuruladım. Sonra da pes edercesine omuzlarımı düşürdüm ve normal şartlarda asla yapmayacağım bir şeyi yaptım.
Barut’un önünde diz çöktüm.
“Ne istiyorsan yap tamam mı?”
“Nehir,” dedi, şaşırmış görünüyordu. “Ne bu şimdi?”
“Sana oyun oynadım, yalan söyledim,” dedim daha fazla gözyaşı dökmemek için kendimi kasarken. Barut’un mavi gözleri beni bu şekilde görmekten hoşlanmamış gibi kısıldı. “Planı bozdum, anlaşmamız vardı uymadım,” diye devam ettim. Çenesi kaskatıydı. Görüntüden memnun kalacağını düşünmüştüm ama tepkisi hiç de memnuniyet taşımıyordu.
“Sana ihanet ettim,” dedim, keskin bir soluk aldım. “Burada hainliğin cezası bellidir, biliyorum.”
“Hiçbir şey bildiğin yok,” diye homurdandı. “Ayağa kalk.”
Kafamı hafifçe iki yana salladım. “Ver cezamı da bitsin artık.”
“Ölmeye bu kadar hevesli olma,” dedi ters ters.
“Neler yaşadığımı bilmiyorsun.”
“Umurumda da değil. Ama şu dünyada yapmayacağım bir şey varsa o da bebek katili olmaktır,” dediğinde netti. “Ayağa kalk. Hemen.”
Boğazım düğümlendi. Bana ne oluyordu böyle? Gerçekten iyi değildim. Bebeğimi kendimle ölüme götürecek kadar bencilce ve düşüncesizce hareket etmek ne zamandan beri doğruydu? Ellerim istemsizce karnımı bulduğunda oradaki kaskatı gerginliği hissederek pişmanlıkla doldum. Gözyaşları işte oradaydı ve artık onlara engel olamıyordum. Ben iyi bir anne olamayacaktım, hiçbir zaman.
“Ağlama,” diye homurdandı Barut. Hâlâ dizlerimin üzerinde duruyor olmam sinirlerini zıplatıyormuş gibi beni kolumdan kavrayıp kolayca ayağa dikti. Bırakmadan evvel de, “Artık Yavuz'dan daha kıymetli bir şeye sahipsin. Bunu böyle heba edemem,” dedi sertçe. Daha çok korkmam gerekirdi ama korkmadım, çünkü bebeğimin üzerinden hain planlar kurmadığından neredeyse emindim, bunu bana hissettirmişti.
“Aklında hâlâ beni kullanmak mı var?” dedim burnumu sertçe çektiğim sırada.
Elinin parmaklarını açıp kapattı. “Yeter bu tantananın uzadığı,” diye söylendi sinirle. “Al sana son şans, benden kurtulmak mı istiyorsun? Bana o evde ne olduğunu söyle seni rahat bırakayım.”
“Ne?” dedim şokla.
“Cesur o evde ne saklıyor?”
Ağzım açılıp kapandı ama hiçbir şey söyleyemedim. Bu sırada sessizliğini bozan Gökhan, “Ben orada şu aradığı meşhur kadını sakladığını düşünüyordum ama seni buraya getirdiğinde göre sanırım teorim yanlış,” dedi. Sonra bana baktı ve hâlimi yeniden gözden geçirdi. Gözlerine kuşku sindi. “Yoksa doğru mu? Yoksa seni oraya götürdü ve o kadını gördün ve de bu yüzden tartıştınız. Sonra da evi terk ettin. Hassiktir, bu kadar piçlik yapacağı aklımın ucundan geçmezdi.”
O kadının anılmasına tahammül edemiyormuşum gibi, “Kes saçmalamayı!” diye çıkıştım.
“Tamam, demek ki o evde başka bir şey var,” dedi hiç alınmadan.
“Ne olduğunu söyle. Bende seni azat edeyim,” dedi Barut makul bir anlaşma sunar gibi.
Kafamı hafifçe iki yana salladım. “Hayır, unut bunu, söyleyemem.”
“Söyle, Nehir.”
“HAYIR!” dedim hırçınlaşarak. “Benden bunu isteme, ona söz verdim. Yapamam.”
Gökhan gözlerinden taşan meraka, “Hadi ama bir kere de onu sırtından vur, ne olacak ki? Seni her türlü affeder zaten,” dedi umarsızca.
“Ama ben kendimi affedemem.” Barut’a baktım. “Bunu yapamam, başka bir şey iste. Lütfen-”
“Başka şeyler artık umurumda değil. Neden buradayım sanıyorsun bana küfür ettiğin için mi? Telefonu açmadan önce bile buradaydım, Nehir. Sadece sessiz bir konuşma olması için bir şekilde evden çıkmanı isteyecektim ama buna gerek kalmadı. Bana orada ne olduğunu söyleyeceksin, başka seçeneğin yok. Başka çıkar yolun yok, anladın mı?”
Kafamı şiddetle iki yana salladım. “Yapamam, olmaz.”
“Sana yeni bir hayat veririm,” dedi hiç düşünmeden. “Cesur bile seni bulamaz. Bebeğini sakince büyütebilirsin.”
İçimin derinliklerine gömdüğüm bir yanım için bu teklif çok cazip gelse bile hâlâ Cesur’a bağlı olan kalbim bunu hızla reddetti. “İstemiyorum. Burada kalıp seninle baş etmeyi yeğlerim.”
Güldü, kızgın bir gülüştü. “Benimle baş edemeyeceğini kabullendiğin günü görecek miyim?” Kafamı kısaca iki yana salladım. Barut dişlerini sıktı. “Söyle, yakanı bırakayım. Yoksa başına ciddi ciddi bela olacağım.”
“Belaya alışığım,” dedim sertçe yutkunurken.
“Öyle ya da böyle günün sonunda orada ne olduğunu söyleyeceksin, Nehir. Beni zor kullandırmadan bunu yap.”
“Kendin öğrenemiyor musun? Gücüne ne oldu senin?” dedim yeterince çabalamıyormuş gibi ona kızarcasına.
Gökhan cevap verdi. “Herif dünyadaki en kıymetli hazineyi saklıyormuş gibi evi saklıyor, yerini bile kısa süredir biliyoruz. İçini görmek imkânsız, dinlemek imkânsız, birini sokmak imkânsız. Ne saklıyor devlet sırrı mı?”
Kafamı yine şiddetle iki yana salladım. “Söyleyemem, başka bir şey isteyin, lütfen.”
“Sen güzellikten anlamıyorsun artık eminim,” dedi Gökhan, artık o da ciddi görünüyordu. Dönüp Barut’a baktı ve aralarında geçen sözsüz konuşmadan sonra çatık kaşlarını yeniden bana çevirip zehrini kusmaya başladı. “Gider o evi yakarım, Cesur’un yanışını da sana izletirim. İçerisinde her ne bok varsa onunla birlikte yok olur gider, anladın mı?”
Kendime sakin olmayı emrettim. Blöf yapıyordu. Evde ne olduğunu merak ettiği her halinden belliydi bu yüzden yaptığı şey beni yemlemekti.
“Yap, en azından sözümü bozmadığım için vicdanım rahat olur,” dedim. Gökhan komik bir şey duymuş gibi güldü ama gülüşü sahteydi.
“Abim bebek katili olmak istemeyebilir ama ben öyle bir şey söylemedim farkındasın değil mi?”
Gerçekten bunu yapabilecekmiş gibi görünüyordu. Kanın damarlarımda donduğunu hissederken Gökhan bana doğru sert bir adım attı ve bende geriye doğru adım attım. Elim korumacı şekilde karnımın üzerindeyken gözyaşlarım yeniden yanaklarımı ıslatmaya başlamıştı. Karnımda şiddetli bir ağrı vardı ve deli gibi korkuyordum.
Barut köşesinde durup sadece izlemekle yetindiği sırada, “Söyle, Nehir,” dedi uyarıyla. Sanki şimdi söylemezsem Gökhan’a asla engel olmayacakmış gibiydi.
Bir kez daha kafamı şiddetle iki yana salladım ama bunu neden yaptığımı bile bilmiyordum. Söylemeyeceğimi belirtmek için mi yoksa olacakları yaşamak istemediğimi anlatabilmek için miydi?
Gökhan elini kot pantolonun cebine atıp karıştırdı ve yeniden gün yüzüne çıkarttığında avucunda bir çakı bulunuyordu. Onu usta hareketlerle elinde çevirirken, “Benim için hiç zor değil,” dedi merhametsizce. Bana doğru yaklaşmaya devam etti ve bende geriye doğru kaçmak istedim ama Barut’un işaretiyle iki adam beni kollarımdan yakalayarak zapt etmekte gecikmedi. Kalbim tıpkı avcıyı gören bir ceylanın kalbi gibi delicesine atarken, “Hayır!” diye çığlık atarak çırpındım.
“Acıtmayacağımla ilgili söz vermeyeceğim, çünkü acıtacağım ama çabuk hallederim,” dedi Gökhan, gerçekten tehlikeli görünüyordu. “Sonra da onu Cesur’a gönderirim. Ne dersin?”
Gözlerim dehşetle büyüdü. Tek odaklanabildiğim elindeki çakıydı ve onunla yapacaklarını düşünmek beni çok korkutuyordu. Buna rağmen bana yaşattığı korku seviyesi yeterli değilmiş gibi, “Hâlâ söylemeyecek misin? Tamam. Bunu hallettikten sonra gidip Yavuz’un kafasını keseceğim ve sana göndereceğim. O zaman bir kez daha soracağım aynı soruyu. Bakalım o zaman da cevap vermekten kaçacak mısın?”
Kafamı iki yana sallamaktan başka tepki veremediğim sırada Gökhan yanımdaydı ve çakının ucu karnımın sadece birkaç milim uzağındaydı. Tehditkâr bir şekilde bana bakarken, “Başka şeyler düşünmeye çalış,” diyerek göz kırpmayı da ihmal etmedi. Çığlık atmak istiyordum ama yapamıyordum. Kilitlenmiş gibiydim. Bugün yeterince kötü başlamıştı ve benim artık hiç gücüm kalmamıştı. Belki de bu yüzden bağıramıyordum. Belki de sadece şoktan dolayı böyleydi.
Derken Gökhan çakıyı karnıma doğru itmek için ellini hafifçe geriye çekti, gözlerimi yumdum. Sıcak damlalar yanaklarımı yakıp geçti ve Barut’un sesini işittim.
“Eğer söylersen sana Yavuz’u geri veririm.”
Gözlerimi açtım, çakı hâlâ biraz uzağımdaydı ve Gökhan cevabımı ölçüyordu. Yine reddedersem tereddüt etmeyecekti. Aniden bana saldıracakmış gibi durduğu için öylesine korkuyordum ki gözlerimi elinden ayırıp da Barut’a bakamıyordum. Sözünde ciddi miydi yoksa bu da başka bir blöf müydü?
Barut bana doğru yaklaştı. “Dediğimi duydun. Orada ne olduğunu söyle Yavuz’u al. Canlı şekilde. Hemen burada. Bir daha da size dokunmayacağım. Yeterli mi?”
“H-hemen mi?” dedim güçsüzce. Hâlâ kendime gelememiştim ve hâlâ tek odağım Gökhan’ın çakıyı tutan eliydi.
Barut sözüne güvenmemi istercesine cebinden telefonunu çıkartıp ekranda bir şeylere dokunduktan sonra hoparlörlerden birini aradığını belli eden çağrı sesi yükseldi. Çok geçmeden telefonun diğer ucundan bana tanıdık gelen kadının sesi yükseldi. Bu Mila’ydı.
“Sevgilim?”
“Sana konum atacağım. Yavuz’u oraya getirmeni istiyorum. Hemen.”
Mila sorgulamadı bile. “Gönder,” dediği sırada ayaklandığını çıkan hışırtılardan anlayabiliyordum.
Barut aramayı sonlandırıp Mila’ya konumu gönderdi ve bundan emin olmamı istercesine telefonun ekranını çevirip bana gösterdi. Bakamadım. Gökhan nihâyet elini karnımdan uzaklaştırmayı düşünebildiğinde kırpmayı bile unuttuğum gözlerimi peş peşe kırparak Barut’a dönebildim.
“Tamam mı Nehir?”
“T-tamam,” dedim ama neye tamam dediğimi bile bilmiyordum.
O sırada gök gürledi, yağmur bir derece şiddetlendi ve aniden frene asılan araçların lastiklerinden çığlık havada şakırdadı. Sadece birkaç saniye sonra patlayan silah sesleri kulaklarımı uğuldattı. Ben daha ne olduğunu anlayamadan Barut sert bir hamleyle beni arkasına doğru çekip, “Sikeyim,” diye homurdandı.
“Akın ve peşinden getirdiği ordu gelmiş olamaz abi, o evden gelenlerdir. Ben icabına bakarım,” dedi Gökhan belindeki silaha davrandığı sırada. Arka tarafa yönelen diğer adamların arasına karışmadan önce bana doğru dönüp, “Sana Cesur’u getireceğim şimdi ama nefes almıyor olabilir, ben söyleyeyim de,” diye takıldı sanki ortada eğlenecek bir şey varmış gibi.
Cesur gelenlerin arasında değildi, biliyordum ve bu yüzden bir nebze de olsa içim rahattı. Cesur her şeyden habersizce uyuyordu.
Barut beni klasik arabasının arkasına kadar yürütüp aracın alçaklığından ötürü herhangi bir kurşunun üzerime sekmesini istemezmişçesine omzumdan bastırarak yere çökmemi sağlarken, “İşte şimdi diz çökme zamanı,” dedi. Silahını sol elinden sağ eline aktarıp şarjörünün doluluğunu kontrol etti. Kendisi eğilmek yerine ayakta duruyordu. Yolun diğer yönünde benim geldiğim araç ve onun yolunu kesmiş olan iki koca aracın arkasında gelişen çatılmanın bize kadar sıçraması öyle kolay olmayacağından dolayı şimdilik rahat görünüyordu.
Silah sesleri öyle fazlaydı ki onları duymamak için kulaklarımı kapatsam da faydasızdı. Korkuyordum, deli gibi titriyordum ve ne yapacağımı bilmiyordum. Fırsatını bulduğum anda arkama bakmadan kaçarsam kurtulabilir miydim? Bir şansım olabilirdi ama o zaman da Yavuz’u asla kurtaramazdım. Barut dediğini yapar ve onun kopmuş uzuvlarını bana gönderirdi.
“Hadi,” dedi Barut sanki o çatışmadan çıkıp bu tarafa gelmesini beklediği biri varmış gibi gözlerini oradan asla ayırmazken. “Gel bakalım aslan parçası.”
Cesur’u bekliyordu. Tüm vücudu savaşa hazır gibi gerilmişti. Tetikteydi. Sanki Cesur’u gördüğü anda indirecekti ama bunu yapmayacağından neredeyse emindim. Onunla oynamadan işini bitirmek istemeyecekti. Başarısızlığıyla alay edip gövde gösterisi sergileyen hâlleri gözümün önündeydi sanki. Bir an için o adamların arasında Cesur’un da olduğunu düşündüm. Ne yapardı? Ne yapabilirdi de Barut onlarca kurşunun arasından sapasağlam çıkıp buraya ulaşabileceğini düşünerek hareket ediyordu?
Karnıma ağrılar sapladı. Cesur iyi ki burada değildi. Ona bir şey olacağını düşünerek kahrolmuyordum. Aslında... keşke burada olsaydı, çünkü o gelseydi kurtulacağımdan emindim. Ama şimdi kurtulamayacağımı biliyordum. Etraf Barut’un adamlarıyla doluydu. Ancak Gökhan’ın da dediği gibi Akın ve onunla gelen ordu burayı delip geçebilirdi ve onun ne zaman geleceği belirsizdi. Yetişecek miydi? Mila’dan önce burada olursa Yavuz’u alamazdım ama Mila’dan hemen sonra gelirse hem Yavuz’u alma hem de sırrımı koruma şansım olabilirdi.
“Hadi,” dedi Barut bir kez daha ama kaşları derinden çatılmıştı ve bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etmişti. Çatışma seslerinin azalmaya başlamasıyla olduğum yerde iyice sindim. Nemlenmiş beton fazlasıyla soğuktu ama ona sığınmaktan başka çarem yoktu. Derken son kurşun sıkıldı ve sesler kesildi. Ellerimi daha çok kulaklarıma bastırdım. Hepsinin öldüğünü duymak istemiyordum.
Barut silahını indirdi. Donup kalmış şekilde hâlâ oraya bakıyordu. Cesur’un öldüğünü mü düşünüyordu? Bu zevkten mahrum bırakıldığı için mi kızgın görünüyordu? Yoksa Cesur’un tüm engelleri aşıp buraya ulaşacağına o kadar inanmıştı ki onu görememiş olmaya mı bozulmuştu?
“Gökhan,” diye bağırdı Barut bir an sonra. “Ne oldu orada?”
“Yoktu abi, amına koyduğumun herifi gelmedi,” dedi hâlâ bunun şaşkınlığını yaşıyormuş gibi. “Bir tabur adam yolladı ama kendisi gelmedi.”
Barut’un bana doğru döndüğünü hissettim. Onunla göz göze gelmek istemiyormuşçasına olduğum yerde iyice sinerken, “Kriz geçirdi,” dedi nihâyet olayı kavrayabilmiş gibi. “Onu uyuşturdular. Yoksa kıyamet de kopsa buraya gelirdi.”
Sertçe yutkundum. Ne diyebilirdim ki düşmanını iyi tanıyordu.
Gökhan artık Barut’un yanındaydı. “Hadi canım, siktir. İşe bak be, bu hiç aklıma gelmemişti,” dedi küfür ederek. Onun da bana baktığını hissettim. “Neden ağladığı şimdi belli oldu.”
“Nedir orada durum?” dedi Barut durum canını sıkmış gibi.
“Bizden birkaç kişi yaralandı, birkaçını kaybettik. Baskındık abi, karşı koyma şansları pek yoktu.”
“Akın’ın gelmesi tahminen ne kadar daha sürer?”
“Bir saatten fazla, feci trafik var. Ebesinin nikâhında bir yer seçmelerinin bedeli işte. Mila onlardan çok daha önce burada olacak. Yavuz’u sakladığımız ev buraya yakın sayılır. Şans bizden yana.”
Umutlarımın birer birer söndüğünü hissettim. Yine de bir tanesi benimle kalmaya devam etti. Akın’ın yardımına düşmüştüm, bundan gocunmuyordum ama garip hissettiriyordu. Bir yanım onun bile isteye yeterince çabalamayacağını savunuyordu ama diğer yanımsa onun en az Cesur kadar deli olduğunu biliyordu ve her yolu deneyeceğinden emindi. Sanırım bozuk ilişkimiz yüzünden ikilemdeydim. Bunu artık aşmam gerekiyordu.
Gökhan’ın, “Ben çocukların yanlarına gideyim, gelirim etrafı toparlayınca,” dediğini işittim. Sanki burada durmak onu boğmuş gibiydi. Geldiği gibi hızla uzaklaştı ve yeniden Barut’la baş başa kaldım. O da sessizdi. Uykumun gelmesi normal miydi? Bir anda tek istediğim kendimi uykunun kollarına bırakmak olmuştu. Hormonlardan dolayı mıydı yoksa sabahtan beridir hiç düşmeyen nabzımın artık bedenimi zorlamasından mı kaynaklıydı? Uzun zamandır bu kadar yüksek seviyelere çıkmamıştım. Üstelik bedenim normalden daha hassastı, bir bebek taşıyordum ve duygusal olarak yıkımın eşiğindeydim. Aslında iyi bile götürüyordum. Hâlâ kafayı yemediğim için şanslıydım ya da beynimin fişi çekip kısa devre yapmadığı için.
Ansızın omuzlarıma bırakılan ceketin verdiği ağırlıkla irkildim. Yumduğum gözlerimi açtığımda Barut’u epey yakınımdayken gördüm, ayaktaydı. Keskin gözleri sanki başka bir tehlike ararcasına etrafı tararken silahını beline sokmakla meşguldü. Ondan gelecek hiçbir şeye ihtiyacım yokmuş gibi omuzlarımdaki yükü atmak istercesine kıpırdandığımda, “Gurur yapmanın sırası değil,” diye homurdandı. “Soğuktan titriyorsun. Kendini düşünmüyorsun, onu biliyorum ama karnındakini düşünmek zorundasın.”
“Şimdi de iyilik meleği mi kesildin?” dedim tırnaklarını ortaya çıkartan saldırgan ama ürkek yavru kedi gibi. Omzumu geriye doğru itip ceketin düşmesini sağladım. “Senden gelecek bir şeye ihtiyacım yok.”
Barut bana bakarak birkaç homurtu çıkarttıktan sonra, “Emin ol olacağım en son şey iyilik meleğidir,” diye söylendi. Ardından da üzerime doğru eğilip yere düşen ceketini kavradı ve onu biraz sertçe yeniden omuzlarıma örtüp bir daha atmamam için bastırdı. İstemsizce olduğum yerde sinerek uzaklaşmasını bekledim. Sanki bana bir şey yapacak gibiydi, öyle hissetmekten kendimi alamıyordum ama işin aslı Barut mesafesini koruyordu. Sadece beni izliyor, inceliyordu. Sonra, bana epey uzun gelen bir zaman sonra, “Sana bir şey yaptı mı?” diye sordu. Yutkunamadım.
“Neden umurunda ki?”
“Merak,” dedi sadece. Kafasını hafifçe sağa doğru eğdi. “Yaptı mı?”
Kafamı çok hafifçe iki yana sallayarak cevap verdim. Dudaklarından belli belirsiz soğuk bir gülümseme geçip gitti. Ardından ayaklanıp ellerini iki yana açarak arabasının arka kaputuna yasladı. “Onu iyileştiriyorsun,” dedi bundan memnun kalmamış gibi.
“Beni dövseydi bu hoşuna mı gidecekti?”
“Ne? Tabii ki hayır,” dedi çabucak. “Böyle bir şey neden hoşuma gitsin? Canavar olabilirim ama benim de bazı sınırlarım var.”
Hafifçe omuz silktim. “Bana zarar vermediği için hoşnut değilmiş gibi konuştun çünkü.”
“İstediğim şey onun iyileşmemesi, senin dayak yemen değil,” diye homurdandı.
“Onu iyileştirmiyorum,” dedim acıyla. “Bugün kriz geçirmesine sebep oldum.”
“Ve sana zarar vermedi?”
“Evet.” Fiziksel olarak, evet.
“Daha ne? Onun kriz anlarında kendinde olmadığını biliyorum. Herkese zarar verebileceğini de. Gözü hiçbir şeyi görmüyor ve aşırı saldırgan oluyor. Uyuşturucu ilaçlarla onu durdurabiliyorlar. Kendine gelmesi birkaç günü buluyor, bazen kendine geldiğinde bile etkisi devam ettiği için onu yeniden uyutmak zorunda kalıyorlar.” Tüm bunları biliyor olmasının beni şaşırttığının farkındaymış gibi, “Düşmanlarımı iyi tanırım. Hele de onu çok iyi,” diye ekledi.
Sıcaklık arayışıyla omuzlarımdaki ceketin altında ellerimle kollarımı ısıtmaya çalışırken, “Uzun zamandır bu kadar berbat bir gün geçirmemiştim,” dedim sanki sıradan bir anda, sıradan biriyle konuşuyormuş gibi.
Güldü. “Henüz bitmiş değil, unutma.”
“Unutmadım.”
“Niye kriz geçirdi?” diye sordu bu kez sanki tek odak noktası buymuş gibi.
“Beni aradığı kadınla karıştırmaya başlamıştı,” dedim, dilimde sanki dikenler vardı.
“Benzerlikler saçma derecede sinir bozucu olsa da...” Gürültüyle iç geçirdi. “O olmadığını o da biliyor.”
“O...” dedim kaburgalarımın arasına batan kıymıkları hissederken. “Sen de ona o diyorsun. Adı yok mu?”
“Adını anmayı istemiyorum,” dedi birden sertleşerek, anlamlandıramadım.
“Neden ki?”
Doğrulup araçtan uzaklaştı. Saçlarında biriken minik su damlalarını kaba hareketlerle silerken, “Arabaya geç, yağmur artıyor,” dedi kestirip atarcasına.
“Ama-”
“Laf dinle bir kere!” diye çıkıştığında ürperdim. Onun öylesine muhabbet edebileceğim biri olmadığını hatırlamanın verdiği huzursuzlukla yüzüm asılırken, “Ayağa kalkacak takatim yok,” dedim güçsüzce.
Barut anlayamadığım bir şeyler mırıldandıktan sonra yeniden yanıma geldi ve beklemediğim bir hızla beni kucaklayarak kaldırdı. Kollarının arasında kaskatı kesildim. Gözlerim dehşetle irileşirken, “Bırak beni!” diye tepki göstererek kucağından inmeye çalıştım. Beni daha sıkı tuttu.
“Rahat dur.”
“Senden yardım istemedim-”
“Sana yardım etmiyorum. Sen umurumda bile değilsin, tamam mı?” dedi ters ters. “Biraz karnındakini de düşün, Nehir. Ara sıra bunu yap.”
Beni paylaması karşısında ağzım açık kalakalırken aracın etrafından dönmüştük. Ön yolcu koltuğunun kapısını açıp ayağıyla geriye ittikten sonra bedenimi koltuğa bıraktı ve bir şey söylememe izin vermeden kapıyı gürültüyle üzerine vurdu. Ardından da yine arabanın etrafından döndü ve sürücü koltuğuna geçerek kendi kapısını da sertçe çarptı. Araç zaten klasik modeldi ve bu tarz arabalar bana hep sakat geldiği için kapılarının bir daha çalışmayacağından neredeyse emindim.
Barut kontağı çevirip aracı çalışır hâle getirdiğinde motordan güçlü bir kükreme yükseldi. Her ne kadar eski model olsa da içini tamamen yenilemişti, her şey gıcır gıcır görünüyordu. Sonraki hamlesi ısıtıcıyı açmak olduğunda çok geçmeden ısınmaya başladığımı hissettim ve bu iyi gelmişti. Gerçekten iyi gelmişti. Ne derece üşüdüğümü ancak anlayabilmiştim. Sessizce sırtımı koltuğa yaslayıp sıcak havayla karşılaştığı için sanki minik ısırıklara maruz kalan tenimin çözülmesini takip ederken, “Pencereyi biraz açar mısın?” diye sordum.
Yine homurdandı. “İçerisi ısınmadı bile.”
“Kapalı ortamda duramıyorum,” dedim güçlükle.
Güler gibi bir ses çıkarttı. “O kulüp yerin altında. Benimle dalga mı geçiyorsun sen?”
Gözlerim sulandı ama bunu ona belli etmemek için kafamı sağ tarafımdaki araziye çevirdim. Ağaçlar epey sık görünüyordu. Ayağımı stresle sallarken, “Bugünden itibaren duramıyorum,” diye fısıldadım. Barut'un bana baktığını biliyordum, gözleri üzerime mıhlıydı ve sorgulayıcıydı. Nihâyet yeniden konuştuğunda, “Kolu çevir,” dedi bunu akıl edemediğim için biraz azarlar gibi. Her şeyin otomatikliğine o kadar alışmıştım ki buna hiç dikkat etmemiştim. Araç eski modeldi, elbette nostalji adına bu ayrıntıyı yeniletmemeyi tercih etmesi normaldi.
Kolu iki kez tam döndürüp bıraktım. Pencereyi tamamen açmaya ihtiyacım yoktu, biraz hava akışı alabilmek benim için yeterli olacaktı. İşte şimdi huzurla nefes alabiliyordum ve ısınıyordum.
“Neden yalan söyledin?” dedi Barut önüne dönüp direksiyonu kavradığı sırada. “Hani sana zarar vermemişti?”
“Fiziksel olarak bir şey yapmadı,” dedim önemsizmiş gibi omuz silkerek. “Fiziksel olarak bir şey yapmamak için beni odaya kilitledi.” Barut’un direksiyonda duran eli bembeyaz kesildi. “Kilitlenmek... bana iyi anıları getirmedi. Olan bu işte.”
“Daha önce bir yerde kilitli mi kaldın?”
“Kilitli kalmadım, kilitlendim. Onlarca kez.” Yine omuz silktim. “İyi bir babam yoktu.”
Barut aniden dönüp bana baktı. Mavi gözlerinde derin bir yangın vardı ama nedenini çözmek imkânsızdı. Garip bakışına karşılık, “Ne oldu?” diye sormaktan kendimi alamadım.
Dişlerini sıkarak önüne döndü. “Bari bebeğin için iyi bir baba bulsaydın,” dediğinde sinirli görünüyordu. “Gidip âlemdeki en büyük belayı seçmişsin.”
“Cesur iyi bir baba olacak,” dedim zerre kuşku duymadan.
“Kriz geçirmediği anlarda,” dedi Barut altını çizmek ister gibi. “Saatli bir bombadan farksız.”
“Öyle ama-”
Yeniden kafasını bana doğru çevirdi. Gözlerini kısıp karnıma baktı. “Onun orada yer edinmesini istedin mi gerçekten? Hiç kendi isteğinle olmuş gibi görünmüyor.”
Ellerim hâlâ omuzlarımda olan ceketin kenarlarını kavradı. “Ne demek istiyorsun?”
“Onu korumuyorsun, düşünmüyorsun. Tehlikeye atıyorsun, sanki istemiyorsun. İstemeden olmuş gibi-”
“Bunun devamını getirme,” dedim sertçe lafını keserek. “Bugün kafayı yediğimi sandığım birçok andan geçtim ve hâlâ kendimde olmama bile şaşırıyorum. Sersem gibiyim, dengesizim ve deli gibi korku doluyum. Bunları anlayamamanı normal karşılarım ama yaptığın imayı asla kabul etmem. Sen ne sanıyorsun Cesur’un beni zorla yanında tuttuğunu falan mı? Ya da bebek var diye kendimi ona mecbur bırakacağımı mı düşünüyorsun? Deli gibi davrandığı bazı anlar olabilir ama o anların dışında onu ne kadar tanıyorsun ki? Ben sadece onun yanında gerçekten iyi ve bir yere ait gibi hissediyorum. Kimse beni bu dünyada bir köşeye sığdıramamışken o, beni dünyası yaptı. Şu yaşıma kadar öylesine yaşıyordum, sırf bana verilen süreyi doldurmak olsun diye ama artık yaşamaya değiyor. Benim için bile. Bunu sen anlayamazsın.”
Ağır ağır kafasını salladı. Söylediklerimi sanki hem duymuş hem de hiç duymamış gibi belirsiz bir noktaya dalıp gitmiş şekilde bakarken, “Demek bir baban var,” dedi ansızın.
“Elbette. Olmasaydı, ben nasıl olabilirdim?”
Güldü. “Elbette,” dedi beni taklit eder gibi. “Ama sen kimsesizdin, öyle değil mi?”
Kırdığım pot beni dayak yemiş kadar sersemlettiğini sırada Barut bana doğru dönüp göz kırptı. “Hikâyen artık daha çok ilgimi çekiyor,” dedi, nefesimin kesildiğini hissettim. “Altından daha neler çıkacağını göreceğiz.”
“Yakamı bırakacağını söylemiştin,” diye hızla ona hatırlattım. “Yalan mıydı?”
“İstediğimi aldığımda bırakacağımı söylemiştim. Senden istediğimi hâlâ alamadım.”
Çare arar gibi, “Yavuz’un iyi olduğundan emin olmam gerekiyor,” dedim telaşla.
“Olacaksın. Sonra ne kadar sözünde duran biri olduğunu göreceğiz.”
Sessiz kaldım. Geri kalan dakikalarımı ne yapacağımı düşünerek harcadım ama epey zaman sonra bulunduğumuz yere yaklaşan arabanın, dikiz aynasına düşen yansımasını gördüğümde bile hiçbir çıkış yolu bulamamış şekilde hâlâ düşünmekle meşguldüm. Hemen arkamızda duran kar beyazı Jeep’in motoru durduğunda benim sakinleşmiş olan kalbim yeniden ritmini arttırmıştı. Gelen tek bir arabaydı. Akın ortalıkta görünmüyordu ve yetişeceğine dair kalan son umudumu da kaybetmek üzereydim. Mesafeyi ve İstanbul trafiğini düşününce filmlerdeki mucizelerin başıma gelmeyeceğinden artık emin olmuştum.
Yavuz’u bir an önce görebilme arzusuyla kapının koluna asıldığım sırada, “Nehir,” diye seslendi Barut. Omzumun üzerinden ona doğru baktım. Yine merhametsiz görünüyordu. “Yavuz buradan ya canlı çıkacak ya da ölü ve bunu sen belirleyeceksin,” dedi. Gürültüyle yutkunup kısaca kafamı salladım ve kendimi hızlanan yağmurun altına attım.
Mila kapısını açıp araçtan aşağıya atladığı sırada bana ezmek istediği bir böceğe bakar gibi bakmayı ihmal etmedi. Ancak Barut’u gördüğünde tehlikeli bir güzelliğe ev sahipliği yapan yeşil gözleri parladı. Ona doğru yürürken sivri ve yüksek topuklu çizmeleri zemini deler gibiydi. Üstelik kedi yürüyüşünü mankenlerden bile iyi yapıyordu ve kesinlikle belanın vücut bulmuş hâli gibi görünüyordu. Barut onu ince belinden kavrayıp kendisine çektiğinde ve dudaklarına sert bir öpücük kondurduğunda başka bir tarafa kafamı çevirdim. Ona gerçekten değer veriyor gibi bakıyordu.
Mila aldığı öpücükten memnun şekilde, “Tırnak bakımımı bölmeme işte şimdi değdi,” derken ellerini havaya kaldırıp yaptırdığı uzun tırnaklarını sergiledi.
“Planda ufak değişiklikler oldu,” dedi Barut önemsiz bir şeyden bahsedercesine. “Yavuz nerede?”
Mila tırnaklarını incelemeye devam ederken cevap verdi. “Çok soru soruyordu. Bilirsin, çok soru soranları sevmem. Ona vurdum, kendine gelmesi için biraz dürtülmeye ihtiyacı var.”
Arabanın geldiğini görünce yeniden yanımıza gelen Gökhan, “Hiç şaşırtmıyorsun kızım, aferin sana,” dedi kocaman sırıtarak. Dişlerimi sıktım. Bu sırada Gökhan gidip arabayı kontrol etti. Yavuz’u dürtüp kendine getirmeye çalıştığını duyabiliyordum. Gökhan geri çekildiğinde kalbim ağzımda atıyordu. Yavuz’un beton zemine basan ayaklarını ve daha sonra tamamen kendisini gördüğümde nefesimi tuttuğumun farkında bile değildim. Kaç gün olmuştu? Kaç gündür onu görmüyordum? Heyecandan elimin ayağımın birbirine dolaştığını fark ederken nihâyet benimle göz göze geldi. Olduğu yerde donup kaldı, ağzı şaşkınlıkla aralandı ve yanlış gördüğünü düşünüyormuş gibi darbe aldığı alnını ovalayarak birkaç kez gözlerini kırpıştırdı. Tepkisine neredeyse gülecektim ama bu geldiği gibi kaybolan bir histi, çünkü onu inceledikçe değil gülmek, ağlayasım gelmeye başlamıştı.
Gökhan sabırsızca, “Hadi git. Git ona sarıl, koş,” diyerek Yavuz’u bana doğru itti ama Yavuz bana doğru adım atmak yerine öylece kalıp Barut'a baktı. “Neler oluyor?” diye sordu, kuşku doluydu.
Barut hâlâ Mila’yı belinden kavramış şekilde duruyorken, “Soru sorma, denileni yap,” dedi ters tavrını sürdürerek. Bana davranışıyla ona davranışı arasında uçurumlar vardı. Bunun üzerine Yavuz yanıma doğru yürümeye başladı ama çok yavaş ve temkinliydi. Gergindi. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ve sanki her an birinden zarar görecekmiş gibi tedbirli davranıyordu.
“Yavuz,” dedim engel olamadığım yaşlar yanaklarımdan aktığı sırada. Onu çok özlemiştim. Yavaşlığına tahammül edemeyerek koşup ona sarıldım. Bana sıkı sıkıya sarılarak karşılık verdi. Yüzümü göğsüne yasladığım için kalbinin ne derece hızlı attığını duyabiliyordum.
Yeniden, “Neler oluyor?” diye sordu kısık sesle, diğerlerinin duymasını istemiyormuş gibi. Ona cevap vermek yerine fazlaca zayıflamış olan bedenine daha sıkı sarıldım. Neden bu kadar zayıftı? Onu aç mı bırakmışlardı?
“Nehir?”
“İyi misin?” diye sordum aynı onun gibi kısık sesle. “Çok canını yaktılar mı?”
“İyiyim,” dedi. Değildi işte, görüyordum. “Ben iyiyim. Sen iyi misin asıl? Neden Barut’un yanındasın? Bir şey söyle, Nehir, çıldıracağım.”
Yavuz’dan hafifçe uzaklaşarak özlemle, gerçekliğinden emin olmak istercesine ellerimi uzamış sakallarının üzerinden yanaklarına yerleştirdim. Çökmüş yüzünü parmaklarımın ucuyla hafif hafif okşarken, “Bu hâlin ne?” dedim acıyla. Yaşlar sessizce yanaklarımdan dökülmeye devam etti. Vücudunda görünür tek iz kaşının üzerindeki ufak patlaktı ve onu da Mila yapmıştı. Bunun dışında sağlam görünüyor olsa bile iyi durumda değildi. Neredeyse onu tanıyamayacağım kadar değişmişti. Çökmüş, yitmiş, erimişti.
“İyiyim,” dedi yeniden. Ellerimin üzerine ellerini yerleştirip yüzünden uzaklaştırdı ama ellerimi bırakmadı. “Yemin ederim ki iyiyim.”
Kabullenmediğimi belirtircesine kafamı iki yana salladım. Kalbim acıyla sızlıyordu. Bir zamanlar capcanlı olan hayat dolu ve etrafa ışık saçan o adamı kanser gibi usul usul yok etmiştim. Geldiği son nokta benim için büyük bir vicdan azabıydı çünkü onun başına ne gelmişse hepsi benim yüzümdendi.
Ve Yavuz bunların hiçbirini hak etmemişti.
“Nehir-”
“Şşş...” diyerek sözünü kestim. “Seni kurtarmak için ne gerekiyorsa yapacağım.”
Yavuz gerildi, geri çekilip bana doğru duyup duymadığından emin olmak istercesine baktı. “Ne demek bu?”
“Bunların hiçbirini hak etmedin,” dedim hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendimi kasarken. “Bunların hiçbirini hak etmedin, Yavuz. Seni mahvettim.”
“Saçmalıyorsun,” dedi kızarcasına. “Bana sakın onunla anlaşma yaptığını söyleme. Cesur nerede? Neden seni yalnız bırakmış?”
“Cesur yok, yardım edemez.”
“Yardıma ihtiyacım yok,” diyerek kestirip attı. “Git buradan, Barut’la benim için anlaşma falan yapma. Yaptıysan da boz. Duydun mu beni?”
Kafamı şiddetle iki yana salladım. Bu anlaşmayı bozmak onun ölmesi demekti.
“Yavuz...”
“Git, Nehir,” dedi ellerimi bırakıp benden bir adım uzaklaştığı sırada. “Ben iyiyim, için rahat olsun.”
Yağmur biraz daha şiddetlendi.
Ve bir el silah sesi duyuldu.
Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atarken tüm atikliğimi kullanarak Yavuz’a doğru atıldım ve onu çevirip yer değişmemizi sağladım. Sanki sıkılan kurşundan hızlı davranabilecekmişim gibi.
Yavuz büyük bir endişeyle, “Nehir!” diye bağırdı. “Bana bak, kafanı kaldır, iyi misin? Ne oldu? Bu da neydi?”
Kurşun bana gelmemişti. Yavuz'a da gelmemişti. Gökhan silahı tuttuğu elini aşağıya indirirken, “Sıkıldım,” dedi bizi ruhumuzu teslim edecek şekilde korkutmamış gibi. “Yeter bu kadar hasret giderme. Sadede gelelim artık.”
Manyak adam dikkatimizi çekebilmek için havaya ateş açmıştı. Aslında bu bir uyarıydı. İkinci kurşunun doğrudan Yavuz'a geleceğini bana hatırlatıyordu. Sertçe yutkundum ve Barut’a baktım. Başka çarem yoktu. Akın yetişememişti ve Yavuz için tek şans buydu. Yanağımdan kocaman bir damla yuvarlandı.
Özür dilerim Cesur.
“Annesi orada,” dedim. “O evde Cesur’un annesi var.” ♧ Peki sonraaaa Nehir? 👀👀 |
0% |