@yazarimsibirileri
|
“Hayatla dans etmeyi öğren. Sürekli ayağına basıp durursan senin canın yanar.” ××× Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Mekân sanki yeni yeni canlanıyormuş gibi kıpır kıpırdı. Kulakları rahatsız etmeyecek ve insanı oturduğu yerde bile dans etmeye itecek müzik çalmaya devam ediyordu. DJ kabinindeki kadın mekânı nasıl coşturması gerektiğini iyi biliyordu, işinin ehliydi. İnsanlar deli gibi eğleniyor, ortam gittikçe daha çok alev alıyordu. Tüm o insan kalabalığının içerisinde, bar bankosuna dirseğimi dayamış, alnımı avuç içime gömmüş hâlde oturuyordum. Arkamdaki canlılık umurumda bile değildi, hatta müziği duyduğum bile söylenemezdi. Aklım o kadar doluydu ki beni uyuşturmasını umduğum tek şeye sığınmıştım; içkiye. Adını şu an için hatırlamadığım ama Özgür'ün yanında gördüğüm barmen yenilenmesini istediğim içki bardağını önüme bıraktı. Ona bakmasam da meraklı gözlerle beni izlediğinden emindim. Sorguluyordu. Ve aklındaki en büyük sorunun ne olduğunu biliyordum. Neden hâlâ hayattaydım? Kaçıncı olduğunu unuttuğum bardağa parmaklarımı dolayıp aldığım koca yudumu mideme gönderdim. Artık yüzüm buruşmuyor, boğazım acımıyordu, içkinin sertliğine alışmıştım ya da olmasını umduğum gibi bedenim uyuşmaya, hissizleşmeye başlamıştı. Alkole dayanıklı bir bünyem olduğunu iddia etmiyordum, ki zaten niyetim körkütük sarhoş olmaktı. Bir yerde sızmak istiyordum, bu bir sokak bile olabilirdi. Bar bankosunun üzerine bıraktığım telefonum çalmaya başladı. Yanan ekran ışığı doğrudan yüzüme vurduğu için bunu fark etmiştim ve ekranda Hümeyra'nın adı yazılıydı. Telefon çaldı, çaldı, çaldı. Açmadım. Ekran kararmadan önce gözüme çarpan bildirimlerden bunun yirmi dokuzuncu arayışı olduğunu gördüm. Mesaj sayısı ise yüzlerceydi. Benim için endişeleniyordu. Elimde uyuşturucuyla enselenmeden önce ona bir saate evde olacağımı söylememin üzerinden saatler geçmişti, bu yüzden merakını ve korkusunu anlayabiliyordum ama henüz durumu açıklayacak kafada değildim. Karakolda Tolga Zafer'le yüzleştiğim sırada Yonca, Hümeyra'ya olan bitenleri anlattığı için Yiğit hakkındaki gerçeği saklama girişiminde bulunmamıştım. Onun nelerin içinde olduğunu biliyordu ve iki gündür yaşadığım sıkıntıları, ortalıktan kaybolmalarımı yıkılan arkadaşlığımın bendeki ağır etkisine yoruyordu. İşin aslı bu durum hayli işime yaramıştı; ona yeni yalanlar sıralamak yerine kafamı dağıtmak istediğimi söyleyerek sorularını savuşturmuş, şüphesini uyandırmamıştım. Bardağı havada yuvarlayarak dibinde kalan son yudumumun sağa sola savrulmasını izlerken hemen sağ tarafıma birisi oturdu. Kim olduğuna dönüp bakmamış olsam da vücuduma yayılan soğukluğu hissettim, bardakla oynayışım yavaşladı. Korku baskın olmasa bile kalbimin etrafına ince bir duvar örerek her an beni ele geçirebileceğini açıkça belli etti. Yine de içkinin vücuduma yaydığı hissizlik ve özgüvene sığınarak üzerinde durmamayı seçtim. Çakırkeyif sayılırdım ve hâlâ düşünceler âleminde boğuluyordum. Bu yüzden daha çok içkiye ihtiyacım vardı. Bardaktaki son yudumu hızla mideme gönderip tazelemesi için barmene işaret ettim. Harekete geçmeden önce sağ tarafıma kısa bir bakış attı. Onay aldığını boş bardağı yenisiyle değişmek için almasından anladım. Benim istediğimin aynısından bir bardak daha bankonun üzerine bırakıldığında dudaklarım güler gibi kıvrılırken kafamı hafifçe iki yana salladım. “Senin başka işin yok mu?” dedim sağ tarafıma dönmeden. İçkiden yudumladım, o da bardağına uzandı. “Senin gitmen gereken evin yok mu?” dedi sorumu kendine göre şekillendirerek. Ona omzumun üzerinden baktım. Yeraltı Kulübü'nün sahibi ve dövüş gecelerinin yıldızı olan adam, Cesur Çağlayan; barda, sıradan bir kadınla içki içiyordu, yani benimle. Etrafta göz gezdirmesem bile bizi izleyenler olduğuna emindim. Meraklı bakışları hissetmememin imkânı yoktu. “Ev bekleyebilir,” dedim koyu kahve gözlerini tararken. Onları okumak çok zordu. “Sarhoş olmak istiyorum.” “Benim mekânımda mı?” “Evet?” İçkiden yudumlamak için bardağı kendisine doğru yaklaştırırken dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı. Bu tehlikeli bir gülüş olmasa da ürpermekten kendimi alamadım. “Beni şaşırtıyorsun,” dedi aldığı yudumu midesine gönderdikten sonra. “Buradan ardına bakmadan kaçacağını düşünmüştüm.” “Neden kaçayım?” diye sordum bu kez tüm bedenimle ona doğru dönerek. Dışarıdan flört eden çiftler gibi görünüyor olmamız muhtemeldi. “Ya da sorumu düzeltiyorum, nereye kaçabilirim? Dur, asıl soru bu da değil, asıl soru şu: kaçabilir miyim?” “Kaçamazsın,” dedi, gözlerinden geçen karanlık bakışı yakaladım. O kadar keskin ve net konuşmuştu ki durumu zaten biliyor olsam da tüylerim diken diken olmuştu. Hızlı hızlı kafamı salladım. Elimdeki bardağı, onun tezgâhın üzerinde duran ve parmaklarının hâlâ sarılı olduğu bardağına çarparak, “İşte bu yüzden sarhoş olmaya ihtiyacım var,” dedim buzdan gülümsememle. Ardından bardağı dudaklarıma götürürken, “Dibe batmamın şerefine,” diye söylendim. Cesur, içkimden yudumlarken beni izlediği sırada, “Korkmuyorsun,” dedi. Bakışlarının ağırlığı altında ciğerlerime kesik bir soluk çektim. “Hayır, korkuyorum.” “Diğerleri gibi değil,” dedi bunun üzerine. “Hâlâ burada durabiliyorsun ve hiçbir şey olmamış gibi içiyorsun. Cesur musun yoksa aptal mı?” “Aptal,” dedim hiç düşünmeden. “Gördüğünden çok daha aptalım.” Kendi kendime güldüm. Yıllarca yeraltından kaçarak yaşamıştım, yıllarca bana yazılan hayatı oynamış, asla çizgimi bozmamıştım. Şimdiyse her şey tepetaklak olmuştu, hem de bir anda. Kaçtığım hayatın kucağına düşmüştüm ve bu kez kolayca içinden çıkamayacağımı kalbimin buz tutmuş derinliklerinde dahi hissedebiliyordum. İçkiyi şerefe dercesine hafifçe havaya kaldırıp içimden, “Bitişime,” diye geçirdim. Aslında deli gibi ağlamak istiyordum. Kendimi sürekli kasmamdan dolayı tüm kemiklerim ağrıyordu. Artık şehir değiştirsem de ismim kara listeye yazılmıştı, kaçamazdım. Beni bulmaları en fazla birkaç günlerini alırdı. Sıradan bir arkadaşlığın başıma açtığı olayları düşündüğümde delirecekmiş gibi hissediyordum. Boğuluyordum ve bunun boğazıma atılan ilk ilmek olmayacağını görebiliyordum. Bitirdiğim bardağı yeniden doldurması için barmenin önüne bıraktım. Adının Nedim olduğunu ancak hatırladığım uzun kıvırcık saçları alnına dökülen adam içkimi yenilemek için bardağa uzanacaktı ki Cesur ufak bir el hareketiyle onu durdurdu. Çatılan kaşlarımla, konuşma gereği duymadan isteğimin önüne geçen eline bakarken onun beni izlediğini biliyordum. “Artık beni rahat bırakacak mısın?” dedim homurdanarak. “Özgürce içmek istiyorum.” “Bu kadar yeter. Evine git.” Ona döndüm. “Ne zamandan beri ne kadar içeceğime sen karar veriyorsun?” dedim gözlerimi kısarken. “Emin ol pek de umurumda değil, sadece seni burada istemiyorum.” “Neden? Hâlâ yaşıyor olmamı sorgulamaları mı canını sıkıyor?” dedim geri adım atmaksızın. Omuzlarım dikleşti, ona tırnaklarımı geçirmek istiyordum. Beni zayıf görüyordu, zayıf olmadığımı ona göstermek istiyordum. “Yaşamana izin verdiğim için mi karşımda bu kadar cüretkâr duruyorsun?” diye sorduğunda parmakları yeniden tezgâhın üzerindeki bardağı kavradı, ancak içmedi. Gözleri karanlık bir bakışla yüzümde gezinirken dışarıya yaydığı sert uyarıyı netçe hissettim. “Kaşınma.” Güldüm. “Kaşınırsam ne yaparsın? En fazla öldürürsün?” dedim sorarcasına. Cevap vermedi. Kafamı iki yana sallayarak oturduğum bar taburesinden indim. Ceketimi ve çantamı alıp oradan uzaklaşmak niyetindeyken aklıma son anda bir şey gelmiş gibi duraksadım. Yeniden Cesur'a doğru döndüğüm sırada yüzümde ondan iğrendiğimi açıkça belli eden ifadem asılıydı. “Söylesene ne yaparsın?” diye ısrar ettiğimde bar taburesinde dönerek tümüyle bana odaklandı. Kıstığı kahve gözleri niyetimi anlamaya çalışırcasına yüzümde arayıştaydı. Ne düşündüğü hakkında yorum yapamıyor olmak canımı sıksa da çabalamayı bırakmadım. “Birçok şey,” dedi karanlık bir sesle. Soğuk bakışlarına eklenen tehlikeli tını tenimi ürpertti. Yine de geri çekilmek yerine sanki güzel bir şey duymuşum gibi gülümsedim. Gözleri yavaşça dudaklarıma kaydı, gülümsemem genişledi. Kur yapan bir edayla yanına yaklaştım ve açık duran bacaklarının arasına girdim. Bacaklarım bacaklarına sürtündü, yutkundum. Dudaklarımda asılı duran gülümseme yavaşça yerini minik, sinir bozucu sırıtışa bıraktı. Çok yakındık ve sanki bu yakınlık yeterli değilmiş gibi ona daha çok sokuldum. Elim sinsi sinsi kayarak baldırının üzerine kondu, kendisini kastığını hissettim. Boynundaki kaslar kabardı, bakışları biraz daha sertleşti. “Yaşamama izin verdin, öyle mi?” dedim elimi baldırı boyunca yavaşça kaydırıp karnına doğru yönlendirerek. Dışarıdan bakan biri onu baştan çıkarmaya çalıştığımı düşünebilirdi, ancak ben vücudumdaki titremeyi bastırmak için kendimle savaş veriyordum. Soğuk parmaklarım iri vücudunu saran tişörtün üzerinde gezinerek sert göğsüne çıkmak üzereyken birden elimi bileğimden yakalayıp sanki beni uyarmak istercesine sıktı. “Ne yaptığını sanıyorsun?” Onu umursamayarak biraz daha yaklaştım. Dudaklarımızın arasındaki mesafe çok kısaydı. Bir nefes uzağımdaki varlığı beni terletse de geri çekilmedim. Sanki dolgun dudaklarını öpmek için yanıp tutuşuyormuş gibi gözlerim dudaklarının üzerindeyken, “Sen yaşamama izin vermedin, Cesur,” dedim adını vurguyla telaffuz ederek. Bileğimi daha güçlü sıktı, yine de canımı yakmıyordu. Bazı anlarda o da aynısını yapıyordu, adımı öyle farklı telaffuz ediyordu ki beni gerçeği bilip bilmediği konusunda şüpheye düşürüyordu. Ancak hakkımda ne kadar araştırma yaparsa yapsın bunu öğrenemeyeceğini bildiğim için içim rahattı. “Sen beni ölümün kucağına bıraktın,” diye devam ettiğimde gözlerine baktım, bana bakıyordu, doğrudan bana. O kadar yakınında olmama rağmen bakışları dudaklarımda değil, gözlerimdeydi. "Beni öldürmen için buraya gönderdiler,” dedim, artık yüzümde gülümseme namına en ufak kıpırtı yoktu. Tıpkı onun gibi ruhsuz, ifadesizdim. “Ama sen beni öldürmedin. Bunu suçsuz olduğum için değil, Tolga Zafer'in maşası olmayacağını göstermek, oyununu bozmak için yaptın.” Tabii ki niyetini anlamıştım. Özgür silahı bana doğrulttuğunda öleceğimi düşünüyordum, ancak kurşun havaya sıkılmıştı. Bana uyarı olsun diye ya da korkumla dalga geçmek için öylesine yapılmıştı. Sonra gitmeme izin vermişlerdi. Beni özgür bırakmalarının altındaki neden gün gibi ortadaydı, aptal değildim. Muhtemelen Tolga Zafer'le aralarında problem vardı. Tolga, Yiğit'in aşırı tepki vermesinden çekinip ve ayrıca buranın kuralını ihlal etme umuduyla elime uyuşturucu tutuşturarak beni buraya yollamıştı. Böylece hem içeri uyuşturucu sokmuş hem de benden kurtulmuş olacaktı. Cesur, onun planını çözmekte zorlanmamıştı. Karşılığında kendi kurallarını esneterek, içeri uyuşturucu sokmuş birini, yani beni sağ bırakmıştı. Tolga Zafer'in umduğu olmamıştı, oyunu bozulmuştu. Ama benim için saat işlemeye devam ediyordu. “Şimdi buradan gideceğim,” dedim yutkunarak. “Evime gideceğim,” diyerek sözüne atıfta bulundum. “Ama canlı gidebilecek miyim? Sen beni sağ bıraktın ama Tolga bırakacak mı?” Kafamı ağır ağır iki yana salladım. “Başladığı işi yarım bırakacağını sanmam. İşte bu yüzden sen yaşamama izin vermedin, sen aslında sadece aradan çekildin. Ben hâlâ ölümle burun burunayım. Tek fark kafama silahını doğrultan sen değilsin.” Koyu kahve gözlerindeki karanlık yoğunlaştı. Kaşının teki hafifçe yukarı kavisliydi. Beni sorguladığını bu hareketinden okuyabiliyordum. Durumu kolayca çözmem aklına soru işaretleri düşürmüş olmalıydı. Tertemiz geçmişe sahip bir kadın olarak tüm bunları nasıl bilebilirdim, değil mi? Yavaşça geri çekildim, bileğimi hemen bıraktı. Ancak parmaklarının sıcaklığı tenimin o bölgesine işlenmiş gibi varlığını hissetmeye devam ediyordum. Onu daha fazla umursamazken hâlâ parmaklarının sarılı olduğu bardağa yöneldim ve bardağı kırmak ister gibi sıktığını ancak o an fark ettim. Yine de aldırmayarak bardağa uzandım, almama izin verdi. Dibinde kalan son birkaç yudumu mideme indirdikten sonra Cesur'a son kez baktım. “Ölmek üzere olan birinden hesap istemeyeceğini varsayıyorum,” dedim alayla. “Zaten istesen bile bunları ödeyecek kadar zengin değilim. Canımı almayı da reddettiğine göre...” Omuzlarımı kaldırıp indirdim. Yüzümdeki alay dolu gülümseme birden kaybolurken hızla arkamı dönüp oradan uzaklaşmak için ilk adımımı attım. Cesur'un bir şey söyleyeceğini hissetsem de aldırmadım, o da beni durdurmadı. İnsan kalabalığının arasından sıyrılarak asansöre ilerledim. Dışarıda beni ölümün beklediğini biliyordum. Kaçmak için hiçbir şansımın olmadığını da kimsenin beni kurtarmayacağını da biliyordum. Açılan asansörün kapısından geçerken omuzlarım düşüktü, dik durmak için artık çabalamıyordum. Korku beni yeniden ele geçirmişti. Bacaklarımın titrediğini görmezden gelmeye çalışsam da yürüyüşümü etkileyecek kadar güçlüydü. Ya da sadece sarhoştum. İçki acıdan kıvranan beynimi iyice uyuşturmuştu. Artık düşünmüyordum, belki de bu yüzden ölüme gittiğimi bildiğim hâlde rahat davranabiliyordum. Üst kata ulaştığımda açılan asansörden dışarı çıktım. Ortada bulunan aslan heykeline donuk gözlerle bakarak yanından geçip gittim, buraya ilk girdiğimde üzerimde bıraktığı etkiden eser dahi yoktu. Kapı açıldığında aynı iki adamın orada bekliyor olmasına zerre kadar aldırmadan dışarıya adımımı attım. Rastgele bir tarafa doğru yöneleceğim sırada, “Nehir,” diyen o sesi işittiğimde kaşlarım çatıldı. Omzumun üzerinden dönüp bana seslenen adama baktım. Jilet gibi takım elbisesinin içerisinde neredeyse kaybolmuş, zayıf bir adamdı. Hele de arkada kalan kulübün kapısını tutan korumaların yanında ufacık görünüyordu. “Ne istiyorsun?” diye sordum ters ters. Normalde bu kadar kaba biri değildim, ancak şu anda ipin ucunu kaçırmıştım. Adam tepkime aldırmadı. Yanında durduğu aracın kapısını açarak, “Adım Tuna. Seni evine bırakmak için buradayım. Lütfen geç,” dedi lüks aracın içini gösterirken. Kafam istemsizce kulübe doğru döndü. Sanki Cesur'u görebiliyormuş gibi uzun uzun oraya baktım. Beni şaşırtmıştı. Beni ciddi anlamda şaşırtmıştı. ××× Üzerime geçirdiğim cekete sığınmıştım. Kemiklerime kadar üşüyordum ve beni ele geçiren bu soğukluğun kaynağının dışarıdaki serin hava olmadığını biliyordum. Yaşadığım ucu bucağı olmayan korku, içtiğim onca bardak içkinin bile önüne geçip, kan akışımın yavaşlamasına neden oluyordu. Tuhaf bir hâldeydim. Bir yandan terliyordum, kalp atışım zirveyi buluyordu. Bir yandansa donuyordum ve sanki geçen her saniyede kalp atışım yavaşlıyordu. Göğsümü titrek bir solukla şişirdiğimde dikiz aynasından üzerime dönen bakışların varlığını kaçırmadım. Evime ulaşmama birkaç sokak kalmıştı ve Tuna'nın arabasındaydım, daha doğrusu Cesur Çağlayan'ın. Başımdaki ağrıdan kurtulmak istercesine alnımı ovalarken bu kez ben sürücü koltuğundaki Tuna'ya gözlerimi diktim. Yolculuk boyunca tek muhabbetimiz olmamıştı ama sürekli beni kontrol ettiğini fark ediyordum. Esmer, ufak tefek bir adamdı. Otuzlarının başlarındaymış gibi görünüyordu. Yolda görsem işinde gücünde olan zararsız biri olduğunu düşünürdüm, ancak kime çalıştığını biliyordum. Tuna’nın öne doğru uzanıp klimayı biraz daha yükletmesini takip ettim. Bu hareketine güler gibi dudaklarım kıvrıldı. Ne olduğunu bilmesem beni düşündüğünü sanacaktım. Kafamı hafifçe iki yana sallayıp, buharlanan cama doğru döndüm. Sorun arabanın soğuk olmasında değildi, sorun sıcacık arabanın içerisinde sıcaklığı hissedemeyecek hâle gelmiş olmamdı. Mahmutbey Caddesi'nden ilerliyorduk. Neredeyse gün ağarmaya döndüğü için yol boş sayılırdı. Tuna'ya evimin adresini söylememiştim, o da sormamıştı. Tarif etmeme ihtiyacı yokmuş ve adresimi avucunun içi gibi biliyormuşçasına aracı Dağlar Sokağı'na soktuğunda sessizce iç geçirdim. Gerçek bir kez daha yüzüme çarptı; ellerindeydim. Beni benden iyi biliyorlardı. Ve aynı zamanda hiçbir şey bilmiyorlardı. Tuna arabayı oturduğum binanın tam önünde durdurdu. Dışarıda çiseleyen yağmuru izlerken hissiz parmaklarım kapının koluna sarıldı. Ona teşekkür etmeyecektim. Eğer bu kadar kendimi kaybetmemiş olsaydım aracına da binmezdim, ancak kafam pek yerinde değildi ve hissettiğim korku o kadar güçlüydü ki henüz onu baskılamayı beceremiyordum. Kapıyı açtım, soğuk hava anında bacaklarıma dolanırken, “Nehir,” dedi Tuna. Sorgulayıcı gözlerim hızla onu buldu. Sakalsız yüzündeki ifadeden anlayış akıyordu. “Bundan sonra bizim tarafımızdan rahatsız edilmeyeceksin,” dedi sanki beni rahatlatmak ister gibi. Tek yaptığım güler gibi bir ses çıkartıp araçtan inmek oldu. Kapıyı gürültüyle üzerine vurdum. Her ne kadar arabasını tekmelemek istesem de kendimi dizginlemeyi başardım. Ürkek gözlerim sokağı boydan boya taradı. Herhangi bir tehlike arasam da bulamayınca bu kez bakışlarımı oturduğum binaya çevirdim. İkinci kattaki oturma odasının ışığı açıktı, Hümeyra dönmemi bekliyordu. Her zaman dönerdim. Bazen yaşadıklarım ağır geldiğinde veya benim için özel olan bazı günler takvimde göründüğünde ortalıktan kaybolurdum. Ve Hümeyra da her zaman beni beklerdi. Haddinden fazla geciktiğim için soracağı soruları düşünmek başıma ağrılar saplanmasına neden olurken birkaç basamaklık merdiveni arşınladım. Çantamın derinliklerindeki anahtarı bulmak beni biraz uğraştırsa da bunu başardığımda yeniden titremeye başlayan parmaklarım kilidi tutturmaya çalıştı. Çantamı kimin topladığından haberim bile yoktu, ancak eşyalarımı gelişigüzel değil, özenle yerleştirmişti. Apartman kapısından içeriye girene kadar Tuna'nın hareket etmemiş olması dikkatimden kaçmasa da onu önemsemeyerek merdivenlere doğru ilerledim. Bina eskiydi ve asansörü yoktu. Yakında yıkım kararı çıkacağı konuşuluyordu. Belki de buradan taşınma işini o zaman düşünebilirdim, tabii o zamana kadar hâlâ hayattaysam eğer... Son kira zammından sonra hak ettiğinden fazlasını ödediğim dairenin önüne geldiğimde avucumdaki anahtarı sıkıp derin bir soluk aldım. Tek istediğim yatağıma girip yorganı kafama kadar çekmek ve sanki yorganın altındayken dünyadaki tüm kötülüklerden korunuyormuş gibi uykuya dalmaktı. Ancak artık çocuk değildim ve bunun mümkün olmadığını biliyordum. Fazla ses çıkarmamaya özen göstererek anahtarı göbeğe yerleştirmeye çalıştığım sırada kapı birden açıldı. Hümeyra çizgili pijamalarının içerisinde, kıvırcık saçları kafasının tepesinde bağlanmış ve gözleri uykusuzluktan kızarmış hâlde karşımdaydı. Onun hemen ardında merakı yüzünden okunan Yonca vardı. Ah, onun sabah evine geçeceğini düşünmüştüm ama belli ki o da benim için endişeliydi ve bu yüzden kalmayı seçmişti. Hümeyra kapıyı ardına kadar açarken sanki karşısında beni görmeyi beklemiyormuş gibi şaşkınca, “Abla?” diye mırıldandı. Kehribara çalan tatlı kahverengi gözleri tüm bedenimde gezinip son olarak yüzümü turladı. Yaptığı hasar kontrolünden onay almadığımı alnımdaki yaraya kaşlarını çatarak bakmasından anladım. Gözlerinden korku taneleri geçti. “Ne oldu sana? Bu hâlin ne?” Ayakkabılarımı gelişigüzel çıkartıp hiçbir şey söylemeden ve her hareketimi izleyen ikiliye bir kez olsun bakmadan içeri girdim. İkisinin kendi aralarında birbirlerine bakmalarını ve sözsüz konuşmalarını göz ucuyla takip ederken, “Yatacağım,” dedim rahatsız edilmek istemediğimi belli ederek. Hümeyra, “Hayır, bu kez değil. Bu kez kaçmana izin vermeyeceğim,” dedi kapıyı gürültüyle üzerine vurduğu sırada. “Atlatmanı bekledim, sana zaman tanımak istedim ama şu hâline bak. Kendini toparlamak yerine daha çok batırıyorsun. Artık benimle konuşmanı istiyorum abla, lütfen. Yanında olmama, yanında olmamıza izin ver.” Omuzlarım düştü. Bir an için ona her şeyi anlatmak istedim. Beni bilsin, kim olduğumu, nerden geldiğimi, neyden kaçtığımı ve neye bulaştığımı bilsin istedim. “Pisliğe battım Hümeyra,” dedim artık bastıramadığım gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başlarken. Bunu yapmamam gerektiğini biliyordum, çünkü dürüst olmam ona yarardan çok zarar sağlardı ama kendime engel olamıyordum; yorulmuştum. Askısından tuttuğum çanta elimden kayıp yere düşerken dudaklarımın arasından kaçan hıçkırığı tutamadım. “Nasıl çıkacağımı bilmiyorum,” dedim güçlükle. “Korkuyorum, Hümeyra, çok korkuyorum.” Hümeyra en çok neye ihtiyaç duyduğumu bilirmiş gibi hızla bana arkamdan sarıldı. Boyu hepimizden kısaydı, bu yüzden yüzünü sırtıma bastırdı. “Ben buradayım,” diye hatırlatmada bulunduğunda yeniden hıçkırdım, bana daha sıkı sarıldı. “Ben hep yanında olacağım, sakın korkma.” Kolları arasında yavaşça ona doğru döndüm ve sarılmaya devam ettim. Bu sırada biraz uzağımızda sessizce gözyaşı döken ve kimsesizmiş gibi kollarını kendine dolamış Yonca'yla göz göze geldim. Ciğerlerimi derin bir solukla şişirirken kolumun birini açarak onu davet ettiğimde Yonca hızla atıldı. Biz birbirimizden başka kimsesi olmayan üç savaşçı kadındık. Biz birbirimizin soydan değil, kalpten ailesiydik. “Ben de ağlayacağım ama şimdi,” dedi Hümeyra burnunu çekerken, zaten ağlamaya başlamıştı. O, en sulu gözümüzdü. “Yiğit abinin...” Devam etmeden önce durdu ve burnundan sert bir soluk verdi. “Adını anmak bile istemiyorum,” derken öfkesi ortadaydı. “Onun bir daha sana yaklaşmasına izin vermem. Korkma abla, ben varken sana hiçbir şey yapamaz. Yemin ederim onu yok ederim. Pislik!” Gözlerimi sımsıkı yumarak toparlanmak adına kendime birkaç saniye tanıdım. Burada büyük olan bendim, onlardan sorumlu olan da bendim. Her şeyi bilen, belanın içine batan da bendim. Dik durmam gerekiyordu, su koyuverme lüksüne sahip değildim. Başımda büyük bir bela olduğunu onlara hissettirmemeliydim. Ne de olsa artık topun ucundaki bendim, Hümeyra değil. Aslında bir noktada bu yüzden içim rahattı. Onun zarar görmeyeceğini bilmek omuzlarımdaki baskıyı azaltmıştı. Kendimi onlardan ayırarak gözyaşlarımı geri itmeye çalıştım ve bana ıslak gözlerle bakan ikiliye gülümseyebilmek için kendimi kastım. Onlar bu hâlimi yıkılan arkadaşlığıma yoruyorlardı, biraz daha böyle devam edersem kuşkulanmaya başlarlardı. Bu yüzden ağlama isteğimi bastırmak zorundaydım. “İçki kokuyorsun,” dedi Hümeyra bir an sonra. “Başına ne oldu ayrıca?” “Biraz içince barda ayağım kaydı,” diye yalan söyledim. Bu ona ilk yalanım değildi, son da olmayacaktı. Aslında Yiğit'ten hiçbir farkımın olmadığı tam da o an yüzüme çarptı. Sarsıldım. Hümeyra bir şeyler söylerken sanki onu dinliyormuşum gibi kafamı sallaya sallaya oturma odasına ilerleyerek koltuklardan birine oturdum. Yonca yine ortalıktan kaybolmuştu. Evet, ben de Yiğit kadar yalancı ve sahtekârdım. Tıpkı Yiğit gibi gerçekte ne olduğumu Hümeyra'dan saklıyordum, çünkü eğer bilirse beni hayatında istemeyeceğini biliyordum. Tıpkı Yiğit’i istemediğim gibi... Kanımın donduğunu hissettim. Olaya hiç bu yönünden bakmadığım için Yiğit'e öfke kusuyordum ama bir noktada ikimiz de aynı çizgiden ilerliyorduk. Aramızdaki tek fark onun yakayı ele vermesiydi. “Hâlâ inanamıyorum,” dedi Hümeyra, sesindeki hayal kırıklığını okudum. “Nasıl böyle biri olabilir aklım almıyor! Bunu bizden nasıl gizleyebilir? Resmen insanları zehirliyor, ölmelerine neden oluyor. Katil! Resmen katil!” Soğuk bir ürperti tenime çarptı. Tırnaklarımı avuç içlerime geçirdim. Katildi, katildim. Yutkundum. Hümeyra, Yiğit'e değer veriyor, onu öz abisiymiş gibi seviyordu. Hatta sevgilisi Yavuz bile Yiğit'le mükemmel anlaşırdı. Ortaya çıkanlar yüzünden sarsıldığını görebiliyordum. Büyük bir darbe yemişti, gözlerindeki kızgınlık dağının ardında hüzün vardı. “Hiç mi utanmadı ya, hâlâ şok içerisindeyim.” Bir an için Hümeyra hakkımdaki gerçekleri öğrendiğinde neler olur diye düşündüm. Bana nefretle bakması, iğrenmesi, benden korkması, iğrenç bir canavarmışım gibi bahsetmesi zihnimde canlandı. İrkildim. Yiğit'e verdiği tepki bana vereceğini düşündüğüm tepkinin yanında hiçbir şeydi. Oturduğum yerde rahatsızca kıpırdanarak bu düşüncelerden kurtulmaya çalıştığım sırada Yonca avuçladığı üç kadeh ve kolunun altına sıkıştırdığı içki şişesiyle oturma odasına girdi. “Uzun zamandır kendimden kaçmak istiyordum,” dedi bize kaçamak bakışlar atarak. Sanki ona kızmamızdan korkuyordu. “Bence bundan iyi bir an olamaz. Ne dersiniz?” Hümeyra ellerini çırpıp hemen bardaklardan birini kaptı. Kendi aramızda felekten gece çaldığımız anlar olmuştu. Bunu ara sıra yapardık, çünkü omuzlarından dert eksik olmayan insanlardık. Hümeyra gerçek ailesini arayarak yıllarını geçirmişti ve sonucunda bulmuştu da. Yeniden istenmemişti, umutlarının yıkılışına bizzat şahit olmuştum. Neredeyse bir seneden fazlaydı, o zamandan sonra Hümeyra biraz daha içine kapanmış, gülüşleri eksilmişti. Benim aile problemlerim ise çok daha ağırdı ve Yonca'nın durumu da ortadaydı. İşte bu yüzden bazen kaçmak isterdik ne kadar yanlış ne kadar doğru olduğu tartışılmaya açık olsa bile beynimizi uyuşturmayı seçerdik. Elime aldığım bardağı Yonca’nın doldurmasını izlerken, “Eğer kusacak olursam beni banyoya taşıyın,” diye uyardım, çünkü ipin ucunu kaçıralı çok olmuştu. Başım kazan gibiydi, bazen saçmalıyordum, bazen dediğim kelimeler anlaşılmıyordu ama aptal beynim hâlâ çalışıyordu. Hâlâ kahrolası olaylar zihnimin perdesinde dönüp duruyordu ve hâlâ korkuyu hissedebiliyordum. Dolu kadehlere bakarak bardağımı havaya kaldırıp, “Biten arkadaşlıkla,” dedim hafif alayla. Benim peşimden Yonca kadehini kaldırdı. “Bitmeyen aile problemlerine,” dedi iç geçirerek. Yine ne olduysa canını sıktığı belliydi, neyse ki birazdan çözülürdü. Sıra Hümeyra'ya geldiğinde küçük burnunu kırıştırmasını ve yüzünü ekşitmesini izledim. Kadehini kaldırdığındaysa, “Kötü görümcelere,” dedi birden. “Allah belalarını versin.” Yonca'yla göz göze geldik ve aynı anda kahkahayı patlattık. Şişkin gözlerle ve kırmızı burunlarla dünyanın en komik olayına şahit olmuş gibi güldük. Hümeyra da bize katıldı. Yavuz'un altı tane ablası vardı ve hepsi birbirinden beterdi, Hümeyra'yla çok uğraşırlardı. Bu yüzden onun en büyük derdi buydu; görümceleri. Güle eğlene kadehlerimizi tokuşturduğumuz sırada cebimdeki telefonun titrediğini hissettim. Yonca ve Hümeyra hâlâ görümce muhabbetindeyken çabucak telefonu çıkartıp gelen mesajı açtım. Kayıtlı olmayan numarayı görene kadar yüzümde gülümseme vardı, ancak o numarayı görünce kulaklarım uğuldamaya, gülümsemem solmaya başladı. Yanı başımdaki ikilinin kahkahaları uzakta çalan bir müzikmiş gibi kulaklarıma dolarken gözlerim bana gönderilen satırları taradı. Mesaj Bağdatlı'dan, yani gerçek adıyla Hasan'dandı. “Duydum ki planlar bozulmuş ama hiç merak etme, benim her zaman başka planım vardır.” ×××
|
0% |