51. Bölüm

51. BÖLÜM

Yazarimsibirileri
yazarimsibirileri

Saat 02.42 🫠

Bittiği gibi yüklüyorum. Bekletmeyelim dedik, iyi mi ettik? 🤔

Yıllar sonra yeniden Gülbahar Hatun Yetimhanesinin önünde duruyordum.

Akın, “Nehir,” dedi hâlâ üzerinden atamadığı şaşkınlıkla. “Burada ne işimiz var? Ne yapıyorsun sen?”

Baktığım her yanı hatıralarımla dolu olan binanın yüksek duvarlarından gözlerimi ayırıp omzumun üzerinden Akın’a döndüm. “Biraz önce buraya gelirken bana kim olduğumu sormuştun, hatırlıyor musun?” dedim. Unutmadığından elbette emindim, üzerinden on dakika bile geçmemişti.

Bana bir yabancıya bakar gibi garip garip bakarken, “Nehir-” diye başlamıştı ki, “Nehir değil,” dedim lafını keserek. Kalbim deli gibi atıyordu. “Benim adım Deniz.”

Akın ona sert bir tokat atmışım gibi irkildi.

Hafifçe gülümsemekten kendimi alamazken elimi kaldırıp yetimhaneyi işaret ettim.

“Burası da hikâyemin başladığı yer.”

~

“Deniz mi?” dedi, afallamış şekilde suratıma bakıyordu. Onu tanıdığım günden bu yana ilk kez böylesine şok doluydu. Bana doğru sert bir adım atarken, “Ne dediğinin farkında mısın sen?” dedi hafif öfkeyle. Sanırım onunla alay ettiğimi düşünüyordu.

Kafamı salladım. “Farkındayım sana gerçek adımı söylüyorum. Benim adım Deniz, Akın.” Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Adımı özgürce dile getirebiliyor olmanın heyecanıyla kavuruyordum. Öyle bir sevinç doluydum ki önüme gelen herkese benim adım Deniz demek istiyordum.

“Senin adın Deniz?” dedi aynı şaşkınlıkla. “Şaka mı bu?”

Bu kez kafamı iki yana salladım. Yeniden önüme dönüp yetimhanenin önünde dikiliyor olmamızdan ötürü bulunduğu kulübenin camını aralayıp neden orada olduğumuzu sormaya hazırlanan güvenlik görevlisini izlerken, “Burası da kaldığım ilk yetimhane,” dedim.

Bekçi, “Kime bakmıştınız?” dedikten sonra yanımdaki adama odaklandı ve onu tanıdığını belli eden ifade yüzüne yayılırken, “Akın Bey,” dedi şaşkınca. Ardından yüksek demir kapının açılması için önündeki düğmelerden birine dokundu ve yanımıza gelmek için kulübesinden çıktı.

Kapının gıcırdayarak açıldığı anı izlerken buraya ilk getirildiğim geceye geri dönmüştüm. Bulunduğum arabanın farlarıyla aydınlanan yetimhanenin bahçesine girdiğim anlar bölük pörçük aklımda canlanıyordu. Bir gece yarısı getirilmiş ve sonra da bir gece yarısı buradan ayrılmıştım.

Bekçi bize doğru yaklaştığı sırada Akın’a hitaben bir şeyler söylerken Akın birden elini kaldırarak onu susturdu. Ardından da beni kolumdan tutup kendisine doğru çevirdi. Şaşkınlığı üzerinden atmıştı ve şimdi yerinde sorgulayıcı ifadesi, çatık kaşları duruyordu.

“Burası abimin büyüdüğü yetimhane,” dedi. Göğsüme bir ok saplanmış gibi keskin sızı tenimi yaktı. Gülümsemekle ağlamaya başlamak arasında gidip gelirken, “Benim adım değiştirildi,” dedim sertçe yutkunarak. “Söylesene Cesur’un da mı adı değiştirildi?”

Akın sadece bana baktı. Bir yabancıya bakar gibi baktı. Çözmek ister gibi, anlam veremezmiş gibi. Artık sessizliğe hiç sabrım yokmuşçasına ona yalvaran gözlerle karşılık verdim.

“Söylesene Akın,” dedim. Sonra yine sertçe yutkundum. “Cesur’un adı Sarp mıydı?”

Beni bırakıp birkaç adım uzaklaşarak elleriyle sertçe yüzünü sıvazladı. Sanki farkına vardığı gerçek ona çok ağır gelmişti ve bunu sindirmesi gerekiyordu. Yine göğsümü hedefleyen görünmez okun sabitlendiği yayın gerildiğini duyar gibiydim. “Söylesene,” dedim ısrarla. “Cesur, Sarp mı?”

Akın kısaca kafasını sallarken, “Evet,” dedi. Görünmez ok, gerdirilmiş yaydan fırlayıp doğruca göğsüme saplandı. İkincisi daha çok canımı yaktığında olduğum yerden birkaç adım gerilemekten kendimi alamadım. Kocaman bir damla yanağımdan yuvarlanıp yere düşerken, “Cesur, Sarp mı?” dedim tekrar ederek. Cevabımı almıştım aslında, bu sadece inanamayışımı ifade etme şeklimdi. Ellerimi üst üste koyup kalbime bastırdım. Hem sevinçle çırpınması hem hüzünle can çekişmesi beni paramparça ediyordu.

“Nasıl mümkün olabilir?” dedim kendi kendime. Yeniden yüzümü yetimhaneye çevirdim, artık bahçesi tamamen gözlerimin önündeydi. Eskiden toprak ve çimden oluşan alan şimdi betonla doldurulmuş olsa da hâlâ anılarımı saklıyordu. Ayrıca artık kullanılmadığını da fark etmiştim. İçerisinde hâlâ çocukların bulunduğuna dair hiçbir iz barındırmıyordu. Sanırım internette okuduğum haberden sonra yeniden faaliyeti durdurmuşlardı. Koruma altındaydı ama içi boştu.

“Bu hayatın benimle dalga geçmesi mi?” dedim fısıltı şeklinde. Bahçeye doğru iki adım attım. “Yoksa bana verdiği ödül mü?” Bekçi ne yapacağını bilemez şekilde bir bana bir Akın’a bakarken cesaretimi toplayıp iki adım daha attım. “Bir ödül bu kadar can yakıcı olur mu Allah’ım? Bu çok acıtıyor.”

Demir kapının sınırına kadar gelince adımlarım duraksadı. Eşikten bahçeye uzun uzun baktım. Her köşesinde farklı bir anı beni karşılıyordu. Merdivenlerinde oturuşlarım. Bahçede oynayan çocukları uzaktan izleyişlerim... Hep köşe kuytulardaydım. Orta alanda neredeyse hiç anım yoktu ama bahçenin tüm kıyılarında bulunmuştum. Gözlerim çevrede dolaştıkça zihnimin bir odasında duran anılar oradan taşarak etrafıma doluşmaya başladı. Çocukların kahkahaları, bağırışları birbirine karıştı. Seksek oynayan kız grubunun gülüşmelerini duydum. Daha sonra topun peşinde kan ter içerisinde koşan oğlanların birbirlerine bağıra çağıra taktik verişlerini dinledim. Oğlanlardan biri yanındaki kızın saçlarına asılıp kaçtı, kız çocuğu ağlamaya başladı. Başka bir köşede yine bir kız grubu ip atlıyordu. Çevrildikçe yere vuran ipin çıkarttığı tok ses kulaklarımdaydı. Uzun eşek oynayan oğlanların kahkahaları epey gürdü. Ve herkesten uzakta, bir köşeden bana bakan bir kız vardı. İşte Deniz’di. Yani bendim.

“Nehir bu saçmalık,” dedi Akın birden patlar gibi. İrkilerek anıların derinliğinden sıyrılıp ona döndüm, bana doğru adımlıyordu ve suratındaki ifade duyduklarını reddeder cinstendi. “Böyle bir şey olamaz.”

“İnanması zor biliyorum. Ben bile hâlâ inanamıyorum-”

“Ne diyorsun kızım sen? Bu dediğin mümkün bile olamaz.”

Keskin tavrı irkilmeme neden oldu. “Neden olmasın? O Deniz benim işte. Burası da kanıtı. Cesur’un adının Sarp olduğunu sen onayladın-”

“Abimin ilk adı Sarp. Sarp Cesur Çağlayan,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. “Bunu öğrenmek için onun kimliğine bakman yeter. Gizli bir bilgiyi açığa çıkartmış gibi davranmayı bırak. Sarp Cesur Çağlayan! Bunu herkes biliyor.”

“Tamam... Neden öfkelisin anlamıyorum? Yıllardır beni arıyordu. Bulmuş işte.”

“Sen Nehir’sin,” dedi sertçe.

Ona ters ters baktım ve vurgulaya vurgulaya konuştum. “Benim gerçek adım Deniz.”

“Biz de bunu bunca zamandır öğrenemeyecek kadar salaktık değil mi? Amacın ne senin?”

“Öğrenemezdiniz çünkü tüm deliller burada çıkan yangında yok edilmiş. Beni yangından önce buradan çıkartıp Beyazıt’a yerleştirdiler. Sarp gittikten kısa süre sonra ben de buradan ayrıldım. Sonra yangın çıkmış. Şimdi daha iyi taşları yerine oturtabiliyorum. Cesur bu yüzden bulamamış işte. Delilleri silmişler. Ben burada hiç kalmamışım gibi düzenlenmiş her şey.”

“Kim bunu neden yapsın?” diye bağırdı birden. “Sekiz yaşında bir çocuk için niye bu kadar uğraşılsın? Aklım almıyor!”

Ona dönüp bende bağırmaya başladım. “Anneannem yaptı. Ailem beni bulamasın diye izimi bu şekilde silmiş olmalı. Onun tek derdi beni güvene almaktı-”

“Nerde şimdi seni korumak için bunları yapan anneannen? Başına bin tane bela gelirken neredeydi?”

“Öldü, seni düşüncesiz kalas,” dedim öfkeyle. “Beni kurtarıp temiz bir hayat sundu. Daha ne yapacaktı?”

“Sonra sende koca bir aptal gibi döndün yine bu dünyaya girdin, öyle mi?” dedi durumun saçmalığını kabullenemiyormuş gibi. “Burada nasıl bir şey amaçlıyorsun anlamıyorum ama buna derhal son ver. SAÇMALIK BU!”

“DEĞİL! BEN DENİZ’İM. BURADA KALDIM.”

“SEN DENİZ DEĞİLSİN!”

Onu yumruklamak istercesine ellerimi sıkarken, “Asıl saçmalayan sensin!” dedim öfkeyle. “İnanmamak için elinden geleni yapıyorsun. Her şey ortada işte. Kör müsün?”

“Kızım sen delirdin mi? Aylardır yanımızdasın. Her Allah’ın günü ben Deniz değilim diye olay çıkarttıktan sonra şimdi kalkmış ben Deniz’im diyorsun. Dalga mı geçiyorsun benimle?”

Donakaldım. Evet, Akın haklıydı. Her Allah’ın günü bunun yüzünden geriliyordum. Kendi kafamda kurup sonra da Cesur’a sarıyordum. Hatta onunla aramızın şu anda gerilimli olmasına neden olan olay da yine bu konudan dolayı doğmuştu. Kendimi kıskanarak kafayı yemiştim, ancak şimdi fark edebiliyordum. Benim resimlerimi çiziyordu, beni arıyordu, bana takıntılıydı. Bense şimdiye kadar hep başka birinin olduğunu düşünerek kafayı yemekle meşguldüm.

“B-ben... Bende yeni öğrendim, tamam mı?” dedim kendimi savunma çabasıyla. “Şimdiye kadar ihtimal vermemiştim. Deniz’i başka biri gibi düşünmüştüm, çünkü kahrolası adını hiçbiriniz bana söylememiştiniz. En başında adının Deniz olduğunu öğrenseydim her şey daha hızlı ortaya çıkardı.”

“Abimin de yetimhanede kaldığını biliyordun. Şüphelenseydin bundan. Neden şüphelenmedin?”

Hırsla ellerimi saçlarımdan geçirirken, “Annen bana Cesur’un başka bir yetimhanede kaldığını söylemişti. Bu yüzden şüpheleneceksem bile üzerinde hiç düşünmedim,” dedim suçlar tonla. O kadının bunu bilerek yaptığını düşünmeye başlamıştım, ondan her şey beklenirdi.

Akın annesinin adının geçmesiyle daha çok köpürdü. “Annem hasta bir kadın. Dediklerine takılmaman gerektiğini şimdiye kadar öğrenmiş olman gerekirdi. Nehir bak, seni kırmak hiç istemiyorum ama bu saçmalık, anladın mı? Bunu düşünüp ihtimal verebilmiş olman bile saçmalık. Delirdin mi sen? Yıllardır aradığımız kadın sensin ve burnumuzun dibine girmişsin ama seni fark edememişiz. Buna inanıyor musun cidden?”

“Artık inanıyorum,” dedim geri adım atmayarak.

“Sen Deniz’sin ve abim seni tanımadı, öyle mi?” Komik bir şey duymuş gibi soğuk soğuk güldü. Ardından da beni kolumdan yakalayıp arabanın olduğu tarafa doğru çekiştirdi. “Kes artık şunu. Gidiyoruz buradan. Böyle bir şeyi de ne duyduk ne yaşadık, tamam mı?”

Tüm gücümle çırpınarak ondan kurtulup, “O tanıdı,” dedim boğazım sızlıyordu. “O tanıdı, anlamadı ama tanıdı. Artık bundan eminim. Ben onu tanımadım,” dedim acı acı. “Değil yirmi yıl yüz yirmi yıl geçse tanırım sanırdım ama tanıyamadım. Ama o tanıdı, Akın. Bana farklı davrandığını binlerce kez söyleyen sendin. Bak,” diyerek koşar adım yetimhanenin bahçesine girip boş alanı gösterdim. “Biz burada birlikte büyüdük. Burada top oynayışını izledim defalarca kez.”

İyice bahçenin ortasına ilerledim. Akın da peşimden geliyordu ama niyetinin beni geri götürmek olduğunu anlayabiliyordum. Bahçenin arka kısmına uzanan yolu gösterip, “Ben hep orada dururdum. Kimseyle konuşmazdım, ona orada hikayeler anlatırdım,” dedim. “Herkes beni dilsiz sanarken sesimi ilk duyan oydu. Bak. İşte oradaydık.”

“Kes şunu. Aklın yerinde değil senin. Delirdin sende, abim gibi, herkes gibi!”

“Neden inanman bu kadar zor?” dedim çaresizlikle. “Bunların hepsi gerçek-”

“Furkan abimin yetimhaneden arkadaşı. O bile seni tanımadı, sen hâlâ hikâye anlatmaya devam ediyorsun. Niyetin ne Nehir? Derdin ne?”

“Eğer burada kalmamışsam yolunu bulup seni nasıl buraya getirebildim, söylesene?”

“Kahrolası internette her boku bulabilirsin.”

Ama internetten bakmamıştım. Yollarını zaten biliyordum. Beyazıt Yetimhanesinden çıktığım ilk yıllarda buraya gelip gitmiş, duvarların ardından izlemiştim. Sonrasında daha gelmemiş olsam bile rotasını asla kaybetmeyeceğim yerlerden biriydi. Ona yalvaran bakışlarımla bakmayı sürdürürken, “Yapma,” dedim ağlamaklı tonla. “Niye beni anlamamak için bu kadar ısrarcısın? Deniz olmamı istemez miydin? Cesur’un arayışının sonlanmasını-”

“O zaten bunu sonlandırdı. Senden sonra bıraktı. Şimdi sen ortaya bir şeyler atıp durgun suyu bulandırmaya çalışıyorsun. Asıl sen yapma.”

Ne söylersem söyleyeyim onu ikna edemeyeceğimi o an anladım. Sığ düşünceliydi ve ortaya atacağım tüm tezlerimi çürütmek için hazır bekliyordu. Sanırım duruma o kadar ihtimal dışı bakıyordu ki bunu konuşmak bile onun için saçmalıktı. Burada onunla daha fazla vakit kaybetmemem gerektiğini düşünürken, “Benim Cesur’la konuşmam lazım,” diyerek yanından geçip gitmek için hareketlendim. Ancak ikinci adımımda beni yine kolumdan yakalayıp durdurdu.

“Sakın,” dedi net bir uyarıyla. “Lafını bile açmayacaksın, beni duydun mu? Abim senin saçma sapan kıskançlık olaylarından sebep kriz geçirdi. Hâlâ kendisini toparlayabilmiş değil. Şimdi karşısına geçip düne kadar Deniz değilim dedikten sonra dalga geçer gibi bugünden sonra Deniz’im demene asla izin vermem.”

“Gerçekten artık emin olduktan sonra benden susmamı bekleme-”

“Sen abime aşık mısın yoksa düşman mısın kızım?” dedi yine öfkeyle. “Onu kanatmak, yaralamak hoşuna mı gidiyor? Onu zayıflatmak, zayıf görmekten mi hoşlanıyorsun?” Kafamı şiddetle iki yana salladım. Beni iki kolumdan yakalayıp sarstı. “O zaman ne bu ondan intikam almaya çalışır gibi davranmalar? Neyin acısını çıkartmaya çalışıyorsun? Bebeğinin mi? O bebek senin olduğu kadar onundu da!”

Bir kez daha tüm gücümle çırpınarak tutuşundan kurtuldum ve hiç düşünmeden elimi yüzüne çarpıp yanağına tokadımı kondurdum. Sadece bir saniye sonra pişman hissetsem de “Acıdan ölsem de onun canını yakabilirmişim gibi konuşma benimle!” dedim öfkeden titrerken.

Dişlerini kıracakmış gibi sıktı. Yanaklarındaki kasların seğirişini izlerken, “İleri gidiyorsun,” dedi uyarıyla. “Dur artık Nehir. Sana başka bir şey daha söylemeyeceğim.”

“Neden bana inanmıyorsun?” diye çaresizlik içerisinde bağırdım. “Kanıt mı lazım? Kanıt mı bulmam gerekiyor?” Delirmiş gibi sağa sola bakındım. “Bak tam burada duruyordum onu benden ayırdıkları zaman,” derken birkaç adım ilerimizdeki noktayı bulup oraya gittim. “Kapının önünde siyah bir araba gelmişti. Baban içerisindeydi ama aşağıya inmedi. Adamları geldi Sarp’ı almaya,” dediğim sırada arabanın durduğu konumu işaret ettim. Sanki yirmi yıl öncesindeydim ve küçük Deniz’in bedenine geri dönmüştüm. Limuzin tarzında hafif uzun bir araba bahçe kapısının önünde durmuştu, arkasında başka arabalar da vardı. İçerisinden inen adamlar etraftaki çocukları önce korkutsa da bir zaman sonra çocuklar merakla arabanın etrafına toplanmışlardı. Bense Sarp’ın yanında duruyordum ve bir şeylerin ters gittiğini hissetmiştim.

“Bak,” dedim ısrarla. “Tam orada durdu arabası. Baban almaya gelmemiş miydi Sarp’ı? Biliyorum işte bak. Tam buradaydım. Burada durup o arabaya bakıyordum.”

Omzunun üzerinden Akın’a döndüm. Yüzünde garip bir ifade vardı. Sanki artık ihtimal vermeye başlamış gibiydi ama daha çok benim delirdiğimi düşünüyor gibi halime acırcasına bakıyordu. Derken yaklaşan motor sesini duyunca bakışlarım yeniden kapının tarafına döndü. Siyah Jeep öyle hızlı bahçeye girdi ki orada dikilip ne olduğunu anlamaya çalışan bekçi ezilmekten son anda kurtuldu.

Bir zamanlar Sarp’ı almaya gelen arabanın olduğu yerde şimdi Cesur’un arabası duruyordu.

Kapıyı açıp aşağıya inmesini kalbim ağzımda atarken izledim. Kaybolan heyecanım yeniden beni ele geçirdi. Ağlamaklı ifademe güneş gibi doğdu, yarım yamalak gülümsedim. İki araba daha bahçe girişine park ederken benim tek odağım Cesur’du.

Gelmişti.

Yirmi yıl sonra geri gelmişti.

Görünmez bir el beni sırtımdan itmiş gibi Cesur’a doğru koşmaya başladım. Gözlerim yaşlı ve yüzümde hüzünle karışık gülümsemem asılıydı. Ona onu yirmi yıldır görmemiş gibi bakıyordum, özlemle. O ise kaskatı duruyordu. Yanına kadar gidip boynuna atlamak için yeltendiğimde beni durdurdu. Yüzümdeki gülümseme anında solarken ona anlamsız gözlerle baktım. Tanıdığım günden bu yana ilk kez bu kadar soğuktu.

“Ne işin var senin burada?” dedi beni hafifçe kendisinden uzaklaştırırken. Sakin konuşsa da bir an sonra tüm havasının değişeceğini anlamakta zorlanmıyordum. Çünkü koyu kahve harelerine yerleşmiş olan deliliği artık tanıyordum.

Ondan birkaç adım uzaklaşıp elimde olmadan hayal kırıklığına uğramış gibi yüzüne bakarken Akın hızla yanıma gelerek müdahale etti. “Hangi yetimhanede kaldığını merak etmiş abi,” dedi usta bir yalancı gibi. Kesinlikle inandırıcı duruyordu ve bana öyle uyaran şekilde bakıyordu ki, bu yalanın dışına çıkmamam gerektiğini netçe belli ediyordu. Ama ona uymayacaktım. Ne amaçla geldiğimi söylemek için dudaklarımı araladığım sırada, “Çok ısrar etti,” dedi Akın yine bana bakıp uyarırcasına. “Kendi kaldığı yetimhaneyle kıyaslamak istedi sanırım.”

Cesur, Akın’ı hiç duymuyor gibiydi. Doğruca bana odaklı olan bakışları kuzey kutbu kadar soğuktu. İçimin üşümeye başladığını hissederken, “Geçti mi merakın?” diye sormasıyla irkildim. Tavrı sanki benimle değil de ezeli düşmanıyla konuşuyor gibiydi.

Akın’a baktım, belli belirsiz kafasını iki yana salladı. Cesur’a baktım, cevabımı bekliyordu. Yanaklarımda izleri kalmış yaşları ellerimin tersiyle kuruladıktan sonra tüm cesaretimi toplayıp kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. Akın her şeyi iyice berbat etmişim gibi saçlarını karıştırıp ağzının içerisinde homurdandı. Cesur’un ise dudağının kenarı çok hafifçe kıvrıldı. Kesinlikle tehlikeli ve soğuktu.

“Şaşırmadım, Nehir,” dedi. Tırnaklarımı avuçlarıma geçirdim. “Sana geçmişimi rahat bırak dedikçe sen daha çok irdeliyorsun. Ne duymak, neyi bilmek seni rahatlatacak söyle de bitsin bu saçmalık.”

“Onu anlat,” dedim. Yanağımdan yine iri bir damla yuvarlandı. “Bana onu anlatsana.”

Dişlerini sıktı. “Onu, öyle mi?”

“Adını neden hiç söylemiyorsun?” dedim isyan edercesine. “Adını anmak bile seni yaraladığı için mi?”

Çenesi seğirdi. Bana patlamak istiyordu ama şimdilik hâlâ zincirlerin ardındaydı. “Adı Deniz,” dedi sertçe. Adımı ağzından duymak beni tepeden tırnağa irkiltti.

“Onunla burada mı tanıştın?”

Güler gibi burnundan bir ses çıkartıp yanımdan geçerek birkaç adım benden uzaklaştı. Ellerini yüzüne bastırıp tekrar tekrar tenini ovuşturarak sakin kalmaya çalışsa da bunu artık başaramıyor gibiydi. Nitekim, “Ondan metresimmiş gibi bahsetmeyi kes!” diye bağırdığında olduğum yerde sıçramaktan kendimi alamamıştım. “Yeter Nehir! Bir çocuğu kıskanıyorsun! Onu kafanda yetişkin olarak hayal edip saçma sapan hareketlere giriyorsun.”

“Hayır, öyle değil-” diye başlamıştım ki Akın beni sertçe dürttü ve kısık sesle adeta hırladı. “İleri gidersen iyi olmayacak görmüyor musun? Sus artık, Nehir, sus!”

Dönüp hıncımı çıkartmak istercesine Akın’ı iki elimle ittim. “Susmayacağım!” diye bağırdıktan sonraysa Cesur’a doğru dönüp, “BEN DENİZ’İM!” dedim sanki sihirli kelime buymuş gibi. Ancak aldığım tepki hiç de sihirli değildi. Daha çok sinirliydi. Akın ağız dolusu küfürler savururken Cesur, “Ne dedin sen?” diyerek bedenini bana doğru çevirdi. Elleri yumruk şeklini almıştı ve omuzlarını kasmıştı. Bir saniye sonra benimle dövüşe başlayacakmış gibi kaskatı duruyordu.

“NE DEDİN SEN?”

“Hatırlıyor musun? Başlarda sana her gün kendi hakkımda bir şeyler söylüyordum. Bugünün bilgisi de bu olsun; benim gerçek adım Deniz. Duydun mu? Benim adım Deniz. O kahrolası Deniz benim işte!” dedim hızlı hızlı konuşarak. Yine heyecan doluydum ve nedensizce korkuyordum da. Bu yüzden göğsümde sıkış tıkış bir his vardı ve ellerim zangır zangır titriyordu.

Hışımla üzerime doğru gelmeye başladığında olduğum yerde durmak zor olsa da bunu başardım. Beni yok etmek ister gibi üzerime geliyordu ama ne olursa olsun bana zarar vermeyeceğini biliyordum, en azından buna tutunuyordum. Yanıma geldiğinde omuzlarıma ellerini yerleştirip sıktı ve biraz sarstı da.

“Kendine gel,” dedi sonra. Sesi ölüm kadar ürkütücüydü. “Hemen. Kendine gel. Sen ne diyorsun? SEN NE DİYORSUN NEHİR?”

Yüzüme yüzüme bağırması karşısında istemsizce gözlerimi yumarken, “Benim adım Deniz,” dedim çenemi havaya kaldırarak. “Benim adım Deniz ve ben bu yetimhanede kaldım.” Omuzlarımdaki elleri elektrik akımına takılmış gibi birden benden uzaklaştı. Fırsatını bulduğumu düşünerek konuşmaya devam ettim. “Burası kaldığım ilk yetimhane. Bilmiyorsun çünkü kayıtlarım o yangınla silindi. Bulamadın çünkü bu yüzden. Bulunmamam için bana ait her şey silindi. Burada hiç yaşamamışım gibi. Cesur... benim... Deniz’im ben.”

Kafasını şiddetle iki yana sallarken benden birkaç adım uzaklaştı. “Delirdin sen,” dedi kendi kendine konuşur gibi. Gözleri artık şok doluydu. “Delirdin sen de!” dediğinde ağlayacak gibi oldum.

“Delirmedim, doğru olan bu.”

“Delirdin-”

“Burayı nasıl bilebilirdim söylesene? Bana hiç kaldığın yetimhanenin ismini söylememiştin-”

“Duymuşsun birinden aratmışsın benim telefonumdan,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. Şaşırıp kaldım. Kulüpten ayrılmadan önce onun telefonundan burayla ilgili haberleri aratmış olmamdan bahsediyor olmalıydı. O sıra gözlerim arabaların park ettiği noktada dikilmekte olan Tuna’yı buldu. Bana gözlerinde onaylamayan ifadesiyle bakıyordu ve bu ayrıntıyı onun bulduğundan emindim.

“Duymuşsun birinden adının Deniz olduğunu şimdi geçtin karşıma ben Deniz’im diyorsun!” dedi Cesur daha sonra. “Neden?” dedi tüm öfkesine rağmen yorgunca. “Bana bunu neden yapıyorsun?”

Yanaklarımdan birkaç damla daha dökülürken, “Sana gerçeği anlatmaya çalışıyorum,” dedim inanması için ona yalvaran bakışlarımla baktığım sırada.

“Ne gerçeği Nehir? Sen kafanda saçma sapan bir şeyler kurmuşsun. Neyin gerçeği bu? Deniz’e benzememek için elinden geleni yaptıktan sonra ben Deniz’im nasıl dersin? Ben Deniz’im dediğinde seni daha çok severim mi sandın? Ne düşündün de böyle davranıyorsun aklım hayalim almıyor artık benim!”

“Dinlemiyorsun!” dedim boğazım patlarcasına bağırırken. Derdimi bir türlü anlatamıyor olmak beni iyice boğmaya başlamıştı.

“BUNUN DİNLENECEK BİR TARAFI YOK!”

Elimi sertçe peş peşe göğsüme vururken, “BENİM İŞTE BENİM!” dedim yaralanmış bir vahşi gibi. “O KİMSEYLE KONUŞMAYIP SADECE SENİNLE KONUŞAN KIZ BENİM. ARDINDA BIRAKTIĞIN KIZ BENİM. ARAYIP BULAMADIĞIN O KIZ BENİM.”

Kafasını şiddetle iki yana salladı. “Sen iyi değilsin,” dedi tüm öfkesine rağmen yavaşça. Sesinin desibeli bile birden düşmüştü ve ben bağırmasını yeğlediğimi o an fark etmiştim. “Dünden beri iyi değilsin.” Yine kafasını iki yana salladı.

“İyiyim, Cesur. Yemin ederim ki iyiyim. Sadece-”

Birden, “Sana bunu ben yaptım,” dedi. İrkildim, sırtımdan soğuk bir ürperti geçip gitti. Yanaklarım ıslandı.

“Hayır...”

“Seni bu hâle ben getirdim. Delirdin sen de.”

Dehşete kapılmış şekilde ona doğru atılırken, “Hayır, dinle-” diye bağırmıştım ki benden kaçmasıyla şoka uğradım. Dokunmamı bile istemiyormuşçasına kendisini geriye çekip, “Bunun dinlenecek bir yanı yok,” dedi ve sonra da arkasını dönüp arabaya doğru gitmeye başladı. Kalbim sızlanıp göğsümü ağrıtırken onun adım adım benden uzaklaşmasını izlemek beni bir anda geçmişin kirli çukuruna düşürdü. Küçük Deniz yanımdaydı, etrafı yetimhanedeki diğer çocuklarla doluydu. Ağlıyordu. Ben de ağlıyordum. Etrafımı Cesur’un adamları sarmıştı.

İki adam Sarp’ı Deniz’den ayırıp onu bekleyen arabaya götürüyordu.

Cesur kendi adımlarıyla benden uzaklaşıyordu.

“Gitme!” diye bağırdım birden. Can havliyle peşinden koşmak istedim ama Akın beni belimden yakalayıp durdurdu. Üzerine gitmememle ilgili bir şeyler söyledi ama onu dinlemedim, duymadım bile. Ellerinden sıyrılmak için deli gibi tepindim, kurtulmaya çalıştım, ancak benden katbekat daha güçlüydü.

“Gitme, Cesur,” dedim yalvararak. Bir anda beni ele geçiren ağlama krizi yüzünden önümü doğru dürüst göremiyordum.

“Gitme, Sarp,” dedi küçük Deniz. Yetimhane çalışanları onu tutarken Sarp’ın peşinden gidebilmek için tüm gücüyle çırpındı. “Beni bırakma,” dedi. Herkes şaşkın şaşkın ona bakıyordu, çünkü herkesin içerisinde ilk kez konuşuyordu.

“Beni bırakma,” diye hıçkırdım. Cesur’un benden uzaklaşan adımları ağırlaştı sanki.

Küçük Deniz öyle şiddetli ağlıyordu ki yanında duran çocuklardan biri onu teselli etmek için omzuna dokunup, “Ağlama, geri dönecek. O, söz verdiyse mutlaka tutar,” dedi. Kız çocuğu onu duyamayacak kadar Sarp’a odaklıydı. Bense onun kim olduğunu ancak anlayabilmiştim, o Furkan’dı.

“Artık kendine zarar vermeye başladın, Nehir,” dedi Akın beni tutmakta zorlandığını belli ederek. “Bunun sonu ikiniz için de iyiye gitmiyor.”

Küçük Deniz, Sarp’ın açılan arabanın kapısından içeriye girmek üzere olduğunu gördüğünde yeniden, “Gitme, Sarp,” diye bağırdı. Bu son bağırışıydı, çünkü biraz sonra motor çalışacak ve araç oradan ayrılacaktı.

Cesur arabanın kapısının koluna dokunduğu sırada, “Gitme, Cesur,” dedim ağlayarak. Sonra durdum ve tüm gücümle bağırdım. “GİTME, SARP!”

Cesur durdu.

Çırpınmayı bıraktım. Artık teslim oluyormuş gibi bedenim kendisini saldığında Akın beni yavaşça yere indirip oturmamı sağladı. Ayaklarımda güç kalmadığını hissederken ağlamaya devam ediyordum. Gözyaşları yüzünden net göremeyen gözlerimi Cesur’a çevirip, “Beni yine terk ediyorsun,” dedim isyan edercesine. “Bana burada söz vermiştin. Hani geri dönecektin? Şu kapının ardında seni kaç gün bekledim haberin var mı?”

Yağan yağmurun altında kapının önünde dikilen Küçük Deniz gözlerimin önünde belirdi.

Hıçkırdım. “Bana kolyeni vermiştin,” dedim elim boynuma giderken. Tuttuğum Cesur’un çizdiği kolyeydi ama bahsettiğim kulüpte kaybolan kolyeydi. “Arkasında adın yazıyordu. Sarp... Sarp yazıyordu. Aslan ayağına benzeyen motifi vardı. Bana onun annenden kaldığını, çok kıymetli olduğunu söylemiştin bir keresinde. Sonra gitmeden önce onu bana bırakmıştın. Kolyeyi verirken ne demiştin hatırlıyor musun?”

Yüzümü avuçlayan soğuk elleri hissettiğimde irkildim ve ancak geçmişin derin kuyusundan çıkabildim. Küçük Deniz ile Sarp’ın son anlarına geri döndüğüm için gözlerime dolan buğuda sadece onları görüyordum ama şimdi karşımda Cesur vardı. Yanımdaydı. Yanımda diz çökmüştü ve yüzümü avuçlamıştı. Akın ise artık beni tamamen bırakmıştı. Nefes kıtlığı yaşıyormuşum gibi göğsümü dolana kadar şişirdikten sonra, “Ben hatırlıyorum,” diye fısıldadım. “Hiçbir zaman unutmadım.”

Elim hâlâ boynumdaydı. Kolyeyi parmaklarımın arasında sıkarken zihnimdeki Sarp’ın küçük Deniz’e söylediklerini tekrarladım.

“Bunu geri almak için geleceğim,” dedim.

“Bunu geri almak için geleceğim,” dedi Cesur da benimle aynı anda. Islak gözlerimi kaldırıp kızarmış gözlerine mıhladım ve devamını onun getirmesini dinledim.

“Sadece birkaç gün sürecek,” dedi, yutkundu. “Ben dönene kadar ona iyi bak, çünkü benim için çok kıymetli.”

Hıçkırdım. “Beni bekle,” dedim yine onun bana söylediği gibi.

“Senin için geri döneceğim,” diye tamamladı.

Kirpiklerimin ardından ona inanmak istercesine baktım. Tıpkı yirmi yıl önce küçük Deniz’in baktığı gibi. “Söz mü?”

“Söz,” dedi ama bunu güçlükle diyebilmişti.

Yaşlar yanaklarımı yakarken, “Geri dönmen neden bu kadar uzun sürdü, Sarp?” diye sordum.

Cesur, “Deniz,” diye fısıldadıktan hemen sonra beni tutup göğsüne bastırdı. O kadar sıkı sarıldı ki bu canımı yaktı ama sesimi bile çıkartmadım. Gözlerimi yumup beni kaburgalarının arasına sokar gibi sarmasına izin verdim ve nihâyet birçok şeyin netlik kazanmasının verdiği rahatlamayla birlikte hafiflediğimi hissettim.

Sarp burada Deniz’i bırakmıştı.

Ve Sarp yine burada Deniz’i bulmuştu.

Kulübe geri döndüğümüzde gün akşam olmak üzereydi. Kapıdan içeriye girerken Cesur’la el eleydim ve birkaç kare fotoğrafımızın çekildiğinin farkındaydım. Magazin kulübün kapısını asla boş bırakmıyordu. İçeriye peşimde ufak bir koruma ordusuyla girdikten sonra adımlarım doğruca üst kattaki odama yöneldiğinde Cesur da bana uymuş peşimden geliyordu. Ancak Akın’ın gerçekten epey gürültülü şekilde boğazını temizlemesiyle birlikte ikimiz de durup ona bakma gereği duymuştuk. Sorgulayan bakışlarımıza karşılık huysuz homurtular çıkartıp, “Sizce de konuşmamız gerekmiyor mu?” dedi sinirle elini saçlarından geçirdiği esnada.

Cesur bana baktı ve ben de ona. Ardından usulca kafamı salladım. Akın hâlâ şoktaydı ve hâlâ inanmıyordu. Bazen bana sanki kafayı kırmışım gibi bakıyordu ve öyle baktığını yakaladığım anlarda hızla bakışlarını kaçırıp önüne dönüyordu.

“Büroya geçelim,” dedi Cesur beni asansöre yönlendirerek. Akın ve Tuna da bizimle geldi. Diğer adamlar girişte sağa sola dağılarak gözden kaybolmayı tercih etmişti.

Tuna asansör usulca alt kata doğru inerken, “Bu gece dövüş var,” diyerek bezgince ofladı. “Yeterince heyecanlı bir gün yaşamamışız gibi gecesi de ayrı olay.”

“Keşke ben de dövüşe çıksaydım,” dedi Akın kafasını sağa sola yatırıp boynunu esnettiği sırada. “Ancak stresimi atardım. Kimler var listede?”

“Alihan, Fary, Asil, Kanga, Sülo, İmparator, Kibar Bey...”

“Kibar Bey hepsini alır.”

“Adını bilerek mi öyle seçmiş?” dedim merakla.

Tuna kafasını salladı. “Aslında pek kibar biri değildir.” Hafifçe yüzünü buruşturdu. “Tipinin bile kibarlıkla alakası yok.”

“Öyle mi? Paramı ona yatırayım bari,” diye takıldım.

Cesur’un dudağının kenarı kıvrıldı. “Ne kadar yatıracaksın?”

“Bilmem. Ne kadar yatırılır genelde?”

“Ne kadar istersen.”

“Elli bin?” dedim aklımdan ilk geçen sayıyı ortaya atarak.

Akın homurdandı. “Elli bin mi? Oraya çıkmak için adım bile atmazdım.”

Bunun üzerine gözlerimi kısıp, “Beş milyon?” dedim.

“Eh.”

“On?”

“Adam dövmeye ihtiyacım varsa belki çıkabilirim.”

“Nesin sen en büyük yıldızlardan mı?” dedim aynı onun gibi homurtuyla. “Yirmi veririm. İstersen çık.”

Asansörün kapıları iki yana açılırken Akın dışarıya çıkıp kollarını katladı ve kaslarını sergilerken, “Tabii ki yıldızlardanım. Şunlara bak, bunlar ilaçlarla şişirilmedi. Büyük paralara büyük adamlar güzelim, olay budur,” dedi.

“Bu kadar para ettiğini bilmiyordum,” derken sırıtmaktan kendimi alamadım. Cesur ve Tuna da yorumuma gülerken Akın huysuzluğunu elden bırakmayıp ağzının içerisinde bir şeyler geveledi.

“En iyisi sen bahis işine hiç girme. Yoksa bizi batırırsın.”

Parmaklarımla Cesur’un kaburgalarını dürttüm. “Kibar Bey’e otuz milyon yatırabilir miyim?”

Güldü. “Elbette.”

Tuna sırıtarak Akın’ı dürttü. “Geceye zararla başladık, iyi mi?” ve Akın yine homurdandı.

Gözlerimi devirerek onlarla muhataplığımı kestiğimi belli edercesine Cesur’a sokuldum. Beni belimden yakalayıp iyice ona yapışmamı sağladı. Birbirine uyumlu adımlarımızla kulübün içerisinden geçip arka alana doğru ilerlerken oradan çıkmakta olan Eva’yla karşılaştık. Bizi gördüğünde yüzüne güzel gülümsemelerinden birisi kondu.

“Ah, düşündüğümden daha erken buradasın, Nehir.”

“Nehir değil,” dedi Cesur. Kalp atışım yeniden fırladı. “Deniz.”

Eva’nın ağzı neredeyse yere değecekti. “Ne?”

Akın onun şaşırmasına bile izin vermeyerek, “Özgür nerede?” diye sordu.

“İçeride,” dedi Eva omzunun üzerinden arkasını işaret ederken. “Ne olduğunu biriniz bana açıklayacak mı?”

Tuna, “Gel, biz de öğreneceğiz inşallah,” diyerek onu da bizimle gelmeye davet etti ve Eva şaşkın suratı hiç değişmeden bize katıldı. Gözleri çoğunlukla benim üzerimdeydi. Cesur’un annesinin evinden dönerken Eva’nın beni aradığı ve yatıştırmaya çalıştığı anlar zihnimde yankılandı. Ona Deniz’i öğrendiğimi söylemiştim. Ağlayarak, daha doğrusu kriz geçirerek. Şimdiyse sanki öyle bir an hiç yaşanmamış gibi neredeyse gülümseyerek ona Deniz olduğumu söyleyecektim. Bu yüzden şoka girmesi normaldi.

Arka kısma çıktığımızda büroyu, Cesur’un yatak odasını ve uzun zamandır uğramadığım benim için yapılmış olan yatak odasını gizleyen kapıdan sırayla geçtik. Kızıl ışıkla aydınlatılmış koridorda yürürken buraya sanki aylar üzerine gelmiş gibi hissetmekten kendimi alamıyordum. Havasızlık dertlerim arasında bile değildi ama yine de hızlı hızlı nefes alıp veriyordum. Bu birazda heyecandandı.

Cesur büronun kapısını açtığında ışığın zaten açık olduğunu fark ettim. Çünkü Özgür buradaydı ve koltuklardan birinde sızmıştı. Önündeki masada içki şişeleri duruyordu, ancak çoğu doluydu. Sanki sadece bir bardak içebilmiş ve daha sonra yorgunluğa yenik düşmüştü.

“Beni geçiştirmiş piç kurusu,” diye homurdandı Akın. “Sabah eve gideceğini söylemişti.”

“Eve uğramaz bir süre daha. Israr etme,” diye uyardı Cesur. Elbette neden eve gitmek istemeyeceğini anlayabiliyordum. Annesiyle yüzleşmekten kaçıyordu. Yerinde olsaydım ben bile bundan kaçmak için her şeyi yapardım.

“Dün gece olanları duymadın abi. Burada olmaktansa eve gitse daha iyi.”

“Karışma sen. Burada kalsın, bir şekilde alışması lazım.”

Akın sessizce söylenirken Eva, “Tüm gün odasını baştan aşağıya yeniletmekle uğraştım. Umarım bir daha oraya gittiğinde yeniden her şeyi kırıp dökmez,” diyerek iç geçirdi.

Ona doğru döndüm. “Peri? İyi mi?”

Kısaca kafasını salladı ama durumun pek iç açıcı olmadığını anlamıştım. “Kendisini banyoya kapatmış ve korkmuştu. Yanından ayrılırken uyuyacağını söylemişti. Yarım saat kadar önce.”

“Ben üstteki odayı yarın boşaltırım. Özgür ya da Peri orayı kullansın,” dedim çabucak. Akın gecikmeden şahane fikrini beyan etti.

“Bence ayrı ev ayarlayalım. En iyisi bu. Kız orada dursun oldu bitti.”

Cesur, Özgür’e doğru adımlarken karşı çıkmakta gecikmedi. “Ayrı ev olmayacak.”

“Abi görmüyor musun hâlini? Bu böyle gitmez ben sana söyleyeyim. Daha ilk günden kırdı geçirdi her şeyi.”

“Baştan sıkı tutacağız, Akın. Gevşek bırakırsak hiç toparlanmaz. Baktık gerçekten olmuyor o zaman başka seçenekleri düşünürüz.”

“Dayatmayla onları karı koca yapamazsın-”

“Deneyeceğiz,” diye bastırdı. “Mesela karı koca olmaları değil. En azından yan yana durabilmelerini sağlamalıyız.” Ardından Özgür’ün omzunu tutup hafifçe sıktı. Bir şey demesine gerek kalmadan Özgür hızla gözlerini açtığında tepesinde dikilen abisini görünce çabucak doğrulup kendisini toparlamaya çalıştı. Yüzünü sıvazlarken, “Abi? Ne zaman geldin? Saat kaç? Uyuyup kalmışım burada,” dedi hızlı hızlı. Sonra bizi fark etti ve ne olduğunu anlamaya çalışırcasına yüzümüze garip garip baktı.

“Neden hepiniz buradasınız? Neler oluyor?”

“Deniz’i bulduk,” dedi Akın, alaylıydı. “Hem de burnumuzun dibindeymiş, düşünebiliyor musun? Bakmışız ama görememişiz bunca zamandır.”

Özgür, “Ne saçmalıyorsun oğlum?” diye söylenirken bana kaçamak bir bakış atıp ne durumda olduğumu kontrol etti. Sanırım delirmiş şekilde olmadığımı görünce Akın’ın yalan attığını düşünmüştü ki, “Ne diyor bu?” diyerek kaşlarını çattı. “Nasıl şaka yapacağını da iyice şaşırdın lan.”

“Ne şakası ikiz, doğruyu söylüyorum. Deniz’i bulduk. Daha doğrusu o bizi buldu gibi bir şey, neyse. Yılların arayışı bitti ve mutlu son.”

Özgür abisine bakıp, “Kafasına falan mı vurdun?” diye sorduğunda Akın hariç hepimizden kıkırtı sesleri yükseldi.

Cesur, Özgür’ün omzuna birkaç kez vurduktan sonra, “Doğru söylüyor,” diyerek koltuklardan birisine geçip oturdu ve hepimizi oturmaya davet edercesine etrafındaki boş koltukları gösterdi.

Akın oturmak yerine çalışma masasının önüne geçip kalçasını ona yaslamayı tercih etti. Ben Cesur’un yanına oturdum. Eva da benim yanıma yerleşti ve Tuna ise karşımıza, Özgür’ün yanına geçti.

“Ne demek doğru söylüyor?” Özgür’ün uykudan yeni arınmış olan kızarık gözleri sürekli bana doğru kayıyor, tepkimi ölçmeye çalışıyordu. “Onu buldunuz mu gerçekten?” Cesur kafasını salladı. “Gerçekten mi?”

“Gerçekten.”

“Nerde peki?”

“Burada, yanımda duruyor.”

Özgür bana baktı. “Benimle eğleniyor musunuz siz?”

Hafifçe gülümserken, “Kesinlikle hayır,” dedim. Ardından Cesur’un boştaki elini tuttum. “Deniz benim.”

Özgür bana baktı, baktı ve daha sonra ellerini yüzüne çarpıp sertçe sıvazlarken, “Bir süre içmesem iyi olacak. Hayaller görmeye başladım,” dedi kendi kendine.

Akın, “Dur ben seni kendine getireyim,” diyerek uzanıp kardeşinin kafasına hafif sert bir tokat patlattı.

“Lan elin kolun rahat dursun kırdırma bana.”

Akın bir tane daha vurdu. “Nehir Deniz’miş lan.”

Özgür küfretmekten kendisini son anda alıkoyarken, “Sen iyice arsız oldun. Şakanın da sınırını bilmiyorsun artık,” dedi uyarırcasına. “Biraz daha konuşursan abim kum torbasına çevirecek seni haberin olsun. Karışmayacağım da. Oturup izleyeceğim.”

“Pek şaka olduğunu düşünmüyorum,” dedi Eva durgun sesiyle. “Lütfen ne olduğunu açıklar mısınız?”

Ciğerlerime derin bir soluk çektim. “Biliyorum sizin için inanması zor,” diye başladığımda Akın kollarını göğsünün üzerinde bağlayıp bana alaycıl bakışlarından birini gönderdi. Onu umursamamaya çalıştım. “Tamam zor, evet ama aradığınız Deniz benim.”

Tuna, “Şunu bizim anlayacağımız şekilde anlatır mısın lütfen. Çünkü sizi görmeme rağmen hâlâ bunu aklıma oturtamadım,” dedi sızlanır gibi. Onun için bir şeyleri eksik bilmek sanırım fazlasıyla sinir bozucuydu.

“Pekâlâ en baştan başlıyorum. Nehir benim gerçek adım değildi. Bu isim bana yirmi yıl önce yetimhaneye bırakıldığım sırada verildi. İsmimi değiştirdiler çünkü ailem peşimdeydi ve beni bulmamaları gerekiyordu. Benim gerçek adım Deniz,” dedikten sonra hepsinin suratında bakışlarımı gezdirdim. Eva şaşkınlık içerisindeydi. Tuna sabit ifadesini bozmadan dinliyordu. Özgür hayretle yüzüme bakıyordu ve Akın umursamaz gibi görünse de can kulağıyla dinliyordu.

“Benim Beyazıt Yetimhanesinde kaldığımı biliyorsunuz. Bu doğru. Ama orası benim nakledildiğim yetimhane. Ben ilk olarak Gülbahar Hatun Yetimhanesine yerleştirilmiştim. Yani Cesur’un kaldığı yetimhaneye. O zamanlar adım henüz değiştirilmemişti. Cesur beni orada Deniz olarak tanıdı. Sarp. Yani Sarp öyle tanıdı. Tüm dünyam başıma yıkılmışken beni hayata döndüren, elimden tutan o oldu,” derken Cesur’un elini hafifçe sıktım. “Bir çocuk için epey zor zamanlar yaşadım ve içime kapanmıştım. Kimseyle konuşmuyordum, bana dilsiz diyorlardı. Hiçbiri beni umursamıyordu zaten. Bir gün arka bahçede ağacın altındayken kendi kendime söyleniyordum ve sonra kafamı kaldırdığımda ağacın tepesinde onu gördüm. Keyifli keyifli elma yiyordu ve bana beni yakalamış gibi bakıyordu.”

Gülümseyerek Cesur’a döndüm. Bana yine o zamanki gibi parlayan bakışlarıyla bakıyordu. Sanırım ortak geçmişimizden parçalar anlatmamdan memnundu, çünkü bu sayede onunla daha çok bütünleşiyorduk.

“O günden sonra sürekli etrafımda oldu. Onunla yeniden hayata döndüm, bu gerçek. Günler geçtikçe aramız daha iyiye gitti. Sadece onunla konuşuyordum, onun başka arkadaşları da vardı ama benim tek arkadaşım oydu. Diğerlerinin adlarını bile hatırlamıyorum, o zamanlar biliyor olsam bile unuttum. Bu yüzden Furkan’ı gördüğümde bana tanıdık gelmedi,” derken Akın’a dik dik bakmaktan kendimi alamadım. “Sonra yetimhaneye birileri gelip gitmeye başladı, Sarp sürekli ortalıktan kaybolup duruyordu. Zaten çok geçmeden babası onu almak için geldi. Gitti işte,” dedim o anların ağırlığından kaçmak için üstü kapalı şekilde anlatmayı seçerek. “Bana geri döneceğini söyledi, söz verdi. Beni terk ettiğini düşünmemem için kolyesini bıraktı. O kolye onun için çok değerliydi, çünkü annesinden kalmıştı. Yetimhaneye bırakıldığında üzerinde o kolye ve adının yazılı olduğu kâğıt varmış. Büyüyüp aklı erdiğinde müdire ona anlatıp kolyeyi vermişti. Normalde önemsemezlerdi ama sanırım kıyamamış o.”

“Ah, yoksa şu burada kaybolan kolye mi?” dedi Eva şokla.

Usulca kafamı salladım. Bunun üzerine Akın, “Sen nerden biliyorsun?” diye sordu.

“Onu görmüştüm, çok eskiydi. Hatta bakımını yapmayı bile teklif etmiştim ama Nehir istememişti. Sonra yeni oda yapılırken o karışıklıkta kaybolup gitti, ne kadar aradıysak da bulamadık.”

“Nasıl bir şey olduğunu hatırlıyor musun?”

“Aslan ayağına benziyordu, pati gibi daha çok.”

Gözlerimiz kısıp, “Artık inanıyor musun?” dedim Akın’a doğru. Homurdandı ve cevap vermemeyi tercih etti. Bunun üzerine anlatmaya devam ettim. “Sarp yetimhaneden alındıktan kısa süre sonra beni Beyazıt Yetimhanesine geçirdiler. Oraya Nehir Sözeri adıyla kaydolup öyle devam ettim. Günler geçtikçe Sarp’ın geri döneceğine dair umutlarım azaldı, çünkü dönse bile bulamayacağını biliyordum. Bıraktığı yerde değildim ve adım bile farklıydı. Bu yüzden umudumu kaybetmiştim,” derken sesim düşük ve üzgündü. “Erişkinliğe ulaştığımda yetimhaneden çıkınca tek başıma ve güçsüzdüm. Bu yüzden kendimi saklamaya yöneldim. Hümeyra da yetimhaneden çıktığında birlikte kurduğumuz hayatı yaşamaya başladık. Her şey sorunsuz ilerliyordu ta ki Yiğit ile tanışana kadar. Sonrasını zaten biliyorsunuz.”

Tuna alnını kaşırken, “Hiç abimi aramadın mı?” diye sordu şaşkın şaşkın.

“Elimde arayabileceğim hiçbir şey yoktu ki.”

Bu kez Eva sözü alıp, “Onunla ilk yan yana geldiğinde hiç mi farklı bir şey hissetmedin?” dedi merakla.

İlk anı, ilk bakışı hatırlamaya çalıştım. “Açıkçası buraya ilk geldiğimde korkudan ölmek üzereydim. Bu yüzden pek hatırlayamıyorum ama evet, farklı gelmişti. Ancak hiç ihtimal vermedim, aklımın ucundan dahi geçmedi. Hatta beni aradığınız kadına benzettiğinizde bile acaba diye düşünmedim. Çünkü onun da adı değiştirilmişti ve ayrıca onun bu dünyadan olabileceğini hayal bile edemezdim. Bir de ben onun başka bir yetimhanede kaldığını sanıyordum. Sizden ne Deniz adını duydum ne Cesur’un ilk adının Sarp olduğunu ne de kaldığı yetimhanenin doğru bilgisini. Bunca zamandır buradayım ve bunları bugün öğrendim. En azından ikisini.”

“Sormadın ki,” dedi Tuna garip garip.

“Aslında aradığınız kadının adını sormuştum ama Cesur daha çok kafama takarım diye söylememişti,” dedim hafif homurtuyla.

Cesur iç geçirdi. “Aynı şekilde ben de ihtimal vermemiştim. Aslında vermiştim de elimdeki bilgiler tüm ihtimallerin önünü tıkıyordu. Benzerlik, yaş, yetimhane durumu uyuyordu. Ancak yetimhane bilgisi farklıydı. Geçmişe ait fotoğrafı bulunmuyordu. Kendisi de her gün ben o değilim dediği için...” Bana baktı, gözlerimi kaçırdım. “Tüm ihtimalleri kaldırıp çöpe atmıştım.”

Eva, “Yani bu durumda Nehir kendisini mi kısmanmış oldu,” diye sordu.

“Kıskanmadım,” dedim hızla. Hepsi aynı ağızdan cevap verdi.

“Kıskandın.”

“Her neyse,” diye homurdandım, yanaklarım ısınmıştı. “Durum bu.”

Tuna, “Gülbahar Hatun’da çıkan yangından haberin var mıydı?”

“Yoktu. Bunu da yeni öğrendim. Zaten haberim olsaydı her şey çok daha önce çözülmüştü. Sanırım o yangın bana ait bilgilerin silinmesi için çıkartılmış. İsmim, fotoğraflarım hepsi gitti. Beyazıt’ta da herkesin fotoğrafları olurken bana ait belgeler hep boş bırakılırdı. Benim elimde bile çocukluk fotoğrafım yok, durum bu kadar kötü.”

“Fotoğraf yok, bilgi yok, sadece sözler var,” dedi Akın. “Hiç doyurucu değil, haberiniz olsun.”

“İkimizin ortak anıları var ve biz artık birbirimizden eminiz,” derken Cesur’la kendimi işaret ettim. “Eğer Deniz olduğuma inanmasaydı geri dönmezdi, bunu sen de biliyorsun bence.”

“Şu kolyeyi bulalım. Ben delil istiyorum.”

“Sen gerçekten sorunlu birisin,” dedim ters ters.

“Öyleyim, aynen.”

Sohbet boyu pek konuşmayan Özgür bana dikkatli dikkatli bakarken, “Benim kafama takılan bir şeyler var,” diyerek söze girdi. “Öncelikle Deniz ol ya da olma gerçekten benim için problem değildi. Eminim abim için de değildir. Ama elbette ki o Deniz’in sen olması çok daha iyi, bunu inkar edemem. Her neyse... bunun sonunda ortaya çıkmış olmasına gerçekten sevindim. Yirmi yıllık bir problemdi.” Hafifçe gülümsedi. “Şu an bana çok garip gelse de ben size inanıyorum, bakışlarınız bile daha farklı.”

Evet, sık sık Cesur’a bakıyordum ve o da bana bakıyordu; keşfetmek ister gibi. Derinlere inmek ve birbirimizden emin olmak, tanıdık bir şeyler bulmak için sürekli bakışma hâlindeydik. Bunun dışarıdan da belli olması normaldi.

“Kafama takılansa senin hayatın, Nehir ya da Deniz mi demeliyim? Bilemedim.”

Kalbimin deli gibi attığını hissederken, “Deniz deyin. Lütfen. Çünkü artık gerçek adımı kullanmak istiyorum,” dedim. Cesur destek verircesine elimi sıktı.

“Pekâlâ, Deniz,” dedi Özgür. Bu ona garip gelmiş gibi duraklasa da devam etti. “Seni kim koruyordu? İzleri kim sildi? Niye? Bize bunları da anlatmalısın.”

Boğazımı temizledim. “Ben aslında... aslında sizin dünyanızdanım,” dediğimde Eva elini kalbinin üzerine koyarak beni şokla dinliyordu. “Bu düzenin içerisinde doğdum. Ailem sizlerden biriydi. Sonra ailemde sorunlar ortaya çıktı ve ben günah keçisi ilan edildim. Ölüm kararım verildi,” derken damarlarımda akan kan bile ağırlaşmıştı. “Anneannem kaçmama yardımcı oldu. Çoğunu hayal meyal hatırlıyorum. Başkaları da vardı, bir sürü yüz, bir sürü adam. Onlarla göz göze gelmeye bile korkuyordum içlerinden birisi silahını bana çevirir diye. Önce bir eve götürürdüm, annem de benimleydi. Sonra... sonra...” Hatırlamaya çalışırken kaşlarımı çatmıştım ama o anılara erişmek benim için çok zordu. Sanırım yaşadığım korkudan dolayı onları zihnimin derinliklerine saklamıştım. “Sonra neler oldu hatırlamıyorum. Annem gözlerimin önünde intihar etti. Bunu gördüm. Sadece... sadece kötü koktuğunu hatırlıyorum. Bulunduğum evin içerisinde ağır kokular vardı. Daha sonra bayıldım sanırım. Kendime geldiğimde arabadaydım ve o araba Gülbahar Hatun’a gidiyordu. Anneannem bir şekilde beni ailemin elinden kurtarmıştı. Beni kollayan, tüm izlerimi silen de oydu. Bana sıfırdan bir hayat verdi.”

Beklediğim soru Akın’dan geldi. Buna elbette şaşırmamıştım. “Ailen kim? Bize soy ismini ver.”

Cesur da bana bakıyordu. Gürültüyle yutkundum ve kafamı hafifçe iki yana salladım. Bunun üzerine Akın ellerini yüzüne vurup serçe ovuşturdu. “Söyle işte. Sana engel olan ne?”

“Söylersem onları öldüreceksiniz.”

“Seni öldürmek istemişler. Sense onların ölmesinden mi korkuyorsun?” dedi Özgür. Yüzünde garip bir hâl vardı. “Siz kadınlar niye böylesiniz? Aileniz diye size istediklerini yapmalarına izin veriyorsunuz. Tabiri caizse ağzınıza sıçıyorlar sesinizi çıkartmıyorsunuz ama keserin sapı onlara döndüğünde size yaptıkları onca şeye rağmen önlerine geçip yine siz kurşunların hedefi olmayı yeğliyorsunuz. Kusura bakma ama aptallıktan başka bir şey değil. Ufak bir çocuğu öldürmeye çalışan adamların geberecek olması asla umurumda olmazdı.”

Gözlerimi kıstım. Tırnaklarımla avucumun içini kazırken, “Annenizin neler yaptığını biliyorsunuz ya da ihtimal verdiğiniz bir sürü şey olduğundan eminim,” diye söze girdim. Cesur yanımda kaskatı kesildi. Tehlikeli bir konunun sınırlarında gezdiğimin farkındaydım ama bunu en iyi bu şekilde anlayacaklarını düşünüyordum. “Günün sonunda onun geri dönülemeyecek hatalar yaptığını görseniz bile ona dokunmaya eliniz gitmeyecek. Çünkü o sizin anneniz. Onlar da benim ailem. Ne olursa olsun gönlüm el vermiyor. Şimdi biraz olsun anlamışsınızdır umarım.”

Sessiz kaldılar. İkisi de. Ancak Tuna, “Üzgünüm ama şu anda tehlikeli bir durumun içerisinde olduğumuzu fark ediyorum. Bu yüzden müdahale etmek zorundayım. Ailenin senden haberi var mı?” diye sordu.

“Sanırım yok.”

“Nüfuzlular mıydı?”

“Evet.”

“Muhtemelen aradan geçen yıllardan sonra seni görseler bile tanımamışlardır,” dedi ilk vardığı sonucu ortaya sererek.

Eva yorumda bulundu. “Belki de henüz onu görmemişlerdir.”

Tuna bunun mümkün olmayacağını belli edercesine kafasını sağ omzuna doğru eğdi. “Abimle birlikte. Sağır sultanın bile ondan haberi var. Bu yüzden görmüşlerdir.”

Elimi Cesur'un elinden çekerek stresle parmaklarımla oynamaya başladım. “Bu da sorun yok demek. Olsaydı şimdiye kadar zaten ortaya çıkardı, değil mi?”

“Buna mı güveneceğiz?” dedi Akın ters ters. “Aileni söyle. Onları halledelim. Bitsin gitsin.”

Kafamı hızlı hızlı iki yana salladım. “Sorun çıkmıyor. Neden karıştırıyorsun ki?”

Tuna'nın Cesur’la kurduğu göz bağını kopartmadan hemen önce kısaca kafasını sallayışını yakalayınca hızla Cesur’a doğru dönüp, “Hayır!” dedim korkuyla. “Bunu yapamazsın.”

Hiç etkilenmemiş şekilde bana bakıyordu. “Bu konu kapanacak. Ne olursa olsun.”

“Sana zararları yok,” diye çıkıştım.

“Seni öldürmeyi düşünmüşler. Şimdi düşünmüyorlar diye onları bağışlayacağımı mı sanıyorsun?”

“Bunu görmeyi istemediğimi biliyorsun!”

Hafifçe çeneme dokundu. “O zaman görmeyeceksin.”

Ama bilecektim. Bu bile yeterliydi. Cesur’un abimi bulup öldürdüğünü düşünmek bile yeterince korkunçken bunu yapacağını açıkça belirtiyordu. “Niye bu kadar gaddarsınız? Bunun canımı yakacağını bildiğiniz hâlde yine de yapacak mısınız?”

Akın doğrulup yaslandığı masadan ayrılırken, “Nereden geldiği belli olmana bir kurşunla ölmenden iyidir,” dedi. Ardından da ıslık çala çala yürüyerek odadan çıktı. Peşinden rengi kaçmış şekilde kaçarcasına giden Eva oldu. Tuna şimdiden işe başladığını belli edercesine telefonuyla ilgilenerek oradan ayrıldı. Özgür ise, “Bu kadar merhametli olma,” diyerek ayaklandı. O da çıktığında odada Cesur’la baş başa kalmıştım. Hışımla ona doğru dönerken, “Bunu yapmayacaksın,” dedim sertçe.

Beklemediğim şekilde beni kolumdan tutup göğsüne doğru çektiğinde ve dudaklarını dudaklarıma bastırdığında öylece kalakaldım. Buna kesinlikle hazırlıksız yakalanmıştım. Büyük bir özlemle beni öperken rüzgarına kapılıp tamamen dağılmamak için omuzlarına tutunmaya çalıştım. Elleri rahat durmayarak tenimde dolana dolana bacaklarıma inip beni tuttuğu gibi kaldırarak kucağına çekti. Artık koltukta değil onun kucağındaydım ve beni deli gibi öpmeye devam ediyordu. Ona karşılık vermememin imkânı bile yoktu. Onunla savaşır gibi öpüşürken dişlerimi alt dudağına geçirdiğimde belimdeki parmakları tenime gömülüp beni kıvrandırdı.

“Fırtına,” dedi nefesi doğrudan yüzüme vururken. “Her şeyi boş ver. Buradasın. Yanımdasın. Sonunda buldum seni.”

“Sen mi buldun yoksa ben mi buldum?” diye fısıldadım. “Her şey ortada dururken göremediğimiz detaylar yüzünden birbirimizi daha geç bulduk.”

Parmaklarının tersiyle yanağımı okşarken, “Sanki sana yeterince geç kalmamışım gibi,” dedi kısık sesle. Ardından hüzünle iç geçirdi. “Seni bulmanın bu kadar uzun süreceğini bilseydim o gün yetimhaneden çıkarken seni de peşimden sürüklerdim. Geri geldim, biliyor musun? Oraya geri geldim ama geç kalmıştım. Çoktan yangın çıkmıştı ve sen ortada yoktun. Senden hiçbir iz yoktu.”

“Gittiğin günden beni oradan aldıkları güne kadar kapının önünde seni bekledim,” dedim. Gözlerim nemlendi. Burukça gülümsemeye çalıştım. “Çocuk aklımla beni almaya geldiklerinde o arabayı senin gönderdiğini sanmıştım.”

Yüzümü avuçlayıp tüm acılarımı silmek istercesine tenimi sevdi. “Yeri göğü kaldırdım senin için. Koynuma kadar girip nasıl bana yabancı kalabildin?”

“Kaderin bizimle alay etmesi sanırım.”

“Kaderimizin bir yazılmış olması bence. Sen bana yazılmışsın en başından beri. Kişiler bizi ayırmış olsa da kader yine birleştirdi.”

Parmak uçlarımla göğsünü, tam olarak kalbinin üzerini dürttüm. “Senin de buran sızlıyor mu?” diye sordum yavaşça. “Yan yana durup birbirimizi tanıyamamış olduğumuzu düşününce... acıyor mu burası?”

“Yanıyor orası,” dedi. “Cayır cayır.”

“Benim de öyle.”

Gözlerini yumup, “Deniz,” dedi iç çekerek. Adımı öyle içten, öyle candan dillendirmişti ki kaburgalarımın arasındaki kalbim titremişti. “Koy kafanı oraya, dinsin biraz acısı.”

Başımı göğsüne yerleştirip ona sıkıca sarıldım. O da kollarını etrafımdan dolayıp belimin üzerinde birleştirdi. Koynunda huzurla kıvrılıp gözlerimi yumduğumda odaklandığım ilk şey kalp atışlarının hızıydı. Deli gibi atıyordu. Benim kalbim de yerinden çıkacak gibiydi. Heyecandan, mutluktan, hüzünden ve buruk sevinçten dolayı kalbim adeta çırpınıyordu. Sanırım o da bunları hissediyordu.

“Sarp,” dedim kedi gibi mırıltıyla. Belimdeki ellerini sırtım boyunca kaydırıp beni iyice göğsüne yasladı. “Cesur,” diye düzeltti daha sonra. “Babamla aynı isme sahip olduğumu öğrenince onu kullanmayı bıraktım.”

“Ama sen bana bir daha Nehir diye seslenmeyeceksin?”

“Evet.”

“Peki bunu ben neden yapamıyorum?”

“Cesur bana verilmiş sahte bir isim değil çünkü. Babamın koyduğu isim ve onu kullanmayı tercih ediyorum.”

İç geçirdim. “Cesur’ken daha güçlüsün. Sarp’ken öyle değildin. Bence bu yüzden.”

“Sarp avucundaki kızı kaybetti ve bulamayacak kadar beceriksizdi. Cesur öyle değil.”

Burnumla tenini eşeleyip kendime daha rahat bir alan buldum. “Nehir zayıftı. Deniz hiçbir zaman zayıf olmadı. Bu yüzden artık ben de Deniz’i tercih edeceğim.”

Kafasını eğdiğini hissettim. Çok geçmeden dudaklarını saçlarıma bastırdı. Kokumu derin derin soluyup içine çekerken, “Yokluğunla delirdim,” diye fısıldadı. “Varlığınla beni iyileştir.”

Ona daha sıkı sarılarak karşılık verdim. Zamanla kalp atışlarım sakinleşti, onunki de sakinleşti, ancak birbirimize dolanmış olan kollarımız hiç gevşemedi.

Eva gecenin epey geç saatinde odasına dönebilmişti. Günün yorgunluğu yüzünden tüm kaslarının ağrıdığını hissediyordu. Sıcak ve uzun bir duşun ardından yatağına girip öğlene kadar uyumayı planlıyordu. Başka hiçbir şeyle oyalanmayacağı için odanın ışığını gece lambası ayarında bırakmıştı. Tatlı sarı ışığın altındayken mayışmış şekilde hareket ediyordu ve yatağına özlemle bakıyordu. Ona bir an önce kavuşmak için kafasında sıraladığı planındaki ilk adımı gerçekleştirmek adına soyunmaya başladı. Ellerini arkasına uzatarak elbisesinin fermuarını bulurken adımlarını odasının kapısına yönlendirdi. Kilidi çevirdikten sonra fermuarı indirip odanın içerisine geri dönerken de elbiseyi teninden sıyırarak yere bıraktı. Sutyen pek giyen biri değildi, bu yüzden üzerinde sadece iç çamaşırıyla kalmıştı. Onu da çıkartıp elbisesinin yanına bıraktıktan sonra bakır tonlarındaki saçlarını bir arada tutan tokaya uzandı ve onu çekip aldığında saç köklerinin gevşemesiyle birlikte tenine yayılan rahatlamanın tadını çıkarttı.

Nihâyet duşa girmeye hazırdı. Ancak boy aynasının önünden geçerken gözü aynadaki yansımasına takıldığında adımları duraksadı. Loş ışığın altında hafif karışmış saçlarıyla ve çıplak vücuduyla epey hoş duruyordu. Bir süre sağa sola dönerek kendini izlemekle vakit harcarken aniden aklına gelen fikirle dudağını ısırdı. Ardından yatağın üzerine bıraktığı telefonunu bulup yeniden aynanın karşısına geçti. Kamerayı açtı ve poz vermeye başladı, ancak fotoğrafların tamamen çıplak çıkmasından hoşlanmadığını fark etmesi fazla uzun sürmezken duruşunu değiştirdi. Hafif yan dönüp ayaklarından birini biraz yukarıya doğru kaldıracak bacaklarının arasını gizledi. Boştaki kolunu da göğüslerine sarıp öyle poz verdi. Artık çıkan pozlar hem fazlasıyla müstehcen hem de esrarengiz duruyordu. Yeterince poz yakaladığına karar verdiğinde aynanın önünden çekilip fotoğrafları incelemeye başladı. Geçtiği her fotoğrafta dudağını biraz daha kuvvetli ısırıyordu. Kesinlikle cezbediciydi.

İçlerinden bir tanesine karar kıldığında loş ışığın arkasının vurarak tenini gizlemli şekilde aydınlatmasına hayranlıkla baktı. Ardından kalbi geçen her saniye şiddetini daha da arttırırken mesajlaşma uygulamasına girip Akın’ın adını buldu. Fotoğrafı sadece bir kez açıp bakabileceği şekilde ona gönderip hızla ekranı kapatarak heyecanla yerinde seke seke banyoya koştu. Daha fazlasını görmek istiyorsa bir şeyler yapması gerekiyordu.

Eva yorgunluğunu unutmuştu. Aklı tamamen Akın’daydı ve kanı kaynıyordu. Birden adrenalin patlaması yaşamış gibiydi, yerinde duramıyordu. Bu yüzden duşta epey vakit geçirmiş, kendisiyle bir bebek gibi ilgilenmiş, tüm bakımlarını yinelemişti ve bunları yaparken keyifli keyifli şarkı söylemeyi de ihmal etmemişti. Duştan çıktığındaysa kapıya attığı kaçamak bakışlarla saçlarını kurularken heyecanı yavaşça sönmeye başlamıştı. Nitekim tüm işlerini bitirip banyodan çıktığında ve telefonuna ulaşıp hiçbir geri dönüş göremediğinde elinde avucunda heyecan adına hiçbir şey kalmamıştı. Akın mesajı görmüştü, ancak hiçbir tepki yoktu. Hiçbir şey. Ekranda koca bir boşluk bulunuyordu.

“Koca ayı,” diye homurdanarak yüzünü astı. Ardından sinirle galerisine girip tüm fotoğrafları sildi. “Aptallık bende. Ne bekliyordum ki?” Ona bin bir hakarette bulunarak dolabına yöneldi. İç çamaşırını bacaklarından geçirip yukarıya çekti. Ardından da askıdaki geceliklerden birine uzandı. Siyah ipek teninden kayarak baldırlarını örttüğünde yine söylene söylene yatağa geçip gün boyunca hayal ettiği uykuya kendisini bıraktı. Ancak elbette tüm keyfi elinden kaçtığı için ne kadar yorgun olsa bile uyuya kalması biraz sürdü. Yatakta deli gibi sağa sola dönüp sanki yorganı Akın’mış gibi onunla savaştıktan sonra kızgın şekilde uyuyakaldı.

Kahrolası adam rüyasında bile onu rahat bırakmıyordu. Yanında duruyordu. O zehir gözleri arzuyla parlayarak kendisine bakıyordu. Sanki günlerdir aç bırakılmış bir yabaniydi ve Eva da onun avıydı. Bir panterle göz göze gelmiş ceylan gibiydi. Teni geceden karaydı ama gözleri öyle parıldıyordu ki kesinlikle nefes kesiciydi.

Eva şiddetle göğsüne hava doldurup bacaklarını birbirine bastırdı. Lanet olası azgın bir ergen gibi uykusunda boşalmayı istemiyormuşçasına kafasını hızlı hızlı iki yana sallarken ağzından anlamsız kelimeler döküldü. Sonra bacaklarına değen bir şeyi hissetti. Sanki bir yılan teninin üzerinde sürtünerek yukarıya çıkıyordu. Yukarıya, hiç durmadan. Birden gözleri dehşetle açıldığında önce bacaklarına gezinen eli gördü ve sonra tepesindeki gölgeyi. Gerçeklik olgusunu o an için elde edemediğinden çığlık atmaya hazırlanıyordu ki dudaklarının üzerine bastırılan parmak ve tepesindeki adamın, “Şşş...” diye uyarırcasına fısıldamasıyla birlikte irkildi. Zümrüt yeşili gözleri dehşetle açıldı. Kalbi ritmini kaybetti. Çünkü yanındaki adam Akın’dan başkası değildi.

Eva dudaklarına değen parmakları sertçe iterek doğrulup ona doğru dönerken, “Sen buraya nasıl girdin?” dedi hâlâ üzerinden atamadığı dehşetle.

Akın hafifçe güldü. “Basit bir kilit beni engeller mi sanıyordun?”

“Kapımı mı kırdın seni hayvan?” derken eğilip kapıya bakmaya çalıştı, ancak yatağının olduğu konumdan onu görmesine imkan bile yoktu.

Akın tehlikeli tavrıyla kadının üzerine doğru eğilirken onun geriye doğru yatarak kaçma çabası karşısında sadece güldü. “Bana o fotoğrafı atıp dönüp uyuyacak mıydın?” derken ürkütücü şekilde arzulu görünüyordu.

“Evet,” dedi Eva. Ondan kaçabilmek için geri geri kendisini eğerken neredeyse sırtüstü yatmak üzere olduğunu fark edince yatağa dirseklerini dayayıp geriye doğru bedenini sürükledi. Ancak adam asla durmayacakmış gibi dizini yatağa bastırdığında sertçe yutkunmaktan kendisini alamadı. “Geç kaldın. Tüm keyfim kaçtı. Uyumak istiyorum.”

“Uyuyacaksın. Saatlerce. Söz veriyorum.”

Nefesi tıkanırken, “O-odama nasıl girdin?” diye saçmaladı. Ah, kesinlikle aptaldı.

“Kapını kırdım,” dedi umursamazca. Elini kadının diz kapağının altına yerleştirip onu birden çektiğinde Eva artık sırtüstü yataktaydı. Hiç vakit kaybetmeden üzerine çıkıp dizlerinden birini onun bacaklarının arasındaki boşluğa yerleştirdi ve bu sayede bacaklarını kapatmasına engel oldu.

“Ne? Sen delirdin mi? Kapı açık mı şu anda? Kalk üzerimden seni koca ayı!”

“Şşş... korkma. Sabaha kadar idare eder,” dedi alay edercesine.

“Tanrım! Beni uyandırmayı deneyebilirdin!”

Elini kadının yüzüne uzatıp çene çizgisine yerleştirdi. Ardından baş parmağıyla alt dudağını okşarken, “Uyandırmak için başka yollar kullanmayı düşünüyordum,” dedi. Eva gürültüyle yutkundu. “Bizzat dokunarak mesela,” derken parmaklarını boynuna kaydırıp usulca göğsüne doğru inerken kadının hızlı hızlı nefes alışverişini izliyordu. İnce askılı geceliğinin altında belirginleşen göğüslerinin pekâlâ farkındaydı. Elinin tersini çevirip parmaklarının arkasıyla ona dokunarak ilerlerken hedefi sol göğsünün ucuydu. Kadın bunun bilincinde olduğu için daha dokunmadan bile sırtını yay gibi germiş, göğsünü yukarıya doğru kaldırmıştı. Akın elinin altındaki bedenin verdiği yoğun tepkiye kayıtsız kalamayıp serseri şekilde sırıttı. Ardından parmaklarının tersiyle göğsüne hafifçe dokundu, Eva inlememek için alt dudağını kuvvetle ısırdı.

“Bana o fotoğrafı atıp dönüp uyuyacak mıydın, Eva?” dedi günahkar sesiyle. “Uyumana izin vereceğimi düşündün mü gerçekten?”

Genç kadın, “Evet,” dedi neredeyse inleyerek. Tek odak noktası teninde gezinen parmaklar olduğu için sorulan soruyu kavrayamamıştı bile.

Akın birden kadının göğüs ucunu parmaklarının arasında kıstırıp sıktı. Eva kafasını geriye atarak inlerken ellerini adamın omuzlarına bastırmıştı ve sadece bu dokunuşla bile parçalara ayrılacakmış gibi kıvranmaktan kendisini alamamıştı.

“Sana ilk kez dokunuyormuşum gibi tepki veriyorsun, Eva,” dedi derinden gelen arzulu sesiyle. “Çok mu özledin beni?”

Genç kadın hafif canını yakmaktan geri durmayan bu dokunuşun etkisiyle adeta bir yılan gibi kıvranırken, “Eziyet ediyorsun,” diye yakardı.

“Evet ve daha yeni başladım.”

-

+18 kısım buradan kaldırılmıştır. Okumak isteyenler Wattpad ya da Inkspired üzerinden erişebilir. 🥲

-

Eva kaçıncı olduğunu sayamadığı uçuşa geçtiğinde artık tümüyle bitmiş durumdaydı. Kolunu kaldıracak gücü bile kalmamıştı. Adam bunun farkındaymış gibi onu temizlemiş, güzelce yatırmış ve uzun uzun öpmüştü. Bacaklarının arasındaki zonklamaya rağmen uyumak üzereydi. Yorgan üzerine çekildiğinde tatlı mırıltılar çıkarttı. Ancak saçlarına veda eder gibi dokunan parmakları hissettiğinde uykuya geçmeye hazırlanan tüm duyuları birden ayağa kalktı. Akın’ın yataktan kalkmasını birbirine geçmiş kirpiklerinin ardından izledi. Üzerini düzeltmesini izlerken kıyafetlerini bile çıkartmadığını ancak fark edebildi.

Sonra Akın gitti.

Eva ağlama hissiyle doldu. Dakikalarca birbirlerine dokunduktan sonra çekip gitmesi canını yakmıştı. Yanında kalmalıydı. Hırpaladığı kadını göğsünde uyutmalıydı. Ancak o gitmişti. Ayaklarını karnına doğru çekerek kıvrıldı ve incinmiş şekilde ağlamaya başladı. Kendisini sömürülene kadar kullanılmış ve bir kenara atılmış hissediyordu. Üstelik bu his öyle ağırdı ki hızla tüm göğsüne yayılmış, onu ele geçirmişti.

Eva böyle hissetmekten nefret etmişti.

Artık Deniz deyiniiizz 🥳🥳

Sonunda beklenen kavuşma 🫠

Akın'a bu satırda söylenmek serbest. 🫢

Gelecek bölüm muhtemelen birazcık, miniminnacık gecikecek ama günün sonunda yine buradayız 💕🌸

En bolundan sevgiler 🤩🤩

Bölüm : 03.04.2025 02:42 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...