44. Bölüm

44. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

~

“Annesi orada,” dedim. “O evde Cesur’un annesi var.”

Affet beni Cesur.

Affetme beni Cesur.

Barut’un meraklı gözlerindeki bakış yavaş yavaş donuklaşmaya başladı. Çehresi ifadesizleşti. Yeniden ve yeniden aynı soruyu soracakmış gibi ağzını açsa da sessiz kaldı. Sanırım seçenekleri arasında Filiz'e hiç yer vermemişti. Doğru ya, herkes gibi onu ölü olarak biliyordu ve ben resmen yaşadığını ilan etmiştim. Kalbim bu yükün altında ezildi. Şimdi Cesur’un yüzüne nasıl bakacaktım?

Gökhan, “Şaka?” dedi ciddi olup olmadığımı ölçercesine. Ancak suratımdaki berbat ifade gerçeği doğruluyordu. “Ananı avradını!” diyerek eliyle ağzını örttü. “Babası orada desen bu kadar şaşırmazdım.”

“Annesinin yıllar önce öldüğünü sanıyordum,” dedi Mila tek kaşını havaya kaldırırken. “Hepsi yalan mıydı? Herkesi kandırıp onu burada saklamayı nasıl başardılar? Hepsini geçtim, kadın kayıplara karışmamış mıydı? Onu nasıl ve ne zaman buldular? Sarp Çağlayan’ın buradaki payı nedir?”

Zeki kadındı ve soruları netti. Ancak bunlara cevap vermeyecektim, zaten hepsinin cevabına da sahip değildim. Barut’a bakıp, “O evde ne olduğunu sormuştun, sana ne olduğunu söyledim. Şimdi sıra sende,” dedim topu onun kucağına atarak. Umarım gerçekten sözünde duran biriydi ve vazgeçmezdi.

“Buna değmezdi be Nehir,” dedi Yavuz, onaylamıyormuş gibi kafasını ağır ağır iki yana salladı. “Benim kurtarılacak neyim kaldı ki Cesur’un sırrını açığa çıkartmaya değer gördün?”

Barut gözlerini kıstı. “Sende mi biliyordun?”

Yavuz onu duymazdan geldi. “Nehir’i rahat bırak,” dedi hiç çekinmeden Barut’u uyarır şekilde konuşarak. “Her ne istiyorsan benden al, buradayım.”

“Senden alacağım bir şey kalmadı.”

“Ne demek şimdi bu?”

Barut’un vereceği cevabı nefesimi tutarak bekledim. Sözüne sadık kalacak mıydı? Sanki beni süründürmek istercesine dönüp Gökhan’a baktı. İkisinin arasında geçen sözsüz diyalog Mila’yı rahatsız etmişe benziyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışırcasına yeşil gözlerini kısmış, dikkatle iki adamın arasında bakışlarını değiştiriyordu. Bende aynısını yapıyordum. Bir Barut’a bir Gökhan’a bakıp dururken Gökhan’ın çok hafifçe kafasını salladığını yakaladım. Bunun üzerine Barut nihâyet konuştu.

“Artık özgürsün demek. Gidebilirsiniz, kimse size dokunmayacak.”

Yavuz bunun sonucunun asla iyi olmayacağından eminmiş gibi, “Ben özgür kalmak istemiyorum,” dedi hızla. “Sadece bununla kalmayacağını biliyorum. Nehir’i rahat bırakman için-”

“Onu rahat bırakıyorum,” dedi Barut, aklı hâlâ öğrendiği bilgideydi, bunu kolayca suratından okuyabiliyordum. Düşünceli duruyordu. “İkiniz de özgürsünüz. Sizinle uğraşmayacağım. Ona bunun sözünü verdim ve ben sözlerimi tutarım.”

Mila’nın biçimli kaşları daha derinden çatıldı. “Ne sözünden bahsediyorsun? Neyi kaçırıyorum?”

“Duydun işte Mila,” dedi Barut uzatmasını istemiyormuş gibi. Kadından uzaklaşıp düşünceli düşünceli sağa sola dönüp dururken yüzünü sıvazladı. Cesur’un annesinin yaşıyor olması onu neden bu kadar derin düşüncelere itiyordu anlayamasam da elde ettiği bilgiyle hem memnun olmuş hem de gerilmişti.

“Duymadım. Bana anlatsana şunu başından beri.”

Gökhan kadının yükselmesini engellemek istercesine eliyle sakin olmasını belirtirken, “Yavuz’u bırakıyoruz. Nehir bize kolayca öğrenemeyeceğimiz bilgiyi verdi. O sözünde durdu, sıra bizde,” dedi makul bir anlaşmaymış gibi durumu izah ederek.

“Hah! Sözünde durdu diye planlarımızı neden bozalım? Onun başka seçeneği mi vardı sanki?”

Kadının kibirli tavrı dişlerimi sıkmama neden olsa da ona aldırmadım. Gerçekten sivri bir karakterdi ve onunla uğraşacak havamda asla değildim. Benim derdim sadece Yavuz’du. Ona doğru uzanıp gömleğinden tutarak yanıma yaklaşmasını istedim. Çünkü burada ortam gerilecekmiş gibi duruyordu.

“Her şey plan programdan ibaret değil. Bazen değişiklikler olabilir, bunu bilmiyormuş gibi konuşuyorsun,” dedi Barut onaylamaz tavrıyla kadına bakarken. “Yavuz gitsin, ne kaybedeceğim? Elime çok daha iyisini geçirdim.”

Kalbim sıkıştı. “Cesur beni asla affetmeyecek,” diye fısıldadım kendi kendime. Yavuz bunu duysa bile yorumda bulunmadı.

“Başından beri onlara yeterince tolerans göstermedin mi zaten, sevgilim?” dedi Mila son kelimeyi bastırarak. “Daha ne kadar buna devam edeceksin?”

Barut sinirlenmek istemiyormuş gibi bıkkın bir soluk aldı. “Ne demek şimdi bu?”

“Ne demek olduğunu çok iyi biliyorsun. Buna son vermeni istiyorum. Hemen. Burada.”

Yavuz’un koluna asılarak onu kendimle birlikte bir adım geriye çektim, korumak ister gibi. Bu sırada Gökhan, “Uzatmasak mı?” dedi uygun bir an olmadığını hatırlatırcasına. “Sonra mı konuşsak? Hmm?”

Mila ona da ayar çekmekte gecikmezken adama dönüp bakma zahmetine bile girmeden, “Sen karışma,” diye çıkıştı.

“Tamam, yavru köpek gibi ıslanalım burada yağmurun altında, eyvallah.”

Kadın onu duymadı bile. Tüm odağı Barut’taydı ve Barut ise şimdiden sıkılmış görünüyordu. “Sorun çıkartmanın sırası değil Mila. Detayları ben hallederim, senin düşünmene gerek yok.”

“Halletme şeklin bu mu?” dedi Mila kollarını göğsünün üzerinde bağladığı sırada. “Onların gitmesine izin vermek mi?”

“Evet.”

“Sen benimle dalga mı geçiyorsun?”

“Sinirlenmeye başladım, haberin olsun güzelim. Uzatma daha fazla.”

Sert bir uyarıydı ama kadının umurunda bile olmadı. “Ah, beni ne kadar sinirlendirdiğini neden konuşmuyoruz peki?”

Barut sabrının son kırıntılarındaymış gibi, “Ne olsun istiyorsun?” diye söylendi.

“Onları öldür,” dedi Mila sanki sıradan bir şeyden bahseder şekilde konuşarak. Dönüp doğrudan bana baktı. “Aslında sadece onu öldürsen de olur.”

Bu kez Yavuz beni korumak ister gibi bir adım geriye itti. Birbirimize neredeyse yapışmış şekilde duruyorduk ve tedirginliğimiz hat safhadaydı.

Barut, “Öyle bir şey olmayacak,” dedi dümdüz şekilde. Bu sözü yeterliymiş gibi dönüp arabasına doğru gitmek için hareketlendi ancak Mila buna izin vermedi.

“İntikam almak istemiyor muydun?”

“Evet,” dedi yüzünü kadına dönmeden. “Ama kendi bildiğim şekilde.”

“Nehir’i koruyup yaşatmaya devam ederek mi?” dedi Mila.

Barut’un kaskatı kesildiğini gördüm. “Onu koruduğum falan yok.”

“Buradan bakınca pek de öyle görünmüyor. Gitmesine izin vermekten bahsediyorsun, Barut. Ne gitmesi? Öldür onu.”

Barut yeniden kadına doğru döndüğünde yüzünde mermer kadar sert bir ifade asılıydı. “Bana ne yapacağımı mı öğretiyorsun Mila?” dedi keskin bir çizgi çekercesine sevgilisine bakarken. “Gerçekten mi?”

“Evet, ilk kez bunu yapıyorum. Garip değil mi? Çünkü sen bunu yapmıyorsun. Başından beri eline geçen hiçbir kozu gerektiği şekilde değerlendirmedin ve ben hepsini bir bildiğin olduğunu düşünerek görmezden geldim ama bu kadarı fazla. Anlıyor musun? Bu kadarına izin vermen fazla. Kaç kez daha onu sapasağlam Cesur’a geri göndereceksin? Kaç kez daha elindeki fırsatı değerlendirmek yerine başka fırsatların peşinde koşacaksın?”

Bir noktada haklıydı. Barut benimle hep anlaşma peşindeydi ve isterse beni anında ortadan kaldırabilecekken ona güvenmem ve ona uyarak hareket etmem için çabalamak dışında bir şey yapmamıştı.

“Bu kez de onu Cesur’a sağlam göndereceğim, Mila. Oldu mu?” dedi Barut sıkılı dişlerinin arasından konuşarak. İkisinin arasında esen soğuk rüzgâr dışarıdaki havadan bile soğuktu. Yağmur şiddetini arttırmıştı ama kimse ıslanmayı umursamıyordu.

Mila’nın yeşil gözleri kısıldı. Yüzündeki ifade şaşkınlığını ustaca kapatıyordu ama Barut’tan bunu duymayı beklemediğini anlayabiliyordum. “Öyleyse senin niyetin başka,” dedi az önceki hararetini kaybetmiş şekilde daha sakince.

Barut’un yanağındaki kasların sert hareketlerini gördüm. “Neymiş benim niyetim?”

“Hoşlandın mı ondan?” dedi birden. Bombayı sakince ortaya bırakmış olması beni dumura uğratırken çenem neredeyse yere değecekti. Ne dediğinin farkında mıydı? Konuyu nereden alıp nereye götürmüştü?

“S×ktir, Mila, sen delirmişsin,” dedi Gökhan da sessizliğini bozarak. “Vay am×na koyayım kıskanç kadının gazabından sana sığınırım ya rabbi!”

“Bunu nasıl söyleyebilirsin?” dedi Barut kadının üzerine doğru sert bir adım attığı sırada. “Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin Mila? Ne dediğini tartarak konuş benim asabımı bozma!”

“Reddetmiyorsun,” dedi kadın bu durum canını yakmış gibi.

“Bu konuşmayı sonlandır, yoksa kalbini kıracağım,” dedi Barut, bu son uyarısıydı. Ancak ortaya atılan ithamın altında kalmaya dayanamayarak, “Ulan düşmanımın kadınına bakacak değilim ya!” diye patladı. “Sanki gözüm senden başkasını görürmüş gibi saçma sapan hâllere giriyorsun! Kendine gel. Hemen.”

Mila yeni bakımını yaptırdığı tırnağının zarar görme ihtimalini umursamadan onu Barut’un göğsüne peş peşe bastırarak, “O zaman onu öldür,” dedi. Bu kadının benimle problemi neydi?

“Ya sabır!” dedi Barut kafasını göğe kaldırırken. “Ya sabır! YA SABIR!”

Mila, “YAPMAN GEREKEN BU BARUT!” diye bağırdı. Fazlasıyla kızgın görünüyordu. “Cesur’dan intikam istemiyor muydun? Yıllardır nedenini asla anlayamadığım şekilde onu bitirmek istiyorsun. Onun aradığı kadını bile her delikte aradın durdun, al işte şimdi tam karşında. Neden onu kullanmıyorsun peki?”

“Nehir, Cesur’un aradığı kadın değil,” dedi Barut, bundan emin görünüyordu. Bu sabaha kadar bende bundan emindim ama artık emin olmam imkânsızdı.

Mila komik bir şey duymuş gibi sahte kahkahasını serbest bıraktı. “Bunun önemi olmadığını bilmiyormuş gibi konuşma. Cesur onu kendinden sakınıyor. Tanrı aşkına Barut, kadın hamile! Harekete geçmek için daha ne bekliyorsun? Öldür onu. Cesur’un işi biter, işte bu. Başka plana gerek yok.”

Söyledikleri beni korkutuyor olsa da Mila’yı ikinci kez haklı görüyordum. Onu böyle bir konuda haklı görebildiğim için delirmiş olmalıydım ama olaya dışarıdan baktığımda tablodaki yanlışlar neon ışıklar gibi sırıtıyordu. Cesur kendinde değildi, müdahale etmesine imkân yoktu. Onun çocuğuna hamileydim ve savunmasız şekilde işte burada duruyordum. Barut’un işimi bitirmesi gerekirdi.

“Kaçmaya hazır ol,” dedi Yavuz bana doğru eğilerek. Kısık sesle konuşuyordu. “Bu kadın tehlikeli. Her şeyi yapabilir.”

“Nasıl kaçacağız? Her yerde adamları var,” dedim etrafımı kontrol ettiğim sırada.

“Fırsatını bulduğumuz anda, tamam mı? Tereddüt etme.”

Belli belirsiz kafamı salladım. Bu sırada Barut, “Doğru zamanı seçmeyi bana bırak Mila,” dedi ters ters. “Bir daha da sakın kararlarımı sorgulama. Ben ne zaman istersem o zaman ölecek, anladın mı?”

“Anlamadım! Anlayamıyorum, çünkü bu yaptığın saçmalıktan başka bir şey değil. Neden ona kıyamıyorsun?”

“Yine saçmalamaya başladın!”

Kadın delirmiş gibi Barut’u itti. “Benim tanıdığım Barut asla merhamet göstermezdi. Ne bu hâlin senin?”

“Merhamet gösterdiğim falan yok! Bu hikâyenin sonunda Cesur aklını tamamen kaybetmiş olacak. Ondan her şeyini alacağım ama bunun için biraz daha zaman var. Anla artık bunu.”

“Gökhan bir şey söylesene!” dedi Mila öfkeyle bağırarak. “Barut’un garipliğini sen de görüyorsun! Konuşsana!”

“Beni karıştırmayın,” dedi Gökhan ellerini iki yana açıp polemiğe katılmak istemediğini belli edercesine. “Yoktan yere uluorta kavga ediyorsunuz, hiç almayayım cicim.”

“Yeter artık Mila, son ver buna,” dedi Barut öfkeyle. Sonra kafasını kaldırıp bana baktı. “Gidin siz. Geldiğin arabaya geri dön. Korumalarını bırak Gökhan.”

“Bırakamam abi çünkü az evvelki çatışmada o ikisi kahramanlık yapmaya kalkışınca son kalkışları oldu. Bakma bana ters ters, ne yapsaydım? Kafama sıkmalarına izin mi verseydim?”

Barut homurdandı. “Onu eve götür Yavuz,” dedi daha sonra ve Yavuz bunu duyduğu gibi beni kolumdan tutarak gerisin geri çekiştirmeye başladı. Elbette ona karşı koymuyordum ama arkamızda ne bıraktığımızı düşünmeden edemediğim için sürekli onları kontrol ediyordum ve hâliyle bu yürüyüşümü yavaşlatıyordu.

Barut, Mila’yı kolundan tutarak kendisine doğru çekerken, “Yürü arabaya. Bu tantananın hesabını nasıl vereceksin görelim bakalım,” dedi tehlikeli bir tınıyla.

“Henüz hiçbir şey yapmadım ki sevgilim,” dedi Mila sanki aralarındaki buzlar erimiş gibi adama sokulduğu sırada. Ellerini göğsüne yerleştirip aşağıya doğru kaydırdı. Ona sarılacağını düşünüyordum. Yaramazlık yaptıktan sonra kendisini affettirmeye çalışan kız çocuğu gibiydi. Pekâlâ biraz tehlikeli bir kız çocuğuydu ama bu onun karşı konulamaz havasını değiştirmiyordu. Bir an için Barut ona dalıp gitmiş gibi bakarken Mila adamın belindeki silahı çekip aldığı anda ondan uzaklaştı ve suratındaki ifade yeniden sertleşti. Benimse adımlarım bıçak gibi kesilmişti.

“Mila!” dedi Barut sıkılı dişlerinin arasından. “Ver onu bana.”

“Ah, hayır, sevgilim. Israrla yarım bıraktığın o işi tamamlamadan olmaz.”

Silahı bize doğru çevirdi.

“Yürü, Nehir, durma,” dedi Yavuz beni yeniden çekiştirirken. Ama ortada duruyorduk ve kadın tetiğe asıldığında kurşunun gelmesini beklemek dışında yapabileceğimiz bir şey yoktu. Bu yüzden diken üstündeydim.

“S×keyim! Laf dinle, eğer bir delilik yaparsan bunun hesabını sorarım.”

“Umurumda değil. Bıktım bu meseleden. Bitsin gitsin artık.”

Barut çıldırmanın eşiğindeymiş gibi, “MİLA!” diye gürledi. “KENDİNE GEL, BENİ DELİRTME! OYUN OYNAMIYORUZ BURADA! SANA KALMADI NEYİ NASIL YAPACAĞIM, ANLADIN MI? BU BENİM MESELEM! HADDİNİ VE YERİNİ BİL! YETER SABRIMI ZORLADIĞIN! KENDİNE GEL!”

Mila’nın sarsılan ifadesini görmek midemi düğümledi. Olayların dışarısında tutulmak ağrına gitmiş gibiydi ama konuyu zorlayan da bizzat kendisiydi.

“Haddimi ve yerimi bileyim, öyle mi?” dedi bunları duymak canını yakmış gibi Barut’a bakarken. Bize doğrulttuğu silahın namlusu yavaş yavaş aşağıya kaymaya başlamıştı. “Sırf Nehir’i koruyabilmek için bana had mi bildiriyorsun şimdi de?” Kafasını kabullenemiyormuş gibi iki yana salladı. “Bu sen olamazsın. Ne yaptın benim adamıma?”

“Burada duruyorum,” dedi Barut yaşadığı öfkeden dolayı güçlükle sakin şekilde konuşmaya çalışarak. “Hiçbir şey değişmedi, Mila, buradayım. Nasıl ilerleyeceğimizi bana bırak, tamam mı? Sadece yanımda ol, senden tek istediğim bu. Şimdi silahı bana ver. Hemen.”

Mila belli belirsiz kafasını salladı. Artık silahın hedefinde biz yoktuk. Zeminde belli belirsiz bir noktaya hedefliydi ve kabzayı tutuşu gevşemişti. “Daima yanında olacağım,” dedi söz verircesine. “Yanında olmayı seviyorum. Seninle olmayı seviyorum, Barut.”

Barut’un rahat bir soluk verdiğini görür gibi oldum. “İşte böyle, işte benim kadınım,” derken elini uzatıp silahı istedi.

“Bu işi neden uzattığını şimdi anladım,” dedi Mila. Kafasını aşağı yukarı salladı ve Barut’a iç geçirerek baktı. “Sen bebeklere dokunmazsın ama merak etme ben bunu senin yerine yaparım.”

Barut kükreyerek kadına doğru atılırken Mila çoktan tetiğe asılmıştı. Havada tüm hızıyla bana gelen mermiyi ağır çekimde izler gibiydim. Hedefi tam olarak göğüs kafesimdi. Şok olmuş, iri iri açılmış gözlerle kafamda sahneleştirdiğim mermiyi izlerken kendimi acıya hazırlamak istercesine kastım. Ancak o sırada bir şey oldu ve merminin görüntüsü zihnimden silindi. Onu göremedim, bir an için hiçbir şey göremedim ve acı da yoktu. Korkuyla yumduğum gözlerimi açtığımda önce ne olduğunu anlamadım ama sonra hemen önümde duran ve darbe almış gibi olduğu yerde salınan Yavuz’u gördüm. Sırtı bana dönüktü. Sonra Yavuz dizlerinin üzerine düştü. Onu izledim. Tek yapabildiğim onu izlemekti. Vücuduma inme inmiş gibiydi. Kulaklarım uğulduyordu ve kalbim öyle gürültülüydü ki etraftaki bağrışmalara rağmen onu netçe duyabiliyordum. Ağır ve sert darbelerle göğsümü dövüyordu. Kaburgalarımı kıracak kadar güçlüydü. Kaburgalarımı mı kırılmıştı? Çünkü hissettiğim bu acının başka nedeni olamazdı.

Farkındalık bir anda bana saldırdı. “Yavuz,” diye sayıkladım dehşetle. Yere devrileceğini gördüğümde kilitlenmiş olan vücudum biri beni sırtımdan itmiş gibi ancak çözülebildi. Ona doğru atılıp sıkıca sarıldım. Yere kapaklanmasına izin vermeyip onu kucağımda tutum ama yeterli gücüm yoktu. Aldığı darbenin verdiği sarsıntıyla titreyen bedeni kollarımın arasında kaydı. Bir an sonra sadece kafası kucağımdaydı. Göğsü kan içerisindeydi. Aralık duran ağzından gürültülü ve ıslık sesi eşliğinde soluk alıp veriyordu.

“Yavuz, Yavuz... Ne yaptın sen?” dedim hâlâ şoktan çıkamadığım o anlarda. “Yavuz...”

“Nehir,” dedi çenesi titrerken. “Ne duruyorsun? Kaçsana!”

Bu durumda bile beni düşünüyor olması göğsümü oyan bir acıyla beni yüzgöz ederken kafamı şiddetle iki yana salladım. “Seni bırakamam kalk, kalk hadi, sensiz gidemem.”

Yavuz sertçe yutkundu. Elini göğsünde ki kan fışkıran deliğe bastırdığında parmaklarının etrafı anında kan gölüne döndü. Başım dönmeye başladı. Hayır, kandan korkmuyordum aslında. Beni kan tutmazdı, çünkü alışıktım ona. Ama aynı yerden kırılmak beni tepetaklak etmişti. Yavuz’a bakıyordum, Hümeyra’nın yerde yatan bedenini görüyordum. Yavuz’a bakıyordum, Yonca’nın kanının konusunu alıyordum.

Hayır, hayır, hayır...

Kafamı şiddetle iki yana salladım. Kabullenemezdim, bunu kabullenmem imkânsızdı. “Yavuz,” diye sayıkladım, ağlayamıyordum bile. Aslında yaşlar gözlerimden boşalıyordu ama ben bağıra bağıra ağlamak istiyordum. “Yalvarırım gözlerini kapatma, tamam mı? Söz ver bana. Yavuz, söz ver. Yavuz... söz ver.”

Titreyen dudaklarını güçlükle aralayıp, “Git, Nehir,” diye sayıkladı. “Bana bir şey olmaz, kendini kurtar.”

Gerçekten de ona bir şey olmaz mıydı? İnanmamı istercesine konuşuyordu, bir aptal gibi inanmak istiyordum ama gerçeği de biliyordum. Ne yapacağımı bilemez şekilde orada öylece dururken Mila’nın, “BIRAK BENİ!” diye çığlık atmasıyla elektrik akımına kapılmış gibi korkuyla onlara baktım. Gökhan Mila’yı sürükleyerek geldiği arabaya tıkıyordu ve Barut elinde silahıyla öylece orada durup bize bakıyordu. Sonra bize doğru bir adım attı ama devamı gelmedi. Avuçlarını sıkıp topuklarının üzerinde dönerek kenardaki arabasına bindi. Direksiyonu yumrukladığı ve hırsla kükrediği sesleri duydum. Çok geçmeden motoru çalıştırıp gerisin geri gitti. Diğer herkes de onunla birlikte gitti. Kısa süre zarfında etrafım bomboştu.

Yol kenarında, yağmurun altında Yavuz’la yalnız kaldım.

Ve Yavuz’un benimle ne kadar daha kalacağı bile belli değildi.

Ambulans. Onu aramam gerekiyordu. Sol elim Yavuz’un kafasını kucağımda tutabilmek için ona sarılı olduğu için diğer elimle üzerimi yoklayıp telefonumu aradım ama bulamadım. Onu camdan fırlatmış olduğum gerçeği o an zihnimin ucundan bile geçmedi. Dönüp bu kez Yavuz’un üstünü aramaya çalıştım ama zarar görmesinden korkar gibi ona doğru dürüst dokunamıyordum. “Ambulans,” diye sayıkladım. “Ambulans hızlı gelir Yavuz. Çok hızlı gelir, belki helikopter gönderirler. Önemli derim, acil derim, arabanın gelmesi çok sürer. Helikopter ayarlarlar kesin. Telefonun nerede? Kahrolası telefona ihtiyacım var.”

Yavuz beceriksiz çabalarımı sonlandırmak ister gibi kanlanmış eliyle elimi yakalayıp hafifçe sıktı. “Dur,” diye sayıkladı. Zorlanarak konuştuğunu görmek canımı yakıyordu. “Dur, Nehir, yok telefon. Dur. Bırak. Bırak artık.” Yine sertçe yutkundu. “Bırak beni artık.”

Gözlerim yaşlarla doldu. “Bunu benden nasıl istersin? Seni bırakamam.” Kafamı şiddetle iki yana salladım. “Bırakamam.”

“Ben zaten... çoktan öldüm. Biliyorsun...”

Eli yeniden yara aldığı noktaya kaydığında tereddüt etmeden elimi yarasına bastırdım. Burnumu sertçe çekerken, “Çok mu acıyor?” dedim az önce söylediğini duymazdan gelerek.

“Dayanırım,” dedi dişlerinin arasından. “Bitecek yakında, bitene kadar dayanırım.”

Dudaklarımın arasından bir hıçkırık kaçtı. “Böyle konuşma. Yalvarırım. Bitmesin. Bitmesin, bunu istemiyorum.”

Vurulmanın şokuyla hâlâ iri iri açık olan gözlerini kaldırıp bana baktığında orada şefkati gördüm bu beni iyice düşürdü. “Ağlama,” dedi son isteğiymiş gibi. “Benim için ağlama, Nehir.” Gülümser gibi dudaklarını kıvırmaya çalıştı ama acısı daha baskın olacak ki bunu başaramadı. “Nihâyet Hümeyra’ma kavuşacağım.” Bu kez gülmeyi başardı ama gözlerinin kenarlarından akan yaşları gördüm. “Orada beni bekliyor biliyorum. Çok yalnız bıraktım onu.” İç çekti. “Çok ayrı kaldım ondan.”

“Bekliyordur, değil mi?” dedim tıpkı söylenilen avuntuya inanmak isteyen çocuk gibi. “Bekliyor seni eminim ama... ama... ben ne olacağım? Teker teker terk ediyorsunuz beni. Size ihtiyacım var. Sana, Yavuz, sana ihtiyacım var. Gitme.”

“Ağlama,” dedi bir kez daha. “Cesur seni bırakmaz.” Daha çok ağlama isteğiyle doldum, yanaklarım ıpıslaktı.

“Cesur beni hiç affetmeyecek. Bu yüzden gitme. Sana çok ihtiyacım var.”

“Affeder, göreceksin.”

Umutsuzca kafamı iki yana salladım. O ise, “Sadece ona güven, başka kimseye değil,” dedi bunu aklıma kazımam gerekliymiş gibi altını çize çize.

“Yavuz-”

Sözünü kesmememi istercesine hafifçe parmağını kaldırdı. “Sadece o. Anladın mı?” Belli belirsiz kafamı sallayarak onayladım, aslında tamamen dürtüsel bir tepkiydi.

“Bebek... bebek iyi mi?”

Kasıklarımda sanki bıçak geziniyordu. Buna rağmen, “İyi,” diye fısıldadım.

“Bak işte yalnız kalmayacaksın,” derken yine gülümsemeye çalıştı. “Artık bir ailen var.” Yutkundu. “Sen artık kimsesiz değilsin.”

“Beni terk etmeden önce kandırmaya çalışıyorsun,” dedim hıçkırarak. “Gideceksin. Sen de bırakacaksın beni.”

“Hümeyra’yı çok özledim,” derken bana bakan gözlerinde gördüğüm hüzün içimi paramparça etti. “İzin ver ona kavuşayım. Çok özledim, Nehir. Özgür bırak beni.” Buna yapmam imkânsızmış gibi ağlayarak kafamı iki yana salladım. “Ağlama,” dedi bir kez daha. “Söz ver bana benim için ağlamayacaksın.”

“Benden çok büyük şeyler istiyorsun, bunu yapma.”

Acısı dayanamayacağı seviyede artmış gibi bedenini kasarak yüzünü ekşitti. Elim tamamen onun kanına boyanmıştı ve tek yapabildiğim şeyi yaparak yarasına baskı uyguluyordum ama yine de kanlar dışarı püskürmeye devam ediyordu.

“B-beni... Nehir... beni onun yanına gömün,” dedi güçlükle. “Aileme... anneme... şehir değiştirdiğimi, iyi olduğumu söyle.”

“Böyle konuşma yalvarırım,” diye sayıkladım. “İyi olacaksın, Akın gelir şimdi, duydun mu? Biraz daha dayan, sadece biraz daha Yavuz, azıcık daha.”

Beni duymadı bile. “Kulüpteki eşyalarımın arasında... orada... Hümeyra'nın çiçeği var. Sen getirmiştin. Hatırladın mı?” Hızlı hızlı kafamı salladım. “Onu al, saksısını değişecektim... kıyamadım...”

“Yavuz, gidecekmiş gibi konuşma benimle. Yalvarırım bunu yapma. Hiç acımıyor musun bana? Neden herkes benden gitmek için bu kadar istekli? Kalmaya hiç mi değmiyorum ben?”

Bana yine o hem içimi ısıtan hem de artık acıtan şefkatiyle baktı. “Değmeseydin bu çukura seninle birlikte batmazdım ben. Değmeseydin...” Birkaç kez öksürdü. “Hümeyra’nın öldüğü gecenin sabahına çıkmazdım ben, Nehir. Senin için kaldım, bir şeyler yapmaya çabaladım ama olmadı. Olmadı işte.”

“Olmasın, umurumda değil ki. Sen yanımda ol bana yeter,” dedim tek dileğim buymuş gibi. Artık acımı içimde tutmakta zorlanıyordum. Hıçkırarak sesli sesli ağlamaya başlamam bunu ortaya seriyordu. Beni sakinleştirmek istercesine eliyle yüzüme dokunmak istedi ama kolunu yeterince kaldıracak gücünün olmadığını fark etmek göğsümü ağrıttı. Elimi yarasından çekip bileğini tuttum ve elini kaldırıp yanağımı avucuna bastırdım. Yanağım onun kanıyla ıslandı. Gözlerimi yumdum. Bu anın getirdiği yoğun hisle baş edemezken, “Gitme,” dedim. Yalvarışım fısıltıdan ibaretti.

“Ağlama,” dedi buna karşılık canı sıkkın şekilde. “Bana biraz olsun değer veriyorsan benim için ağlama. Gözyaşı istemiyorum.”

“Ben abimi bir kez kaybettim, Yavuz,” dedim can çekişiyormuş gibi. “Bir kez daha kaybetmek istemiyorum. Lütfen. Gitme. Herkes beni bıraktı sen bırakma.”

Gözlerinin kenarlarından kayan yaşları gördüm. “Sen daima benim kız kardeşlerimden biriydin,” dedi zorlukla konuşurken. “Hep de öyle kalacaksın ve senden istediğim Hümeyra’yla benim yaşayamadığım ne varsa yaşaman. Şu çirkin dünyada mutlu olmayı en çok hak edenlerden birisin. Ağlama. Ben yine hep yanında olacağım. Göremesen de.” Yanağımdaki parmakları hafifçe oynadı, sevmek ister gibi. Sonra güçlükle derin bir soluk aldı. “Artık izin ver bana,” dedi daha fazla dayanamıyormuş gibi. “N-Nehir...” bedenindeki titreme şiddetlenmeye başladı. “L-lütfen,” derken gözlerini daha fazla açık tutamıyormuş gibi yumduğunda yanağımdaki elinden güç çekildi. Onu havada tutanın benim elim olduğunu fark etmek mideme yumruk yemişim gibi sarsılmama neden oldu. Onu kaybettiğimi düşünerek öyle çok korktum ki canını yakacağımı hesaplayamayarak tüm gücümle onu kendine getirmek istercesine silkeledim.

“Kapatma gözlerini! Söz verdin!” dedim ama söz vermemişti. Sadece kendimi buna inandırmak istemiştim. “Kapatma Yavuz! Bana bak! Bırakma beni! Sana yalvarırım bırakma beni!”

Kirpikleri kıpırdandı ama onları tamamen açacak gücü kalmadığı için yarımına kadar açabildi. İçime ufacık da olsa rahat bir soluk çekebildim. Hâlâ benimleydi. “Yavuz,” dedim odağını gözlerime çevirmesini istercesine ama bunu yapmadı. Kirpiklerini hiç kırpmadan sağ tarafımda belirsiz bir noktaya bakıyordu. Sonra o belirsiz noktaya bakarak silik şekilde gülümseyip, “Hümeyra,” diye sayıkladı. Kan damarlarımdan çekildi. “Hümeyra’m,” dedi özlemle. Gözyaşları yeniden yanaklarımdan sel misali boşalırken kafamı çevirip sağ tarafımdaki boşluğa baktım.

“Çok güzelsin. Çok güzelsin benim nadide çiçeğim.”

Bağıra bağıra ağlamamak için elimin tersini ağzıma bastırdım. Sımsıkı yumdum gözlerimi. O kadar sıktım ki gözyaşları çıkacak yol bulamayınca içime akmaya başladı. Ancak bir süre sonra yeniden konuşabilecek gücü kendimde bulduğumda, “Onu mu görüyorsun?” dedim acımı baskıladığım için güçlükle. Yavuz cevap vermedi. Kalbim dehşet verici bir korkuyla çarpmaya başlarken hızla gözlerimi açtım.

“Yavuz! Yavuz, bana bak, buradayım, yanındayım, bana bak! Yavuz!”

Gözlerini o belirsiz noktadan çekmedi. Beni duyuyormuş gibi görünmese de dudaklarının hafifçe kıvrıldığını fark ettim. Yeniden, “Çok güzel,” diye mırıldandı belli belirsiz. “Çok özledim.” Kanlı eli çok hafifçe havalandı, sanki Hümeyra buradaydı ve ona elini uzatmıştı.

“Çok özledim seni.”

“Ölecek kadar çok mu?” dedim acıyla.

Yavuz, “Çok,” diye mırıldandı.

O an onları ayırmaya çalışmak bana çok bencilmişim gibi hissettirdi. Diğer elimle Yavuz'un kafasını kucağımda tuttuğum için göz yaşlarımı yine kanlı elimin tersiyle silmek durumunda kaldım. Ardından gürültüyle burnumu çekip çökmüş hâlimi toparlayabilmek adına elimden geleni yaptım. Sonra, “Git ona Yavuz,” dedim son görevim onu güzel uğurlamakmış gibi. Ağlamamaya çalıştım. Yavuz minnet duyarcasına daha belirgin gülümsedi.

“Git,” diye fısıldadım. “Onu çok özledin.”

Yavuz sanki ona izin vermemi bekliyordu. Havadaki elinin yavaşça yere düşüşünü izledim önce. Ardından da özlemle bakan gözlerinin saniye saniye donuklaşmasına şahit oldum. Göğsü son kez havalanıp indiğinde kucağımda kalanın sadece et ve kemikten oluşan bir beden olduğunu biliyordum. Yaşlar yeniden yanaklarımı kavururken kafamı çevirdim ve az önce Yavuz’un baktığı noktaya baktım. Orada hiçbir şey yoktu ama ben yağan yağmurun altında el ele tutuşmuş şekilde giden çifti görür gibiydim.

Hümeyra ve Yavuz artık kavuşmuştu.

♧ 

Akın toprak yolda arabayı son sürat kullanıyordu. Girip çıktığı çukurlar yüzünden sürekli sarsılarak ilerlemek umurunda bile değildi. Daha kısa olduğunu bildiği için kestirme yolu kullanmayı seçmişti ama uzun zamandır kimse buradan geçmemiş gibiydi, yol epey bozulmuştu. Üstelik tepeden boşalırcasına yağan yağmur işini asla kolaylaştırmıyordu.

Hemen yan koltukta oturan Tuna’nınsa sesi bile çıkmıyordu. Normal şartlarda arabayı düzgün kullanmasına dair yüzlerce uyarı yapacak olsa da şu anda kapı üstündeki tutacağa ölümüne yapışmış şekilde ciddi suratıyla öylece duruyordu. Taşıdığı endişeler ise yüzünden kitap misali okunacak kadar apaçıktı.

Akın bu sefer cidden kocaman bir çukura girip çıktığında, “Am×na koyduğumun tekeri kopsan da kırılsan da gazdan ayağımı çekersem namerdim!” diye bağırdı ve mümkünmüş gibi hızını biraz daha arttırdı.

Tuna, “Az kaldı,” dedi gözünü yoldan ayırmadan. “Şu yokuşu vurup çıkınca anayolda olacağız. Bas abicim, bas!”

Araba yağmur yüzünden ıslanan yolda patinaj yapmaya başladı. “Bir bu eksikti! Yapanını üretenini s×ktiğimin arabası gitsene lan!” dedi Akın direksiyonu bir sağa bir sola kıvırıp dururken. Silecekler yağmurun hızına yetişemiyordu. Tepelerinde gezen kara bulutların tam altında kalmışlardı ve yokuşun hâlâ ortasında sayılırlardı.

“Hadi, hadi, yeterince geç kaldık, hadi, git lan, gitsene,” dedi Tuna kendi kendisine ağzının içerisinde konuşarak. Vücudu kaskatıydı ve araç her patinaj yaptığında oturduğu koltukta kendisini daha çok kasıyordu.

Akın keskin bir manevrayla aracı nihâyet patinajdan kurtarabildiğinde, “Aferin koçum benim, aferin. Hele bir eve dönelim tüm tamiratını yaptıracağım. Biliyorum ağzına sıçtım şu an ama yapacak bir şey yok,” diyerek arabasıyla konuştu. Aslında bu bilinçli yaptığı bir muhabbet değildi. Söylediği kelimeler kendi kulaklarına bile ulaşamadan havada yok olup gidiyorlardı.

“Bir şey olmuş mudur sence?” dedi Tuna artık bu soruyu içinde tutması imkânsızmış gibi. Omzunun üzerinden dönüp umutla Akın’a baktı. Sanki o sorun olmadığını söylerse yetecekti.

“Bunu bana sorma Tuna.”

“Abim uyandığında ne olacak?” dedi Tuna, meraklı bir çocuk gibi. Cevapları istiyordu, ancak cevaplardan o da korkuyordu.

“Bunu da sorma.”

“Nehir iyi midir?”

Akın gürültülü bir soluk aldı. “Umarım,” dedi sadece. Çünkü bundan başka cevabı yoktu.

“Barut ona dokunmaz. Yok canım, dokunmaz, dokunmaz,” dedi Tuna yine kendi kendine. Sonra dişlerini sıkıp oturduğu yerde biraz daha kasıldı. “Am×na koyayım eline bundan iyi fırsat geçemezdi. Abim yok, biz uzaktayız. Oro×spu çocuğu! Ona bir şey olmuşsa ne yapacağız lan? Abime ne diyeceğiz? Kendime sıkarım da abimin karşısına geçip Nehir’i koruyamadığımızı söylemem ben.”

“Ne bok yiyeceğimizi inan bilmiyorum ama bir bok yiyeceğiz artık,” dedi Akın. Ne söylediğinin üzerinde düşünüp daha mantıklı cümle kuramayacak kadar zihni meşguldü.

“Bok yedik biz. Gerçekten yaptığımız bu. BOKU YEDİK AKIN!”

Akın konuşmak yerine arabayı sonuna kadar zorlayıp yokuşu arkasında bıraktı. Dikiz aynasından gördüğü kadarıyla peşinden gelen diğer arabalar da yolu aşmakta güçlük yaşıyorlardı ama hepsinin çıkacağından emindi. Dört bir koldan adam göndermişti. Özgür başka bir ekiple başka bir yoldan ilerliyordu. Uzun yoldan gelenler de vardı, daha uzun yol olan gizli evin arka tarafından gelenler de. Ev yeterince güvenliydi ve içeride hala adam olduğu için evi çok düşünmüyordu, ancak yine de şu durumda tedbiri elinde tutmak için her detayı düşünmek zorundaydı. Ayrıca Barut’u dönüş yolunda kıstırabilme seçeneğini de kaçırmak istemiyordu. Kahrolası yere onlarca yol bağlanıyor olsa bile şansı yaver giderse birinden birinde Barut’la denk gelecek adamları olacaktı.

Nihâyet tepelerindeki kara bulut kümesinin altından çıkabildikleri için yağmurun hızı azalmıştı. Silecekler artık daha yavaş çalışıyordu ve sonunda beton yola çıkmışlardı. İbreyi sonuna kadar zorlayıp direksiyonu sıkı sıkıya kavradı ve her yüz metrede bir önüne çıkan dönemeçleri son sürat geçti.

Tuna arabanın ön konsoluna doğru eğilip yolu daha net görebilmek için dikkat kesilirken, “Burada bir yerde olmaları lazım. Burada bir yerde olmalılar,” diye konuştu. Bir dönemeç daha geçip gitti ama görünürde kimse yoktu. Bu durum onun aklına diğer seçeneği düşürdü. “Onu kaçırdı,” dedi elini gürültüyle konsola vurduğu sırada. “Or×spu çocuğu onu kaçırdı!”

Sonra önlerindeki dönemeci de geçtiler ve artık düz bir çizgi hâlini alan yolda gördükleri ikisinin de kanlarını yüzlerinden çekti. Akın yaklaşana kadar gazdan ayağını bir saniye bile çekmedi. Yaklaştığındaysa frene öyle sert asıldı ki ıslak olan yolda araba savruldu, tekerleklerden acı çığlıklar yükseldi ama neyse ki tepetaklak dönmeden araç durabildi. Aynı saniyede kapıları açıp ikisi de arabadan aşağıya atladı.

Tuna Nehir’in yanına ulaştığı gibi yere diz çöküp Yavuz’un boylu boyunca yerde yatan bedenine nasıl dokunacağını bilemezmiş gibi elleri havada öylece kalırken, “Nehir. Nehir, iyi misin? Nehir?” dedi defalarca kez. Küfürler savurdu. Sonra yine aynı soruyu onlarca kez sordu ama kadından tepki alamadı.

Akın ise hızla ceketini çıkartıp onu geçen yağmur yüzünden tepeden tırnağa ıslanmış olan kadının omuzlarına sardı önünde birleştirerek sıkıca tuttu. Nehir’i kabaca kontrol ettiğinde hiçbir yarasının olmadığını görmek içini rahatlatırken, “Hey,” dedi onun dikkatini çekmek istercesine. Ruh gibi durmasından korkmaya başlamıştı. “Nehir, bana bak güzelim,” diyerek delicesine titreyen çenesini tutup kafasını kendisine doğru çevirdi. Kadının gözleri kıpkırmızıydı ve yağmurun yıkadığı yüzünden eksik olmayan gözyaşları usulca yanaklarından kaymaya devam ediyordu.

“Nehir...”

“Gitti,” dedi genç kadın acıyla. Dudakları eğrildi ama sanki ağlamayacağına dair söz verdiğini hatırlamış gibi hıçkırıklarını bastırdı. “Yavuz gitti.”

Akın Yavuz’un açık kalan gözlerine uzun uzun baktı. Orada yaşam belirtisi olmadığını anlaması için fazla detaya inmesine gerek yoktu. İnsanın gözlerine konan ölüm donukluğunu tanıyan biriydi.

Nehir onun Yavuz’a baktığını fark etmiş gibi yeniden Yavuz’a doğru dönüp, “Hümeyra’yı çok özlemişti,” dedi tüm duygulardan ve acılardan arınmış gibi bomboş bir sesle. Titremekten biraz zor konuşuyor olsa da kelimeleri tam çıkartmaya çalışıyordu. Aşırı derecede üşüyordu ve kuru kalmış ufacık bir noktaya bile sahip değildi.

“Şimdi daha iyidir, değil mi? Benim soldurduğum yüzü eskisi gibi gülüyordur, değil mi?”

Akın Tuna’yla göz göze geldi. Sözsüz bakışmalarından geçen konuşmadan sonra, “Eminim daha iyidir,” dedi yavaşça.

Nehir kızıl damarlarla bezeli olan gözlerini kaldırıp yeniden Akın’a baktı. “Onu almaya Hümeyra geldi,” dedi sanki gördüklerinden eminmiş gibi. “İçim çok acıyor ama gitmesine izin verdim. Artık kavuşmaları gerekiyordu.”

Akın sertçe yutkunma isteğini bastırdı. “Doğru olanı yaptın,” diyerek kadına ayak uydurdu.

“Şimdi mutludur. Ağladığımı görmemeli,” derken yanaklarındaki yaşları kazıtmak istercesine elleriyle sildi. Yağan yağmura rağmen Yavuz’dan ayrılmadığı için hâlâ avuçlarında olan kanlar yeniden yanaklarına bulaşıp yayıldı. “Ağlamayacağım. Yavuz ağlamamı istemedi. Ağlamayacağım.”

“Nehir tamam,” dedi Akın kadının ellerini yakalayıp yüzünden uzaklaştırırken. “Bırak ben temizleyeyim yüzünü,” dedikten sonraysa iri parmaklarıyla yanaklarına bulaşan kanları sildi. Gözyaşlarını her sildiğinde yerini yenisi alıyordu ve bunun için yapabileceği bir şey yoktu.

“Akın,” dedi genç kadın farklı bir dünyadaymış gibi dalgın dalgın. Kucağındaki cansız bedeni gösterip, “Gitti Yavuz,” dedi acıyla. “Ona geleceğini söyledim, biraz daha dayanmasını söyledim ama gitti.”

Akın Nehir’in sırtına kolunu dolayıp onu göğsüne doğru yaslarken, “Dayanmak istememiştir, biliyorum,” dedi yine Yavuz’un açık gözlerine bakarak. “Hümeyra’sına kavuştu. Yolun sonunda o vardı Nehir, bu yüzden savaşmadı.”

“Biliyorum. Biliyorum ama canım çok yanıyor.”

“Geçecek,” dedi kendinden emin şekilde. “Bu onun için kurtuluştu.”

Nehir birkaç keskin hareketle kafasını salladı. “Yaşamak istemiyordu.” Tüm bedeni tepeden tırnağa sarsıldı. “Hümeyra’dan sonra yaşamak onun için yüktü.”

“Bunun farkındaydım ve bu yüzden onun için üzülmüyorum,” dedi Akın kafasını ağır ağır sallarken. “Sevdiğine kavuştu, artık onun savaşı bitti.”

“Mutludur şimdi, değil mi?” dedi Nehir tıpkı avutulmayı bekleyen çocuk gibi.

Akın kadının yüzüne yapışmış olan ıslak saçları geriye doğru iterken cevap verdi. “Elbette mutludur.”

“Mutludur,” dedi Nehir kafasını salladığı esnada. “Hümeyra’nın elini tuttu, onunla birlikte gitti. Mutludur artık, ikisi de çok mutludur.”

“Buna gerçekten inanıyor musun?”

Genç kadın kuşku duymayarak, “İnanıyorum,” dedi.

“Güzel, Nehir, buna inan,” derken kadını hafifçe göğsünden uzaklaştırıp yüzüne baktı. Kötü durumdaydı ama buna rağmen ona bakarken suratında hiçbir ekşime oluşmamıştı. “Öyleyse artık onunla vedalaşalım mı?” diye sordu yavaşça. Kelimelerini yumuşak tutuyordu, çünkü kadını tetiklemekten çekiniyordu. Onu daha fazla bu hâlde tutmak istemiyordu ve bunu doğru şekilde yapmak istiyordu. Omzuna vurup onu arabaya taşıyabilirdi elbette, ancak bu durum onu daha çok hırpalamaktan öteye gitmezdi. Bu yüzden tıpkı bir çocuğu kandırmaya çalışır gibi ona yaklaşıyordu.

Nehir sanki itiraz edecekmiş gibi dudaklarını aralasa da birkaç saniye sonra gözlerini kabullenircesine yumdu. Yanaklarından yuvarlanan yaşlarla birlikte yavaşça kafasını salladı. Ardından da Akın'a yasladığı bedenini doğrultup yeniden Yavuz’un üzerine eğildi. Yavuz’un yanağına avucunu yerleştirip soğuk tenini severken açık kalmış donuk gözlerine hüzünle baktı. “Ağlamıyorum, görüyorsun değil mi?” dedi ama yaşlar yanaklarından kayıyordu. “Ağlamayacağım senin için. İyisin, mutlusun, güvendesin.” Çenesi titredi ama bunu bastırdı. “Artık güvendesin. Kimse sana zarar veremez. Kimse seni bana karşı kullanamaz. Kimse senin canını yakamaz. Endişelenmeyeceğim artık. Hümeyra sana benden çok daha iyi bakar, eminim. Mutluyum. Gerçekten. Kavuştuğunuz için çok mutluyum. Beni terk ettiğiniz için size kırılmadım. İçim çok acıyor ama vallahi kırılmadım. Güvende olduğunuzu bilmekle yetineceğim. Güvende ve mutlusunuz.”

Akın duyduğu her sözle olduğu yerde kaskatı kesilirken Nehir’e hiç bakmıyordu. Ellerini sıkıyor, içinden bu düzene saydırıyordu. Yavuz için üzülmediğini söylerken yalan söylemişti. Onun gibi dürüst ve temiz birinin kaybolup gitmesi vicdanını rahatsız ediyordu.

Nehir, “Abimin bende bıraktığı boşluğu doldurduğun için teşekkür ederim,” dedikten sonra titreyen parmaklarını uzatıp Yavuz’un açık kalan göz kapaklarını örttü. Yaşlar yanaklarından akmaya devam ederken hafifçe gülümsedi ve ardından da eğilip adamın yanağına dudaklarını bastırdı.

Tuna bu anları nefes bile almadan izliyordu. Nehir’i ve acısını görüyor, saygı duyduğundan tek kelime çıkartmıyordu. Ayrıca onu nasıl teselli edebileceğine dair hiçbir şey aklına gelmiyordu. Zaten buna gerek yok gibiydi. Zira kadın kendi kendisini teselli ediyor, Yavuz’un ölümle daha iyi bir yere eriştiğine inanıyordu. Tuna daha önce birisinin öldüğünde yaşadığı hayattan daha iyi bir yerde olabileceğini hiç düşünmemişti ama şimdi Yavuz’un daha iyi bir yerde olduğundan neredeyse emindi.

Nehir nihâyet Yavuz’dan ayrılabildiğinde onu artık almasına izin verir gibi Tuna’ya bakarken, “Hümeyra’nın yanına gömülmek istedi,” diye fısıldadı.

Tuna komutanından emir alan bir er gibi kafasını salladı. “Ayarlayacağım, bana güven.”

“Ailesi bilmeyecek.”

Tuna kısa bir duraksamanın ardından yine kafasını salladı. “Hallederim.”

“Tamam. Tamam o zaman. Onu... onu sana emanet ediyorum,” dedi Nehir. Tuna sertçe yutkunarak emanetini kadının kucağından aldı ve dikkatlice tuttu. Bu sırada Akın Nehir’i kollarının arasına alarak ayaklandı. Sanki Yavuz’u kaldırıp etraflarına park etmiş olan araçlardan birine taşımalarını görmesini istemezmiş gibi hızlı hareket etmişti. Zaten Nehir’in o anları izleyecek gücü yoktu. Görmek bile istemezmiş gibi kafasını Akın’ın göğsüne saklamış, kucağında olabildiğince ufalmıştı. Adamın üzerindeki kazağı can simidiymiş gibi sıkı sıkı tuttuğu sırada, “Çok üşüyorum,” dedi dişlerinin birbirine vurmasına engel olamazken.

“Araba sıcak. Şimdi seni içeri koyacağım az daha sabret, ısınacaksın.”

“Islattım seni,” dedi yağan yağmurla ıslanmış kıyafetleri yüzünden huzursuzluğunu belli ederek. “Yürüyebilirdim,” diye devam etti ama bunu başaramayacağı ortadaydı.

“Bunu mu dert ediyorsun gerçekten?” dedi Akın gürültüyle soluğunu dışarıya verirken. “Seni iyi buldum, gerisi umurumda mı sanıyorsun?”

“Bilmem ki.”

“Gerisi umurumda değil,” dedi altını çizercesine. Kadın buna inanmıyor gibi duruyordu, ona hak da veriyordu. Şimdiye kadar aralarındaki ilişki pek iyi sayılmazdı. Bu yüzden tavrı normal görünebilirdi ama Akın buna bozulmaktan kendini alamamıştı. İyi bir adam olmadığını biliyordu ama o kadar kötü biri de değildi.

“Duydun mu?” dedi Nehir’in bunu bildiğinden emin olmak istercesine. “Gerisi umurumda değil.”

Kadından sadece birkaç mırıltı yükseldi. “Çok soğuk,” dedi daha sonra. Akın adımlarının hızını arttırıp hiç zorlanma belirtisi göstermeden kadını geniş Jeep araçlardan birinin arka koltuğuna taşıdı. O kadar hafifti ki onu taşımaktan gram yorulmamıştı. Geldiğini gören adamlardan birinin açtığı kapıdan içeriye Nehir’i bırakıp kapıyı kapattığında, “Aracı çalıştır, klimayı aç hemen,” diye emretti yanındaki adama. Ardından da Tuna’ya doğru dönüp birkaç adım ona yaklaştı.

“Burayı sen toparla, ben onu eve götüreceğim.” Evden kast ettiği kulüptü.

Tuna hâlâ yerde dizlerinin üzerindeydi ve Yavuz’u sıkı sıkı tutuyordu. Neden hâlâ aynı şekilde durduğuna dair hiçbir fikri yoktu ama onu incitmekten çekinircesine davranıyordu. “Eve mi?” dedi şaşkınca. “Hastaneye götür oğlum, iyi değil hiç.”

“Doğru söylüyorsun lan. Akıl mı kaldı bende?”

“Ya da... Cesur abinin yanına mı gitseniz?” dedi düşünceli düşünceli. “Selin ilgilenirdi Nehir’le.” Duraksadı. “Gerçi onun branşı farklı, çok da bir şey anlamaz sanırım.”

Akın sıkkınlıkla saçlarını karıştırırken, “Abim uyandığında kendinde olur mu emin olamıyorum amına koyayım böyle işin!” diye söylendi. “Hastaneye götüreceğim, iyi olduğunda abim gelsin, yapacak başka şey yok.”

“Tamam, ben burayı hallederim. Yolda dikkatli olun, Barut’a karşı.”

“Keşke karşıma çıksa or×spu çocuğu!” derken yumruğunu avucunun içerisine vurdu. “Çıksa da bu puştluğunun hesabını sorsam itten!”

“Sakin ol abicim, Nehir’i germe aman dikkat et. Hâli hiç hoşuma gitmedi.”

Akın hızlı hızlı kafasını salladığı sırada Nehir’i yerleştirdiği arabanın şoför kapısını açarak kafasını dışarıya çıkartan adamı, “Abi, bakman lazım,” diyerek ona seslendiğinde arabaya nasıl koştuğunu bilemedi. Aracın diğer tarafını dolanıp, “Ne oluyor oğlum?” diye sorarken adamdan cevap beklemeden arka koltuğun kapısını açtı. Nehir koltuğa kıvrılmış nefes almakta zorlanıyormuş gibi sesler çıkartıyor ve acıyla kıvranıyordu. Hızla arabaya binip kadının başını kucağına doğru çekerken, “Nehir, ne oluyor? Bir yerinde bir şey mi var?” diye sordu endişeyle.

“N-nefes... nefes alamıyorum,” dedi genç kadın güçlükle.

Akın ceketini kadının üzerinden çekip göğsünü kontrol etti. Hiçbir sıkıntı görünmüyordu. En azından kurşun yarası yoktu. Bu esnada hâlâ hareket etmemiş olan araca binaen, “Lan bassana gaza!” diye bağırdı. Ardından yeniden Nehir’e odaklandı. Kadın sol omzunun üzerine doğru döndüğü için saçlarını yüzünden çekmekte zorlansa da onu rahatlatmak adına bir şeyler yapmaya çalıştı.

“Nehir-”

“Pencere... pencereyi açar mısın?”

“Ama üşüyorsun, buz gibisin-”

“Lütfen,” dedi genç kadın. “Nefes ala-mıyorum.”

Akın kafa karışıklığını yüzünden atamazken uzanıp düğmeye bastı ve aracın içerisindeki sıcak havaya saldıran soğuğun geçişine izin verdi. “Oldu mu şimdi? Açtım pencereyi, sakinleş artık. Yavaşça nefes al. Önce ağzından alabildiğin kadar havayı içine çek sonra burnundan ver. Beraber yapalım mı? Hadi Nehir.”

Akın söylediğini uyguladı ve birkaç defadan sonra Nehir de ona ayak uydurmaya başladı. Garip nefes alış şekli yavaş yavaş düzene girip göğsündeki çırpınış duruldu. Ancak bedeni hala kriz geçirircesine titriyordu. Üşüdüğü için miydi yoksa yaşadığı şok yüzünden miydi? Üstü başı ıslaktı. Üstelik üşüdüğünü zaten söylemişti. Bu yüzden artık sakinleştiğini düşünerek pencerenin kapanması için düğmeye bastı. Çıkan tiz sesle birlikte Nehir acı içerisinde, “Hayır, hayır, hayır!” diye bağırdı. Akın bunu hiç beklemediği için şokla kalakaldı.

“Beni burada bırakma. Yalvarırım. Yalvarırım beni buraya kapatma. Abi? Abi! Orada mısın? Sesimi duyuyor musun? Kurtar beni! Kapıyı aç! Kapıyı aç! KAPIYI AÇ!”

“Abi mi?” dedi Akın sersem sersem. Kafası bununla meşgul olurken, “Tamam,” diye sayıklayarak yeniden düğmeye bastı. “Tamam açtım, Nehir, açtım. Sakin ol. Açtım pencereyi.”

Pencere açıldı, kadın yeniden sakinleşti ama Akın onu izlerken kazık yutmuş gibi tetikteydi. Çünkü Nehir’in son verdiği tepki onun aklına onlarca sorunun dolmasına neden olmuştu. Abisi mi vardı? Abisi onu bir yere mi kilitlemişti? Yoksa onu kurtaran mı oydu? Şimdiye kadar Nehir’in kimsesiz olduğunu düşünmüştü. Yoksa değil miydi? Ona daha dikkatli baktı. Nehir’e karşı her daim şüpheleri vardı ama artık bundan rahatsızlık duymadığını fark etti. Çünkü artık merak ettiği şey onun neler yaşadığıydı. Nasıl travmalar atlatmıştı ki böyle bir anda bile dönüp geçmişine çakılabiliyordu? Belki de acıdan kafayı yediği için böyleydi. Acıdan çıldıracağını hissettiği anlarda o da böyle garip garip mi davranmıştı? Babasının öldüğü günü hatırladı, sonra da kız kardeşinin ölümünü... O acıyla nasıl baş edebilmişti şimdi hatırlamıyordu bile ama o dönemlerin zor geçtiğini unutmamıştı. Nehir de böyle bir ana sıkışmış olmalıydı. Güçlü görünmeye çalışıyordu ama eline yüzüne bulaştırmıştı. Yine de çabasını takdir ediyordu.

“A-Akın,” dedi genç kadın titreyen sesiyle. Akın irkilerek düşüncelerinden sıyrılıp ona doğru döndü. Islak saçlarını okşarken, “Söyle güzelim,” dedi aralarında hiçbir sınır kalmamış gibi yumuşacık bir tavırla ona yaklaştığı sırada. “Pencereyi açtım, sen isteyene kadar kapatmayacağım. Tamam mı?”

Nehir onu hiç duymamış gibi, “Canım yanıyor,” dedi acıdan dolayı sıktığı dişlerinin arasından. “Çok ağrıyor.”

“Neresi? Göster bana,” dedi gerildiğini saklamaya çalışarak. Acaba görmediği bir yerden yarası mı vardı? Onu hızlıca yeniden gözden geçirdi, üzeri kan izleriyle doluydu ama onun kanı değildi. Öyle olmasını umuyordu.

Nehir’in titreyen eli karnına, kasıklarına doğru kaydı. Elini oraya bastırıp ufak bir hıçkırığın dudaklarından dökülmesine izin verirken yeniden, “Çok ağrıyor,” diye sayıkladı.

Akın önce nedenini anlayamadı. Kadının üzerine eğilip elini bastırdığı noktayı inceledi. Derken bacaklarının arasında belirginleşerek kıyafetini ele geçiren koyu rengi fark etti. Ensesinden soğuk bir ürperti geçip gitti. Bebeği hatırlamak boğazına iri bir ilmeğin dolanmasına neden olurken hiç düşünmeden elini kadının elinin üzerine yerleştirip karnına bastırdı.

“İyi olacaksın, söz veriyorum,” dedi hızlı hızlı. Sonra hemen önündeki şoför koltuğunun sırt kısmına sertçe diğer elini geçirip, “Hızlı sür şunu!” diye kükredi. Bu orantısız hareketinin Nehir’i irkilttiğini fark ettiğinde ağzının içerisinde kendisine sövüp sesinin desibelini normal tutmaya çalışarak, “İyi olacaksın,” diye tekrarladı. “Geçecek. Geçecek güzelim.”

“Onu istemediğimi söylerken ciddi değildim,” dedi Nehir hıçkırıklarının arasından. “Gücendi bana. Gücendirdim onu. O da gidecek şimdi-”

“Şşş, gitmeyecek,” dedi Akın elini sahiplenircesine kadının karnına bastırdığı sırada. Çaresizlikle dişlerini sıktı. “Gitmeyecek,” dedi yeniden. “Daha hızlı sür şu s×ktiğimin arabasını!” diyerek şoförü sertçe uyardı. Ardından yeniden Nehir’e döndüğünde o sert tavrını hızla yumuşatıp, “Sen kapat gözlerini, ben buradayım. Gitmeyecek, tamam mı? İzin vermeyeceğim,” dedi sanki bunun izni elindeymiş gibi kendinden emin şekilde.

Nehir artık dayanamıyormuş gibi kendisini teslim edercesine kafasını salladı. Kasıklarında keskin bir ağrı vardı, canı yanıyordu ama buna rağmen Akın’a güvenmeyi seçti. Gözlerini kapattı ve saymaya başladı.

“Bir, iki, üç, dört, beş, altı...”

Bebek? :(

Bölüm : 05.12.2024 00:05 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...